26 Mayıs 2013 Pazar

Peygamberlere İmanın Zihinsel Temelleri -Serdar Kaya

Peygamberlere İmanın Zihinsel Temelleri (1)

Serdar Kaya
Dünyada bugün itibariyle (takriben) 2.2 milyar hıristiyan, 1.5 milyar müslüman, 1 milyar hindu ve 500 milyon Budist yaşıyor. Bu dört inancı taşıyanlar, dünya nüfusunun takriben dörtte üçüne karşılık geliyor. Diğer bütün dinlerin mensupları, geriye kalan dörtte birlik kısmın (yine takriben) yarısına sığıyor. Dörtte birlik kısmın diğer yarısında ise, ateistler, agnostikler, deistler ve bir yaratıcıya inansalar da herhangi bir dine bağlı olmayan teistler var.
Bu tablo, zaman içinde değişmiyor değil. Ancak değişimler, büyük ölçüde, nüfus artış ve azalışlarının bir sonucu. Din değiştirmeler ise, çok küçük bir yüzdeye karşılık geliyor. Bir başka deyişle, insanların ezici çoğunluğu, etkileşimin fazla olduğu yerlerde bile, ailelerinin dinini benimseme ve ölene dek bu dine bağlı kalma eğiliminde. Dahası, insanlar, zaman içinde dindarlık seviyeleri azalsa ve hatta dini inançlarını kaybetseler dahi, yeniden dindarlaşmaları durumunda bunu kendi dinlerine dönerek yapıyorlar.
Bütün bunlar aslında çok şaşırtıcı değil. Zira, insan zihni çok küçük yaşlarda şekilleniyor. Bir çocuk ailesinin konuştuğu lisanı öğrendiği ve farkında dahi olmadan bu lisanla düşündüğü gibi, bu dünyaya ve sonrasına dair mefhumlarını da yine ailesinden ediniyor ve din dendiğinde aklına öncelikle kendi zihnindeki teoloji ve bu teolojiye dair imgeler geliyor.
Örnek olarak, Ahmedi bir ailede doğan ve Mirza Gulâm Ahmed’e, eserlerine ve hayatına dair olağanüstülüklerin bahsiyle büyüyen bir insanın durumunu düşünelim. Bu kişiyi çevreleyen kültür, (1) zihnindeki ilgili noktalara sızarak Mirza Gulâm Ahmed’e dair saygıdeğer bir imge inşa eder, (2) ona duyulan sevgi etrafında oluşmuş bir sosyal ilişkiler ağı içinde güçlü bir aidiyet hissi oluşturur; daha geniş manada da, dünyanın farklı yerlerindeki Ahmediler ile arasında bir kardeşlik bağı ortaya çıkarır, (3) kişiye varlığı nasıl anlamlandırması gerektiğini öğretir; bunu yaparken, diğer düşünce ve inançları kendisini merkeze alarak konumlandırır ve onların “hataları”nın altını çizer, (4) kişiye bir dizi değer yargısı telkin ederek, erdemli bir hayatın nasıl yaşanması gerektiğini öğretir; ve bunun doğal bir sonucu olarak, (5) hayatlarını aynı şekilde sürdürmeyen insanlara dair olumsuz imgeler oluşturur.
Dünyanın farklı yerlerindeki büyük ve küçük çaplı bütün dini gruplarda (ve hatta kimi seküler kültlerde) benzeri özelliklere rastlamak zor değildir. Hatta, tam da bu benzerlik nedeniyle, inanç sahipleri (bir parça açık fikirli olmak şartıyla) birbirlerinin sevgilerini, korkularını, ritüellerini ve bir cemaatin içinde bulunmanın kişi için ifade ettiği anlamları çok daha kolayca anlayabilirler. Yine de, inanç sahiplerinin, din değiştirmeleri kolay olmaz. Örneğin, ana akım içindeki bir müslüman, kolay kolay Ahmedi olamaz. Ya da, dünyanın ancak İsa’nın ikinci gelişine dek varolacağı düşüncesiyle büyüyen ve algılarını baştan bir kez o şekilde oluşturmuş bulunan bir hıristiyan, (otantik olan ya da olmayan) bu teolojisini yıkan ve farklı bir şekilde yeniden inşa eden İslam’ı kolay kolay benimseyemez. Çünkü, zihinlerdeki kalıplar çok küçük yaşta oluşur, kemikleşir ve sonrasında kolay kolay esnemezler.
Bir Soru
Gerek hıristiyan gerekse müslüman alimlere eskiden beri sıklıkla sorulan sorulardan biri de, başka inançları benimseyen insanların ölüm sonrasındaki durumlarının ne olacağıdır. Bu soruya eskiden beri farklı cevaplar verilmiş olsa da, iki büyük İbrahimi dinin bu konudaki geleneksel yaklaşımı hep aynı gibidir:Başka inançların mensupları için kurtuluş yoktur.

Bu cevap, araştırma yükümlülüğünün kişiye ait olması, kendisine doğru şekilde tebliğde bulunulmamış olan insanların bilemeyecekleri şeylerden ötürü yargılanmayacakları, cennetin ve cehennemin seviyelerden ibaret olması gibi bir dizi argümanla gerekçelendirilmeye ve hafifletilmeye çalışılmış olsa da, hüküm açıktır.
Ne var ki, hayata baktığımızda, insanların, yapıları gereği, henüz yetişkin dahi olmadan bu konuda zihinsel kapasitelerinin (ve hatta hür iradelerinin) önemli ölçüde sınırlandığını görüyoruz. Durum bu iken, “Ama biz babalarımızı böyle yaparlarken gördük” (Şuara 74) itirazının haklılık payı yok mu?
Peygamberlere İmanın Zihinsel Temelleri (2)
İlk müslümanlara itiraz edenlerin, “Ama biz babalarımızı böyle yaparlarken gördük” (Şuara 74) mealindeki sözleri, Kuran’ın farklı surelerinde eleştirilir. Örneğin, Kuran, babalarından gördüklerinin kendilerine yeteceğini söyleyenleri kast ederek, “Babaları hiçbir şey bilmeyen, doğru yolu bulamayan kimseler olsa da mı?” (Maide 104) diye sorar.
Kuran’ın getirdiği bu eleştirilerin geçersiz olduğunu söylemek zordur. Zira, insanlar hayata dair temel konulardaki yargılarını gerçekten de büyük ölçüde ailelerinden edinirler. Dahası, bu subjektif yargılar hem zaman içinde eskir, hem de doğruların yanında çok sayıda yanlış da içerir. Dolayısıyla, daha doğru ve daha erdemli olana yönelik bir arayış içinde olan bir insan, işe ailesinden öğrendiklerini sorgulayarak başlamak durumundadır.
Ne var ki, ilgili ayetler her ne kadar İslam’ın birinci asrında insanları ailelerinden öğrendiklerini sorgulamaya yöneltmiş olsa da, bugün itibariyle tam tersi yönde bir işlev görüyor. Çünkü, kendilerini doğru semavi mesaja iman etmiş kimseler olarak gören günümüz müslümanları, bu ayetlerin yaptığı doğru yolu bulabilen ve bulamayan şeklindeki ayrımı, biz ve diğerleri şeklinde okuyor ve kendilerini bir tür haklılık zırhı içinde hayal ediyorlar.
Halbuki günümüz müslümanları, İslam’ın birinci asrında yaşamıyorlar ve dinlerini Hz. Muhammed’den öğrenmediler. İslam dinine inanıyor olmalarının nedeni, Kuran’da sözü edilen türden sorgulamalar yapmış olmaları değil, annelerinden babalarından öyle görmüş bulunmaları. Bir başka deyişle, İslam, bugün itibariyle, çoğu müslüman için, doğar doğmaz ellerinde buldukları ve herhangi bir arayış içine girmeden benimsedikleri bir inanç durumunda. Aynı şey, müslümanların mensup oldukları (itikadi ve ameli) mezhepler için de geçerli. Bütün bu inanç, yorum ve pratikler, ekseriyetle babadan oğula aktarılıyor. Dünya üzerinde bugün katolik, şii ya da hinduların yaşadıkları bölgelerin çoğunun bundan yüzlerce yıl önce de aşağı yukarı aynı dini demografiye sahip olduğu düşünülecek olursa, insanların dini inançlarında neyin belirleyici olduğu daha iyi anlaşılabilir.
Durum bu olduğu halde, günümüz müslümanlarının kendilerini hak dinin (ve hatta hak mezheplerin) mensupları addetmeleri, kendileri hakkında biraz fazla iyi niyetli olduklarını ima ediyor. Bu, hak edilmemiş ama konforlu bir pozisyon. Dahası, böyle bir pozisyon alan bir insanın, babalarından öğrendikleri şeyleri reddetmeleri gerekenlerin hep başkaları olduğunu düşünmesi pek zor değil.
Biz ve Diğerleri
Bu arogan tavır, (elbette) bütün müslümanları kapsamadığı gibi, müslümanlara özgü de değil. İnsanları biz ve diğerleri şeklinde ikiye bölen seküler ya da dini bütün grupların söyleminde aynı tepeden bakan (self-righteous) tavrın izlerini görebilmek mümkün. Örneğin, Türkiye özelinde, böyle bir eğilimin sadece müslümanlar değil, laik kesim içinde de son derece yaygın olduğu, hatta son dönemde müslümanların bu konuda laiklere nazaran daha ılımlı tavırlar geliştirdiklerini söyleyebilmek mümkün.

Bazı Sorular
1. Herhangi bir inancın mensupları, kendilerinin dünya üzerindeki diğer herkesten üstün olduklarını iddia etseler, onlar hakkında ne düşünürdük? Bu insanların inançlarına göre, onları büyük ödüllerin, bizleri ise korkunç bir azabın beklediğini öğrensek, ancak sonradan bu konuda birincil derecede belirleyici olanın doğru ülkede (ya da doğru ailede) doğmakolduğunu fark etsek, ne hissederdik?

2. İnsanlar peygamberlik iddiasında bulunan kimselerin hangilerinin gerçekten Tanrı tarafından gönderildiğini kendileri mi fark ederler, yoksa bunu onlara babaları mı söyler?
3. Bir insanın dünya üzerinde (kendi ailesi dahil) bir milyardan fazla insanın inandığı bir dine inanması bir marifet midir? Daha da önemlisi, buna gerçekten inanmak denebilir mi? Şayet inanmak bu ise, üç yıllık Mekke boykotu boyunca Hz. Muhammed ile birlikte yokluk içinde yaşayan bir avuç müslümanınki neydi?
Sonsöz
“Yeryüzünde böbürlenerek yürüme.” (İsra 37)

Hiç yorum yok: