2 Temmuz 2013 Salı

'Süreç' yahut ulusdevletin sonu mu?-Akif Emre

'Süreç' yahut ulusdevletin sonu mu?

Ulusdevleti, çağrıştırdığı ilk anlamda olduğu gibi, sadece vatandaşlık-kimlik tanımıyla sınırlayanlar bu modern siyasal örgütlenmeyi ayakta tutan dinamikleri yeterince kavramaktan uzak görünüyorlar. Olayı sadece kimlik tanımına indirgeyerek tartışmayı tercih ediyorlar. Bunun tipik örneği, Türkiye'deki bedeli ağır ödenen kimlik inkarlarıyla sınırlı ulus-devlet algısında görülüyor. Ulus-devletler genelde kendi ulusçuluğunu icat etmiştir; ama bu özellik onun uluslararası düzeyde meşruiyetini sağlayan başlıca özelliği değil. Pek çok etnik yapıdan oluşan, hatta imparatorluk özelliği gösteren ulusdevlet yapılanmaları bu algıyı tekzip ediyor zaten.

Modern ulus-devletlerin temeli Westphalia antlaşması ile atıldı. Bu anlaşmanın iki temel özelliğinden biri; uluslararası ilişkilerin sekülerleşmesi, yani ekümenik dini otoritelerden ve kurallardan arındırılması. Böylece ulus-üstü kutsal kural ve otoritenin bağlayıcılığının yerine seküler, güç dengelerine dayalı uluslararası çıkar ilişkilerinin belirlediği bir düzleme geçildi. Özellikle Otuz Yıl Savaşları diye bilinen kanlı mezhep savaşlarından sonra Avrupa'daki siyasal dengeler düşünüldüğünde devletle kilisenin ayrışması gibi ulus-devleti doğuran süreç çok iyi anlaşılır. İkinci önemli özellik; her devletin sınırları içinde egemenliğinin tanınması, yani içişlerine başka bir otoritenin karışmaması.
Westphalia ile kurulan ulusdevlet yapısı, soğuk savaş sürecinin sona ermesiyle sarsıldı; daha doğrusu derinlerden gelen bir dip dalgayla, yani küreselleşme ile birkaç yüzyıldır geçerli olan uluslararası yapı değişime zorlandı. Modern devleti değişime zorlayan, kimine göre tehdit eden, sınırlarını delik deşik eden küreselleşme, onu iki ana özelliği konusunda yapısal değişime zorladı. Birincisi; her bir devletin içişlerinde egemenliğinin, yani 'içerde istediğimi yaparım' anlayışının çökmesi. İkincisi ise ulusçuluğun inşa ettiği tek kimlikliliğin, kültür ve ideolojinin çok kültürlüleşmesi.
Buradan hareketle, küreselleşme ve ulusal egemenlik ve çok kültürlülük hikayesinin salt retorik üzerinden anlamlandırılamayacağını söyleyebiliriz. Küreselleşme aslında küresel kapitalizmin, özelde finans kapitalizminin, ulusal sınırları delmesi, şeffaflaştırmasıyla sonuçlandı. Kapitalizmin geldiği yeni aşama anlaşılmadan ne ulus-devletin meşruiyetini sorgulayan tartışmalar ne de çok kültürlülük hikayesi anlamlandırılabilir.
Bu çerçeveden bakılınca Türkiye'nin içinden geçtiği süreci anlayabilmek için, buna zorlayan uluslararası sosyo-ekonomik dinamikleri okumak daha anlamlı hale geliyor. Özal döneminde başlayan ve özellikle son on yıllık Ak Parti iktidarında iyice yerleşen, küresel ekonomiye entegrasyonu sağlayan, neoliberal politikalardan oluşan ekonomik modelin kendi siyasal sistemini ve uluslararası ilişkiler modelini doğurmaması imkansızdı. Tıpkı 24 Ocak kararlarıyla başlayan ekonomik tedbirlerin olağanüstü siyasal yapıları davet etmesi gibi. O kararları doğru okuyanlar askeri yönetimin geleceğini görmüşlerdi.
Türkiye'nin küresel kapitalizme entegre olması yönünde sürdürülen neoliberal politikaların sonucu olarak hem siyasal ve sosyal yapısında hem de ulusdevlet olarak işgal ettiği uluslararası konumunda değişikliğin meydana gelmesi beklenen bir süreçti.
Türkiye'nin Ortadoğu'ya olan ilgisini ve küresel sistemle paralellikler taşıyan stratejilerini, tarihsel ve kültürel gerekçelerle meşrulaştırma girişimlerini biraz da bu açıdan yorumlamayı denemekte yarar var.
Özellikle çözüm sürecinde hem iktidarın hem İmralı'nın dillendirdiği ve bu yönüyle de çok 'yerli' görünen söylemi, küreselleşmenin ekonomik ve stratejik zorlamaları açısından da okumalı. Yapay sınırların bu coğrafyaya ne acılar çektirdiği söylemi İslamcıların en temel tezlerinden biri iken bir anda Kürt ulusçularının ve devletin resmi dili haline gelmesindeki zorlayıcı etkiyi, en azından alternatif bakış olarak dikkate almanın zamanıdır.
Bölgede eski ulusdevlet sınırları aşılacak, yapay duvarlar ortadan kalkacaksa bunun boşluğunu dolduracak olan İslamcı düşüncenin savunduğu İslam ittihadı, ümmet fikrinden neşet eden bir yapı öngörülmüyorsa; uluslararası sistemin destek verdiği sınırların şeffaflaşması ne anlama gelecektir? Bunun Ortadoğu'nun küreselleşmeye açılması, küresel kapitalizme entegre olması, yani pazar olma sürecine evrilmesi anlamına gelip gelmeyeceğini tartışmak zorundayız.
Tek kültür ve tek etnik kimlik yerine çoğulcu kültürlerin hayat bulacağı iddiası bir yönüyle doğru. İnkar edilen kimliklerin kendilerini ifade edeceği bir siyasal çatıdan söz edilebilir. Ne var ki, küreselleşmenin tüm farklılıkları tekleştirdiği, hepsini benzer zevklere, benzer tüketim alışkanlıklarına indirgediği dünyadan söz ediyoruz. Yani farklılıklar adına müşteri haline getirilen küresel pazardan…
Türkiye ile birlikte bölge küreselleşmeye entegre olacak, buna uygun politikalar üretilecekse bunun kültürel sonuçlarının ne olabileceği üzerinde düşünmek zorundayız. Tüm Ortadoğu 'bahar' adına değişime zorlanırken, Türkiye hem iç politikada hem bölgesel politikalarda yeni yapısal değişikliklere giderken; küresel kapitalizmin etkilerinin bu coğrafyayı nasıl etkileyeceği, modern kültürün çoğulculaştırma adına nasıl hepimizi tekleştirdiği ve sıradan müşteriler haline getirdiği hususlarında kendimizi hesaba çekmek durumundayız. Sadece Türkiye'nin ve yakın coğrafyasının değil tüm Ortadoğunun içinden geçtiği süreç açısından bu boyutun önemli olduğu muhakkak.
Ayrıca, bunca etkiye rağmen bu coğrafyanın sahip olduğu İslami değerlerin tüm bu kısır döngülerden kurtulmak için elindeki yegane varoluş imkanı olduğunu düşündüğümüzde umutlu olmaya hakkımız var demektir.

Hiç yorum yok: