8 Haziran 2013 Cumartesi

23 Nisan, 24 Nisan-Doğu Ergil

Oysa Türkiye'de egemenliğin teorik olarak kaynağı olan halk hiçbir zaman onu kullanamamıştır. Onun yerine hep daha iyisini bildiğini, daha medeni olduğunu iddia ederek yönetmeyi kendine hak gören bürokrasi kullanmıştır egemenliği. 1950'den beri egemen bürokrasiye bir ortak gelmiştir: Seçilmiş siyasiler. "Temsilciler" demekte zorlanıyorum çünkü seçilenler genellikle parti yönetimlerinin belirleyip bir liste halinde seçmenin önüne koydukları isimlerdir. "Temsilci" oldukları oldukça tartışmalıdır.


Bürokrasi ne ekonomik olarak hayatını taştan çıkaran bir ekonomik faaliyet güden ne de halkın beğenisi için niteliklerini sergileyip rekabete giren bir kesimdir. Gücünü ve ayrıcalıklarını, devlet aygıtı üzerindeki denetimi ve bu aygıtın sonsuz yetki ve kudretinden alır. O nedenle bürokrasi devlet üzerindeki kontrolünü hiçbir zaman kaybetmek istemez. Zaman zaman yetki ve ayrıcalıklarını paylaştığı seçilmiş siyasetçilerle iş birliği yapar ama ne zaman fırsat bulursa elinden kaçırdıklarını -gerekirse zorla- geri alır. Darbeler ve muhtıralar tarihinin anlamı budur.

Söz konusu durumu İttihat ve Terakki'ye (önce gizli bir örgüt, sonra bir parti ama her zaman gizli bir çekirdeği muhafaza eden) bağlayanlar vardır. Onun tepeden inmeci, otoriter ve toplumsal iradeyi baskı altında tutan geleneğinin Türk bürokrasisinde günümüze kadar yaşadığı ileri sürülür. İttihat ve Terakki anlayışını ve siyaset tarzının sürekliliğinin en önemli nedeni mütevazı orta sınıf gençlerinin iktidarını sağlayacak başka bir araç yokluğunda hep devlet memuriyeti ile (hak edilen veya gasp edilen-Enver Bey'in Bab-ı Ali baskını ile kendisini ve arkadaşlarını iktidara getirmesinden; Kenan Evren'in darbeyle Devlet Başkanı olmasına varan geniş bir yelpazede) üne, güce ve servete kavuşmuş olmalarıdır. Onları durduracak bir üst sınıf (burjuvazi) ve karşı çıkacak bir işçi sınıfı olmadığından rakipsiz bir yönetici "elit" olmuşlardır. Bütün bunları devlet aygıtına el koyarak ve denetleyerek yapmışlardır.

Cumhuriyeti kuran bürokratik kadrolar İttihat ve Terakki'nin daha realist, daha ulusalcı kesimidir. Yayılmacı ve maceracı değildirler. 23 Nisan'da başlattıkları girişimle ulus inşasına ve ulusal kalkınma hedeflerine yönelmişlerdir. Ancak siyasal DNA'larında var olan İttihatçı otoriter karakter, ulus oluşturma işlemini tepeden bildik bir şablona göre gerçekleştirmelerine neden olmuştur. İkinci Meşrutiyet'ten beri sürdürülen uygulama ile eldeki topraklar sadece Türkler'in ve Sünni Müslümanlar'ın vatanı olacaktı. Osmanlı'nın son yıllarında başlatılan Anadolu'nun "seyreltilmesi"ve Türkleştirilmesi Süryaniler'in ve Ermeniler'in tehcir ve temizlenmesi ile Cumhuriyet'in ilanından sonra kansız ama oldukça ısrarlı biçimde devam etmiştir. Sonra bunlara sırasıyla kentlerdeki diğer gayrimüslim azınlıklar ve kendilerine yapılan muameleye silahlı kalkışmayla yanıt veren Kürtler'in ülkenin pek çok yöresine sürülmesi (iç tehcir) eklenmiştir. Ama bunlardan söz edilmez. Söz eden hep cezalandırılmıştır. O nedenle ne Cumhuriyet öncesi ne de sonrası tarihimizi doğru dürüst öğrenmişsizdir.

Olan biteni dünya literatüründen öğrendiğimizde de önce şaşırdık, sonra irkildik. Bunların kabul edilmesi kolay değildi. Resmi inkar politikasını pek çoğumuz benimsedik. Bu nedenle 24 Nisan'ı, yani Ermeniler'in 1915 ve sonrasında Anadolu'dan sökülüp atılması olgusunu insani bir mesele olarak görüp, mağdurla empati kurmayı denemedik. Bizim suskun ve reddiyeci tutumumuz onları daha da sertleştirdi ve şimdi her 24 Nisan'da yok o parlamento, yok bu ülke başkanı kaka kelimeyi (soykırım) söyleyecek ve bizi mahcup edecek diye telaşlanıyoruz.

Diyoruz ki o sırada Osmanlı'nın Balkanlar'daki Müslüman tebaası da katledildi, yurtlarından sürüldü. Doğru. Hatta Doğu Anadolu'da çoğunluk olmadıkları yerlerde bile Ermeni çeteleri Türkler'i sürüp bir özerk veya bağımsız vatan yaratmak için katliamlar yaptılar. Bütün bu suçluların cezalandırılması gerekir. Ama vatanımızı/vatanlarını paylaştığımız halkları topyekun vatansızlaştırmak pek övünülecek bir durum değil. Neredeyse 100 yıl önce olmuş bu acı olayları"kim haklı kim haksız değil", çekilen acıları bir insan olarak paylaşmak mümkün değil mi? Acıyı paylaşmak en büyük erdem değil mi? Galiba bir diğer sorunumuz da giderek siyasette ağırlığı artan sivil siyasetçilerin de tıpkı bürokratik seleflerinin İttihatçı zihniyeti benimsemeleri. Bu durumla mücadele etmek daha da zor.

Hiç yorum yok: