26 Mayıs 2013 Pazar

Trajedi'den pornografi'ye: Düşünce ölüm, düşünce ölür-Yusuf Kaplan


Trajedi'den pornografi'ye: Düşünce ölüm, düşünce ölür (1)


Grek uygarlığında da, Hint medeniyetinde de çok güçlü bir sanat türü vardır: Heykel sanatı.
Grek heykel sanatı, trajedinin zirve noktasıdır; Hint heykel sanatı ise harmoninin. Grek heykel sanatı, norm hâline getirilen form'un -ama ille de insan formunun- kusursuzlaştırılmasıdır; Hint heykel sanatı ise deformasyonun.
Grek heykel sanatı "pornografik"tir; Hint heykel sanatı ise "erothik". (Burada münhasıran cinsellikten bahsetmediğimi hatırlatmak isterim). "Pornografi", pathos'un ("yokoluş acısı"nın) çocuğu ve ifadesidir; "Eros" ise ethos'un ("varoluş ıstırabı"nın).
Pornografi, epistemolojinin (niceliğin nitelikleştirilmesinin; söz'ün / "aklın" öz hâline getirilmesinin) şekillendirdiği bir dünyada neşvünemâ bulur. Eros ise fenomenolojinin (niteliğin niceliksizleştirilmesinin; öz'ün sözsüzleştirilmesinin) hükümfermâ olduğu bir dünyada.

Bu arada, İslâm'ın medeniyet dünyasında heykel sanatının hemen hiç varol/a/mamasının, gelişmemiş olmasının sebeb-i hikmeti, öz'ün öz olarak, söz'ün ise söz olarak dile gelişinin, yani tenzîlî âyetin tekvînî âyetle tecellî ve tezâhür edişinin, ettirilişinin kapılarının sonuna kadar açık olmasıdır. O yüzden yaşadığımız medeniyet krizinin bizi sonsuza dek yere mahkûm etmek yerine, düştüğümüz yerden tutup göğe kaldırabilmesi her zaman mümkündür; tabiî düşünme'sini öğrenebilirsek yeniden... Ölüm'ü öldürmediğimize, ölüm'ün bir hakikat ve hayat şartı olduğu gerçeğini yitirmediğimize bakar/s/ak, yeniden düşünmeye, düşünme melekelerimizi yeniden bilmeye ve bilemeye başlayabiliriz her zaman...
Burada sorulması gereken soru şu: Grek dünyası, trajedinin, trajik insanın, yani Tanrı'dan kopan ve kendi'ni Tanrılaştırarak trajediye dûçâr olan yaralı bilincin insanının dünyası olmasaydı, Grek dünyasında heykel sanatı, insanı kusursuz bir şekilde forma dökme, yegâne norm, tek ölçü ve ölçüt katına yükseltme kaygısı güdebilir miydi?
Buradan nereye gelebileceğimizi tahmin edebiliyorsunuz, sanırım: Trajedi ile pornografi arasındaki ilişkiye, elbette. Ama asıl üzerinde kafa yoracağımız mesele, bu ilişki değil; bu ilişkinin ürünü olan ve bizatihî bu ilişkinin ayartıcı bir şekilde örttüğü fatal / ölümcül çelişki.
Şöyle ki: Bir yanda, kusursuzlaştırılan bir insan formu; öte yandaysa, insanın da, hayatın da ölümü, ölmesi gibi bir durum var karşımızda, bugüne kadar geldiğimiz noktada.
Yakıcı bir çelişki bu.
Peki, insanın da, hayatın da ölmesiyle birlikte, asıl ölen şey ne, peki? Ölümün ölmesi, öldürülmesi elbette ki. Belki de, ölüm öldürüldüğü içindir ki, insan da, hayat da öldü aslında...
Ama benim burada üzerinde kafa patlatmak istediğim daha esaslı, daha derinlikli bir mesele var; ıskaladığımız, kayıtsızlaştığımız bir mesele bu: Ölümün öldürülmesiyle, düşüncenin ve düşünmenin ölümüne tanık oluyoruz Socrates sonrası Grek çağlarından bu yana.
Trajedi, Tanrı'nın ölümünün ifadesiydi. Peki, Grek heykel sanatı neyin ifadesi? İnsanın ölümsüzleştirilmesinin, bütün mesafelerden arındırılan insanın "pornografi"ye hapsedilerek ölüm'ün ölümünün, öldürülmesinin tabiî ki.
İnsan düşünce yere, hayat ölüme düştü... Düşünceye de ölmek... Oysa ölümle başlar düşünce; ölümü düşünmekle. Ölümü düşünmeyen, düşünemeyen insan, ne anlar hayattan; ne katar hayata ölümden başka.
Zira düşünce ölüm hayattan, düşünce ölür... Ve tabiatıyla, insan da...
Öyleyse, "gerçek düşünürler, ölüm üzerine düşünen kişilerdir" diye sessizce söylenen, derin derin düşünen, düşündürten; önce bilgece kendi'ne kendileyin seslenen; sonra sana, bana, hepimize bencileyin nefes veren, hayat ve ölüm dersi veren; sonra da ölüme "düğün"e gider gibi giden, düğün gecesi diyerek giden, bilge düşünür, nerede?
Ölüm üstüne "düşünmeye" trajedi-pornografi ilişkisinin ürettiği sözkonusu yakıcı çelişki üzerinden, yani izleyici ile metin arasına mesafe koymak yerine, metni ve dolayısıyla karakterleri pornografikleştirerek, izleyiciyi sahte bir katharsiz'e / doyum'a ulaştıran, böylelikle izleyicinin düşünme melekelerini iptal eden Amerikan trajedisinin bastırıcısı ve meşrûlaştırıcısı klasik Hollywood'tan kalkarak devam edeceğim...
Trajedi'den pornografi'ye: Düşünce ölüm, düşünce ölür (2)

Grek dünyasında heykel sanatının gördüğü işlevi, Rönesans'tan sonraki süreçte resim sanatı üstlendi. Nasıl ki, Grek heykel sanatı, insanı ölümsüzleştirerek, düşüncenin, düşünebilmenin yegâne kaynağı olan ölümü öldürmüşse, aynı şekilde, modern resim sanatı da, insan zihninin gözü demek olan perspektifi keşfederek, insanı, sadece zihninin / aklının sınırlı, varoluş alanını, serüvenini sınırlayıcı dünyasına hapsetmiş ve böylelikle insanı her şeyin ölçüsü ve ölçütü katına yükseltmekle, insanın ölümü bir kez daha öldürmesine ve hayatı unutmasına giden yolları sonuna kadar açmış, bu kez, insanlığın tarihte tanık olduğu en büyük savaşların, katliamların, felâketlerin temellerini atarak, insanı, dönüşü olmayan büyük bir trajedinin eşiğine fırlatmıştır.

Trajedi, insanın varoluş serüvenini yalnızca bu dünyayla sınırlayarak, insanın diğer dünyalarla arasındaki bütün mesafeleri ortadan kaldırır ve hayatı tek bir düzleme, fizik gerçeklik düzlemine indirgeyerek mesafesizleştirir ve pornografikleştirir.

Fiziğin ötesindeki bütün mesafelerin ortadan kaldırılmasının yol açtığı ontolojik güvensizlik duygusunun ifadesi olan trajedinin aşılıyormuş gibi bir izlenim, bir yanılsama oluşturabilmenin yegâne yolu, "pornografi"dir.

İnsanın yaşadığı trajedinin insana yaşattığı pathos ("yokoluş acısı") hâli ile sonsuza dek yaşayabilmesi mümkün olmadığı için, bu pathos hâlinin mutlaka ertelenmesi, bunun için de bu ontolojik kötümserliğin epistemolojik iyimserlik yoluyla aşılması tek çıkar yoldur. Epistemolojik iyimserlik üretebilmenin yegâne yolu da, insanın kendini dünyanın kralı ilan etmesi, tabiatı, diğer insanları kontrol altına alma güdüsünü yegâne varoluş güdüsü hâline getirmesiydi.

İşte Kartezyen felsefeyle temelleri atılan bu sürecin tohumları modern resim sanatıyla ekilmişti.

Modernliğin habercisiydi Rönesans süreci, yatağıydı; özellikle de resim sanatı. Rönesans resmi, önce doğayı keşfetti; sonra insanı. Modern insansa, çok geçmeden önce doğayı kontrol ve kolonize etti; sonra da insanı ve bütün dünyayı.

Modernliğin asıl dölyatağı, Grek dünyasıydı; özellikle de Socrates sonrası Grek dünyası. İnsanın bakışını, gökten yere indirdiği, gökle temasını kopardığı, insanın bütün arızî özellikleriyle arz-ı endam ettiği, arızî özelliklerini aslîleştirdiği, insanı bu dünyaya hapsettiği, Tanrı'yı da insanın arızî dünyasının arızalarının taarruzlarına maruz bıraktığı, insanın yer'e düştüğü, düştüğü yere mahkûm ve mahpus olduğu bir dünyaydı. Tanrı'yı öldüren, yere düşen, ontolojik olarak evsizleşen insanı yeniden her şeyin ölçüsü ve ölçütü katına yükselterek Tanrılaştıran bir dünya.

İnsanın nasıl bir trajedinin eşiğine sürüklendiğini Bizans resim sanatı ile modern resim sanatı arasındaki paradigmatik dönüşüme biraz yakından baktığımız zaman daha iyi görebiliriz. Sözgelişi, Bizans resim sanatında, İsa-Mesih'in resmediliş biçimi, İsa-Mesih'in bize doğrudan baktığı, Tanrı olarak kabul edildiği için, Özne konumunda olduğu bir resmediliş biçimidir. Oysa perspektifin icadıyla birlikte, bu durumun tepetaklak edildiğine tanık oluyoruz: Bu kez, İsa-Mesih'in bize doğrudan bakmak yerine, sağa sola baktığı, dolayısıyla nesneleştirildiği, bizim ona doğrudan baktığımız ve Özneleştiğimiz bir resmediliş biçimi sözkonusu olmaya başlamıştır.

İşte modern resim sanatında yaşanan bu paradigmatik dönüşüm, Tanrı'yı öldüren, insanı tanrılaştıran ve trajediye mahkûm eden sürecin başlangıcıdır.

Oysa Tanrı'nın ölümü; insanın ölümsüzleştirilmesi ve ölümün öldürülmesi demekti. Ölümün öldürülmesi ise, yegâne kaynağı ölüm fikri olan düşüncenin ölümü ve insanın düşünme melekelerini yitirmesi anlamına geliyordu. İnsanın düşünme melekelerini yitirmesiyse, insanın ölümü demekti. İnsan düşünen bir varlıktı çünkü.

"Düşünen varlık" ne demekti peki? Yere mahkûm olan, yerde biten, yere düştüğünde biten, yitip giden, derûnî düşünme melekelerini kaybeden bu trajik insan, sınırlı aklıyla neyi nereye kadar düşünebilirdi? Yüce'yle irtibatını kopardığı için kendisini her şey sanan, her şeyin ölçüsü ve ölçütü, kaçınılmaz olarak her şeyin ölçücüsü ve biçicisi (rasyon'u / oran'ı) olarak gören trajedinin yaralı bilincinin insanı neyi, nereye kadar "görebilirdi" ve aklamacılıktan (rasyonalleştirmelerden) başka ne yapabilirdi ki?

Trajedi yaşayan insan, düşünemez. Yalnızca trajedisini düşünür; trajedisinin kaynağını, mahiyetini değil. Trajedisini nasıl örtebileceğini, nasıl öteleyebileceğini ve nasıl ölümsüzleştirebileceğini.

O yüzden, gerçek trajediler, büyük trajediler, katharsiz'le / doyum'la sonuçlanır: Oysa doyum, pornografinin hayattaki trajediyi örtmek ve ötelemek için başvurduğu en sonuç alıcı ve insanın düşünme melekelerini sıfırlayıcı yöntemidir.

Devam edeceğiz...
Trajedi'den pornografi'ye: Düşünce ölüm, düşünce ölür (3)

Fahr-i Kâinât Efendimiz, bize, "ölmeden önce ölünüz" derken ne demek istiyordu acaba? Öte yandan, cins Alman düşünürü, Schopenhauer, "eğer ölüm olgusu var olmamış olsaydı; ne felsefe, ne de şiir varolabilirdi", derken ne kadar haklıydı peki?

* * *
İki kışkırtıcı soruyla devam edelim ölüm ve düşünce ilişkisini anlama yolculuğumuza: İsa-Mesih, Hıristiyan Tanrısı mıdır; yoksa bir Grek Tanrısı mı? Peki, İsa-Mesih, "mavi gözlü", "sarı saçlı", "uzun boylu" bir kişi midir gerçekten?

BBC'de, İsa-Mesih figürünün metamorfoza uğratılarak, nasıl "mavi-gözlü", "sarı saçlı" ve "uzun boylu" bir Avrupalıya dönüştürüldüğünü anlatan ürpertici bir belgesel izlemiştim.

Gerçekten de, icad edilen, yaratılan bir İsa-Mesih figürüyle karşı karşıyayız... Tastamam Grek tragedyalarından çıkmış bir figürle. İnsanlığın kurtuluşu için, kendini feda eden bir Grek tanrısıyla veya tragedya kahramanıyla sanki.

Bu icad edilen, adeta Grek tragedyalarından fırlayan İsa-Mesih figürünün, münhasıran resim ve heykel sanatlarıyla kitlelerin bilincine kazındığını (ve bu durumun, bugün insanlığın yaşadığı metafizik felâketin kökenini oluşturduğunu) nedense gözardı ediyoruz çoklukla.

O yüzden, kilise çağları boyunca resmedilen İsa-Mesih figürüne, hem estetik, hem de felsefî açından yakından bakmakta yarar var.

Resim sanatında İsa-Mesih'in bize doğrudan bakan ve kendini Özneleştiren konumu, onun Tanrı olarak kabul edilmesinin ve konumlandırılmasının bir sonucu. Fakat bu estetik işlem üzerinde, izi sürülmesi gereken yakıcı bir felsefî sorun var karşımızda: İsa Mesih'in bize Tanrı olarak Özneleştirilerek sunulması, epistemolojik düzlemde gerçekleşen bir şey, ontolojik düzlemde vukû bulan bir vâkıa değil.

Peki, ne anlama geliyor bu?

Burada -belki de farkında olunmadan- Tanrı'yı katleden estetik bir işlemle karşı karşıyayız: İsa-Mesih tablolarını üreten resim sanatının devreye girmesiyle birlikte, teoloji'nin teleolojik / amaç yüklü ve ontolojik tanrısının yerini, epistemolojinin araçsallaştırılan tanrısına terk edişine tanık oluyoruz.

Tanrı olarak İsa-Mesih figürü, epistemolojik bir nesneye indirgendiği andan itibaren, ilâhî özelliklerinden sıyrılıyor, beşerî özelliklerle donatılmış oluyor: "Tanrı", bizimle aynı düzleme ge/tiri/lmiş, bizden, "kullarından herhangi biri" gibi olmuş oluyor.

Böylelikle, resim sanatı, İsa-Mesih'i kolonize ediyor, epistemolojik (estetik, metamorfoza uğratılan, teolojik) bir "tüketim nesnesi" hâline getiriyor; neticede, ilâhî olan'la beşerî olan arasındaki mesafeleri ortadan kaldırıyor...

İşte "pornografi" tam da burada başlıyor: İnsan'la Tanrı arasında hiçbir fark kalmıyor. Tanrı, bize benzeyen, bizden biri olan bu dondurulmuş Grek Tanrısı imago'su resmiyle (sadece ayartarak korkutan ve korkulan, baştan çıkararak seven ve sevilen pornografik bir Tanrı-kul ilişkisinin üretildiği, modernlerin haklı olarak inanmakta zorluk çekecekleri, modernist düşünürlerin, sanatçıların başkaldırmaktan büyük haz duyacakları ve insanlığı zorunlu olarak nihilizmin eşiğine sürükleyecekleri) ilâhî özelliklerinden arındırılmış, uzaklaştırılmış inanılması zor bir varlığa, bir tür deccal'e dönüştürülüyor.

O yüzden, Nietzsche'den Karl Krauss'a, Picasso'dan Dali'ye, Breton'dan Artaud'ya, Beckett'ten Ionesco'ya ve bilumum postmodern sanatçı ve düşünürlere kadar yalnızca dystopia'ların, yani imkânsız ütopyaların ya da büsbütün anarşik, nihilist, absürd, Kafkaesk pathos'ların üretildiği metafizik bir felâketin gelişini haber veren bir düşünürler ve sanatçılar kuşağı silsilesinin şok edici başkaldırılarına tanık oluyoruz kaçınılmaz olarak.

Batı'daki resim sanatının seyrüseferini, gerek dayandığı estetik ilkeler ve felsefî temeller'le, gerekse ürettiği kemikleşmiş, köklü bilinç'le yol açtığı, uç verdiği, kışkırttığı, beslediği, dahası akladığı, meşrûlaştırdığı entellektüel, kültürel, siyasî ve sosyal sonuçları bakımından bir bütün olarak okuduğumuz zaman, İslâm'da, (perspektife dayalı, antroposantrik, insan bedenine, beşerî ve fizîkî olan'a ve alan'a hapsolan bir) resim sanatının neden gelişmediğini ve niçin gelişemeyeceğini daha iyi görebileceğimizi de zannediyorum.

Greklerde insan Tanrılaştırılmıştı; Kilise Hıristiyanlığıyla değişen bir şey olmadı; bu kez, Tanrı insanlaştırıldı. İnsanın Tanrılaştırılması da, Tanrı'nın insanlaştırılması da, Tanrı'nın öldürülmesi demekti; bu da, ölümün öldürülmesi elbette ki.

Ölümün öldürülmesi, kaçınılmaz olarak, düşüncenin ölümü, öldürülmesi anlamına gelecekti. Heidegger'e, "düşüncenin, Socrates'le birlikte bittiğini" söyleten şey de, "kaygı uyandıran zamanımızda, en kaygı verici olan, bizim hâlâ düşünmememizdir" dedirten şey de, işte bu metafizik felâket olsa gerekti, öyle değil mi? (SON)



Hiç yorum yok: