26 Mayıs 2013 Pazar

Halepçe o gün kıyameti gördü / ÜLKÜ ÖZEL AKAGÜNDÜZ

Fotoğraf: Ramazan Öztürk
12 Mart 2012 / ÜLKÜ ÖZEL AKAGÜNDÜZ
Katliamın üzerinden 24 yıl geçti; ama bugün sokakta kimi çevirseniz, hangi kapıyı tıklatsanız bir kıyamet anına şahit olmuş korkulu gözler, kederle gölgelenmiş yüzler görürsünüz. Bir gün içinde şehit düşmüş beş bin kişinin acısı nasıl unutulur ki!

Halepçe katliamı, ‘uzaktakiler’ için olmuş ve bitmiş bir hadisedir. Evet, çok üzücüdür, trajiktir; ama bize değmemiştir. Zihnimizde birkaç kelime; Irak, Saddam, kimyasal gaz, Kürtler ve bir fotoğraf karesi: Bebeğinin üzerine kapanmış bir baba… Ömer Havar… İnce bir yürek sızısı… Hepsi bu kadar…

İstedik ki ‘bu kadar’ olmasın. Nuh Nebi zamanında değil, 1988’de; dünyanın öte ucunda değil, burnumuzun dibinde yaşanmış bu facia ruhumuzu sarssın, bir duvar dibinde ölmüş kız çocuğunda kendi kızımızı görelim, bebeği bir yana, kendi bir yana düşmüş kadında annemizi…  Bir de bilelim ki Halepçe katliamı olmuş; ama bitmemiş bir hadisedir, o gün şehrin üzerine yağan zehirli gazın dumanı hâlâ tütmektedir.
Sokakta kimi çevirseniz, hangi evin kapısını tıklatsanız, kederle gölgelenmiş yüzler görürsünüz. “Biz o gün kıyameti yaşadık!” der hepsi de: “Anne yavrusunu, yavru annesini tanımadı. Herkes olduğu yerde ruhunu teslim etti, kimi kaçıyordu, kimi oturuyordu, hatta kimi ekmek pişiriyordu.”
Katliamın hemen ardından çekilen fotoğraflar da öyle söylüyor zaten. Üç yaşında var yok bir çocuk, kapı eşiğinde, ayakları dışarıda, başı içeride kalakalmış, bahçede, ablası, ağabeyi, annesi… Duvar diplerinde, caddelerde, dağlara doğru uzanan yollarda, mağara kovuklarında, sığınaklarda, su birikintilerinde şehit düşmüş 5 bin Halepçeli… Kimi toprakla buluşamadı, kimi de üst üste yığılıp greyderlerle toprağa gömülen binlerce cesetten biri oldu. Tanıdığınız, bildiğiniz kasabaları geçirin zihninizden, hangisinde çaresizlikten oluşmuş toplu mezarlar gördünüz?  Halepçe’nin bugün artık şehitliğe dönüşmüş kabristanında, üç toplu mezar var. Birinde 1500, diğerinde 440 kişi yatıyor. Bu rakamları duyanlar için üçüncü toplu mezar tenha sayılır; bir çukura üst üste atılmış 24 kişi, ne ki! İran askerleri ve katliamdan sağ kurtulanların yardımıyla gömülen Halepçe şehitlerinin toplu mezarları, birer anıt mezara dönüştürülmüş sonradan. Kabristanın girişinde bir uyarı: “Baas Partisi üyeleri giremez!” Fatiha isteyen kitabeler ve siyah mermer taşların altında sessizce beklenen bir hesap günü…
Yerin üstünde de o günü bekleyenler var. Beş çocukla beraber hayatlarındaki ahengi de yitiren bir baba ve anne… Hani demiştik ya, Halepçe bitmemiş bir dava, kapanmamış bir yaradır diye, ilkokul öğretmeni Fahrettin Hacı Selim’in ve eşi Verziyar Hanım’ın gözlerinde gördük de söyledik öyle… Bizi, Saray Mahallesi’ndeki küçük meydanda karşılayan Fahrettin Bey, evinin hemen yakınında, 150 kişinin şehit olduğu bir sığınağa götürüyor önce. Sığınak dediğimiz, kapısız penceresiz bir bodrum katı… İşte orada beş küçük evladı ölmüş Fahrettin Hacı Selim’in… İçeride, abdestleri bozulmasın diye duvara bile yaslanmadan oturmuş ağzı dualı ihtiyarlar, zikir çeken erkekler, kadınlar ve diğer çocuklarla beraber… Onca kişiyi o küçücük bodrum katına indiren korkunç bir sesti aslında, 16 Mart 1988’de, saat tam 12’yi çeyrek geçiyorken şehri döven napalm bombalarının sesi… Kimyasal gazdan haberi yoktu kimsenin, renkli balonlardan yayılan elma, muz, portakal kokularının öldürücü tesirinden, o gazların havadan daha ağır olduğundan ve hâliyle sığınakların asla güvenli olmadığından… O gün neresi güvenliydi ki gerçi! Akşama doğru, ses kesilince bombardıman bitti zannedenler, telaşla dağ yollarına kaçışırken oldu zaten olanlar… Bahardı, Nevruz yakındı, ağaçlar çiçeklenmiş, toprak yeşermişti oysa… Fahrettin Hacı Selim, sığınaktan yarı baygın çıkardığı çocuklarıyla işte o yeşil toprağa düştü, sonrasını ondan dinleyelim: “Hayırsever insanlar, beni ve çocuklarımı alıp mezarlığa bıraktılar ki ölürsek gömülmemiz kolay olsun. Orada öylece yatarken anladım ki İran helikopterleri şehirdeki yaralıları topluyor, bizi görmediler tabii. Çocuklarımı orada kaybettim, beni de sonradan fark edip İran’a götürdüler.”

Bu acı bizi yaşatır!

Katliam mağdurları, acıları küllensin, yaraları kabuk bağlasın istemiyorlar nedense. Hocalı katliamında yakınını kaybetmiş insanlarda gördüğümüz ‘anlatırsak şehitlerimizi yaşatırız’ hissiyatının bir benzeri Halepçelilerde de var. Onlar da 24 yıldır hemen her gün kayıplarından söz ediyor, bir araya geldiklerinde muhakkak o meşum günü hatırlıyorlar. Bir tür acıyla mücadele etme yöntemi belki de… Bugün oturduğu evi, bombardımanda yıkılan eski evinin yerine kuran Fahrettin Hacı Selim, bir vakitler üç küçük kızının okuduğu okulda öğretmenlik yapmaya devam ediyor. Okulun adı da o hatırayı canlı tutmak niyetiyle “Kimya Baran”a çevrilmiş. O topraklarda Halepçe katliamı bu isimle anılıyor: “Kimya Baran (Kimya Yağmuru)”…
Sonradan olan dört çocuğuna da kaybettiği çocuklarının adını vermiş Fahrettin Bey. Burada bizi epeyce duygulandıran bir nokta var, kendisinden dinleyelim yine: “Bir oğluma şehit olan oğlum Renç’in adını koydum. Ancak Renç’in kimliği hâlâ evimizde, nüfustan sildirmedik onu, o yüzden yeni oğlumun adını Rençder yazdırdık. Bir kızıma da ölen üç kızımın isimlerinin baş harflerini alarak Ahenk dedik; ancak onu evde Pejare diye çağırıyoruz; çünkü hayatımızın ahengi kalmadı.” Bir genç kız, hayatı boyunca ‘üzüntü’ anlamına gelen Pejare ismiyle çağrılıyorken, Halepçe bitmiş olabilir mi?
Halepçe’de hemen her köşe başında o gün yıkılan evlerin kalıntısına rastlamak mümkün. Kiminden geriye bir duvar kalmış, kiminden sadece bir kapı ya da üst üste yığılmış taşlar… Şehrin yerlileri, yıkılmış her evin kime ait olduğunu ve o evden kaç şehit çıktığını size söyleyebilir. İşte şurası Çaycı Kerim’in evi, yıkılmamış; ama kapısına kilit vurulmuş. Çünkü 11 kişilik aileden kurtulan olmamış. Şu yıkıntılardan biri Fettah Bey’in, diğeri de Hacı Hümeyra Hanım’ın eviymiş, ikisinin de beş şehidi var. Tam üzerinde durduğumuz bu arsa ise bir vakitler Hacı İzzettin’e aitmiş. Bir küçücük meydanda hangi yana dönseniz böyle bir manzara var işte. Hangisine dertlenmeli? Burhan Bey’den geriye kalan oda duvarlarına mı, 7 lise öğrencisine mezar olan şu yıkıntıya mı? Üstelik ikisi hâlâ o yıkıntının altında.
Evler viran da insanlar sağlam mı? O gün zehirli gazı solumuş; ama hayatta kalabilmiş hemen herkes marazlı. Kiminde kronik öksürük var, kiminde ciğer, kiminde mide, kiminde göz rahatsızlığı; ama hemen hepsinde asabiyet… Kurtulanların bir kısmı çok geçmeden kanser olmuş. Bedensel engellileri saymıyoruz bile. Onlarla da bir köşe başında karşılaşabilirsiniz, bizim 37 yaşındaki Sersenk Hamaferec’e rastladığımız gibi… İran’a kaçış yolunda kamyondan düşüp bacaklarını kırmış Sersenk. Can pazarının yaşandığı o günlerde müdahale edilemediği için kalıcı bir hasar oluşmuş vücudunda. Halepçe katliamının en trajik yönlerinden birini anlatmaya geldi şimdi sıra; İran’a kaçış…
Halepçe’den İran’a giden dört yol var. Biyavyola yolunu tercih edenlerden hemen hepsi öldü. Sirvan yoluna çıkanlar İran askerleri tarafından kurtarıldı; ama o gün yüzlerce insan İran sınırına doğru aç susuz kilometrelerce yol aldı. Diyebilirsiniz ki bir anda 5 bin kişiyi öldüren ‘kimya baran’dan nasıl kurtuldu bu insanlar? Napalm bombalarından korkup dağlara kaçarak tabii… Ancak hepsi değil. Rüzgâr kimine zehirli bir ölüm getirdi o dağlarda. Doğru yöne koşacak kadar talihli olanları da zorlu bir etap bekliyordu, İran sınırına doğru, iki gün süren perişan bir yürüyüş… Kimyasal bombalar atılmadan, 9 çocuğu, eşi ve 71 akrabasıyla dağdaki mağaralara sığınan 63 yaşındaki Mehdi Arif’in, gece karanlığında kaybetmekten korktuğu çocuklarının ismini sabaha kadar bir tekerleme gibi sıralaması: “Rezzan, Peyman, Ahmet, Muhammet…” Ve çocukların her seferinde yüksek sesle “Evet, evet, evet” diye bağırması… Dinlerken bile yüreğine dokunuyor insanın.

20 yıl sonra gelen oğul

O gün 8 yaşında olan ve bugün Halepçe’deki Türk Koleji’nde öğretmenlik yapan Ahmet, “Ablam sofrayı yeni kurmuştu, pilav tenceresini bir bohçaya sarıp yanımıza aldık; ama üzüntüden kimse yiyemedi.” diyor. Ahmet Mehdi ihtimal ki o güne dair hatıralardan bazılarını ömrü oldukça unutmayacak; ayakkabıları yırtıldığı için çamurda yalınayak yürümesini, 81 yaşındaki bir aile büyüğünün yolda düştüğünü sonradan fark etmelerini, annelerin yeni doğmuş bebeklerini yol kıyısına ya da nehre bırakmalarını...
Halepçe katliamının en trajik vakalarından biri İran’a kaçışsa, diğeri İran hastanelerine götürülen yaralıların iyileşip de yanlarında aile fertlerinden kimseyi bulamayışlarıdır. Geçici olarak yerleştirildikleri okullarda, camilerde, İran’ın yedi bölgesinde kurulmuş ‘çadırgâh’larda, üzüntüsünden, merakından yarı delirmiş hâlde, birilerini arayan kadınlar, erkekler, çocuklar...  Biz o kadınlardan biriyle tanıştık ve akıl almaz hikâyesini dinledik. Fatima Muhammet Salih, o gün, annelerin ve babaların çaresiz kaldığı, çocukları kurtarayım derken kendilerinin yere yığıldığı o kıyamet günü, beş çocuğunun ve eşinin de şehit düştüğünü bilemeden kendisini İran’da bir hastanede bulmuş. Oraya nasıl gittiğini bilmiyor. İhtimal ki evin damında, gözünde gittikçe ağırlaşan çocuklarının ve eşinin görüntüsü, kulağında, yere bıraktığı üç aylık oğlunun sesiyle bayıldığında bir helikopter geldi ve onu aldı. İran’da kaldığı süre boyunca, her gün eşini ve çocuklarını bulma ümidiyle dolaşan Fatima Hanım’ın bekleyişi, Kandil Dağı’nı katırla aşarak kendisini almaya gelen ağabeyiyle baba ocağına döndükten sonra da devam etmiş. 7 senenin sonunda eşinin ve çocuklarının öldüğünü artık kabul edince, başka bir yuva kurmuş kendisine ve üç çocuk sahibi olmuş.
Şimdi burada derin bir nefes alın ve hikâyenin kalan kısmını, Fatima Ha-nım’ın o gün yere bıraktığı üç aylık oğlu Zimnako’nun bulunuşunu dinleyin. Allah’tan ümit kesilir mi? Yere bırakılmış ve yaşadığına hiç ihtimal verilmemiş bir bebeği, önce İranlı bir kadının kucağına verir, sonra yirmi bir yaşında bir delikanlı olarak gerçek annesine hediye ediverir. Hadise pek meraklı tabii, kısaca özetleyelim. İran’a yaralı olarak götürülen bebeği iki çocuklu dul bir kadın olan Kübra Hamit Pur evlat ediniyor. O aile içinde şefkatle büyüyen ve bir zaman sonra Halepçeli bir anne babanın yetimi olduğunu öğrenen Zimnako ya da oradaki adıyla Ali, 16 yaşındayken İranlı annesini kaybediyor ve Meşhed şehrinde, kimliksiz ve yapayalnız kalıyor. Sonra, açılmaz sanılan kapılar açılıyor, kimlik alabilmek için görüşmeler yaparken, hiç beklemediği bir haber alıyor: “Halepçe’de çocuğunu kaybetmiş 43 aileden altısı, Ali’nin kendi çocukları olduğunu iddia etmektedir ve Ali bir DNA testi için tez zamanda Halepçe’ye gelmelidir.”
Bundan sonrası hoş bir masal gibi; sene 2009, Halepçe Müzesi’nin salonunda test sonucunun açıklanmasını bekleyen 6 aile, meraklı bir kalabalık ve Zimnako… Gerçek annesinin adı okunduğunda, bütün salonda bir alkış kopuyor, birbirine sarılanlar, ağlayanlar ve ekranları başında bu coşkulu olayı izleyen seyirciler... İranlı annesine vefa olsun diye Ali adıyla çağrılan Zimnako’nun bulunuşu, son yıllarda Halepçelilerin yüzünü güldüren tek olay belki de...

Halepçe katliamı neden oldu?

Halepçe Kaymakamı Sarhel Gaffar, katliamın aslında bir soykırım olduğunun kabul edilmesinde önemli rol oynamış. Kimyasal Ali olarak tanınan Ali Hasan el Mecid’in davasında da müdahil avukat olarak bulunan kaymakam, Saddam ve Kimyasal Ali idam edilmiş olsa da zafer kazandıklarını düşünmüyor. Ona göre, dışarıda dolaşan çok suçlu var daha. Peki, bu katliamda İran’ın rolü neydi? Halepçe’yi toplarla vurup yüzlerce sivilin ölümüne sebep olan İran, bir yandan da Saddam’ın zehirli gazıyla yaralananları helikopterlerle hastanelerine taşımış ve İmam Humeyni’nin ‘Halepçeliler benim misafirlerimdir’ sözü üzerine mağdurlara sahip çıkmıştı. Bugün, yaşadıkları onca trajediye rağmen kimseye lanet okumadan, tevekkül içinde, hatta epeyce munis biçimde konuşan Halepçe halkına göre, kendileri ne Baas rejimini desteklemişlerdi ne de İran’ı istemişlerdi. İran-Irak savaşında, İran sınırına epeyce yakın olması hasebiyle iki ateş arasında kalan Halepçe’nin başına gelenlerle ilgili başka yorumlar da var. Saddam, İran’ın şehre girmesini bahane ederek Kürtleri yok etmek niyetindeydi; ama yalnızca Kürtleri değil, Sünni İslam’ın kalesi olarak görülen ve epeyce dindar bir halka sahip olan Halepçe’yi de haritadan silmek istemişti.

Halepçe müzesinin iki sıra dışı rehberi

Halepçe katliamına ait fotoğrafların ve belgelerin sergilendiği müzede çalışan iki rehberin hikâyesi çok sarsıcı. Çünkü duvarlarda asılı fotoğraflarda ölmüş yakınları da görünüyor. 35 yaşındaki Ekrem Muhammed, bir kamyonete yüklenmiş ölülerden birini işaret ediyor sessizce: “Bu benim annemdi.” Kamyonetten sarkan çocuk ise kendisi… Bir diğer rehber ise öldü zannedilerek mezarlığa götürülüşünün ve sonra yaşadığı anlaşılarak hastaneye getirilişinin hikâyesini anlatıyor ve tam o anda çekilmiş kefenli fotoğrafını gösteriyor ziyaretçilere.  

Biz Kürtler İslam şemsiyesi altına sığınmıştık

Halepçelilerin bir sitemi var. “Biz Kürtler” diyorlar, “İslam şemsiyesinin altına sığınmıştık. İslam selamdan gelir; ama maalesef Müslüman kardeşlerimiz bizi sahiplenmediler. Peygamberimiz, müminin bir beden gibi olduğunu, o bedenin bir uzvu acıdığında diğer uzuvların da feryat etmesi gerektiğini söyler; ama biz öyle bir şey görmedik. Ne Halepçe hakkında yapılmış İslami bir konferansa şahit olduk ne de meşhur bir din adamının bizimle ilgili bir konuşmasına.”
Sitemlerinde haksızlar mı sizce? Kürdistan İslami Birlik Partisi’nden Dr. Muhammed Ahmed de Müslümanlar arasındaki kardeşlik bağlarının zayıf olduğunu düşünüyor. Kürdistan’ın Irak’ın kapısı olduğunu söyleyen Dr. Ahmed, “Irak hükümeti ile Kürdistan hükümeti arasındaki her tatsızlık hem bizim huzurumuzu hem de Türkiye’nin huzurunu kaçırır.” diyor.

Halepçe’ye ücretsiz Türk koleji

Halepçe’de iki yıldır ücretsiz eğitim veren bir Türk koleji de var. Kolejin müdürü Durdu Kavak, “ Okulumuz, yeni açılmasına rağmen bölge halkı tarafından çok sevildi. Geçen yıl, 100 öğrenci almak için yaptığımız sınava 1653 öğrenci katıldı. İngilizce, Kürtçe ve Arapçanın yanında Türkçe de öğrenen Halepçeli gençlere, şehrin özel durumuna binaen, kıyafetten kitaba ve barınmaya kadar tamamen ücretsiz eğitim veriyoruz.” diyor.

Hiç yorum yok: