3 Mayıs 2013 Cuma

Eskiden yüzmek züppelikti-Avni Özgürel

Osmanlı yaşam tarzına 'devlet dairesi' sonradan dahil oldu. Konak ve yalıların selamlık kısmı, aslında erkeklerin bürolarıydı.


Osmanlı yaşam tarzına 'devlet dairesi' sonradan dahil oldu. Konak ve yalıların selamlık kısmı, aslında erkeklerin bürolarıydı. Sarayda görevli olanlar ilk zamanlar atla, sonra faytonla gittikleri kubbealtında işlerini gördükten sonra evlerine döner, çalışmalarına burada devam ederlerdi. Bir yerden bir yere gitmenin uzun zaman almasının kaçınılmaz hale getirdiği şey, ev merkezli hayattı. Kış mevsiminde zorunluluk olmadıkça dışarı çıkılmaz, dükkânlar en çok ikindi vaktine kadar açık olduğu için, ihtiyaçlar erkenden tedarik edilir, sonraki saatlere fazla bir iş bırakılmazdı. 


Ramazanla renklenen Şehzadebaşı ve daha sonra Galata-Beyoğlu çevresinde açılan eğlence yerlerine gelene kadar, ekâbir takımı için kışın eğlencesi'helva sohbetleri' diye isimlendirilen akşam davetleriydi. Genelde edebiyat, müzik, din alanında tanınmış bir kişinin 'baş misafir' olarak ağırlandığı, siyasetin konu edilmediği misafirliklerdi bunlar... Konakların ahçıları gün boyu konukların ağzını tatlandıracak yiyecek, içecek hazırlar, ikram gecenin geç saatlerine kadar kesintisiz sürerdi.

Sıcak mevsimin tatları

Yaz, her yerde olduğu gibi Osmanlı başkentinde de hayatı hareketlendirirdi kuşkusuz. İstanbullu için yaz mesire yerlerinin şenlenmesi, sandal gezintileri manasına gelirdi. Bugün 'piknik' dediğimiz günübirlik geziler, özellikle kadınlar için tek açık hava keyfiydi. Beykoz, Kuşdili, Kâğıthane, Çırçır, Adalar, gözde mekânlardı. 

Ahali, dönemin terbiye anlayışı gereği, mesire yerlerinde ailelerin biribirine fazla yakınlaşmaması kuralına saygılı şekilde oturarak, yer içerdi. Mutaasıp aileler o açıklıkta oturdukları ağaç altını dallara gerdikleri çarşaflarla meraklı bakışlardan korurlardı. Saray halkı ise haremlik selamlık ayrımını açık araziye paravanlarla taşırdı.

Bu geziler için kadınların birkaç gün önceden başlayarak hazırlık yaptıklarını söylemeye gerek yok. 'Kır sefası' bu açıdan eni konu zengin sofra demekti. Ve herhalde kadınlar için büyük değişiklik, Kâğıthane gezisinde (dere o zamanlar temizdi elbette) sandala binmek ya da ağaçlar arasındaki yol boyu faytonla dolaşmaktı...

Hali vakti yerinde ailelerin yazın 'sahil-saray'a taşınması âdetti. Bahar geldiğinde yalıların bakımı, tamiri yapılır, havalar ısındığında da ev halkı topluca oraya taşınırdı. 

Yaşca genç olan erkeklerin, güzel sesli bir hanende ve saz takımı kiralayarak içki sofrasını sandala taşımalarıyla Boğaz'ın şenlendiğine şüphe yok. Bu, pek çok gencin sevdiği kıza meramını anlatma yoluydu aynı zamanda. Serbestçe görüşüp haberleşmenin mümkün olmadığı ortamda bir tür serenat yerine geçerdi sandal gezisi. Ardı ardına birkaç gece devam eden seslenişten huylanan kız babalarının gösterdikleri tepki, bu konuda çıkarılan söylentiler, dönemin şifahi magazini sayılabilirdi. 
Kimi sanatçılar yalı sakinlerini eğlendirmek için akşamları kayıkla tura çıkar, önünde çalıp söyledikleri evlerin sahiplerinden bahşiş toplayarak geçimlerini sağlardı. Dönemin hanendeleri "Boğaz'ın bir yakasında söylediği öbür yakadan dinlenir" denilerek övülürdü.

Bodrum-Safranbolu

Şimdinin modası yaz mevsiminde herkesin Bodrum, Çeşme türü sahil kasabalarında aldıkları yazlıklara kaçması. Geçen yüzyılda böyle bir seyahat üç-dört gün sürecek yolculuk demekti. O yüzden dönem kendi 

'Bodrum'unu İstanbul'a bir gün mesafedeki Safranbolu'da ortaya çıkardı.

Emekli bürokratlar, hali vakti yerinde zenginler ne yapıp edip Safranbolu'da bir yazlık konak edinirlerdi. İstanbul'da bugünün ölçüleriyle ne kadar sakin sayılırsa sayılsın, dönemin kent yaşamının içinde kalan ve kış ayları boyunca 'dip dibe' olmaktan sıkılan ailelerin 'soluk alma mekânıydı' Safranbolu... Burada geniş bahçeler içinde yapılan şaşaalı köşkler, özellikle kız çocukları açısından sakınma gereksinimini ortadan kaldırıyordu. Havasındaki rutubetin düşüklüğü dolayısıyla İstanbul'da bunalan insanlar için 'şifahane' yerine de geçiyordu Safranbolu kuşkusuz. Emeklilerin, görevde oldukları dönemde sürekli 'müsadere' ya da irtikap suçlaması korkusuyla yaşadıkları için İstanbul'daki konaklarını olabildiğince gösterişsiz inşa ettirmiş olmanın acısını da Safranbolu'da çıkardıklarına şüphe yok. 

Evlerin imparatorluk başkentinde görülmeyen güzellikle bezemelerle donanmış olması da bundan. Kent özellikle vükela vüzera için 'bütün gözlerin üstünde olduğu' bir hayat demekti. Sadece hayırseverlikten değil, dedikodudan çekinildiği için, ramazan ayı vesile edilerek konakların kapısı halka açılır, bu şekilde insanlara sanıldığı gibi debdebe içinde yüzülmediği gösterilirdi. Aynı sebepten konakların dış cephelerinin bakımına hemen hiç itina edilmez, binanın dışardan harap halde görünmesi adeta tercih edilirdi. Safranbolu evleri bütün bu kaygılardan uzak inşa edildi.

Deniz ve ten

İstanbullular 19. yüzyılın sonunda 'deniz banyosu'yla tanıştılar dersek yeridir. O zamana kadar kayıkçı balıkçı takımı dışında yüzme bilen yok gibiydi. Donanmada görev yapanların dahi çoğunun yüzme bildikleri şüpheli... 19. yüzyılın sonunda gözden ırak yerlerde tek tük yüzen genç erkekler çıkmaya başladı, yalı sakini genç kızlar evlerinin önünde entarileriyle denize batıp çıkar oldular, ama onlar da hemen halkın gözünde züppelikle ve alafrangalıkla suçlandılar. Avrupa ülkelerinden gelen sefirler ve aileleri ancak tekneyle açılarak ya da Adalar tarafında bu ihtiyaçlarını giderebilirlerdi.

Kadının 'teni güneş görmemiş' olanı makbuldü. Kollarda, yüzde güneş yanığı, tarla işi yapan köy kadınlarına mahsus alametti. Genç kızlar ısınmak için güneşe çıktıklarında anneleri veya bakıcıları tarafından 'marsık gibi kararmakla' korkutulurdu. 

17. yüzyıl Avrupası kadınları arasında 'ölü makyajı' ya da 'şeffaf ten' modası vardı zaten. Cilde pudrayla olduğundan daha beyaz bir görünüm kazandırılır, eller, boyun ve alında cildin altında varlığı gözle seçilen damarlar mavi renk pudrayla belirginleştirilirdi. Bu modanın İstanbul kadınlarını derhal etkisi altına aldığına şüphe yok. 

Hun İmparatoru Atilla'nın eşini seçerken söylediği rivayet edilen, "Siyah üzümü yerken boynundan görünür..." lafı dilden dile yayılmıştı. Osmanlı saray kadınlarının da öteden beri "güneşten kaçtıkları"na şüphe yok. Cariyeler arasında Rus ve Ukraynalı olanların sivrilmesinin bir sebebi ciltlerinin sedefi hatırlatan beyazlığıydı. Gerçi Topkapı Sarayı'na sadece padişahın dinlenme odasından görünecek mevkide cariyeler için bir havuz yapılmıştı ama bundan da murad, kızların serinlemesini sağlamak değil 3. Ahmed'in temaşa ihtiyacını karşılamaktı. 


Çerçeve

1500 yılında İstanbul'un hali

Geçtiğimiz hafta yazdığım 'Fetihten sonra' başlıklı yazının ardından elektronik postayla çeşitli gravür ve haritalar geldi. Bunlardan biri 1500 yılında yani şehrin Osmanlı hâkimiyetine geçişinden yarım asır sonra yapılmış bir İstanbul gravürü. Kentin omurgası olan yapıları göstermesi bakımından önemli olduğunu düşündüğüm gravürün Avrupa'da yayımlanmış kitaplardan birinden alındığına şüphe yok. İstanbul Belediyesi Kültür Müdürlüğü son yıllarda Şenol Demiröz'ün duyarlılığı sayesinde pek çok kaynağın bir araya getirilmesini sağladı ama herhalde toplanan eser kadar ulaşılamayan da var.

Hiç yorum yok: