1 Nisan 2013 Pazartesi

130 çocuklu padişahlar olduğu doğru mu?-Kölelik ve cariyelik sistemi-Batı’da kölelik sistemi-Yavuz Bahadıroğlu


130 çocuklu padişahlar olduğu doğru mu?

“Hay başınıza 130 kiloluk taş düşesi!..” diyesi geliyor insanın…
Bunu kim bilebilir ki?..

Kim girmiş hareme, kim saymış, hangi kaynakta isim isim sıralanmış?
Biri atmış, öbürü tutmuş, hikâye budur!

Yoksa hareme girip isim isim not eden hiç kimse yok. Böyle bir şey de zaten mümkün değil.

Harem öylesine bir “yasak bölge”dir ki (aynı zamanda padişahın evi olması bakımından, zaten böyle olmak zorunda), meşhur tarihçimiz Peçevi’nin ifadesiyle, “Güneş farzımuhal erkek olsaydı, hareme girmesine izin verilmezdi”…

Bu derece sakınılan bir bölgeye ilişkin verilerin tamamına lakını “tahmin”den ibarettir. Herkes kendine göre tahminlerde bulunuyor. Böyle olmasına rağmen, görmüş gibi yazanlar bir haylidir. Bunlardan biri de şöyle diyor:

“Babası II.Selim’in hamamda cariyeleri kovalarken ölmesi üzerine tahta geçen Sultan Murat, dedesi Kanuni yerine babasının yolunu seçmişti”…

Sultan II. Selim’e bu iftira hep atıldı. Ama onu hamamda kim görmüş, kim cariye kovaladığına şahit olmuş? Zaten “kovalama”sına da ihtiyaç yoktur. Her cariye “köle” yeni “mal” statüsünde olduğu için, daima emre amadedir. Bir işarete bakar. Çünkü köle efendisinin malıdır. Bu hükmü koyan da Osmanlı değil, İslâm’dır.
İslâmiyete padişahlar üzerinden saldırmak yerine, mertçe cepheden saldırsınlar! İslâm hukukçularından da ağızlarının payını almaya hazır olsunlar. Çünkü bunun da envai çeşit gerekçesi ile hukuki, siyasi, ekonomik bir mantığı vardır.

Bir kere bu sistemi İslâm getirmedi, ondan önce de var olan sistemi ıslah etti ve bazı şartlarla devamına izin verdi.

İslam geldiğinde bölgede köle ticareti çok yaygındı. Köleliğin birden bire kaldırılması derin sosyal ve ekonomik sonuçlar doğurabilirdi.

Bu sonuçlardan sadece köle sahipleri ile tüccarlar değil, bizzat köleler de etkilenirdi. Çünkü hiç biri “özgür” yaşamayı, kendi ayaklarının üstünde durmayı bilmiyordu. Hiç birinin gidecek yeri yoktu.

Bu durumda binlerce köle ortada kalır, en basit ihtiyaçlarını dahi karşılayamazlar, açlıktan ölürlerdi.

Binlerce kölenin bir anda sokağa düşmesinin doğuracağı kargaşayı düşünebiliyor musunuz?

Nitekim ABD’de kölelikten özgürlüğe geçiş sürecinde buna benzer problemler yaşandı. Geçişin arızasız olması için yapılan onca hazırlığa rağmen, eski köleler efendilerine gidip köle kalmak için yalvardılar.

Bu yüzden İslam, köleliği birden kaldırmak yerine, önce kölelerin durumunu ıslah etmeyi daha uygun buldu. Onlara bazı haklar tanıdı. Ardından kendi iradeleriyle çalışıp “kurtuluş akçesi” ödedikleri takdirde, hür olma imkânı verdi. Köle sahiplerini “köle azad etme”ye teşvik etti.

Bu arada köle lehine hükümler getirdi, kurallar koydu. Kölelere hakaret ve işkence etmeyi yasakladı, sahipleri ne yiyor ne giyiyorlarsa onlara da onları yedirilip giydirme mecburiyeti getirdi.

Güçlerinin yetmediği işte çalıştırılmalarını yasakladı. Böyle durumlarda efendileri kölelerine yardımcı olmaya mecbur etti.

İşte bu yüzden “Mecelle” yazarı Cevdet Paşa, “İslam’da köle almak, köle olmak demektir” diyor.

Köle almanın zorlaştırılması, İslâm’ın zaman içinde bu müesseseyi kaldırmak istemesinin en açık delilidir.
Gerisi yarına kaldı.


Kölelik ve cariyelik sistemi

İslam’daki kölelik sistemi ile Osmanlı sarayındaki cariyelik sistemi bazılarının aklına yatmıyormuş, “izah eder misiniz?” diye soruyorlar.

Varsın yatmasın be dostlar! Çünkü her şey akılla kaim değil. Dünyanın gelmiş geçmiş en akıllı ve zeki insanlarından Hz. Âli şöyle diyor:
“Din, akılla, mantıkla olsaydı, mestin üstünü değil, altını mesh etmek gerekirdi. Hâlbuki Resulüllah mestlerinin üstünü mesh ederlerdi.”

Bugünkü mantıktan ve alışkanlıklarımızdan 500 yıl öncesine bakmak, insanı yanıltabilir.
Bu yüzden tarih kendi şartları içinde incelenmeli, dönemin hukuku ve dünyası dikkate alınmalıdır.

Bu iyi niyetliler içindir, kötü niyetlileri hiçbir şart bağlamaz.
Bağlamadığı için de “130 çocuklu padişah” türünden, kaynaksız, dayanaksız yazılar döşenir, söylentiler çıkarırlar.

Böyle bir iddianın hangi temel kaynaktan beslendiğini doğrusu çok merak ediyorum. Çünkü ulaşabildiğim temel kaynakların hiç birinde yok. Yok, çünkü bunu bilmek imkânsızdır.

Kaldı ki, İslam’da çocuk sayısını sınırlayan bir hüküm de hatırlamıyorum. Bu yüzden “olabilir” diyorum.
Çünkü her padişah pek çok cariyeye sahiptir. Cariye “mal” sayıldığı için de isterlerse bunlardan çocuk sahibi olabilmektedirler.
İslam hukukuna göre, bu durum, hür kadınla birlikte olmak gibi “zina” fiili oluşturmaz.
O zaman sorun nedir?..
Padişahın, çocuklarını geçindirmeyeceğinden mi korkuluyor, yoksa yetiştiremeyeceğinden mi?
Açıkça görülüyor ki, bu da, diğerleri gibi karalama kampanyasının bir parçasıdır.
İslam “kölelik” müessesesini getirmemiş, sadece köleler lehine daha insani ve vicdanı yumuşatmalar yapmıştır. Bunları bir çırpıda şöyle sıralamak mümkündür…

1. Köle bedelini ödemek şartıyla hür olmak isterse, para biriktirmek için başka yerlerde çalışmasına efendisi izin verecek, bu amaçla bazı günler köleyi izinli sayacaktır…

2. Kölelerin özgürleşmesini İslâm Devleti de hedeflemiş, bu amaçla zekât bütçesine ödenek koymuştur…

3. Cariyeden dünyaya gelen çocuk “hür” sayılacak, bu durumda annesinin statüsü değişecek, “ümmü’l-veled” (çocuk sahibi anne) diye anılacak ve alınıp satılamayacaktır…

4. İslam Devleti tarafından, bir kölenin ölene kadar köle olarak kalması engellenmiş, özgürlüğüne kavuşabilmesinin şartları oluşturulmuştur…

5. Herhangi hür bir insanı köleleştirmek şiddetle yasaklanmış, Hz. Peygamber “Bunu yapanlar kıyamette karşılarında dâvacı olarak beni bulacaklar” buyurmuştur.

6. Savaş esirlerine yapılacak muamele hakkında karar verme yetkisi devlet yöneticilerine bırakılmış, böylece karşılıksız salma, bedel ile serbest bırakma ya da Müslüman esirlerle değiştirilme yolu açılmıştır.

7. Bazı durumlarda, köle azat etme mecburiyeti getirilmiştir.
Osmanlı sarayında zaten hayat boyu köle kalan kimse yoktur. Cariye bir süre sonra evlendirilip saraydan çıkarılır (çırak çıkma) ve kalan hayatına hür bir kadın olarak devam eder.
Yarın Batı’daki uygulamalara bakacağız inşallah.


Batı’da kölelik sistemi

Ortaçağ Fransa’sında “Loi Salique Kanunu” yürürlüktedir. Bu kanun, özgür vatandaşlarla köleler arasına ciddi engeller koymuştur. Bir kere iki sınıf arasında evlilik kesinlikle mümkün değildir. Hür biri köle bir kadına aşık olup evlenirse, hem kendisi, hem de doğacak çocukları köle durumuna düşer. Kölelerin hiçbir hakkı yoktur. Durumları Arap cahiliyesine benzemektedir.

Yine Fransa’da yürürlükte bulunan “Karalar Kanunu”, kölenin efendisine karşı en küçük bir saygısızlığı, yargısız infazla sonuçlanmakta, ne ceza vereceği tamamen efendinin vicdanına kalmaktadır. Bu yüzden Paris, gözleri oyulan, vücudunun en hassas noktaları dağlanan, burnu ve kulakları kesilen kölelerle doludur. Aynı dönemde İngiltere’de de bir “Karalar Kanunu” yürürlüktedir. Bizzat İngiltere Kraliçesi Elizabeth en büyük “köle tüccarı”ydı. Kendisine bağlı ticaret gemileri tek seferde 47 binden fazla köleyi Afrika’dan İngiltere’ye getirtmişti. Kaçmaya çalışan kölelerin ya ayakları kesilir, ya da ömür boyu pranga ile yaşamaya mahkum edilirdi.

“Sanayi Devrimi”nin önce İngiltere’de gerçekleşmesinin temel sebebi köle ticaretindeki üstünlüğüdür. Afrika’dan köle taşıyan gemi sayısı giderek de artmıştır. 1730’larda Liverpool Limanı’na kayıtlı 15 “köle gemisi” varken, bu sayı 1792’de 132’ye çıkmıştır. 1807’de köle ticaretini güya yasaklayan İngiltere, 20. Yüzyıla kadar bu işe devam etmiş, “Ekonomi ancak kölelerin sırtında gelişir” anlayışı içinde hareket ederek alttan alta köle ticaretini sürdürmüştür.

Zaten yasaklanan “kölelik” değil, “köle ticareti”dir ve bir malın ticareti olmadan o “mal”ın sağlanması mümkün değildir. Amerika’ya da bakalım isterseniz… Aynı Batı kültürünün çocuğu olarak Amerika, 50 milyon civarında Kızılderili katletmek suretiyle tarihin belki de en büyük soykırım suçunu işlemiştir… “En iyi Kızılderili ölü Kızılderili’dir” inancı çerçevesinde 50 milyon Kızılderili’yi öldürüp arazide ve sanayide çalıştıracak işçi bulamaz olunca, Afrika’ya yöneldiler. Özel olarak bu iş için tasarlanmış gemilerle Afrika’dan Amerika’ya köle sevkiyatına başladılar.

Milyonlarca insanı vatanlarından koparıp köleleştirdiler. Kölelerin üst üste tıkıştırıldığı, kırbaçlandığı, aç ve susuz bırakıldığı ambarlar o kadar sağlıksızdı ki, sadece nakliyat esnasında hayatını kaybeden insan sayısının 20 milyon civarında olduğu tahmin ediliyor. Ölenlere “köpek leşi” muamelesi yapılarak denize atılıyor, Amerika’ya ancak en sağlam ve sağlıklı olanlar ulaşabiliyordu. Bunların sayısı 10 ilâ 30 milyon arasında ifade ediliyor. Kesin sayıyı bilmek mümkün değil. Sylviane Diouf’un verdiği bilgiye göre, köleleştirilen “zenci”ler arasında 3-4 milyon kadar da Müslüman vardır.

Avrupa ve Amerika’da hiçbir hak-hukuk tanımadan, üstelik “savaş esiri” olmadıkları halde “insan avı” sonucu yakalanıp köleleştirilen Afrikalıların son derece acımasız, son derece insanlık dışı muamelelere tabi tutuldukları “kölelik sistemi”, “iyi para kazandıran bir iş” olarak yüzyıllarca devam etti.

Bu durum üretimde makineleşme başlayana kadar sürdü. Ne de olsa makine ekmek istemiyor, doğurmuyor, hastalanmıyordu. Daha kârlıydı. Köle, artık “angarya” gibi görülüyordu. Bu yüzden kurtulma cihetine gidildi. Fernand Braudel şöyle diyor: “Lafı gevelemeden, Avrupalılar tarafından yapılan zenci köle ticaretinin, Amerika’nın artık bu kölelere acil ihtiyacının kalmadığı bir sırada sona erdiğini kabul edelim.”

Hiç yorum yok: