21 Nisan 2013 Pazar

Avrupa'nın pagan ve 'barbar' psişesi yeniden hortlarken…Avrupa'nın, Müslümanlara mezar olmaması için…Avrupa taşralılaşırken…-Yusuf Kaplan

Avrupa'nın pagan ve 'barbar' psişesi yeniden hortlarken…


Önümüzdeki orta ve uzun vadede cevabını arayacağımız hayatî soru şu olacak: Almanya ve Hollanda'da kelimenin tam anlamıyla 'zıvanadan çıktığı' gözlenen yabancı, özellikle de İslâm düşmanlığı, Avrupa'nın tarihî pagan ve barbar psişesinin hortlamasına yol açabilir mi?

Batılıların 1648 Westfalya anlaşmasıyla birlikte temellerini attıkları 'Avrupa Dünya Düzeni' ancak üç yüzyıl ayakta kalabildi ve Avrupa içi güçler arasındaki egemenlik savaşına yenik düşerek 1948 yılında Birleşmiş Milletler'in kurulmasıyla birlikte çöktü ve tarihten çekildi.

Dünya, yarım asırdır, yeni bir dünyanın kuruluşuna, yeni bir medeniyetin doğuşuna gebe…

İSLÂM DÜNYASININ SINIRLARI KANLA ÇİZİLİRKEN…

İşte 11 Eylül süreci, bu yeni medeniyet hamlesinin kaynağının İslâm olabileceği anlaşıldığı için başlatıldı.

Bu nedenle, Batılılar, Soğuk Savaşı derhal bitirdiler ve İslâm'ın gelişinin yeni bir medeniyet atılımına inkılab edecek kalıcı bir yolculuğa dönüşmesinin önüne set çektiler.


En azından şimdilik…

Özelde Avrupa'da, genelde bütün dünyada İslamofobinin yaygınlaştırılmasının temel nedeni, yaklaşık yüzyıldır dünya düzeninde yaşanan vakumun / boşluğun, Batılılar tarafından doldurulamayacağının kesinkes anlaşılmasıdır.

Bu nedenle, Avrupalılar, bu vakumun, uzun vadede, yeniden İslâm tarafından doldurulma ihtimalinin gerçeğe dönüşme tehlikesini (önce Toynbee'nin, sonraları da Bernard Lewis ve Huntington'ın yöngösterici analizleriyle apaşikâr bir şekilde) sezinlediler ve İslâm dünyasının zihnî, siyasî, jeostratejik ve kültürel sınırlarını / önceliklerini kanla yeniden çizdiler. Çiziyorlar…

'İSLÂM'A KARŞI İSLÂM' OYUNU'NA DİKKAT!

Bu arada, yeri gelmişken hatırlatmakta yarar var: Arap baharı, bu kanlı sürecin sonu değil, başlangıcıdır.

Arap baharı, İslâm dünyasındaki iç dinamiklerin iç dinamitlere dönüşmesi için başlatılan ilk 'büyük ölçekli bölgesel proje'dir.

Arap baharı, görünüşte, İslâm dünyasındaki iç aktörler tarafından başlatıldı; ama gerçekte, Arap baharı'nın temelleri, 11 Eylül sürecinde atıldı.

Hedef, İslâm'ı protestanlaştırma ve diktatörlüklerden bunalan, tezcanlı Müslümanları -deyim yerindeyse- 'gaza getirerek' İslâm'ın tarihî atılımını durdurma, mümkünse tersine çevirme girişimidir.

Müslümanlar, diktatörlükler tarafından perişan edildikleri için, tezgâhlanan oyunu göremeyecek kadar tezcanlı hareket ediyorlar -biraz da haklı olarak elbette ki…

Artık İslâm dünyası, bundan sonraki süreçte Batılı düşmanla değil, içeride icad edilecek iç-düşmanlarla boğuşacak.

'İslâm'a karşı İslâm' oyunu, önce mezhep ve etnik çatışmalarla, daha sonra da bölgedeki ülkeler arasında zuhûr edecek / ettirilecek çatışmalarla İslâm dünyasını bekleyen en önemli tehlike…

21. yüzyılda Müslümanları bekleyen en ürpertici tehlike bu: İslâm'a karşı İslâm çatışması.

Bu mesele, üzerinde derinlemesine kafa patlatmak zorundayız. Bu meseleyi daha sonra çeşitli şekillerde mercek altına alarak tartışacağımı hatırlatarak asıl meseleye, bu yazının temel meselesine derinlemesine girmek istiyorum…

***

Münhasıran Avrupa'da yaşanan İslâm düşmanlığının ve zamanla daha belirginleşerek yaygınlaşacağından hiç kuşku duymadığım 'Müslüman avı'nın önüne geçebilmek için, Avrupa'nın pagan ve barbar psiko-kültürel ve psiko-tarihî kurucu temellerini ve bütün insanlığa pahalıya malolan çalkantılı, sancılı ve kanlı kuruluş serüvenini çok iyi bilmemiz gerekiyor.

AVRUPA'NIN ÜÇ SAVAŞI

İçinde yaşadığımız -modern- dünya, Avrupalıların kurdukları, Amerikalıların korudukları bir dünya.

Bu dünyayı Avrupalılar aynı anda üç alanda savaşarak kurdular.

Bu savaşlardan ilki, Avrupa içindeki çeşitli aktörler arasında sürdürülen bir Avrupa-içi güçler savaşıydı.

Diğer iki savaş ise, Avrupa-dışında İslâm'a ve bütün dünya'ya karşı verilen güç savaşı…

Bu üç savaş, Avrupa'nın önce içeriden yıkılmasını, sonra da hem içeriden, hem de dışarıdan yeniden kurulmasını sağlamıştı.

Avrupa içinde verilen savaşın hedefi, Kilise'ydi; aktörleri ise Avrupa dışında sürdürülen savaşlarda palazlanan ulus eksenli sömürgeci imparatorluklara dönüşecek sayıları 500'ü geçen prenslikler.

Sadece Almanya'da 300'den fazla prensliğin bulunduğunu düşünürseniz, Avrupa içinde egemenlik mücadelesi veren prensliklerin, toparlayıcı bir güç olmaksızın Avrupa'yı nasıl bir kaosun, türlü barbarlıkların eşiğine yeniden sürükleyebileceğini tahmin etmeniz hiç de zor olmaz.

Kilise, İslâm'ın yürüyüşü karşısında, hem akîdevî, hem entelektüel, hem de siyasî bir gökkubbe kurmayı başaramamıştı. Aksine sürekli verdiği tavizlerle, prensler arasındaki egemenlik çatışmasında 'şamar oğlanı'na dönüşmüş ve sonuçta, çok büyük yara almıştı.

Avrupa'yı toparlayacak başka bir güce ihtiyaç vardı. Avrupa'yı toparlayacak güç neydi peki?

Avrupa içinde verilen savaş'ın başarısı, Avrupa dışında verilen savaşlara bağlıydı. Öte yandan, Avrupa dışında sürdürülen savaşların başarısı ise, aynı şekilde, Avrupa içinde verilen savaşın neticelerine…

İSLÂM'IN 'İTKİ'Sİ VE ANTİKİTE'NİN ETKİSİ AVRUPA'YI TARİHE GİRDİRDİ

İşte Kilise'nin köhneyen ve sürekli olarak egemen güçlere ve söylemlere yamanan arızalı yapısı, Avrupa'yı kendine getirmeye ve tarihe girdirmeye imkân tanımıyordu.

Avrupa'yı tarihe girdirecek kışkırtıcı güç, dışarıdan geldi…

İslâm medeniyeti, Avrupa'nın kuzeyinden Volga üzerinden, güneyinden Kuzey Afrika boyunca İber yarımadasına kadar uzanan ve Kurtuba'da muazzam ve muazzez bir medeniyet sıçraması gerçekleştiren Endüslüs üzerinden ve nihayet denizde bütün bir Akdeniz'de, karada ise Viyana'ya kadar gerçekleştirdiği yürüyüşle Osmanlı üzerinden Avrupa'yı kuşatmış ve tarihe kışkırtmıştı.

Haçlı seferleriyle başlayan Avrupa'nın meydan okuması böylelikle püskürtülmüş oluyordu. Bu püskürtülme, Kilise'nin önce geri çekilmesi, sonra da büsbütün 'çökmesi'yle nihâî noktasına ulaştı.

Avrupa, İslâm medeniyetinin üç koldan gerçekleştirdiği meydan okumanın neticesinde, Paris'te, Oxford'da, Padua'da, Palermo'da, Bologna'da ve Marburg'da, İslâm medeniyetini derinlemesine inceleme ihtiyacı duydu.

İbn Rüşçüler ve İbn Sinacılar, Avrupa'nın başlıca entelektüel itici güçleri oldular.

Kilise'nin kontrolü altındaki bu şehirlerde ve üniversitelerde Kilise kendisini devre dışı bırakacak ama Avrupa'yı kuracak kaynağı yeşertti: İnsanın özgür iradesi keşfedilmişti bir kere.

Avrupalılar, insanı keşfettiler ama bu arada Tanrı'yı büsbütün terkedecek bir sürecin tohumlarını da ektiler: İfratla tefrit arasında gidip gelen Avrupa, sonunda tercihini insanı Tanrılaştırmak yönünde yaptı ve ancak ondan sonra İslâm'ın yürüyüşünü durduracak noktaya ulaştı.

İslâm'ın itkisi, Grek ve Roma uygarlıklarının keşfinin etkisiyle Avrupa'nın tarihe girişinin hikâyesine biraz yakından bakmak, Avrupa'nın nereden gelip nereye gidebileceğini görebilmek açısından önemli.

KİLİSE'YLE 'ATILIM' İMKÂNSIZDI…

Kilise, başlangıçta, Avrupa'yı bir şekilde etrafında toparlayan yegâne güç görünümündeydi.

Ama Kilise'nin, İslâm'ın gerçekleştirdiği medeniyet atılımı karşısında Avrupa'da bir uygarlık atılımına öncülük edebilmesi mümkün görünmüyordu.

İslâm'ın dört ana havzadan gerçekleştirdiği medeniyet hamlesi, Avrupa'yı şaşkına çevirmeye yetmişti.

Bağdat merkezli Abbasî atılımı, Kurtuba merkezli Endülüs atılımı, İstanbul merkezli Osmanlı atılımı ve nihayet Hint altkıtasından fışkıran Babür atılımı karşısında Avrupalılar, İslâm'a karşı, Kilise'yle meydan okuma gerçekleştiremeyeceklerini geç de olsa anladılar…

KİLİSE, TARİHE GEÇ KALMIŞ, YARA ALMIŞ VE SONUNDA DEVRE DIŞI KALMIŞTI…

Kilise'nin entelektüel donmuşluğu, siyasî ufuksuzluğu, en çok da akîdevî saplantıları ve tıkanmışlığı, Avrupalıların Kilise'yi nihâî olarak tasfiye etmelerine ve tarih dışına itmelerine yol açtı.

Avrupa tarihinde İslâm medeniyetinin meydan okuması ve kışkırtmasıyla gerçekleştirilen ilk iki Rönesans'ta (10. yüzyıldaki Karolenj rönesansıyla, 12.-13. yüzyıllarda gerçekleştirilen ikinci rönesans'ta) Kilise, birinci derecede rol almıştı; ama 15. ve 16. yüzyıllarda gerçekleştirilen geç rönesans'ta ise tarihe geç kalmış ve büyük yara almış bir güç olarak sonunda devre dışı kalmaktan kurtulamamıştı.

Başka bir ifadeyle, Kilise, aslında, ilk iki rönesans'la kendi kuyusunu kazdığını farkedemedi. Üçüncü Rönesans'ta, sonuçta, kendi kendini tasfiye etmek zorunda kaldı. Üstelik de çok ağır bir bedel ödeyerek yaptı bunu: Parçalandı.

Kilise, Avrupa'nın kurulmasında değil, korunmasında belirleyici rol oynayabilmişti: İslâm medeniyetinin tarih sahnesine çıkışını durdurmak için gerçekleştirilen Haçlı Seferleri, Avrupa'nın kurulmasına imkân tanımadı. Sadece korunmasına imkân tanıyabildi.

İSLÂM, AVRUPA'YI TARİHE KIŞKIRTTI VE GİRDİRDİ

Avrupa, İslâm medeniyetinin Bağdat, Kurtuba ve İstanbul üzerinden gerçekleştirdiği meydan okuma sonrasında gerçek anlamda tarihe girebilmiş, hangi temeller üzerinde ve nasıl ayağa kalkabileceğini ancak o zaman farkedebilmişti.

Kilise, başından itibaren Tanrı'nın mahiyeti, Tanrı-insan ilişkileri, insanın özgür iradesi gibi temel meseleleri tartışıp duruyordu ve bu temel akîdevî, entelektüel ve sonuç itibariyle siyasî sorunları, iyice içinden çıkılmaz hâle getiriyordu.

O yüzden, Avrupalıların hem İslâm medeniyetiyle, hem de İslâm medeniyeti üzerinden Grek ve Roma tecrübeleriyle kurdukları irtibat, Kilise'yle rabıtalarını önce zayıflatmalarına, sonra da büsbütün koparmalarına yol açtı.

Sonuçta, üçüncü rönesansla birlikte, Avrupa tam anlamıyla paganlaştı; paganlaştıkça da barbarlaştı. Paganlaşmadan yeterince nasibini alan Kilise ise önce devre dışı kaldı, sonra da parçalandı.

PAGAN VE BARBAR RUHUN HORTLAMASI: KAPİTALİST SALDIRI

Avrupa'nın yeniden-paganlaşması ve yeniden-barbarlaşması, Avrupalı insanın özgür iradesini keşfetmesiyle birlikte başladı.

Bilindiği gibi, Avrupa tarihi, paganların ve barbarların tarihidir. Hıristiyanlığın gelmesi, Avrupalıların paganlıktan ve barbarlıktan vazgeçmelerine imkân tanımadı; sadece paganlığı ve barbarlığı rafineleştirmelerine imkân tanıdı.

Paganlığın ve barbarlığın rafineleştirilmesinde, İslâm medeniyetinin ve ardından Grek düşüncesinin keşfi kilit rol oynadı. Ama Avrupalılar, paganlıktan ve barbarlıktan hiçbir zaman tam olarak kurtulamadılar.

AVRUPA'NIN İNSANLIĞA KARŞI SAVAŞI

Avrupalıların Avrupa dışında verdikleri iki savaş, bunun en somut göstergesidir: Avrupalıların Avrupa dışında verdikleri birinci savaş, İslâm'a karşı verilen savaştı. İkinci savaş'sa bütün dünyaya karşı verilen sömürgecilik ve emperyalizm savaşı.

Avrupa, içeride verdiği savaşı, 1648 Westfalya Anlaşması'yla birlikte noktaladı: Artık Kilise, safdışı edilmiş, Avrupa'da ulus ekseninde kurulan imparatorluklar, Avrupa'nın iç savaşını, dışarıya yönlendirmişlerdi.

Endülüs'ün tarihten silinmesiyle birlikte İslâm'ın ilerleyişi durduruldu. Osmanlı, Avrupalıların İslâm'a ölümcül darbeyi vurmalarının önünde büyük bir engel teşkil ediyordu. Bu yüzden Avrupalılar, pagan ve barbar ruhlarını, yeni dünya Amerika kıtası başta olmak üzere dünyanın bütün diğer kıtalarına ve denizlerine hâkim olma savaşında hayata geçireceklerdi.

Afrika'da, Amerika'da ve Asya kıtasında yüzmilyondan fazla insan katledildi. Bütün medeniyetler ya yok edildi ya da hadım edildi ve tarih dışına itildi.

İtalyan şehir devletlerinde/n doğan merkantilist kapitalizm, Avrupalıların pagan ve barbar ruhlarını harekete geçiren gerçek kapitalizmle kolonyalizm ve emperyalizm sapmalarını ürettiler.

Sonuçta, Batılılar, bütün kıtaları ve denizleri fiilen, bütün insanlığı da zihnen sömürgeleştirdiler. Ama bütün bu pagan ve barbar ruh, Avrupalıların 20. yüzyılın ilk yarısında birbirlerinin boğazına çökmesinden ve Avrupa'nın fiilen tarihten çekilmesinden başka bir işe yaramadı.

KRİZ VE SALDIRGAN RUH

İşte Soğuk Savaş, zaman kazanma çabasıydı. Soğuk Savaş, aynı zamanda pagan ve barbar Avrupa'nın kontrol altında tutulma savaşımıydı.

Gelinen noktada, Avrupa'nın toparlanmaya çalıştığı gözleniyor. Avrupa'yı toparlayacak ruh, pagan ve barbar ruh/suzluk olabilir: O yüzden, Avrupa içinde ırkçılık ve yabancı düşmanlığı, 11 Eylül düzeniyle birlikte, marjinal bir eğilim olmaktan çıktı, bütün Avrupa genelinde, pagan ve barbar bir İslâm düşmanlığına ve Müslüman avı'na dönüşmeye başladı.

Son bir ay içinde Almanya'da yaşayan Türklere karşı tam 12 kundaklama hâdisesi yaşanmış!

11 Eylül düzenini Amerikalılar kurdu ama asıl Avrupalılar işletiyorlar. Avrupalıların, Avrupa'da ve zamanla Avrupa dışında İslâm düşmanlığı ve Müslüman avı şeklinde tezahür eden saldırganlıklarının gerisinde nasıl bir itici gücün gizli olduğunu görebilmek ve ona göre hazırlıklı olabilmek için Avrupalıların her fırsatta, özellikle de büyük kriz zamanlarında depreşen pagan ve barbar ruhlarını iyi bilmek ve iyi deşifre etmek gerekiyor.


Avrupa'nın, Müslümanlara mezar olmaması için…

11 Eylül düzenini Amerikalılar ilan ettiler ama Avrupalılar işletiyorlar, demiştim.

Batılıların '11 Eylül düzeni'ne neden ihtiyaç hissettikleri, bu düzenin insanlığa neye malolduğu ve önümüzdeki süreçte nasıl büyük felâketlere yol açabileceği meselesi, ne yazık ki, gözardı ediliyor.

İSLAMOFOBİ'NİN VE MÜSLÜMAN AVI'NIN KAYNAĞI: 11 EYLÜL DÜZENİ

Soğuk Savaş'ın bitirilmesiyle birlikte ilan edilen 'yeni dünya düzeni', on yıl geçmeden '11 Eylül düzeni'yle ete kemiğe büründürüldü.

11 Eylül düzeni'nin ilk temelleri, dönemin NATO Genel Sekreteri Willy Cleas'ın, açık açık sarfettiği, 'küresel sistemin önündeki en büyük tehdit, İslâm'dır,' sözüyle ve dönemin ABD Başkanı Ronald Reagan ve İngiltere Başbakanı Margaret Thatcher'ın, 'uygarlığımızın önünde, bizim hayat tarzımızı tehdit eden büyük bir tehlike var. Bu tehlikeyi bertaraf etmek zorundayız,' şeklinde defalarca dillendirdikleri sözlerle atıldı.

11 Eylül düzeni, görünüşte, pek çok bakımdan kendi icadı 'terörizm tehdidi'yle savaşıyor. Gerçekte ise, Ortadoğu'da artık sonu geldiği gözlenen, şimdiye kadar her bakımdan Batılıların destekledikleri diktatörlüklerden sonraki sürecin İslâm tarafından belirlenmesine ve yönlendirilmesine yol açacak bütün İslâmî söylemlerin ve hareketlerin sisteme dâhil edilerek sistem içinde 'u/yutulmaları'nı ve 'boğulmalarını' gerçekleştirmek için savaşıyor.

TERÖRİZM TEHDİDİ: POSTMODERN BİR AYARTMA VE KARARTMA OYUNU!

Sözü eğip bükmeden söylemek gerekirse… Adına '11 Eylül düzeni' dediğim küresel sistem, İslâm'la savaşıyor…

Bu niteleme, pek çoklarını rahatsız edebilir ama birileri rahatsız olacak diye yakıcı gerçekleri gözardı edecek değilim…

Fakat küresel sistem, İslâm'la savaşırken, ayartıcı postmodern yöntemlere ve söylemlere başvuruyor: Sağ gösterip sol vuruyor! Ölümü göstererek, sıtmaya razı ediyor!

Ve tam anlamıyla bir simülasyon oyunu sahneliyor: Postmodern bir ayartma ve karartma oyunu!

KÜRESEL SİSTEMİN LORDLARI VE MEDYATİK KAPIKULLARI

Küresel sistem, önce terörize ediyor… Sonra da ayartıcı ve örtük yöntemlerle İslâm'ı vuruyor…

Meselâ karikatür provokasyonları, Kur'ân yakmalar vesaire gibi eylemlerle…

Ve bunu da, küresel sistemin ve lordlarının kapıkulları gibi çalışan küresel medyayı, terörize etme, provoke etme eyleminde tam bir silah gibi kullanarak yapıyor…

Meselâ Afganistan'ın bir dağ köyünde, ya da İran'ın bir yerinde recmedilen kadınların haberlerini insanların tüylerini diken diken edecek, tam anlamıyla ayartıcı / pornografik bir dille medyada dolaşıma ve kullanıma sokuyor…

Meselâ teröristleri haber yaparken, Kur'ân okuyan çocukları, camide cemaat hâlinde namaz kılan insanları gösteriyor…

Böylelikle, İslâm'ı dolaylı, ayartıcı ve pornografik yöntemlerle şeytanlaştırarak, küre ölçeğinde, ürpertici bir İslamofobinin oluşmasının temellerini atıyor…

EKONOMİK KRİZ, İSLAMOFOBİYİ AZMANLAŞTIRABİLİR

Soğuk Savaş, İslâm'ın dünya-tarihsel bir aktör olarak tarihten uzaklaştırılmasından sonra kurulan geçici bir düzendi.

İki dünya savaşıyla büyük darbe yiyen Avrupa, bu süreçte, zaman kazandı ve zamanla toparlandı. Henüz ayağa kalkacakken 2008 ekonomik kriziyle gözardı edilemeyecek ve beklenmedik bir darbe daha yedi.

Ekonomik kriz, Avrupa'nın, içeride büyük çalkalanmalar yaşamasına yol açabilir. Bu çalkalanmaların ilk izlerini, yabancı düşmanlığının zıvanadan çıkmasında görüyoruz. Yabancı düşmanlığı, ortada fol yok yumurta yokken Avrupa'da yaşayan Müslümanların 'lanetli, vebalı' muamelesi görmesi şeklinde tezahür ediyor.

2001 süreciyle başlayan ve 2008 ekonomik kriziyle kontrolden çıkan İslamofobi, Avrupa'da son on yıldan bu yana ürpertici bir İslâm düşmanlığına ve 'Müslüman avı'na dönüşmek üzere…

Karikatür kriziyle tırmanan İslâm düşmanlığı, Avrupalıların psişe'sinde köksalan tarihî İslâm düşmanlığı fobisini hortlattı ve Avrupa'nın Almanya, İsveç, İsviçre, Hollanda gibi sözümona en demokrat, en özgürlükçü ülkeleri, İslamofobinin kalelerine ve Müslüman avı'nın arenasına dönüştü.

YARIN, ÇOK GEÇ OLABİLİR…

İslâm düşmanlığı, Avrupa'da veya Amerika'da geçerli değil sadece: Küresel sistemin lordlarının kapıkulları gibi çalışan medyanın marifetleriyle bütün küre ölçeğinde hızla yaygınlaştırılıyor. En çok da bizzat İslâm dünyasında…

Masum Müslümanlar yakılıyor Avrupa'da, bütün insanlığın gözünün önünde… Bu barbarlığın önüne geçebilmek için, İslâm düşmanlığının derin psiko-kültürel ve psiko-tarihî kökenleri mutlaka hatırlanmalı ve hatırlatılmalı.

Bunu yaparken, Batılıların içine düştükleri acınası, zavallı psişe bozukluklarına benzer husûmetler üretmenin, Müslümanların aslâ yapamayacakları ilkellikler olduğu da hiçbir zaman unutulmamalı.

Ama ortada insanlık-dışı bir ilkellik ve barbarlık var. Bu duruma, uluslararası ölçekte müdahale etmek gerekiyor…

Yoksa yarın, çok geç olabilir, kantarın topuzu bütünüyle kaçabilir ve Avrupa Müslümanlara mezar olabilir çünkü…

Tıpkı Yahudilere mezar olduğu gibi…


Avrupa taşralılaşırken…

TOULOUSE / FRANSA.

Bir ay içinde üç kıtayı arşınlayacağım. Önce Avrupa'da, Fransa-İspanya sınırının buluştuğu bölgede Pyrene'lerin eteklerinde başlayıp İspanya sınırlarına, Katalan bölgesine kadar bir yolculuğa çıkacağım.

Ekonomik krizin Avrupa Birliği projesini nasıl sekteye uğrattığının göstergelerini, krizin en yoğun yaşandığı bölgede dolaşarak ve hayatın nabzının nasıl attığına bakarak az biraz yakalayabileceğimi sanıyorum.

Ardından Afrika'ya, Tanzanya'ya uzanacağım. Tanzanya'dan Afrika'nın nabzının nasıl attığını gözlemleyebilmek ne kadar mümkün olabilir bilmiyorum ama ilginç keşifler yapacağımı tahmin ediyorum şimdiden.

Tanzanya'nın civarındaki, kuzey doğusunda ve kuzey batısında uzanan ülkelere yeni atanan, idealist ve vizyon sahibi büyükelçilerimizin de eşliğinde, Afrika'nın, 21. yüzyılın ilk çeyreğine damgasını vuracak jeo-stratejik, jeo-ekonomik ve nihayet siyasî bir aktör olarak gelişinin izini ve bizim Afrika'da oynayacağımız rolün ipuçlarını sizlerle paylaşacağım.

Son olarak da Dubai'de yaklaşık iki hafta sürecek El-Cezire Film Festivali'ne -jüri üyesi olarak- katılacağım.

Dubai'den Kuveyt'e, Umman'a kadar uzanmayı düşünüyorum. Arap dünyasının periferisinde yapacağım yolculukla, Arap dünyasının genelinin nasıl göründüğünü daha iyi gözlemleme imkânı bulacağımı umuyorum.

'EMPERYAL RUH'A SAHİP 'KIRMIZI KENT'TEN AVRUPA'NIN 'HARİTALARI'

Bir ay içinde yapacağım üç kıtadaki mini tura Fransa-İspanya sınırındaki Toulouse kentinden başlıyorum…

Toulouse, Fransa'nın ilk büyük 4 kentinden biri. Kent merkezinin nüfusu, 100 bin civarında sadece. Çevresiyle birlikte 450 bine ulaşıyor.

Küçük bir şehir aslında Toulose. Ama şehir gerçekten. Zira şehrin bir ruhu var: Bir kimliği, bir tarihi, bir hafızası var açıkçası.

Kentin mimarisinde kiremitlerin yoğun olarak kullanılmasından ötürü, halk arasında 'kırmızı kent' olarak adlandırıldığını söylüyor mihmandarımız Oğuz Koldaş kardeşim.

Kentin kent planı, modern şehircilik anlayışını yansıtıyor büyük ölçüde. Cetvelle çizilmiş caddeler, kentin ruhsuz bir kent havası vermesine yol açıyor ilk bakışta. Ama kentin içine, ara sokaklarına daldıkça, bu ilk gözlemin aldatıcı olduğunu anlamakta gecikmiyorsunuz.

Küçük ama 'emperyal ruha' sahip bir kent Toulouse her şeyden önce.

Romalılardan kalan izler büyük yapılarda özellikle dikkat çekiyor. Ara sokakların kıvrımları, kente şiirsel bir hava kazandırıyor.

'Emperyal ruh' deyip de geçmemek gerekiyor: 'Emperyal ruh', hemen emperyalizmi çağrıştırsa da, bu bir yanılsama aslında. 'Emperyal ruh', tarihî derinlik, kültürel çeşitlilik, silinmeyen ve canlılığını her yerde, her köşede, her sokakta açıkça hissettiren bir hafıza ve kimlik demek.

Bu çok katmanlı tarihî ve kültürel derinliği ve kendine özgü özgün ruhu, neredeyse bütün Avrupa kentlerinde görmek, duyumsamak ve yaşamak mümkün.

Avrupa kentlerinde dolaşırken, dünyanın en güzel, en estetik, en insanî şehirlerinin ve şehircilik anlayışlarından birinin öncülerinin çocuklarının Türkiye'de şehirleri nasıl katlettiklerini hatırlamadan edemiyor ve kahretmekten kendini alamıyor insan.

Toulouse, tarih ve kültür kenti olmasının yanısıra bir üniversite kenti öte yandan. Arapların, İspanyolların, Orta Avrupalıların yoğun olarak yaşadıkları kentlerden biri ayrıca da.

Kentte dolaşırken, meydanda, Araplar eylem yapıyorlardı. Bu tür eylemlere de Avrupa'nın belli başlı bütün kentlerinden rastlamak mümkün. Ama Toulose'daki eylem, hem bir hayli kalabalıktı, hem de daha bir içtendi.

Bu tür eylemlerin, ekonomik krizin derinleşmesiyle birlikte bütün bir Avrupa kentlerine çığ gibi yayılacağından hiç kuşku duymuyorum.

Avrupalıların Avrupa'daki yabancılara karşı takındıkları itici ve aşağılayıcı, ayırımcı ve yok sayıcı tavırlar, krizin büyümesi hâlinde bütün bir Avrupa çapında öfkeli kalabalıkların sokaklara dökülmesine yol açabilir.

İşte o zaman, Avrupa'da yabancı düşmanlığının nasıl patlama noktasına geleceğini tahmin etmek hiç de zor değil.

KRİZ BÜYÜRSE…

Ekonomik krizin Fransa'yı nasıl derinden vurduğunu kentte yaptığımız turdan rahatlıkla gözlemledim. Sokaklarda, caddelerin ortasında dilenen insanlar var mesela. Kimileri Fransız, kimileri, Orta ve Doğu Avrupa'dan gelen insanlar bunlar.

Avrupa'daki ekonomik krizin hangi boyutlarda seyrettiğini görebilmenin en iyi yollarından biri, Avrupalıların yabancı kökenlilere yaklaşımlarındaki değişime bakmak.

4-5 yıl önce bu kadar günyüzüne çıkmayan ama bugün neredeyse bütün Avrupa'da hızla yaygınlaşan yabancı düşmanlığı, Avrupa'nın geleceği hakkında çok şey söylüyor aslında.

Ekonomik kriz, Fransa'da yabancı düşmanlığının tehlikeli boyutlar kazanmasına yol açıyor. Bunu Toulouse'da dolaşırken, insanlarla konuşurken, insanların yüzlerine bakarken ve birbirlerine nasıl baktıklarını gözlemlerken açıkça görebiliyor insan.

Fransızlar, zaten Avrupa'nın en kibirli ve ırkçı toplumlarından biridir. Ama ekonomik kriz, sosyal, kültürel ve din eksenli husûmetlerde, gerginliklerde ve sosyal gerilimlerde patlama yaşanmasına yol açabilir. Avrupa, tam anlamıyla bir yangın yerine dönebilir.

Mihmandarımız Oğuz Bey, ekonomik krizin Fransa'yı bir anda sarsmasının an meselesi olduğunu söylüyor.

EKONOMİK REFAH, AVRUPALILARIN IRKÇI PSİŞE'LERİNİ ÖRTÜYORDU

Ekonomik refah, Avrupalıların, ırkçı psişelerini örtüyordu. Ekonomik kriz, Avrupalıların psişelerinde köksalan ırkçılığı gün ışığına çıkaracak ve ırkçılığın ne kadar insanlık dışı bir şey olduğunu ürpertici bir şekilde bir kez daha gözler önüne serecek.

İnsanları, derilerinin renklerinin, sosyal ve ekonomik konumlarının ve dînî inançlarının farklılığından ötürü dışlamak, ötekileştirmek, dahası şeytanlaştırmak, taşralılığın, barbarlık anlamında Avrupa'ya özgü taşralılığın bir göstergesidir.

Ekonomik krizin artması, yabancı düşmanlığının kontrolden çıkmasına, bu da, Avrupalıların barbarlaşmak anlamında taşralılık çıkmaz sokağının eşiğine sürüklenmelerine yol açabilir.

Avrupa Birliği'nin kaldırdığı coğrafî sınırlar, ekonomik krizin ivme kazanmasıyla anlamını yitirebilir ve sınırları kaldıran umutlar, suya düşebilir ve yerini büyük karamsarlıklara ve türlü çalkantılara bırakabilir.

AVRUPA'YI 'KURTARACAK' BİR AMERİKA YOK ARTIK

Unutmayalım: Purolu ve mağrur adam Churchill, iki dünya savaşında Avrupa'nın harab-u tûrab olması üzerine Amerikalılara aynen şöyle demişti: 'Eğer Avrupa'ya yardım elinizi uzatmazsanız, Avrupalılar, birbirlerini çiğ çiğ yerler. Eğer yardım elinizi uzatırsanız, 20. yüzyılı yapacak en büyük güç hâline gelirsiniz.'

Amerikalılar, Churchill'in tavsiyesine uydular ve Avrupa'yı içine sürüklendiği yıkımdan kurtaracak bir 'hayat öpücüğü' kondurdular Avrupa'ya.

Avrupa'nın toparlanması, Amerika'nın rekabet edeceği kapitalist bir omurganın oluşmasına imkân tanıdı.

Şimdi, eğer ekonomik kriz, kontrol altına alınamayacak olursa, Avrupa'nın taşralılaşmasını / barbarlaşmasını önlemek hiç de kolay olmaz. Bu durum, önce Avrupa'nın içinde büyük çalkantıların patlak vermesine yol açar. Ardından da, dünyayı kana bular.

Üstelik de, krizin Amerika'yı da vurduğunu düşünürseniz, kendi sorunlarından başını kaldırıp da, Avrupa'ya yeniden 'hayat öpücüğü' konduracak bir Amerika olmadığı için, dünyayı çok büyük bir çıkmaz sokağın eşiğine fırlatır kriz.

O yüzden Avrupalıların, bu taşralılık ruhlarının hortlamaması için, çok yönlü bir özeleştiri, sorgulama ve hesaplaşma tecrübesi geliştirmeleri şart.

Toulouse'da dolaşırken insanların suratlarında gözlemlediğim gerilim, yabancılara karşı artan öfke ve nefret hâli, ekonomik krizin artmasıyla birlikte, Avrupa'nın taşralı / barbar psişesinin nasıl hortlayabileceği konusunda bunları düşündürttü bana.

Cuma günkü yazıda İspanya sınırında, Katalan bölgesinde, Narbonne şehrinde Çanakkale ruhunu diri tutmak amacıyla Türk şehitliğinde düzenlenen görkemli, coşkulu ve gözyaşartıcı kutlamaları, sizlerle paylaşarak, üç kıtadaki turuma devam edeceğim.


Hiç yorum yok: