6 Mart 2013 Çarşamba

Türk-Arap ilişkisi bir ‘düşünsel afyon’dur-İlber Ortaylı


Arap dünyasında Türkler hakkındaki kanaatler birbirinden farklıdır, Araplardaki Türk algılamasını tarif etmek kolay değildir


Bu iki kavim arasındaki muhabbet veya münaferet (sevgi ve ya nefret ilişkisi) İslam medeniyetinin klasik çağından beri dedikodunun ötesinde bilimsel eserlere bile konu olmuştur ve aslında beşeriyet tarihinde kavimlerin birbirleri hakkında bu kadar ayrıntılı yazma alışkanlığına daha önceki devirlerde nadir rastlanır. 
Mesela Herodot bir sürü kavimler arasında bulunmuş ve yazmıştır. Bazı gözlemleri ilginçtir ve bugünkü bilimsel tarihçiliğin değilse de tarihi raportörlüğün başlangıcıdır. Tacitus “Germanias” adlı eserinde Germenleri anlatır, miladın ikinci asrı için değerli raporlardır ama diğer yandan mesela Yahudiler hakkında yazdıkları bir alay saçmalıktır. İslam Ortaçağı beşeri coğrafyayı da ciddi olarak ele almıştır. Mesela ünlü mütefekkir Cahiz “Menakıb cund’al hilafe ve fazay’Ól Etrak / Hilafet ordusu menkıbeleri ve Türklerin faziletleri” adlı eserinde zamanın Türk kavimleri Abbasi halifesi tarafından kiralanan askerler hakkında hiç de küçümsenmeyecek bilgiler verir. 

Hem saygı hem küçümseme
Türk ve Arap muhabbetini ifade eden; Türkler hakkında Türklerin uydurmadığı açık, muhtemelen Arapların naklettiği birtakım hadislerin yanında Türklerin Araplar için sarf ettiği “kavm-i necib / seçkin kavim” deyimleri bilinir. Ama bunların yanı sıra iki tarafta karşılıklı küçümsemenin olduğu da açıktır. 
Osmanlı dönemi boyunca Kırımlılar, Kafkasya’nın Kumukları gibi Türk-Müslüman gruplar, Bosnalı ve Arnavut gibi hararetle bağra basılan Balkan Müslümanları yanında Arapların çok uzun zaman hem methedilip yüceltildiği, ama aynı zamanda bazı hizmetlerden uzak tutulduğu açıktır. Osmanlı Türk dünyası Araplara karşı karışık duygular beslemiştir. Benzer duygulara rastlanır; büyük Romalıların Yunanlılara karşı beslediği saygı ve minnetin yanında küçümseme ve güvensizlik duydukları da açıktır. 
İranlı ile Arap arasındaki ilişkiler ise  bundan çok daha çelişiktir. Hiçbir kavim Arapçaya ve Arap kültürüne İranlılar kadar hizmet etmedi. Ama hiçbir kavim de Arapları ünlü şair Firdevsi’nin beyitindeki kadar küçümsemedi: “Deve sütü içmek ve çekirge yemekten Arap işi o dereceye götürdü ki, kisraların yani İran hükümdarlarının tacını ister. Tüh sana feleğin çarkı.”

“Gavurlaşan Türkiye” teranesi
Bugünün dünyasında Türkler ve Arapların birbiri hakkındaki duyguları iniş çıkış gösterir. Bazılarınızın zannettiği gibi Araplar Türklerin laik yaşam özlemine ve hukuk reformlarına hiç de o kadar düşman değiller. Lübnan’ın ve Filistin’in aydınları hatta Suriye ve Mısır’ın yöneticileri Türkiye’nin çağdaşlaşmasının model olması gerektiğini artık açıkça ifade ediyorlar. 
Hiç şüphesiz ki büyük bir kitle “gavurlaşan Türkiye ve Türkler” teranesini sürdürür. Bütün sorun Arap dünyasının üretemeyen, tüketen bir dünya olmasındadır. Üretemeyen toplumların siyasal söylemi de ideolojik çizgileri de tutarsız hatta bazen çocukça oluyor. Gerçeğe adım atan toplumlar ise ters davranışlar gösterebilir ama bu kaçınılmazdır. Mısır gerçeklerle yüz yüze geldi, onun dönüşümündeki trajik çözülmezlik bu nedenle açıklanmalıdır. İlk anda gerçeğe dönüş de çok düzeysiz ve tuhaf olabilir ama gerçeğe dönüştür. 

Çok tatsız örnekler gördüm
TESEV’in iki araştırması, Ortadoğu’da Araplar arasında Türk algısı üzerinde duruyor. Muhtemelen örneklemin yani seçilen denek kitlenin sayı ve coğrafya itibarıyla böyle dar değil, daha geniş olması gerekirdi. Ama rakamlardan ortaya çıkan profil gösteriyor ki algılama ve oylamalarda kesin hatlar yok. 
Arap dünyası çok geniş bir alanı kapsar. Arap ülkelerinin her birinden “bilad” diye bahsedilir. Bugün “Vatan’ül Arab” Hint Okyanusu ile Atlas Okyanusu arasındaki geniş bir dünya. Suriye ve Lübnan’dakiler de hatta Çad ve Moritanya’da Sami Araplıkla ilgisi olmayan ırklara mensup insanlar da umumen Arapça konuşuyor. Bu geniş dünyada Türkler hakkındaki kanaatler ve efsaneler birbirinden o kadar farklıdır ki Araplardaki Türk düşüncesi ve Türk algılamasını tarif hiç kolay değildir. 
Bu öyle bir hassas konudur ki söylenenler yanlış anlaşılır, hayatımda çok tatsız örnekler gördüm. Örnekler tutmaz, düşünmeden söylenilen sözler hiç beklenmedik tepkileri çeker. Arap-Türk muhabbet veya münafereti; sıradan halkı ve politikacıları bırakın, uzman tarihçiler coğrafyacılar ve din bilginleri arasında bile halen çok sıcak tartışılan, tatsız ama bir nevi düşünsel afyondur. 


İstanbul’un içindeki Rusya 


Pera’nın tarihi trajedilerle doludur. İstanbul’un en şık anıtlarından Rusya sefareti de bu uzun tarihin tanığıdır


İstanbul’un kışlık ve yazlık eski sefaret binalarından bir çifti de Rusya’ya aittir. 1835 Beyoğluyangınında o zamanki Rusya sefareti daha ziyade ahşap bir yapı olduğundan yandı. Çok kısa sürede bugünkü başkonsolosluğun karşısında bulunan Narmanlı Han inşa edildi ve elçilik bir süre için oraya yerleşti. 
Yangın yerine görkemli bir elçilik sarayının yapılması konusunda St. Petersburg kararlıydı. Osmanlı başkentindeki Fransa ve İngiltere sarayı ile rekabet edecek bir bina olmalıydı bu. Milano Brera akademisinin mezunlarından İsviçre İtalyanı Gasparo ve Guiseppe Fossati biraderler görevlendirildiler. 1838’de başlanan bina 1845’te bitti. 
O zamanki Beyoğlu’nun silueti ve denizden görünümü içinde saray müthiş bir görünüm arz ediyordu. Yanı başlarındaki Hollandalılar yangından artan arsalarına yapılacak binayı aynı mimarlara ısmarladılar. 
Osmanlı devlet erkânı da inşaattan etkilenmişti ama asıl halk dedikoduya başlamıştı. “İstanbul’u alacaklarmış, bu da çarın sarayı olacakmış.” Dolmabahçe Sarayı’nın inşaatına niçin başlandığı anlaşılıyor. Topkapı Sarayı yeniçağın görkemini artık karşılayamıyordu. Başta Sadaret Arşivimiz (Hazine-i Evrak), sonra Darülfünun binası, giderayak Ayasofya’nın restorasyonu, nihayet İran sefareti Fossatilerin eline bırakıldı. 

Bugün başkonsolosluk binası
Rusya’nın II. Mahmud devrinden beri bilinen, Büyükdere’deki yazlık sefaret sarayı da ilginç bir yapıdır; maalesef bunun restorasyonu halen bitmiş değildir. Boğaziçi’nde padişah hediyesi olan arsalara yapılmış zamanın büyük devletlerine ait eski sefaret sarayları bugün çoğunlukla harap halde. Britanya, Fransa ve İtalya’nın mülklerinin harabeye dönüştüğü, hatta Britanya’nınkinin yangın geçirdiği biliniyor.  
Rus sefaret sarayı bugün Rusya Federasyonu’nun İstanbul’daki başkonsolosluk binası olarak hizmet veriyor. Sovyetler Birliği lağvedildikten sonra kapıdaki amblem kaldırıldı ve bina 1990’da adamakıllı bir tamir geçirdi. İstanbul’un şık anıtlarındandır. Bir zamanlar burada Kutuzov, Türk asıllı bir aileden gelen Koçubey ve asıl önemlisi General Ignatyev gibi büyükelçiler vardı.

Diplomata lakap: Yalancı paşa
Ignatyev hem Osmanlı hükümetinin hem Pera’daki büyükelçilerin gözünde bir kâbus gibiydi. Aslında çok başarılı bir diplomat olmadığını bilmek gerekir. St. Petersburg’daki dışişleri ve II. Aleksandr onun raporlarını çok ciddiye almazdı. Panslavist gösterilerin şampiyonuydu. Sadrazam Mahmud Nedim Paşa’nın akıl hocası gibi görünürdü. Aslında Mahmud Nedim Paşa onu kullanmıştır, bu kullanmanın da çok kabaca olduğunu söylemek gerekir. Diplomatlar arasındayalan haber yaymak için Ignatyev’i kullanıyordu ve öbür diplomatlar Ignatyev’e “yalancı paşa / menteur pasha” derlerdi. 
Pera’daki entelektüel diplomatların başında Nelidov gelir. Rus Arkeoloji Enstitüsü onun zamanında kurulmuştur. O zaman müsteşar olan Çarikov ise Osmanlı İmparatorluğu’nun iktisadi vaziyeti için dikkate değer raporlar yazdı. Rus diplomatları bütün bürokratlar gibi ayrıntılı uzun raporlar yazarlardı. Bunları St. Petersburg ne kadar okurdu bilmiyoruz ama tarihçiler okumayı seviyor. Çarikov aynı zamanda Çar Rusyası’nın son sefiri oldu. I. Cihan Harbi başlayınca pasaportunu aldı gitti, tekrar döndüğünde ise mülteciydi. 
Pera’nın uzun tarihi tragedyalarla doludur. Rusya sefareti de bu uzun tarihin tanığıdır. 
Bu yazının başlığını bundan yirmi yıl 
önce zinhar kimse kullanmaya tevessül etmezdi. Oysa şimdi ne kadar rahat 
girdiğimiz konular bunlar...

Hiç yorum yok: