18 Şubat 2013 Pazartesi

Hormonsuz Osmanlı Tarihi-Vatandaşın Osmanlı Tarihi; İbret alınsaydı PKK olayı belki de hiç yaşanmayacaktı-Türk dostu İngiliz David Urquhart’a bir vefa borcumuz var-Tarihe ışık tutacak iki mektup- Osmanlı Devleti’ni kim kurdu, “Osmanlılar” ve “Türkler” Kimlerdir?-Türkler Müslüman olmasalardı, Fatih, Yavuz ve Kanuni de olmayacaktı-Göçebe Türkler” Nasıl “Muhteşem Osmanlı “ oldular?-Osmanlının “Güneş Devlet” olduğunu gizleyenler affedilmeyecek-Dede! Osmanlıyı, Martin Luther ve Voltaire’den mi öğrenecektik? -Yavuz Selim 40.000 Alevi Kesti!” iddiasında gerçeği arayanlara-Osmanlı Türk Düşmanıdır!” iddiasında gerçekler nedir?-canmehmet.com


Hormonsuz Osmanlı Tarihi (1)

Tarih, iyi bir rehber ve öğreticidir. Özellikle de ders alanlar için...
Osmanlı Devleti’ni Osman Bey kurmadı. İlk kapitülasyonu da Kanuni vermedi. Osmanlı yönetimi, Kuvvetler ayrılığı ilkesine sahip monarşidir. OsmanlınınKırılma Noktası; ‘Amerikan’ın keşfi’dir. İşte Muhteşem Osmanlı’nınhormonsuz tarihi!
Tarih, Bilgi ve Bilgiden yeni bir bilgi üretilmesi
Mevcut bir bilgiyi kullanarak yeni şeyleri bulmak, bilimle düşünmekgelişmenin temel çıkış noktasıdır.
Osmanlı, Hıristiyan Avrupa için 15 ve 16’ıncı asırda yenilmez konumdadır.
Bu çağlar Batı için aynı zamanda aydınlanma çağıdır.
Osmanlı toprakları, bizim İpek Yolu (*) olarak bildiğimiz, doğu batı ticaret yolunun üzerindedir.
Devlet ve halk, topraklarından geçen Ticaret Kervanlarının ihtiyaçları karşılayarak büyük gelir sağlamaktadır. Kervansarayların yakınındaki köyler bin haneye sahip, adeta küçük birer şehir büyüklüğüne erişmişlerdir.
Hıristiyan Avrupa, özellikle İstanbul’un kaybedilmesinin verdiği kızgınlıkla da, Osmanlının gücüne güç katan bu geliri kesmenin yolunu arar ve sonunda da bulur…
Buldukları çözüm; Karayolu yerine deniz üzerinden mal taşımak,
Bu niyetle, dönemin güçlü devletlerinden İspanyolların desteği ile dayanıklı gemiler yapılır ve keşifler başlar;
Keşifler, kaybettikleri büyük gelir nedeni ile, Osmanlının kırılma noktasıolacaktır.
Bu çözüm arama niyetinden anlaşılması gereken;
Var olan bir gücün karşısında zorunlu olarak bir altenatif, seçenekaranmakta olduğudur.
Bilgi, bilgi olarak kaldığı müddetçe kitaplığınızdaki bir kitap değerindedir.
-“Aydınlanma çağının en önemli özelliği, “güç ve bilimin örtüşmesi gerektiği” düşüncesinin itibar görmesidir. Eğer bir toplum güç kazanmak istiyorsa, bunu bilimle desteklemesi gerekir. Çünkü güç, bilimle örtüştüğü durumlarda toplumlar kazanır. Sonuçta, “bilim kimdeyse güç de onda”olacaktır…
O halde bilimsiz güç olmaz… Bilim, bilgi üretmeden güçlü olmak da mümkün değil;
Yeni şeyler bulmak için bazı sebeplerin oluşması gerektiğini ifade ettik yukarıda… Bu şartlardan biri, var olan bir gücün karşısında zorunlu olarak bir alternatif arama gerekliliğinden doğması durumudur.
Örneğin ABD kıtasının keşfi, yeni bir deniz yolu arama zaruretisonucudur…” (1)
Başlamadan evvel ağzımızı biraz tatlandıralım!
“…Osmanlı İmparatorluğunun Yakın-çağları için bir tarih bibliyografyası yoktur, arşiv yayınları yoktur, hâtırat yoktur, kütüphanelerimizin düzenli katalogları yoktur, Osmanlı tarih yazarlarından birçokları, Yakın-çağ olayları üzerinde yapılan araştırmaları “gazetecilik” işi saydıkları için bu devre ait monografiler de yok denecek derecededir…
Oysa ki arşivlerimizin ve yazmalarımızın sınıflandırılmasına henüz başlanmamıştır. Zaten bu iş bitmiş de olsa çok zengin olan vesika ye yazmalarımızın Yakın-çağlarla ilgili olanlarını gözden geçirmeğe insan ömrü yetmez…”
Yakın çağların başında, Osmanlı İmparatorluğu, toprak bakımından, dünyanın en büyük imparatorluklarındandı. Bugün Anadolu, Trakya, Bulgaristan, Sırbistan, Romanya (Eflâk ve Buğdan), Arnavutluk, Karadağ, Yunanistan, Kafkasya, Irak, Suriye. Filistin, Hicaz, Mısır, Trablusgarp, Tunus, Cezayir isimleri altında tanınan yerlerden başka Akdeniz’in doğusundaki Girit ve Kıbrıs büyük adaları ile Ege Karadeniz, Marmara, Ege denizi, Kızıl deniz tam mânasiyle birer Türk denizi idi. Adriyatik denizi ile Basra Körfezi kıyılarında Türk toprakları uzanıyordu. Akdeniz kıyılarının dörtte üçü de Türk idi.
Bu geniş sınırlar içinde uzanan toprak ve suların yer kaplamı aşağı yukarı 4 milyon km. kare, nüfusu ise aşağı yukarı 25 milyondu. Nüfusun göze çarpan özelliği her türlü birlikten mahrum oluşu idi. Irk bakımından imparatorluk halkı, türlü köklerden gelmekte idi. İmparatorluğu kuran, genişleten ve yöneten Türkler yanında, onların idaresini kabul etmiş olan Grekler, Latinler, Slavlar, Çerkeşler ve Gürcüler, Ermeniler, Sâmî kökten olan Araplar ve Yahudiler vardı.
Türklerin müsamahacı siyaseti sayesinde her ırk veya ırk bölümü, dil, din ve geleneklerine sahipti. Bundan Ötürü imparatorlukta din ve kültür birliği de kurulamamıştı.
İslâmlık, Hıristiyanlık ve Musevilik, imparatorluğun belli başlı inanç sistemleri idi. Fakat bu sistemlerde aralarında mezheplere ayrılmakta idi. İslâmlar : Sünni, Şiî, Vahhabî, Hıristiyanlar, genel olarak, Katolik, Ortodoks, Protestan; Museviler İse Maminler, Talmutçılar, Karaimler bölümlerine ayrılmıştı. İslâmlar, imparatorluk nüfusu içinde Hıristiyanlara göre çoğunluk idi.
İmparatorluğun teşkilâtı İslâmlık temellerine dayandığı İçin İmparatorluk kamu oyunu da İslâm topluluğu temsil etmekte idi.
Yakın çağların başlangıcında Osmanlı İmparatorluğu alçalma durumunda idi. Bu alçalma, en çok devlet örgütlerinde göze çarpıyordu. Osmanlı İmparatorluğu örgütleri. Kanunî Süleyman zamanında kesin şeklini almıştı.
Osmanlı hükümeti şekil bakımından bir monarşi idi. Fakat bu monarşi demokrat karakterli temellere dayanmakta idi.
Osmanlı İmparatorluğunda, Avrupa’da olduğu gibi, İmtiyazlara dayanan aristokrat bir sınıf yoktu. İslâm olmak şartiyle bütün vatandaşların devlet hizmetlerine girmeğe hakkı vardı.
Onur ve yetki devlet kapısında görülen hizmetle kazandırdı. Bu hizmetten ayrılan kimse, hizmetten önceki seviyesine inerdi. İmparatorlukta tek imtiyazlı aile, Osmanlı hanedanı idi. Osmanlı padişahı, bu hanedanın üyelerinden biri idi.
XVII nci yüzyılın ilk yıllarına kadar padişahlık babadan evlâda geçerken, bu zamandan başlıyarak hanedanın en yaşlı evlâdına geçmeğe başlamıştır…” (**)
**
-“Kırım Savaşının (1853-56) son günlerinde History of the Ottoman Turks adlı eserinde Creasy,  Avrupalıların imparatorluk için planlarından söz eder:
“İyileştirilmiş dahili hükümetle, kişi ve mülkiyet haklarında artan güvenceyle Avrupa sermayesi Türkiye’ye akacaktır. Ve bu, yatırımcısını olduğu kadar kullanıldığı alanı da zenginleştirecektir. Fransa’yla İngiltere’nin askerleri ve bayrakları  padişahın topraklarında görülmeyebilir, ama zanaatkârları ve madencileri kalacaklar, ticaret gemileri limanlarından hiç eksilmeyecektir.”
Osmanlı İmparatorluğu’na böylece “kendini güçlendirmesi ve kalkındırması” öğretilecekti. İngiliz ticaretinin ülkeye girmesi hem bir örnek oluşturacak, hem de ilerleme aracı olacaktı. Batı imparatorluk içinde yatırımcı ve tüccar olarak başladıysa da, büyük Avrupa devletleri zamanla daha aktif ve merkezi bir rol üstlendiler.
Bunu yatırımlarını 1875’te milli iflasla sonuçlanan Osmanlı ekonomik sisteminin başarısızlığından korumak için yapmışlardı. Sadrazam ve ileri gelen reformcu Mustafa Reşit Paşa 1851’de bir İngiliz ve bir Fransız bankasından 50 milyon frank borç alma olanağı bulmuştu.
Bu sırada bir Osmanlı prensi şöyle demişti: “Bu devlet beş kuruş borç alırsa batar. Çünkü borç bir kere alındı mı, artık sonu gelmez… devlet borç yükü altında batar.” (2)  
**
..On dokuzuncu yüzyılın sonlarına doğru, yetmiş beş yıllık yakın ilişkiden sonra, Osmanlılar Batı tarafından iki klişeye yerleştirilmişlerdi.
Bunlardan biri “Şehvetli Türk’tür; bu, 1828’de basılan ve on dokuzuncu yüzyıl boyunca çok popüler olan pornografik bir romanın adıdır. Burada şehvetli hayal gücü Osmanlılara öylesine kötü huylar yüklemiştir ki, Batılılar Osmanlıları değersiz olarak gözardı edebilmişlerdir.
İkinci klişe “Müthiş Türk’tür; burada da kötü bîr toplumda erdemli niteliklerin bile bayağılaşması gösterilmektedir. Böylece Türk cesur ve onurlu olabildiği halde kalben bir canavardı. Seks ve vahşet arasındaki bağ, “engel tanımayan şehvet seli” ve “zalimliğin incelikleri” Gladstone (İngiltere başbakanı)  tarafından açıkça dile getirilmiştir.
Bu tür yakıştırmalar, Osmanlılara ilişkin hemen hemen bütün Batılı metinlerde ve görüntülerde bulunmaktadır ve bu kaynakların değersizliğini ortaya koyar. Ben bu metinleri ayıklayıp kabaca çarpıtmaları temizlemenin mümkün olacağı kanısındayım…”(3)
**
II. Nizam-ı cedit devrinde harpler ve siyaset
Osmanlı-Rus ve Osmanlı-Avusturya harpleri (Ağustos 1787-Ocak 1792)
“…Selim III.’ün tahta çıktığı sırada Osmanlı devleti iki yıldan beri Rusya ve Avusturya ile harp etmekte idi. Bu harp 1784’te Ruslar’ın- almış oldukları Kırım’ı kurtarmak ve Avusturya ile Rusya arasında Osmanlı topraklarının paylaşılmasi için yapılmış olan anlaşmanın yürürlüğünü önlemek için Rusya’ya açılmıştı. Fakat Avusturya, Rusya’dan tarafa çıkınca, Osmanlı orduları iki cephede döğüşmek zorunda kaldılar ve ilk aylarda birçok yenilgilere uğradılar;hattâ Abdülhamit I. Ozi kalesinin Ruslar tarafından alınması haberi üzerine felç gelerek öldü.”(4)
**
Prof. Dr. İlber Ortaylı, Ona göre sadece Türkiye’de değil tüm dünyada tarih bilinmiyor. Devletlerin ve siyasilerin de tarihi yeniden yazma derdinin büyük olduğunu anlatıyor Ortaylı.
Türkler sorumsuz işler yaparak yazarlar ders kitaplarını. Hiçbir yerde bu kadar keyfi yorumlar ve sloganlarla yazılmaz tarih” diyor…
- Cumhuriyetin ilk yüzyıllık bölümünde büyük kırılmalar var. Bazıları görünür bazıları değil. Ama temel dinamiklere baktığınızda hangisi öne çıkıyor?
- Tanzimat’ta başlayan “tarih yapma şuuru” diye bir tavır var.
Çünkü bu doğrudan doğruya tökezlemenin getirdiği bir olgu.
Cihan devletleri arasındayken birdenbire ciddi bir çöküntü ve yok oluşa uğruyorsunuz. Böyle olunca da ilk tedbiriniz askeri düzeltmek oluyor.
Türkiye’de reform Tanzimat’la, orduyla başlar…
…Kurmay Akademisi’ni kurmuş ki, Cumhuriyetin kurucu kadrosunun askerleri çıkmış ortaya. Tanzimat’la, ileri Batı medeniyetiyle hesaplaşmaları söz konusu.
Bu bize özgü de değil, İran da bunu yapmaya çalıştı. İran’ın Batılılaşmaya verdiği isim “garbzedeydi”, felaketzede gibi. Rusya’da da bu problem vardı.
…Tarih bilinmiyor, tüm dünyada böyle.
Tarih bilenlerin toplum üzerinde kontrolü var, çünkü toplum bileni dinler, takip eder.
Burada paralel sözlü kültür var, hiçbir zaman hiçbir kitapta yazmayan bilgiler vardır. Mesela Atatürk, İsmet Paşa’nın katline emir vermiş, bunu hiçbir yerde okuyamazsınız ama duyarsınız…
- Cumhuriyet ve Osmanlı iktidar farklılıklarına rağmen Türk devletleri. Peki bildiğimiz resmi Osmanlı ve Cumhuriyet tarihi ne kadar gerçek?” (5)
**
Tarihte bir ilim dalıdır ve tüm ilimler gibi alınan bir –ilaç- hap misali özümsenmesi mümkün değildir. Aldığınız bilgiyi geliştirmek, bir arı misali çiçekten çiçeğe, -kaynaktan kaynağa- konarak doğruları bulmak durumundasınız.
Hiçbir ilim insanı -tarihçi- diğerine özel bir doğruyu ortaya koymamaktadır.
Genel tarih vardır, ekonominin tarihi vardır, siyasetin tarihi vardır,uluslararası ilişkilerin tarihi vardır, Hukukun tarihi, dinlerin tarihi vardır… Yarın için hedeflenenlerin bir tarihi  vardır…
Netice de yazılacak olan Hangi Tarihtir?
Osmanlı gibi cumhuriyet yönetimi de -maalesef- Batı ile arasında açılan mesafenin nedenine doğru bir teşhis koyamamıştır.
Ve ülke olarak iki kez aynı çukura düşülmüştür.
İlim -bilgi-, ile insanların günlük yaşamlarını düzenledikleri kurallar çok farklı değerlerdir. Biri, diğerinin önleyicisi değil, ilerlemesi için tetikleyicidir.
Batılı ilim insanları bunu asırlarca evvel görerek şu tespitte bulunmuşlardır.
-“Bilimsel araştırma yapmak isteyip de çeviri yapıtların kendilerine ulaşmasını bekleyecek denli sabırlı olmayan bilim Adamları ve öğrenciler, aritmetik, müzik, geometri ve gökbilimi dörtlüsü (guadrivium) üstüne eğitim-öğretim yapan Avrupa kentlerinden biri olan Toledo’ya gidiyorlardı: “Bizim zamanımızda tümüyle guadrivium’a dayalı Arap öğretisini yığınlara sunan okullar Toledo’da yoğunlaşmıştı,
Ben de bu dünyanın en bilge filozoflarının derslerini izlemek için bu kente koştum” (***) diye yazan Daniel de Morley, dinsiz (****) Arapların öğretisinden hayranlıkla söz ederken ya da geçmişin bu inançsız filozoflarının düşüncelerine bel bağlarken hiç de rahatsızlık duymuyor:
-“Dünya’nın yaratılışı üstüne tartışırken kilisenin öğretisi yerine dinsiz (Müslüman ilim insanları kastedilmektedir)  filozofların görüşlerine yönelirsem, kimse beni kınamasın. Bunlar inanmış kişiler sayılmasalar da, öğretilerine, içtenliklerine güvenebildiğimiz sürece bilgilerinden yararlanmak durumundayız.”(6)
Yazarın ifade etmek istediği, dışarıdan alınması gereken ilim-bilgi-dir. Kültür değerleri değil.
Başlıyor…
-Osmanlı Devleti nasıl kuruldu ve kimler kurdu?
(*) İpek Yolu, Çin’den başlayarak Anadolu ve Akdeniz aracılığıyla Avrupa’ya kadar uzanan ve dünyaca ünlü ticaret yoludur. İpek Yolu sadece tüccarların değil, aynı zamanda doğudan batıya ve batıdan doğuya bilgelerin, orduların, fikirlerin, dinlerin ve kültürlerin de yolu olmuştur. İpek endüstrisi, eski çağlardan beri birçok milletin hayatında çok önemli bir yer tutmuştur. Uzak Doğu’dan gelen ipek ve baharat, Batı dünyası için, uluslararası ilişkilerde önemli bir rol oynamıştır. Orta Çağda, ticaret kervanları, şimdiki Çin’in Şian kentinden hareket ederek Özbekistan’ın Kaşgar kentine gelirler, burada ikiye ayrılan yollardan ilkini izleyerek Afganistan ovalarından Hazar Denizi’ne, diğeri ile de Karakurum Dağları’nı aşarak İran üzerinden Anadolu’ya ulaşırlardı. Anadolu’dan deniz yolu ile Akdeniz ve Karadeniz (Tirebolu) limanlarından veya Trakya üzerinden kara yolu ile Avrupa’ya giderlerdi.
(1) Prof. Dr. Ramazan DEMİR –(demir@med.akdeniz.edu.trhttp://www.elaziz.net/yazar/ramazan/22.htm)
(**) Ord. Prof. ENVER ZİYA KARAL , OSMANLI TARİHÎ V. CİLT, NIZAM-I CEDİD VE TANZİMAT DEVİRLERİ, (1789-1856) Önsöz-Birinci Bölüm
(2) Prof. Andrew WHEATCROFT, ( İngiltere) THE OTTOMANS, sahife 169.
(3) a.g.es. sahife, 18
(4) Ord. Prof. ENVER ZİYA KARAL , OSMANLI TARİHÎ V. CİLT, sahife, 14;
(5) 16 Aralık 2012 Cumhuriyet
(6) Jean Gimpel, “ORTAÇAĞDA ENDÜSTRİ DEVRİMİ” , 1996, sahife, 24;(***) a.g.e. (Le Goff, Intellectuels, s. 23). (****) Hıristiyanlar kendi inançlarına bağlı olmayanlara “dinsiz” ya da “kâfir” diyorlardı. 

Vatandaşın Osmanlı Tarihi; İbret alınsaydı PKK olayı belki de hiç yaşanmayacaktı. (2)


Yarınlarımız için dün yaşananları doğru bilmek durumundayız. Elbette bir ders almak için...
Başlamadan evvel daha öncede benzerini yaşadığımız ve aynı zamanda Osmanlı için kırılma noktası olan olaylar aktarılmaktadır. Anlaşılan bugünde ve maalesef; ne hatalarımızdan bir ders almışız; ne de anlayışımızda bir değişiklik meydana gelmiştir.
Değişen bir şey yok 1;
Okuyanlar, aşağıda anlatılanların,  bugün yaşanan PKK olayı ile ilgili bir benzerliği olup olmadığı değerlendirsinler.
Sırp İsyanları (1804 – 1817)
Napolyon ile Çar, Osmanlı topraklarını paylaşmak için anlaşmaya çalıştıkları sıralarda, Osmanlı İmparatorluğu, zamanla bünyesinde yer alan değişiklikler sebebiyle kendiliğinden parçalanmaya elverişli bir hal almıştı…
Sırbistan, Fatih Sultan Mehmet tarafından alındıktan sonra, Osmanlı İmparatorluğu’na bir eyalet olarak katılmıştı. Sırp toprakları sipahiler arasında, idare bakımından paylaşılmış, fakat Sırp köylüsü toprağın gerçek sahibi kalmıştı.
Köylü, sipahilere kanunnamelerle belirtilen bir toprak gelirinin dışında bir şey vermiyordu. Bundan başka Sırplara din ve dil hürriyetiyle kendi kendilerini, geleneklerine göre, idare etmek imtiyazları da verilmişti.
Ziraatçı bir halk olarak Sırpların Osmanlı İmparatorluğunda tâbi oldukları bu rejim, Avrupa’nın henüz derebeylik hayatından kurtulamamış olduğu bir devirde, çok âdil ve ileri idi.
Sırplar, Türk idaresinden memnundular ve 18 inci yüzyılın ikinci yarısına kadar Osmanlı devletine önemli denebilecek bir gaile açmadılar.
Fakat bu tarihten itibaren Sırpların Osmanlı devletine karşı durumlarında bir değişiklik baş gösterdi. Rusya ve Avusturya ile yapılan harplerde Sırp toprakları çok kere harp alanı oldu.
Avusturya ve Rusya ajanları Sırplar arasında milliyetçilik ve istiklâl fikriyle duygularını uyandırmaya çalıştılar. Bazı Sırplar, Avusturya ve Rusya ordularında askerlik yapmaya bile başladılar.
Osmanlı İmparatorluğu’nun genel durumu Sırplar arasında yapılan propagandaları önlemeye elverişli gibi değildi. Hükümet merkezi olan İstanbul’da bile doğru dürüst asayiş ve âdil bir idare sağlanamıyordu. Sırbistan, İstanbul’dan çok uzakta bulunuyordu.
Devletin oradaki otoritesi Rumeli’nin güveni ile sıkı sıkıya ilgili idi. Halbuki Rumeli, ayanların ve dağlı eşkıyanın tahakkümü altında bunalıyordu.
Türk ve İslâm olan bu ayanlarla eşkıyaların pâdişâha karşı başkaldırmaları durumlarından memnun olmıyan Sırpların ayaklanması için bir örnek oldu.
Sırbistan’da kanunnamelerle kurulmuş olan âdil rejim zamanla bozulmuştu.Sırplar, kalelerde oturan yeniçeri dayılarının keyfî muamelelerine maruz kalmaya başlamışlardı. Belgrat paşalığına bazan değerli valilerin gönderilmesi, yeniçeri dayılarının reayaya kötü muamelelerine karşı bir fren olabiliyordu.
Nitekim Hacı Mustafa Paşa (1794-1801), reayayı koruyucu muamelesinden dolayı, Sırplar arasında baba diye anılmakta idi. 1801’de yeniçeriler Hacı Mustafa ile kavga çıkararak onu öldürdüler.
Bundan sonra Pazvantoğlu’ndan kendilerine katılan bozguncu kimselerle Sırbistan’da bir terör rejimi yarattılar.
Bu rejim Sırp isyanının yakın sebebini teşkil etti. (1)
Yeniçerilerin Sırbistan’da çıkardıkları olaylardan şikâyet için bir Sırp heyeti İstanbul’a gelerek padişahın müdahalesi için yalvardı. Pâdişâh, Sırbistan’da durumun yatıştırılması için gereken emirleri verdi.
Fakat Sırbistan’daki yeniçeri dayıları Sırpların padişaha şikâyetlerinden öfkelenerek, Knez adı verilen bellibaşlı Sırp kodamanlarından birkaçını öldürdüler ( 4 Şubat 1804 ).
Bu olay üzerine Sırplar, yeniçerilere karşı silâhlı mukavemete koyuldular. Sırp isyanı artık başlamıştı.
Sırp isyanının gelişmesi
Sırp âsileri Kara Yorgi adında bir Knezi başkan seçtiler. Kara Yorgi, iri yarı boylu bir domuz tüccarı idi. Bir vakitler dağa çıkmış, eşkıyalık yapmış, daha sonra Avusturya ordusunda hizmet görmüştü.
Kara Yorgi, kendiliğinden başlamış olan savunma hareketlerini sistemleştirdi.
Yeniçerilere karşı Balkanların klâsik muharebe usulü olan gerillâ’yı kabul etti.
Sırp çeteleri dağlara, ormanlara sığındılar. Yolları, hanları ve küçük kaleleri basarak yeniçerileri amansız bir mücadeleye mecbur ettiler.
Kara Yorgi, mücadeleye atılmak için, mütereddit bulunan Sırp köylüsünü sürüklemek ve islâmlar arasında ikilik çıkarmak için, yapılan harbin padişaha karşı yapılmış olmadığını, bilâkis kendisinin padişah tarafından yeniçerileri mahvetmeye ödevlendirilmiş sadık bir kul olduğunu ilân etti.
Bu taktik, yeniçeri düşmanı bazı Müslümanların da kendisine yardımlarım sağladı. Belgrad’ın muhasarasında Bosna valisi Bekir Paşa’dan bile yardım gördüler. Yeniçerilerin ezilmesinden ve Belgrad’ın ellerinden alınmasından sonra Sırp gerillâ’sının son bulması lâzım geliyordu.
Halbuki Sırp âsileri dağılmak İçin şu şartları ileri sürdüler:
Belgrat muhafızı paşanın maiyetinde Sırp milleti tarafından bir vekil bulunacak ve kalenin müdafaasına 1500 Sırp iştirak ettirilecek. Bundan başka, genel af ilân edilecek, eski vergiler istenmeyecek, yeniçerilerin cezalandırılması için yapılmış olan savaşta harcanmış olan para, padişah tarafından ödenecek, kiliselerin tamirine, çan çalınmasına ve mabetlerde haç takılmasına müsaade edilecek,
Sırp âsileri bu şartları, Macaristan’daki Sırp büyük papaslarının tavsiyesi üzerine yapmışlardı. Bu papaslar, muhtar ve hattâ bağımsız bir Sırp devleti için çalışmak sırasının geldiğine inanıyorlar ve bu maksadı sağlamak için de Sırp isyanının idaresine bile karışıyorlardı.
Osmanlı Hükümeti, Sırpların bu şartlarını kabul etmedi.
Bunun üzerine Kara Yorgi ile Sırp Millet Meclisini (Skupçina) Topladı Skupçina, Kara Yorgi’yi baş Knez seçerek Sırbistan’ın istiklâlini sağlayıncaya kadar Osmanlı İmparatorluğu ile savaşmaya karar verdi.” (2)
Bugün yaşananlardan; Köy yakmalar, cezaevlerinde işkenceler, faili meçhuller, Kürt işadamlarının öldürülmesiyle bir benzerlik var mıdır?
Örneğin, Diyarbakır Emniyet Müdürü Gaffar Okan’ın şehit edilmesi veya Org. Eşref Bitlis (doğru ise) suikastı veya  (Doğru ise) Turgut Özal’ın vefatı ile…
**
Değişen hiçbir şey yok, 2;
“Güçlü Ordu, Güçlü Türkiye!” Veya “Güçlü Türkiye güçlü Ordu” gerçeği…
“Osmanlı İmparatorluğu, Kanunî Sultan Süleyman’ın son yıllarından itibaren çökme devrine girmişti. Kanuni’den sonra gelen hükümdar ve sadrazamlardan bir kısmı, imparatorluğu çökmeden kurtarmak için gayret sarfettiler.
Genç Osman (1622), Murad IV. (1631 -1640) ve Köprülü ailesinden gelen vezirler, yaptıkları ıslahat ile imparatorluğa eski kuvvetini vermek istediler. Genç Osman’dan maadası -başkası- bu işte muvaffak oldular; fakat yapılan ıslahatta Osmanlı İmparatorluğu’nu müesseseleri ve dünya görüşü ile geride bırakmağa başlamış olan Batı medeniyetinin tesiri yoktu. Islahat yapanların bir tek gayesi vardı :
-Bozulan düzeni kuvvete dayanarak tekrar kurmak, Bu bakımdan XVII nci yüzyılın ıslahat çalışmaları disiplinsel karakter taşır.
Bu çalışmalar, ıslahata girişenlerin gösterdikleri şiddet derecesinde muvaffak olmuş ve onların mukadderine bağlı kalmıştır. Nitekim ıslahatçılar öldükten sonra imparatorluk tekrar ıslaha gerekli duruma düşmüştür.
Aradan birkaç asır geçer, biz hala (askeri) manada güçlenmekle sorunlarımızı çözeceğimizi düşünürüz.“Güçlü Ordu Güçlü Türkiye”
Yapılması gereken nedir? Önce üreten fabrikaların sağladığı gelir ve neticesinde güçlü bir ekonomi.
Sonra kazanılanlarla kurulacak modern donanımlı bir ordu.
Rusya’da “Büyük ordu!” sevdası uğruna parçalanmıştır, Aynen Osmanlı İmparatorluğu gibi.
**
Değişen bir şey yok, 3 ;
Halkta değişmemiştir, karakteri de…
-“Eflâk ve Buğdan’ın Ruslar tarafından istilâsı, İstanbul’da büyük bir heyecan uyandırdı.
Rus istilâsını izah etmek gerçekten güçtü. İngiliz elçisi bile bu olay karşısında memnuniyetsizliğini göstermekten çekinmedi. Bununla beraber elçi, hükümetinin görüşüne ortak çıktı.
İngiltere Osmanlı İmparatorluğunun Fransa ile münasebetlerini kesmesini, Türk donanmasını ve Çanakkale istihkâmlarını kendisine teslimini Eflâk ve Buğdan’ın da Rusya’ya bırakılmasını istiyordu.
Osmanlı devleti, yeni bir harbe sürüklenmek hususunda duyduğu endişe ve korkuya rağmen, Rusya’nın barışı bozmasını harp sebebi saydıktan başka, İngiltere’nin de teklif ve tehditlerine kulak asmadı.
Bunun üzerine İngiliz elçisi İstanbul’u terk ederek, Bozcaada önlerinde bekliyen İngiliz filosuna gitti (27 Ocak 1807).
İngiliz donanmasının İstanbul’u korkutma teşebbüsü (Şubat 1807)
İngiliz elçisinin İstanbul’u terkinden sonra İngiliz donanmasının başkent üzerine yürümesi muhakkak sayılıyordu.
Selim III., Boğazların günün birinde saldırıya uğrayacağını önceden düşünmüş olduğundan, Osmanlı ordusunda hizmet gören büyük rütbeli bir Fransız subayını Boğaz savunmasını incelemiye memur etmişti. Bu subay, raporunda, Çanakkale’de kuvvetli kale ve istihkâmlar bulunmaması sebebiyle uygun rüzgârdan faydalanan bir düşman filosunun Boğazı kolaylıkla geçebileceğini ileri sürmüştü.
Böyle bir geçişi önlemek için tavsiye ettiği tedbirler de çok sayıda modern top tabiye etmek ve Nâra gerisinde 12 gemiden kurulan bir filoyu Boğazın savunmasına memur etmekti.
Padişah bu tedbirleri divanının tasvibinden geçirdikten sonra Kaptan paşa ile Feyzullah adında birini tedbirleri yürütmeğe memur etti. Bu adamlar, istenileni yapacak yerde işi salladılar.
-“İngilizlerin Boğaza taarruz için ne arzu ve ne de cesaretleri var…“  Bu böyle olduktan sonra tahkimat yapmak padişah efendimizin parasını boş yere harcamak olur” dediler.
Bu düşünce İngilizlere çok yaradı. İngiliz donanması. Şubat başlarında Boğazın önünde toplanmaya başlamıştı. Donanma 8 saff-ı Harp gemisi, 2 fregat, 2 korvet ve 2 kalyondan kurulmuştu…
Bu donanmanın Boğaz önüne yanaşması bile Kaptan paşa ile Feyzullah Efendi’de hiçbir telâş ve endişe uyandırmadı. 19 Şubat 1807’de uygun rüzgâr çıkınca, İngilizler yelken açtılar. Kaptan paşa hâlâ İngiliz filosunun manevra yapmakta olduğunu sanacak kadar saflık gösteriyordu.
Donanma rotasını İstanbul istikametine çevirince korkunç gerçek anlaşıldı. Fakat artık iş işten geçmiş bulunuyordu. Bayram olduğu için asker dağılmış bir halde idi. Toplar başında işe yarar er ve subay yoktu.
Gelişigüzel tanzim edilen bir ateş İngilizlere hiçbir zarar vermedi. Nâra gerisinde evvelce bulundurulması tavsiye edilmiş olan 12 harp gemisi yerinde ancak birkaç gemi bulunuyordu. Bunlardan biri vaktinde kaçıp İstanbul’a İngilizlerin Boğazı geçtikleri kara haberini getirdi.
Bu haber başkentte misilsiz bir heyecan ve korku uyandırdı…
Başkent halkı da İstanbul önlerine gelecek bir düşman donanmasının dehşetini nispetsiz derecede büyütüyordu…
Böyle bir psikoloji ile toplanan divan üyeleri, durumu inceledikten sonra, İstanbul’u ve kendilerini kurtarmak için İngilizlerin evvelce ileri sürmüş oldukları şartlan kabul etmeğe karar verdiler. Bu karar, Fransız elçisi Sebastiyani’ye de bildirildi.
Elçinin İstanbul’dan çıkıp gitmesi lâzım geliyordu. Çünkü Fransa ile münasebetlerin kesilmesi, İngilizlerin tekliflerinden biri idi.
Sebastiyani, ilk anlarda büyük şaşkınlık geçirdi. Fakat neticede asker psikolojisi ile kendisine hâkim oldu. Osmanlı devlet adamlarına korkularının yersiz olduğunu göstermeğe çalıştı.
Bir kara ordusu ile desteklenmiyen bir düşman filosunun İstanbul’a bir şey yapamayacağını anlatmağa başladı.
Bu sıralarda İngiliz donanması da İstanbul önlerine gelmiş Ve İngilizlerle görüşmelere başlanmıştı. Halkın ilk günlerdeki korku ve heyecanı yerine, azimle karşı koyma duygusu uyanmıştı. Asker ocakları da halkın bu duygusunu pay ediyordu
Halk ve ocaklar, hükümetten emir beklemeden, silahlanmağa ve tahkimat yapmağa koyuldular. Öyle bir an geldi ki, askerlerden başka şehirde her cins ve mezhepten halk, çoluk, çocuk, kadın, erkek savunma tertipleri için olağanüstü gayret sarfetmeye başladılar.
Halkın bu yüce ayaklanması ile Babıâli’nin korku ve karasızlığı büyük bir tezat teşkil etmekteydi.
Hükümetin İngiliz isteklerine boyun eğmesi halk ve askerin hiddetini hükümet ve saraya karşı çevirebilir ve bir isyana sebep olabilirdi.
Bu düşüncenin şevkiyle divan İngiliz isteklerini kabule karar vermişken, bu karardan vazgeçerek başkentin savunması yolunda halka ve askerin çalışmalarına katıldı.
Bundan sonra savunma hazırlıkları görülmemiş bir hızla gelişti. İngilizler, Babıâli’nin görüşmeleri sürüncemede bırakmasından ve şehrin savunma haline konulmasından endişeye düşerek isteklerinin kabulü için yeni bir ültimatom verdiler.
Babıâlî –hükümet- müphem bir cevap verdi. İngiliz amirali için İstanbul’a saldırmak ile geriye dönmek hususunda süratli bir karar vermek zamanı gelmişti.
Çünkü şehir savunacak bir duruma konmuştu. Kaldı ki, Çanakkale Boğazı da tahkim edilmekte idi. İngilizler için selâmet, son süratle geldikleri yoldan dönmekte idi.
2 Martta İngiliz filosu Çanakkale Boğazını bazı kayıplar pahasına geçerek Akdeniz’e açıldı. (3)
Aradan 70 Yıl geçer… ( Yıl 1877 )
Nene Hatunlar… (93 Harbi olarak anılan 1877 – 1878 Osmanlı – Rus Savaşı)
“7 Kasım 1877 gününün gece yarısında, bölge halkından olan Osmanlı vatandaşı Ermeni çeteleri Erzurum’un Aziziye Tabyası’na girmeyi başarmışlardı. Tabyayı koruyan Türk askerlerini öldürdüler
Arkadan gelen Rus askerleri, hiçbir mukavemetle karşılaşmaksızın tabyayı ele geçirdiler. Baskından yaralı olarak kurtulmayı başaran bir er, şehir merkezine ulaşıp kara haberi Erzurum’lulara ulaştırdı.
Sabah ezanından hemen sonra minârelerden şehir halkına duyuru yapıldı.
-“Moskof askeri Aziziye Tabyası’nı ele geçirdi.”
Bu haber, Erzurum halkı tarafından, vatan savunması için emir telakki edildi. Silâhı olan silâhını, olmayanlar; balta, tırpan, kazma, kürek, sopa ve taşları ellerine alarak Tabya’ya doğru koşmaya başladı.
Kadın – erkek tüm Erzurum halkı yollara dökülmüştü. Koşanlar arasında, erkeği cephede çarpışan bir tâze gelin de vardı. Ağabeyi bir gün önce cepheden yaralı olarak gelmiş ve kollarında can vermişti .
Üç aylık bebeğini emzirmiş,
“Seni bana Allah verdi. Ben de O’na emânet ediyorum.”
Diyerek vedâlaştıktan sonra birkaç saat önce ölen ağabeyinin kasaturasını alarak sokağa fırlamıştı.
Erzurumlular, ölüme gittiklerini bildikleri halde, Aziziye Tabyası’na doğru koşuyordu. Tabyaya yerleşmiş olan Rus askerleri, gelenlere yaylım ateşi açtı.
Ön sıradakiler o anda şehit oldular. Arkadakiler, geri çekilmek yerine daha bir kararlı ve hızlı olarak ileri atıldılar.
Demir kapılar kırılıp içeri girildi. Boğaz boğaza bir savaş başladı. Mükemmel silâhlarla donanmış Moskof ordusu, baltalı – tırpanlı, taşlı – sopalı eğitimsiz halk karşısında ancak yarım saat tutunabildi.
2300 Moskof öldürülüp, Tabya geri alındı. Türkler, 1000 kadar şehit vermişlerdi…” (4)
Aradan bir 44 Yıl daha geçer ( Yıl 1921 ),
Şerife Bacılar…
“Kurtuluş Savaşı sırasında, cephaneler gizlice Karadeniz sahillerine, özellikle Kastamonu, İnebolu sahillerine ulaştırılmakta, oradan kağnılarla içerdeki cephelere taşınmaktadır…
1921 yılının Aralık ayında, İnebolu’dan kağnısına cephane yükleyen Şerife Bacı, Kastamonu şehrinin kapısına kadar kağnıyı getirir ve orada kağnının üzerine kollarını açmış halde, donmuş bir şekilde bulunur…
Şerife Bacı’nın, cephanenin üzerine örttüğü yorgan kaldırılınca, askerlerin dehşet bir manzarayla karşılaşır…
“Kağnıda, otlara sarılı top gülleleri arasında, çaputtan kundağa sarılmış bir bebek ağlamaktadır.”(5)
**
Ve…
İngilizlerin Osmanlıyı korkutmasının üzerinden yaklaşık 112 yıl geçmiştir.
Halkımız bir kez daha ateşle imtihan edilecektir…
Bu konuda Mustafa Kemal Paşa’nında bir tespiti vardır…
İngilizler bir kez daha ülkemizdedir, ancak bu kez korkutmak için değil işgalci olarak!
“Sivas’ta bir grup öğretim üyesi, 40 kadar “İrade-i Milliye” nüshasını Latin harflerine çevirerek Sivas Belediyesinin de destekleriyle ve orijinaliyle birlikte 2007 yılında yayınlarlar…
Sivas Vilayet matbaasında 1919 yılında basılmaya başlanan “İrade-i Milliye” gazetesi, 4 Eylül 1919 yılında Sivas Kongresi’nde alınan kararla çıkarılan ilk gazetedir.
İlk sayıda, gazetenin yayınlanmasından 10 gün önce toplanan Sivas Kongresi’nde Mustafa Kemal Paşa’nın Kongreyi açış nutku ile Padişah’a, Sadrazam’a ve İtilaf devletlerine çekilen ariza ve muhtıralar yer almaktadır.
Mustafa Kemal Paşa, Samsun’a çıktıktan bir ay kadar sonra şu gerçeği itiraf ediyor:
-”İstanbul’da iken milletin bu kadar kuvvetli ve az vakitte felaketlerden bu derece müteyakkız (uyanmış) olduğunu tahayyül edemezdim… Millet baştan aşağı uyanık olup istiklal-i millet ve devleti ve hukuk-i âliye-i saltanat ve hilafeti teyid için kavi bir azim ve iman ile mücehhez bulunuyor.”
Özetle; Yani uyanmış olan millet, milletin ve devletin bağımsızlığı ile saltanat ve hilafetin yüce haklarını desteklemek için sağlam bir kararlılık ve imanla donanmış durumda. (6)
Artık sıradan bir vatandaş gözü ile amatör Osmanlı İmparatorluğu tarihine başlayabiliriz…
-Osmanlı Beyliğini, Devletini Osman Bey kurmadı!
-“Aaa… Ne kadar ilginç! “
Resim;dunyabulteni.netPaylaş
Kaynaklar;
(1) Ord. Prof. Enver Ziya Karal, Osmanlı Tarihî v. cilt. Nizam-ı Cedid ve Tanzimat devirleri (1789-1856) Sahife,104-1
(2) a.g.e.  Sahife.104-4
(3) a.g.e; Sahife, 54
(4) http://www.nenehatun.k12.tr
(5) http://www.posta.com.tr
(6) Irâde-i Milliye gazetesi, Heyet-i Temsiliye’nin Sivas’ta çalışmalarının sürdürdügü 8 Eylül 1919-13 Aralık 1919 tarihleri arasında 16 sayı yayınlanmıştır. Ankara’da, Heyet-i Temsiliye yayın organı Hâkimiyeti Milliye (10 Ocak 1920) tarihinde yayın hayatına katılmıştır. Bu iki zaman dilimi arasında İrade-i Milliye dört sayı daha yayınlanmştır. Hâkimiyet-i Milliye’nin yayınlanmasından iki gün sonra (12 Ocak 1920) Irâde-i Milliye’nin 20. sayısı neşredilmiştir. Milli Mücadele’nin yeni yayın organı, Hâkimiyet-i Milliye gazetesinin (10 Ocak 1920) tarihinde yayınlanmasına kadar geçen zaman zarfında Irâde-i Milliye gazetesinin ulusal kimliğini muhafaza etmiştir.” Dr. Fatih M. DERViŞOGLU

Vatandaşın Osmanlı Tarihi; Türk dostu İngiliz David Urquhart’a bir vefa borcumuz var (3)


Okuyunca, siz karar verirsiniz; "Urquhart gerçek bir dost.....
Bu bölümle kuruluştan başlayacaktık. Ancak, gazeteci-yazar ve diplomatUrquhart hakkında elimize geniş bir açıklama geçince, önce onu  anmanın bir vefa borcu olduğunu düşündük. Ve işte Türk dostu Urquhart…
“Urquhart, 1805 yılında İngiltere’nin Cromraty şehrinde dünyaya geldi. Babasının ölümü üzerine annesi tarafından İsviçre’ye götürüldü. Cenevre’de Fransız askeri okulunda okudu. İngiltere’ye dönünce Wolwich tophanesinde silah tekniği öğrendi.
Oxford Üniversitesinden dersler de alan Urquhart, 1827 yılında Yunan bağımsızlık savaşına katıldı. Londra’ya dönünce gösterdiği başarılardan dolayı kutlanmak üzere İngiltere Kralı IV. William tarafından kabul edildi.
1831’de İstanbul’a elçi olarak tayin edilen Sir Stratfor Canning ile birlikte elçilik görevlisi olarak İstanbul’a gönderildi. Bir yıl sonra Londra’ya geri dönen Urquhart, 1833 yılında Doğu ülkelerinde, İngiltere için ticarî imkânlar araştırmak üzere seyahate çıktı.
Bütün Osmanlı ülkesini ve diğer Doğu ülkelerini dolaşan Urquhart bu seyahatin sonunda, Osmanlı Devleti’nin ekonomik potansiyelini ortaya koyan Turkey and it’s Resources (London 1833) isimli eserini yayınladı.
Urquhart, Yunan bağımsızlık hareketi dolayısıyla tanımaya başladığı Türkleri, elçilikteki görevi ve seyahatleri esnasında çok daha yakından tanıma fırsatı bulmuştur.
Türklerin İslâm potasında oluşturdukları medeniyete hayran kalan Urquhart, bu arada İslamiyet’e de iyice merak sarmış ve en ince detaylarına kadar öğrenmiştir.
Bunun sonucudur ki daha 1833 yılında yazdığı “İslam As a Political System” başlıklı ve bir kitap hacmindeki makalesinde, Hıristiyanlığın sosyal hayattaki tesiri ile İslâm’ın bu fonksiyonunun kıyas bile kabul etmiyeceğini vurguluyordu.
Sözkonusu makalede yazar Hristiyanlığın sadece ruhanî olduğunu dünya işleri ile ilgisi bulunmadığını, fakat İslamiyet’in hem ruhanî hem cismânî olduğunu, âhiret hayatı ile beraber aynı zamanda insanların dünyevî hayatını da her kademede düzenleyen bir siyasî sisteme sahip olduğunu ortaya koyar. (1)
1834’te İstanbul’a gelen Urquhart, Mısır yönetimi ile başı dertte olan Osmanlı yönetimine, İngiliz ve Fransız yöneticilerinin muhalefetine rağmen, bu konuda destek verdi.
Bunun üzerine İngiltere Dışişleri Bakanı Lord Palmerston, bu sırada İstanbul İngiliz Elçisi olan Lord Ponsonby vasıtasıyla Urquhart’ı Babıâli’ye sınırdışı ettirdi.
Londra’ya gelince England, France, Russia and Turkey (London, 1835) isimli kitabını yayınladı.
Bu kitapta yazar, o günkü dünyada güç dengesini değerlendirmekle beraber, İngiliz idarecilerinin gafleti yüzünden Rusya’nın Osmanlı Devleti’ne, dolayısıyla Avrupa’ya hükmedeceğine işaret etti. Urquhart bu tarihten ölünceye kadar Rus tehlikesini bir fikr-i sabit olarak benimsedi.
Diplomat olarak özellikle Dışişleri Bakanı Lord Palmerston’a söz geçiremeyeceğini anlayınca, 1835 yılında kurduğu Portfolio isimli haftalık gazetede dış politika yazıları ile kamuoyunda iyice dikkat çekti. 1836 yılında bir kez daha İstanbul Elçiliği Genel Sekreterliğine tayin edilince Portfolio kapandı.
Ancak 1843 yılında tekrar çıktı ve 1845 yılına kadar devam etti. Portfolio’da,Urquhart özellikle 1838 İngiliz-Türk Ticaret Antlaşması ile ilgili olarak Lord Palmerston’u hedef alan, onu Rusların ekmeğine yağ sürmekle suçlayan bir yığın yazı yazdı.
1837’de Elçilik Genel Sekreterliği’nden ayrılıp Londra’ya iki ciltlik The Spirit  of The East isimli eserini yayınladı.
Bu eser o güne kadar Müslüman Doğu ve özellikle Türkler ile ilgili yazılıp çizilenlerden çok değişikti.
Yazar, Osmanlı Türkleri arasında, ruh ve fazilet planında yaşanan bir hayattan, dürüstlükten, müsamahadan, âdil idareden, misafirperverlikten, kadına olan saygıdan ve bütün bunlarla ilgili Batıdaki imajın yanlışlığından sözediyordu.
Onun bu eseri özellikle Avrupa’da yankılar uyandırmıştır”.
1847 yılında parlamentoya milletvekili olarak girdi. 1852 yılına kadar milletvekilliği süresince Türklerin menfaatlerini savundu ve bu dönemde de Lord Palmerston’un peşini bırakmadı.
Urquhart 1850 yılında yayınladığı Pillars of Hercules isimli kitabında büyük bir bölümü “Turkish Bath” (Türk Hamamı)na ayırdı. Avrupalıların temiz olmadıklarını itiraf eden yazar, ayrıca onların Türkler gibi temizlikle ilgili müesseselerden de mahrum olduğunu savundu.
Bu kitap Avrupa’da, özellikle İngiltere’de Turkish Bath Movement (Türk Hamamı Kampanyası) isimli bir kampanyanın başlamasına sebep oldu. Bu kampanyaya her kesimden insan katıldı.
Başta Londra olmak üzere İngiltere’nin birçok şehrinde Türk Hamamları inşa edildi.
Birçok belediye başkanı Sultan Abdülaziz’e mektuplar yazarak hamam inşası konusunda uzman istediler. Turkish Bath 1856 . yılında Londra’da müstakil kitap olarak basıldı. Bu kitaptan yola çıkan tıp doktoru Sir John Fife çok daha genişlettiği ve Türk Hamamının tıbbî bir tahlilini yaptığı Manual of The Turkish Bath isimli eserini yayınladı (London, 1865).
Sultan Abdulaziz 1867 yılında Londra’yı ziyaret ettiği zaman Urquhart Londra’da yaptırdığı büyük Türk hamamını, İtalya Sefiri Rüstem Bey vasıtasıyla Sultanın maiyetinin gusulü için tahsis etiğini bildirmiştir.
Rüstem Bey’e yazdığı mektupta temizlikten, taharetten nasibi olmayan Frengistan halkına temizliği öğretmek için böyle bir teşebbüste bulunduğunu, Padişahın maiyetindekilerin ilgi göstermesi halinde yerli halkın temizlik konusunda uyarılmış olacağını bildirir. (2)
Urquhart, Kırım Savaşından sonra Avrupalı devletlerin Osmanlı Sultanı’na yayınlattıkları Islahat Fermanı’nın haksızca bir baskının sonucu ortaya çıktığını ve bu fermanın Hıristiyanları Müslümanlardan daha ayrıcalıklı hâle getirdiğini iddia etti.
1855 yılında Foreign Affairs Committees (Dış İşleri Komitesi) isimli bir cemiyet kurdu. Bu cemiyetin başlıca gayesi, Avrupa’nın elbirliği ile reform, ıslahat gibi bahanelerle düzenini bozduğu Osmanlı Devleti’nin milletlerarası alanda haklarını savunma ve Rusya’nın bu devlet üzerindeki emelleri konusunda resmi makamları uyarmaktı.
Free Press bu cemiyetin yayın organı olarak 1855 yılında yayınlanmağa başladı. Free Press, “Turkish Bath Movement”i bizzat koordine etti ve gelişmelere sütunlarında yer verdi.
Foreign Affairs Committee’lerin sayısı ; 1876 yılında 21’e ulaştı. Îskoçya’dan Brighton’a kadar ülkeyi bir baştan bir başa saran bu cemiyetlerin üstadı, fikir babası Urquhart’tı.
Adı geçen cemiyetler bütün yayınlarında, bildirilerine “Üstadımız Mr. Urquhart bize öğretti ki”gibi ifadelere sıkça yer vermişlerdir.
Free Press, 1866 yılından itibaren The Diplomatic Review ismiyle yine sözkonusu cemiyetlerin yayın organı olarak çıkmaya başladı.
Diplomatic Review da Free Press  gibi Türkleri, Avrupalılara fazilet timsali bir millet olarak takdim etti. Bu iki gazetede yayınlanan yazıların çoğunluğu ve ağırlığı Urquhart’a aittir.
Urquhart, Batılıların Osmanlı ülkesinde yaptırmaya çalıştığı reformlar dış borçlar, Rus tehlikesi gibi konularda Sultan Abdülaziz, Fuat Paşa ve diğer Osmanlı yöneticilerine yazdığı mektupları aynı zamanda Diplomatic Review’de yayınladı.
Özellikle Osmanlıların Avrupalılardan aldığı dış borçları, onların batıracağını, dış borç alınmasına son verilmesi, mevcut borçların faizlerinin silinmesi için çalışmaları gerektiğine dair Newcastle Foreign Affairs Committee’nin başkanı Mr. Crawshay’a yazdığı İki uzun mektup hem Diplomatic Review’da  yayınlanmış hem de Ali Suavi tarafından Türkçe’ye tercüme edilerek 1875’de Paris’te kitapçık olarak basılmıştır.” (3)
David Urquhart, Mustafa Fazıl Paşa’nın Sultan Abdülaziz’e 1867 yılında Avrupa’dan gönderdiği mektuba sert tepki göstermiştir. Onun mektupta en çok tepki gösterdiği husus ise Sultan’a Paşa tarafından teklif edilen laikliktir. (4)
Avrupa’daki Yeni Osmanlılardan Ali Suavi ile 1867-1876 yılları arasında, Suavi’nin yurda dönüşüne kadar irtibatlı olan Urquhart, onu fazlasıyla etkilemiştir.
1866 yılında başlayan Girit İsyanı esnasında Fuad Paşa’ya yazdığı mektupta Hz. Peygamber’in
-“Ne zulmediniz, ne de kendinize zulmettiriniz
mealindeki Hadis-i Şerifi ile söze başlar ve Osmanlı yönetiminin isyancılara ve kışkırtıcı olan yabancılara karşı takındığı yumuşak tavrı tenkit eder. (5)
1875 yılında Bulgaristan İsyanı ve ardından Hersek’te çıkan İsyanlar üzerine –Urquhart, Montrö’de rahatsız olmasına rağmen-  hanımı ile beraber, Osmanlı Devleti’ni, yazdıkları yazılarla müdafaa ettiler.
O, gerek eserlerinde, gerekse gazetelerdeki makalelerinde Osmanlı Ülkesinde ezilen sınıfın Hıristiyanlar değil, Müslümanlar olduğunu savunuyordu.
Dolayısıyla Şark meselesi nin (*) Rusya tarafından ortaya atılmış sun’î bir iddia olduğunu ve ancak Rusya’nın emellerine hizmet ettiğinde ısrar ediyordu.
Sultan’a yazdığı mektuplarda, Osmanlı için tek çözümün bütün dış müdahaleleri red ederek kendisine güvenmek ve şer’î yönetimden ayrılmamak olduğunu ifade ediyordu.
Hatta 1876’da Butler Johnstone vasıtasıyla Sultan’a ulaştırılmak üzere 21 Foreign Affairs Committee başkanının imzaladığı bir mektupta Sultan’a “Sizin selametiniz, ancak size Kur’ân-ı Kerîm’le indirilen hükümlere tam olarak bağlı kalmanızdadır.”(6) deniyordu.
Onun bu görüşlerini, Foreign Affairs Committees mensupları, 1867 yılında Sultan Abdülaziz’in Londra ziyareti esnasında Buckingham Palace’de Sultan’a verdikleri bir brifingde de arz etmişlerdir. Sultan’a yapılan hitabe daha sonra Diplomatic Review’da. Karşılıklı sütunların birinde Fransızca, birinde ise Osmanlıca olmak üzere yayınlanmıştır. (7)
Urquhart, rahatsızlığından dolayı 1864’yılından itibaren İsviçre’de Montrö’de oturmuştur. İngiltere’ye ancak zaman zaman gelip gitmiştir. 1876 yılının sonunda rahatsızlığı iyice artmış.  1877’de Napoli’de vefat etmiştir.
Cenazesi Montrö’de toprağa verilmiştir. Vefatı üzerine o sırada Galatasaray’daki Mekteb-i Sultani (bugünkü Galatasaray Lisesi)’nin müdürü olan Ali Suavi, Basiret gazetesine yazdığı bir yazıda, bir yandan onun faziletlerini ve Osmanlıya karşı olan hayranlığını dile getirmiş, bir yandan da gayet hissi bir üslûpla vefatından dolayı elemini, ızdırabını dile getirmiştir.
Suavi ayrıca Montrö’deki Bayan Urquhart’a bir baş sağlığı telgrafı çekerek Sultan Abdulhamid’in başsağlığı dileklerini ve sempatisini bildirmiştir. (8)
Urquhart, İngiliz tarihinde “The most Prominen Turcophil of his day” (Döneminin en meşhur Türk dostu) olarak yerini almıştır. (9)
Ardından bir yığın kitap, binlerce makale ve mektup bırakarak vefat eden Urquhart’ın şahsi evraktan British Museum el yazmaları bölümü ile, Kuzey Londra’daki History of Medicine Museum’da bulunmaktadıtır.
Urquhart’ın Türkiye ile ilgili görüşleri, makaleleri dışında, aşağıda listesi verilen basılmış kitaplarında dile getirilmiştir:
Turkey and It’s Resources (Türkiye ve Kaynakları), London, 1833.
England. France, Russia and Turkey (İngiltere, Fransa, Rusya ve Türkiye), London, 1834.
The Spirit of The East (Doğu’nun Ruhu), London, 1838, 2 cilt
Pillars of Hercules (Herküllerin Sütunları), London, 1850.
The Mystery of Danube, (Tuna’nın Sırrı) London, 1851.
The Occupation of Crimea (Kırım’ın İşgali), London, 1854.
The Turkish Bath, (Türk Hamamı) London, 1856
The English-Turkish Treaty of 1838 (1838 Türk-İngiliz Ticaret Antlaşması), London, 1859.
The Military Strenght of Turkey (Türkiye’nin Askerî Gücü), London, 1868.
The Foreign Affairs Committee and The Sultan (Dış İşler Komiteleri ve Sultan), London, 1875.
Le Sultan et le Pasha D’Egypte, Paris 1839 (Sultan ve Mısır Hidivi).
Der Geist der Orients, Stuttgart, 1839 (The Spirit of The East’ın Almancası).
La Turguie Les Ressources, Paris, 1836 (Turkey and It’s Resources’in Fransızca tercümesi).
Urquhart’ın fikir babası olduğu Foreign Affair Committe’lerinin şu şubeleri vardı:
Bolton, Macclesfîeld, Manchester, Rambsbottom, Staleywdge, Stockport, Yorkshire, Keighley, Cononley, Dewsbury, New Roadside, Shipley, Birmingham, St. Pancras (Londra) Bingley, Bradford, Glasburn, Newcastle Upon Tyne, Sutton, South Shields, Chershire, Lancashire. (10)
Bu komitelerin mensupları arasında sıradan insanlar, işçiler olduğu gibi, Charles Wells gibi ünlü Türkologlar, H. Munro, Butler Johnstone gibi milletvekilleri veya G.B. Saint Clai, Amiral Selweyn gibi İngiliz Subaylar, Augustos Daly gibi yazarlar vardı.
**
Bitirmeden…
Urquhart’ın yaklaşık 135 (Yüzotuzbeş) yıl önceden yapmış olduğu tespit ve  uyarılarını tekrar edersek, onun ne kadar isabetli görüşleri ve ne kadar samimi bir Türk Dostu olduğu konusu daha iyi anlaşılacaktır;
-Yazar Hristiyanlığın sadece ruhanî olduğunu dünya işleri ile ilgisi bulunmadığını, fakat İslamiyet’in hem ruhanî hem cismânî olduğunu, âhiret hayatı ile beraber aynı zamanda insanların dünyevî hayatını da her kademede düzenleyen bir siyasî sisteme sahip olduğunu ortaya koyar.
-Yazar, o günkü dünyada güç dengesini değerlendirmekle beraber,İngiliz idarecilerinin gafleti yüzünden Rusya’nın Osmanlı Devleti’ne, dolayısıyla Avrupa’ya hükmedeceğine işaret etti(İkinci Dünya savaşından sonra Ruslar, Amerikalılar ile aralarında dünyayı paylaştığında, Almanya’nın yarısı ile Balkanlar kimim payına düşmüştür?
Urquhart özellikle 1838 İngiliz-Türk Ticaret Antlaşması ile ilgili olarak Lord Palmerston’u hedef alan, onu Rusların ekmeğine yağ sürmekle suçlayan bir yığın yazı yazdı. (Bu anlaşmalar ocağımıza incir ağacı dikmiştir!)
- Urquhart 1850 yılında yayınladığı Pillars of Hercules isimli kitabında büyük bir bölümü “Turkish Bath” (Türk Hamamı) na ayırdı. Avrupalıların temiz olmadıklarını itiraf eden yazar, ayrıca onların Türkler gibi temizlikle ilgili müesseselerden de mahrum olduğunu savundu. (Temizlik neyin yarısıdır? İman’ın değil mi?)
-Urquhart, Kırım Savaşından sonra Avrupalı devletlerin Osmanlı Sultanı’na yayınlattıkları Islahat Fermanı’nın haksızca bir baskının sonucu ortaya çıktığını ve bu fermanın Hıristiyanları Müslümanlardan daha ayrıcalıklı hâle getirdiğini iddia etti.  (Doğru değil midir?
-“Özellikle Osmanlıların Avrupalılardan aldığı dış borçları, onların batıracağını, dış borç alınmasına son verilmesi, mevcut borçların faizlerinin silinmesi için çalışmaları gerektiğine dair Newcastle Foreign Affairs Committee’nin başkanı Mr. Crawshay’a yazdığı İki uzun mektup…” (Sultan 2. Abdülhamid bu öğüdü tutacaktır, ancak onu da yerinde bırakmayacak, -Milliyetçi! – İttihatçılar tahtan indireceklerdir)
-David Urquhart, Mustafa Fazıl Paşa’nın Sultan Abdülaziz’e 1867 yılında Avrupa’dan gönderdiği mektuba sert tepki göstermiştir. Onun mektupta en çok tepki gösterdiği husus ise Sultan’a Paşa tarafından teklif edilen laikliktir. (Bu konuda meraklıları, Lozan’da yaşananları ve Hilafetin kaldırılması ile ilgili bilgilerini tazelemelidir.)
-Sultan’a yazdığı mektuplarda, Osmanlı için tek çözümün bütün dış müdahaleleri red ederek kendisine güvenmek ve şer’î yönetimden ayrılmamak olduğunu ifade ediyordu. (Bir Atasözümüz ne demektedir; Harmanı yel deliyi el döndürür!)
Devam edecek
(*) Şark meselesi;“Şark Meselesi, ilk kez Rusların kullandığı bir politik terimdir. “Viyana Kongresi, Napolyon Bonapart’ın altüst ettiği Avrupa haritasını düzene koymak için toplandığı sıralarda, Rus Çarı Aleksandr, kongre delegelerini Rum davasıyla ilgilendirmek istedi.Kongre, milliyetçilik düşmanı Metternich’in ve doğuda Rusya’nın genişlemesini daima endişe ile karşılamış olan İngiltere’nin tesiriyle, bu konu üzerinde görüşmeler yapılmasını reddetti. Buna rağmen, Rus delegeleri, resmî görüşmelerin dışında, kongre üyelerinin dikkat nazarını Osmanlı İmparatorluğu idaresinde yaşamakta olan Hristiyan halkın durumu üzerine çekmeye çalıştılar ve bu durum için Şark Meselesi terimini kullandılar.
Kaynak;
“OSMANLI YANLISI İNGİLİZ DIŞ İŞLER KOMİTELERİ”  Dr. Hüseyin Çelik
Ve yazarın alıntı kaynakları;
(1) The Free Press, Supplements (1833-1881), ş. 6-20.
(2) Le Mukhbir, 14 Septembre (Eylül) 1867, nr. 3, s. 3.
(3) Ali Suavi, Leîter. From Mr. David Urguhart to The Newcastle Committee the Subject of The Turkish Debt, (Translated in Turkish, 11 December 1875), Paris, 1875.
(4)The Diplomatic Review, April 3, 1867, s. 53-54.
(5)The Diplomatic Review, April 7,1869, s. 60-62.
(6) Puplic Record Office, F.0.78/2454.
(7) Diplomatic Review, 4th September, 186, s. 1-2.
(8) Basiret, nr. 2114, 23 Cemaziyelevvel 1294 (16 Mayıs 1877).
(9)The National Register Of Archives, n: 2657.
(10) The Diplomatic Review, January, 1877 s. 25.

Vatandaşın Osmanlı tarihi; Tarihe ışık tutacak iki mektupla başlıyoruz.-4-


Nazikeda Başkadınefendi; "Adıyla ve canıyla anılmayan bir millet şerefini kaybetmiştir, bu sebeple tarihini asla unutma. " demektedir.
Osmanlı, bir kültür, bir medeniyettir. Özünde; İnsana, Hakka, Halka hürmet vardır.
Onu kazımak, unutturmak için her yolu denediler. Bir gerçeği unuttular; Halkın hizmet edenine vefasını; Değirmenin iki taştan, muhabbetin iki baştan olduğunu…
Tarihe doğru şahitlik edecek iki mektupla başlıyoruz.
Bunlardan birisi, Son Padişah Vahideddin’in ilk eşi Nazikeda Başkadınefendi’ye (1866 – 1941) aittir.
Diğeri, Sultan Abdülaziz’in (1830-1876) Girit meselesinden dolayı Rus elçisine vermiş olduğu cevaptır.
Özellikle Kadınlarımızın ülke sevgisini öğrenmek isteyenler, yazının ikinci bölümünde anlatıları okumalıdır. Ki; Nazikeda Başkadınefendi’nin ruh dünyasını daha geniş bir pencereden değerlendirilebilsin.
Sultan Vahdettin 17 Kasım 1922 Cuma günü sürgün edilir. Artık eşi ve çocukları birlikte kalan ömrünü tamamlayacağı yer sürüldüğü  İtalya’daki San Remo şehridir…
“…En buhranlı günlerimizin (1922-1926) tam ortasında Nazikeda Başkadın bir gün efendimizle mülakat ederken Osmanlı halkına hitab edecek bir beyanname yazmayı düşünmüş ve bu beyannamenin başka bir kişinin adı altında neşredilmesinin mümkün olup olamayacağını sormuştu.
Zatı şahane de zevcesinin arzusunu kabul ederek yazısını hazırlamasını söylemişti. Bu mülakattan sonrada başkadın masasının başına oturarak yazıyı yazmaya başlamıştı. Nihayet tamamladıktan sonrada başkadın gururla beyannameyi efendimize takdim etmişti. Aynen şöyleydi:”

“Devletini fevkalade müdafaa eden ey yüce Osmanlı halkı,
Bayrağına ve geçmişine sahip çıktın ve adına layık bir şekilde toprağını düşmanının zulmünden kurtardın. Seninle gurur duyuyor ve şanınla bir kat daha şerefleniyorum.
Evlatlarım, adınız daima yüceltilsin.
Mazide yaptığınızla daima gururla anılacak ve hiçbir vakit unutulmayacaksınız.
Kanınız boşuna akmamıştır O aziz toprakların kaderini siz kanınız ve canınızla yazdınız.
Müsterih olun evlatlarım, sizin sayenizde evvelkinden daha kuvvetli parlayacak ve hiç batmayacaktır yıldızımız.
Dininizin size öğrettiği şefkati adla unutmayın, evlatlarınızda bu şefkatle büyüterek topraklarına sahip çıkmalarını gösterin.
Cihan senindi ey Osmanlı halkı,
Fahr-i kainat aleyh-i efdal-üs salavat ve efdal-ül tabiyat Efendimizin sana bahşettiği bu cennet vatanın kıymetini bil ve onu kendi namusunla müdafaa et.
Adıyla ve canıyla anılmayan bir millet şerefini kaybetmiştir, bu sebeple tarihini asla unutma.
Asla ecdadının sana miras bıraktığı bu topraklara hainler gibi ihanet etme. Biz ona yüz yılların emeğini verdik, namımızla bütün cihan çalkalandı ve huzura kavuştu.
Bunu asla unutma. Bizden sonra da bu nama leke sürdürme. Ona sahip çık.
Biz seni şerefimizle şereflendirdik ve cihan imparatoru yaptık.
Geçmişinde ki Sultan Fatihleri, Yavuz Selimleri ve Süleymanları asla zihninden silme. Ebedi zihninde baki kalacak bu isimlerin kıymetini ve değerini bil.
Zira ancak onlar sayesinde bugün ayaktasın. Sana miras bıraktığımız devletimizin istikbalini bütün var kuvvetinle müdafaa et. Muvaffak olacağından eminim.
Eline emanet bırakılan camileri, sarayları ve daha nice tarihi değer tanıyan mekânları kendi hanen gibi himaye ve muhafaza et.
Fani âlemi biri birine muhtaç yaratmıştır Yaratan, bu sebepten insafını elden bırakma.
Alemlerin Efendisi seni muvaffak kılsın ey Osmanlı, son nefesimi verinceye kadar da dualarım seninledir.
Yücesin sen ey Osmanlı yüce,
Namınla inim inim inler bütün topraklar füturca,
Parlayacak hiç şüphen olmasın ebediyete kadar şerefinle yıldızlar,
Vatanına namusuna el uzatmak isteyecek düşmanlar,
Fakat mahvolacak senin kudret ve kuvvetin karşısında namussuzlar,
Yüz yılların kefen borcudur ey Osmanlı bu istiklal,
Müsterih ol, yattığın yere gök kubbeden temaşa edecek seni ebedi hilal.
Aziz toprakların tek bekçisi ve varisi sensin ey yüce Osmanlı halkı,
Zira senden başka velinimet kabul etmez bu şanlı Osmanlı
“Maatteesüf bu beyanname hiçbir zaman neşredilmedi ve bir müddet sonra da unutuldu. Muhtemelen bir kadınefendinin kaleminden yazılan ve halka hitab eden ilk beyannamedir,
keşke neşredilseydi.” (1)
Ve İkinci mektumuz;
“Rusya açıkça Osmanlı Devleti’nin parçalanmasını istemektedir.
Rus Çar’ı, Girit’i Yunan Kralı ile evlenen yeğenine çeyiz olarak vermek istemektedir. (Bahanesi budur!) Bu teklif karşısında Sultan Abdülaziz (1861-1876), Rus elçisi General İgnatyef’e  hitap etmektedir;
Siz benden Girit’i, Yunan halkının sevgisini kazanmaya çalışan Kral George’a teslim etmemi istiyorsunuz.
O ki, Yunan değil ve üç yıla yakındır tahtta oturuyor.
Ben ise hanedanımın otuzüçüncü neslindenim. Hanedanım beş asırdan fazla bir zamandır: o kadar çok şey borçlu olduğu halkı üzerinde hüküm sürmektedir.
Siz ise benim popülerliğimi hiç hesaba katmıyorsunuz. Girit meselesinin başlamasından beri halkımdan bir yığın sıcak müracaat aldım. Ülkemin her tarafından yazan bu insanlar gönüllü olarak hatta kendi masraflarını kendileri karşılamak suretiyle birlikler oluşturup Girit’teki kardeşlerinin imdadına gitmek istediklerini belirtiyorlar.
Siz zannediyor musunuz ki, Yunanlıların küstahça bahanelerini ve dış güçlerin adaya müdahalesini sona erdirinceye kadar 200.000 Türk’ü adaya göndererek isyanı bastırmak sadece bana bağlı bir meseledir.
Bunu yapmamamın sebebi Hristiyan Avrupa’yı hesaba kattığımdan değil, aynı zamanda milyonlarca Hristiyan’ın hükümdarı ve hâmisi olduğumu unutmadığımdandır
Eğer Girit hâdisesi şimdiye kadar sürmüşse bu benim sağduyumdan ve insafımdan kaynaklanmıştır.
Avrupalılar onları bana karşı patlamaya hazır bir haline getirmeklebeni cezalandırılmış olarak görmek istiyorlar.
Ah general! Sen hükümdar olmadığın için, bir insanın taç giyip ülkesinin ne kadar küçük olursa olsun bir parçasından feragat etmesinin ona ne kadar büyük ızdıraplara mal olduğunu bilemezsin;
Ümid ederim ki İmparator Aleksandr’ın kendisi, ülkemin haysiyetine yönelik tecavüzlere sebep olacak tabiattaki bütün tekliflere karşı beni kulağımı kapamaya sevk eden derin ve zarurî ruh halimi daha hakperest olarak anlar.
Girit’i vermek!
General, gerçekten bunu mu demek istiyorsun?
Böyle bir şeyi yaptıktan sonra ben Sarayımın eşiğini geçerek başkentte sokaktaki haysiyetli halkımın bakışlarına nasıl muhatab olurum?
Girit’i vermekle benim saltanatımın ve hânedânımın şerefini lekeleyecek imzayı atmamı benden istiyorsunuz.
Hayır” asla!.
Girit’i vermeyeceğim gibi en uzak ihtimal dahi olsa, böyle bir eğilimin uyanmasına bile müsaade etmeyeceğim.
İmparator Alexandr’a bu sözlerimi ilettiğiniz zaman eminim ki sadece dudaklarımla değil, bütün kalbimle ifade ettiğim bu sözlerimi anlayacaktır.” (2)
Kadını ve erkeği ile Osmanlıyı anlamak için açtığımız kapıdan artık içeri girebiliriz.
Ve başlıyor…
-Osmanlılar gerçekte kimdir? “Türkler, Tatarlar ve Moğollar kimlerdir? Osmanlı Aşireti nasıl birkaç çadırdan bir Cihan İmparatorluğu kurdular?
Daha doğrusu, kalıcı oldular ve devam etmektedirler?
Resim;Osmanlıdönemi.blogcu.com
(1) Rümeysa Aredba, TÎMAŞ YAYINLARI, Mart 2009, İstanbul; Sahife. 95.
(2) The Diplomatic Review, November 6,1867, s. 172-173.  (Kaynak; Dr. Hüseyin Çelik, “OSMANLI YANLISI İNGİLİZ DIŞ İŞLER KOMİTELERİ”

Vatandaşın Osmanlı Tarihi; Osmanlı Devleti’ni kim kurdu, “Osmanlılar” ve “Türkler” Kimlerdir? (5)


Abi, bu böyle olmayacak, bu kadar adam beraber dolaşırsak hiç bir kız bakmaz...grup grup dağılalım...
Türkler Müslüman olmasalardı, İstanbul ve Anadolu ancak kartpostallarda görülecek ve üç kıtada bir Osmanlı Kültür mirası yaşanmayacaktı. Bakınız Prof. Neumark ne iddia etmektedir;  “Osmanlı arşivleri açıldığında, sadece Türk değil, Avrupa’nın tarihi yeniden yazılacaktır. “ (1)
Aşağıda bizleri dört yıl gibi kısa bir sürede gözlemleyerek mükemmel derecede tanımlayan Prusyalı genç Yüzbaşı Moltke’nin bir tespitini aktararak uzun bir tarih yolculuğuna başlıyoruz.
Purusyalı Feld Mareşal Fon Moltke, (1800-1891) 19. yüzyılın en büyük askeri stratejistlerinden biri olarak kabul edilmektedir. Almanca,  İngilizce, Fransızca, İtalyanca ve Türkçe bildiği lisanlar arasındadır. Sultan II. Mahmud’un daveti üzerine, Osmanlı ordusunun modernizasyonu için (1835-1839) ülkemizde danışmanlık yapmıştır.
ÇABUK, İNŞAALLAH, MAŞAALLAH!”
“…Mevkii ne olursa olsun, bütün Türklerde müşterek bir taraf vardır;
-İşin en çabuk olanını seçmek… Uzun vadeli, uzun ve zahmetli emek isteyen iş, Türkleri pek memnun etmiyor.
-Yeniçeri ocağı denilen ve memleketin içinde bulunduğu zorlukların başlıca sebebi olan bu isyan yuvasını temizlemiş olan Padişah İkinci Sultan Mahmud, çok saydığı ve bu uğurda öldürülmüş olan amcası üçüncü Selim’in kurduğu yeni orduyu nasıl ıslah edeceğini sorduğu zaman, şevk ve ümitle işe koyulmuş, üç ayrı plan hazırlamıştım.
.
-Padişahın huzurunda bunları arz ve izah ettim.
-Derin ve manalı bakışlı, çok kibar ve tarif edilemeyecek kadar asil olan Padişah benim üç planım olduğunu öğrenince, safiyet ve alışkanlıkla:
-“En kısa zamanda hangisi tahakkuk edecekse onu anlatınız…” demişti.” Asker ve sivil ileri gelenler de, aynı felsefe içinde idiler.
-Evvela en çabuk olacak, sonra bu kısa zaman isteyen emek Allah’ın yardımına ve lütfuna terk edilecek, inşallah denilecek,
-Olup biten, umulan ve beklenenden çok daha yetersiz olsa bile, şükür ve minnet duygusu olarak Maşaallah sözü ile son bulacaktı.
-Aslında bu hislerin ve fikirlerin, kolaya kullanılarak esas kıymetini kaybetmiş olmasından başka bir şey değildi.
-Osmanlı ülkelerinde kaldığım seneler içinde çok, pek çok insanla tanıştım. savaş boylarında beraber bulundum. Senelerim onlarla aynı çatı altında geçti.
-Esas fikirlerde ve prensiplerde ise,
-Türklerin, İslamiyet’ten aldıkları bu düşüncelerin ne yazık ki, Müslümanlıkta yeri yoktu.”
-Bana hakiki din adamları, Müslümanlığın temel felsefesinin
-Daima çalışmak, zor fakat şerefli işleri tercih etmek
-Beşikten mezara kadar ilmi takip etmek,
-Bilhassa hayatın değişen şartlarıyla hükümleri değiştirmek gibi hiçbir dinde olmayan hayatiyet ve müsamaha olduğunu anlattıkları zaman, hayret ve teessür içinde kaldım.
.
-Artık Türkiye’de ne gördüysem, hepsini, bu kolay ve çabuk inanışına bağlar olmuştum…” (Alıntı; Cemal Kutay, “Tarih aydınlığı”, sahife, 264)

.
Bu ifadeler yaklaşık 175 yıl öncesine aittir.
Millet olarak anlayışımızda değişen bir şey var mıdır?
Bunun cevabını Türkler ve Müslüman Türkler’i tanımladıktan sonra sizler vermelisiniz.
Uzakdoğu’lu bir bilgenin sözü ile girişi noktalıyor ve başlıyoruz.
Eğer, hem kendini hem de düşmanını tam olarak bilirsen -tanırsan- girdiğin yüz savaştan galip ayrılırsın.”
Meraklılarının üzerinde düşünmeleri için de bir not;
-Türkler, askeri yetenekleri ve girişimcilikleri ile ünlüdürler, Ancak;
Türklerin imalat ve günümüz tabiri ile sanayii ile aralarının ne kadar iyi olduğu henüz aydınlanmış bir konu değildir.
Bunun yanında Osmanlının dağılma sürecinde yaşanan olaylar takip edildiğinde çok zor farkedilen bir strateji -plan- vardır.
Süreç içerisinde; Venedik, İspanya, Avusturya, Rusya, Fransa ve İngiltere’nin bu planı izledikleri, takip ettikleri anlaşılmaktadır.
Burada bir kapı açıyor, Osmanlı’nın gerileme döneminde imzalanan ilk önemli anlaşmaya bakıyoruz;
-“26 Ocak 1699 günü imzalanan Karlofça Antlaşması ile Banat ve Temeşvar hariç, bütün Macaristan ve Erdel Prensliği Avusturya’ya,Ukrayna ve Podolya Lehistan’a, Mora ve Dalmaçya kıyıları Venediklilere bırakıldı. Ruslar, ayrıca ele geçirdikleri Azak Kalesinin dışında ele geçirmeyi düşündükleri Kerç Kalesini de istediklerinden Karlofça’da Ruslar ile bir barış antlaşması imzalanamadı; ama Ruslarla da iki yıllık bir ateşkes üzerinde mutabakata varıldı.”(*)
Bu anlaşma ile izlenen strateji…
-“Macaristan’ın kuzey kesimleri dağlık bir bölgedir. Doğu komşusu Romanya’nın kuzey sınırından içeri giren bu dağ zinciri batıya doğru uzanarak Avusturya Alpleri ile birleşir. Ama bu dağlar akarsulara sık sık geçit veren sayısız birtakım tepelere parçalanmıştır. Dağların en yüksek noktası Kekes Tepesidir. Yer yer vadilerle yarılan dağların yamaçları sık ormanlarla kaplıdır. Tepelerden vadilere inildikçe “lös” adı verilen kil ve kum karışımı sarı renkli balçıkla kaplı araziler görülür.
Bunlar çok verimli topraklardır. Bağlar, meyve bahçeleriyle dolu olan vadilerde sırtlarını yamaçlara dayamış kasabalara rastlanır.
Tuna Nehri’nin batısında Bakony Ormanları bulunur.Macar Denizi diye anılan Balaton Gölü’ne kadar uzayan bu dağlık bölge çoğunlukla kireçtaşından oluşmuş bir yayladır. En yüksek tepesi Koröshegy Dağı’dır. Buralarda da tepeler ormanlarla kaplı olup vadiler tarıma ayrılmıştır. Vadilerde de yer yer lös -verimli- toprağına rastlanır…” (**)
Bu noktada bir nefes alalım ve yaklaşık ikiyüz geriye gidelim;
-İspanyol devletinin desteği ile Batılı kâşifler, (Kristof Kolomb vb) İpek -karayolu- Yolu’na seçenek olarak;
-Doğu-Batı mallarının takası için denizden yeni yollar bulmuşlar ve ticareti-mal taşımayı denize kaydırarak Osmanlıya ilk darbeyi, (büyük bir gelirden mahrum ederek) vurmuşlardır.
-Şimdi lütfen üşenmeden bir Avrupa Haritasına bakınız, Macaristan ve Ukrayna nerededir?
-Osmanlı ile Merkez Avrupa’nın sınır bölgesinde
-Bu ikinci önemli adımda da, verimli Balkan Toprakları‘ndan olmasının yanında, Merkez Avrupa ile arasına bir perde çekilmiştir.
-Toparlarsak;
-Önce Osmanlı topraklarını kullanan tüccar ve kervanlara denizden bir seçenek sunulmuş, büyük bir gelirden mahrum bırakılmış; sonrada Macaristan ve Ukrayna ile hem Merkez Avrupa arasına bir perde çekilmiş, hem de geniş tarım topraklarından elde edilen gelirden mahrum bırakılmıştır.
Özetle; Osmanlının yıkılması yaygın ifadesi ile 100-200 yıllık zaman diliminde değil, yaklaşık, 400 yıllık planlı bir süreçte gerçekleştirilebilmiştir.
Orada da gerçeğinde büyük bir gaflet vardır.
Bu nedenle;
Dünü tam ve doğru olarak öğrenmeden, doğru bir gelecekkuracağımızı hiç kimse hayal dahi etmemelidir.
Bizim kendimizi, yetenek ve değerlerimiz ile doğru tanımamız için öğreneceğimiz iki temel konu vardır?
-“Türkler kimdir?”
-“Müslüman Türkler” kimdir? Batı neden, Türkler’e değil de, “Müslüman Türkler’e bu kadar düşmanca duygularla yaklaşmaktadır?
Ve….
“…… Çok samimi olarak itiraf edeyim ki Avrupalı, Türkler’i sevmez; sevmesi de mümkün değildir. Asırlardır kilisenin Türk ve İslam düşmanlığı, Hıristiyanların hücrelerine (genlerine) sinmiştir. Sebebine gelince, Müslüman olduğunuz için sevmez ama, faraza laiklik şöyle dursun, Hıristiyan olsanız da, size düşman olarak bakmaya devam eder.
Sizler farkında değilsiniz, onlar şu gerçeğin farkındalar. Tarihten Türkler çıkarılırsa tarih kalmaz!
Osmanlı Arşivi tam olarak ortaya çıkarsa bugünkü tarihin yeniden yazılması gerekir.
Avrupa’nın pazarı idiniz, şimdi Avrupa’yı pazar yapmaya başladınız. En az dört yüzyıl Avrupa’da sırtımızda ve ensemizde at koşturdunuz.
Selçuklular Anadolu’yu, Osmanlılar ise Orta Avrupa’yı ve Balkanları, Haçlı ve Hıristiyan ülke ordularına mezar ettiler.
Sizi silah ile yenemeyenler, sizleri kendilerine benzeterek, hakimiyet sağladılar.
Selçuklu ve bilhassa Osmanlı, İslamiyet uğruna herşeyini feda etmeseydi, İslamiyet bugün varlığını sadece Hicaz’da devam ettirirdi.
Kaldı ki Vehhabiliği kuranlar da İngiliz Dominyon Bakanlığı’nın adamlarıdır.
Batı İslamiyet’i, her yerde sapık inançlara kanalize etti.
Ama Osmanlı Asr-ı Seadeti devam ettirdi. Kilise size kan kusmaktadır. Sebepleri yukarıdadır.
Sizler gerçek hüviyetinize döndüğünüz an, Avrupa’nın medeniyeti refahı yıkılır..” (2)
**
Devam edecek…
Ve ancak altı bölümle nihayet konuya giriş yapabildik…
Amatörlük, acemilik bu olsa gerek…
-Türkler ve Osmanlılar kimlerdir?
Kaynaklar;
Prof. Fritz Neumark Kimdir?
-“Türkiye’de iktisat öğreniminin gelişmesinde ve gelir vergisi yasalarının hazırlanmasında önemli katkıları olan Yahudi asıllı Alman iktisatçı. 1900′de doğdu. 1936′da Hitler Almanyasından Türkiye’ye göç ederek, İstanbul Üniversitesi’ne öğretim üyesi olarak katıldı.1952 yılı başına kadar Türkiye’de kaldı.Üniversitede, maliye ve iktisat dersleri verdi. Türkçe olarak çok sayıda eser yayınladı. Türk üniversitelerinde halen görevli bulunan çok sayıda iktisat ve maliye öğretim üyelerinin hocasıdır. Türkiye’den ayrıldıktan sonra Frankfurt Üniversitesinde uzun yıllar görev yapan ve rektörlüğünde bulunan neumark, kamu maliyesi alanında milletlerarası kuruluşlarda görev yapmış ve vergi alanındaki incelemeleri yönetmiştir…” (***)
(1)Prof. Neumark’ ın İtirafları, Yalçın Bayer, 09.06.2002, Hürriyet Gazetesi.
(2) http://www.abgs.gov.tr/index.php?p=25125&l=1 (Türkiye Gazetesi Fuat Bol 11 Haziran 2002, -Cumhuriyet Gazetesi Atilla İlhan)
(*), (**) ve (***) Vikipedi

Vatandaşın Osmanlı Tarihi; Türkler Müslüman olmasalardı, Fatih, Yavuz ve Kanuni de olmayacaktı (6)


Macaristan'ın 3’üncü büyük partisi Jobbik’in lideri Gabor Vona, “Türkiye ile yakınlaşmalıyız”
Aşağıda detaylı olarak “Türk Kimdir” sorusuna cevap verilmesinin yanında;Ya Türkler  Müslüman olmasalardı?  Olmasalardı; Macarlar veBulgarlar’a ne olduysa ihtimal bizlere de O olacaktı…
Türkler Kimlerdir?
Dünya üzerinde yaşayan insan topluluklarının milletleşme süreci onların avcı-toplayıcılıktan çiftçi-çobancılığa geçilmesi ile başlar. (1) Türkleri oluşturacak insan topluluklarının MÖ 6000′lerde koyun yetiştiriciliğine başladığı düşünülmektedir. (2-3)
Türk kelimesi ilk olarak Göktürk Devleti vasıtasıyla bir devletin adı olur ve bu devlete mensubiyeti bildirir.(4)
Türk tarihinin başlangıcı
Türklerin atalarının MÖ 2500 ile MÖ 1700 yılları arasındaki Afanasiyevo kültürü ile başlayan ve MÖ 1700 ile MÖ 1200 yılları arasındaki Andronovo Kültürü ile devam eden dolikosefal mongolitlerle ortak yönleri bulunmayan Brakifesal ırka dayandığını savunurlar. Bu ırkın savaşçı ve göçebe kültüresahip olduğu, MÖ 1700 yılları sonrasında kitleler hâlinde Altay Dağları ile Tanrı Dağları arasındaki bölgeye yayıldığı bilinmektedir. Bilinen ilk Türk devleti İskitlerdir.(5)
Göktürk Kağanlığı, Gök Türkler Bilge Kağan yazıtlarında  (Türük) veya (Türk) veya  (Kök Türük) veya bazı yabacı kaynaklarda Türk şeklinde geçer…
Türk adı bugün kullandığımız şekli ile ilk kez Göktürkler dönemine ait Orhun Yazıtları’nda geçmektedir.
“Türk” adıyla kurulmuş ilk ve Türk adını resmî devlet ismi şekliyle kullanan ilk Türk devletidir. (6)
Ve Oğuzlar
Oğuzlar, Oğuz Kağan Destanı’na göre 24 boydan ve Kaşgarlı Mahmud’un Divânü Lügati’t-Türk eserine göre 22 boydan oluşan en kalabalık Türk boyu.
Günümüzde Türk nüfusunun çoğunluğu Oğuz boyundandır.  Osmanlı İmparatorluğu’nu kuran Türk boyu Oğuzlardır.
Anadolu’dan Türklerin geçişi
Balkanlar’ın güneyinden, Anadolu’dan Türklerin Balkanlara gelip yerleşmesi, 1260′lara kadar iner.
Kuzey Karadeniz bölgesinden gelen Türk orakları, zamanla Hristiyanlığı kabul edip yerli Slavlarla karıştıkları hâlde,
Anadolu’dan gelen Müslüman Türkler, kendi din ve kültürlerini saklamayı başarmışlardır.
İlk yerleşme, 1261′de Moğollardan kaçıp Bizans’a sığınan Selçuk Sultanı İzzeddin Keykavus’la gerçekleşmiştir.
Moğol idaresinden kaçan otuz-kırk Türkmen obası, kutsal kişi Sarı Saltuk Baba ile İzzeddin Keykavus’un yanına gelmiş ve Bizans imparatoru tarafından Kuzey Dobruca’ya yerleştirilmiştir (1263). Başlangıçta, Müslüman Altın Ordu emiri güçlü Nogay’ın himayesi altına giren bu Anadolu Türkmen grubu, burada Baba-Saltuk kasabası ile başka kasabalar kurmuşlardır.
1332′de buradan geçen İbn Battuta, Baba kasabasını “Türklerin oturduğu bir şehir” olarak anar. (7)
10. yüzyılda Orta Asya’dan, çoklukla İran üzerinden Anadolu topraklarına yerleşen Oğuz-Türkmen başta olmak üzere pek çok boy Türk adı altında toplanmıştır.
Türk adı Orta Asya’da Türk ırkına mensup ve Türkçe konuşan toplulukların Göktürkler döneminden beri ortak adıdır.
Anadolu’da gittikçe azalan yerli nüfus, yerini Türklere bırakmaya başlamış ve 10. yüzyılda kurulan Türkmen beylikleri sayesinde tüm Anadolu’da Türkçe konuşan topluluklar egemen toplum olmuştur.
Anadolu’ya ilk olarak Hun, Sabir, Hazar gibi Türk kavimleri akın yapmış olsa da bu akınlar genelde askerî amaçlı olmuştur.
Ancak 9. ve 10. yüzyılda Karadeniz’in kuzeyinden Balkanlar’a gelen Kıpçak, Peçenek, Uz adlı Türk kavimleri Anadolu’ya Bizans eliyle geçirilmiş ve yerleştirilmiştir.
Asıl Anadolu’nun Türk yurdu hâline dönüşmesi, doğudan gelen Oğuz-Türkmen göçleriyle olmuştur.
Göçmen Türklerde bozkırdaki ırmakları geçiş büyük önem arz ediyordu. Oğuzname’de salı keşfeden kişi boyun önemli bir atası sayılmaktadır.
Hanedanın atası olan Selçuk Bey tarafından temeli atılan bu devlet Bağdat’ı kendine başkent yaparak Abbasi halifesinin koruyucusu konumuna erişti.
1092 yılında Selçuklu hükümdarı Melikşah’ın ölümünden sonra bölünmeye uğradı.
Selçuklular tarafından kurulan diğer devletler Kirman Selçuklu Devleti, Irak Selçuklu Devleti, Suriye Selçuklu Devleti ve Anadolu Selçuklu Devleti’dir.
1040-1157 yılları arasında hüküm süren Büyük Selçuklular, en güçlü oldukları dönemde Harezm, Horasan, İran, Irak, Suriye, Arap Yarımadası ve Doğu Anadolu’ya egemen olmuş bir Türk devletidir.
Kapladıkları alan doğuda Balkaş ve Issık Gölleri, Tarım Havzası; batıda Ege ve Akdeniz sahilleri, kuzeyde Aral Gölü, Hazar Denizi, Kafkasya, Karadeniz; güneyde Arabistan dahil Umman Denizi’ne kadar ulaşıyordu.
Haçlı savaşları ve Moğol istilası, Anadolu’da Oğuz-Türkmen yerleşmelerini yoğunlaştırmıştır.
Selçuklu döneminde Çağrı bey döneminde yapılan ilk keşif ve akınlarda yurtarayan binlerce Türkmen aşireti Doğu Anadolu’ya girip Batı Anadolu’ya doğru yerleşmeye başlamıştır.
1071 Malazgirt Savaşı ve 1099 Bizans’ın Türk bölgelerine baskınlarında Bizans emrinde olan binlerce Türk unsuru zamanla Anadolu Selçuklu saflarına geçmiştir.
Anadolu Selçuklu döneminde Orta Asya ve Azerbaycan üzerinden Anadolu’ya gelen Türkmen aşiretleri Batı Anadolu’ya yerleşmeye başlamıştır.
Beylikler döneminde doğudan gelen çok sayıda Türkmen aşireti, Anadolu’da Türk nüfusunun devam etmesine neden olmuştur.
Germiyanoğulları, Osmanoğulları Karesioğulları ve Hamitoğulları gibi batıdaki Türkmen beylikleri, Türkmen göçlerinden beslenmişlerdir.
1200′lü yılların başında Orta Asya’da yaşayan Harzemşah Türkmenleri Moğol baskınından kaçarak Anadolu beyliklerine sığınmıştır.
Orta Asya’da Hotan, Semerkant, Kaşgar, Cent gibi şehirlerde yerleşik olarak yaşayan Türk boylarının pekçoğu Moğol istilasından kaçarak Anadolu’ya yerleşmişlerdir.
1243 yılında Anadolu’nun Moğol istilasına uğramasıyla ve Azerbaycan’da kurulan İlhanlılar devleti aracılığıyla pek çok Türk ve Moğol unsuru Anadolu’ya yerleşmiştir.
Anadolu Selçuklu Devleti
Anadolu Selçuklu Devleti, Selçukluların Anadolu’da kurduğu devlettir.
Türklerin Anadolu’ya yerleşmesi 1071’deki Malazgirt Savaşı’ndan sonra hızlandı. Özellikle Malazgirt Savaşı’ndan itibaren Müslüman Türkler Anadolu’ya akın etmiştir; ancak İslamiyet’ten önce de Anadolu ve Balkanlarda Türkler vardır. (8)
Selçuklu komutanı Kutalmışoğlu Süleyman Şah Anadolu’daki fetihleri batıya yayarak 1075′te İznik’i Bizans’tan aldı ve burayı başkent yaparak bağımsızlığını ilan etti. (9)
Böylece kurulan Anadolu Selçuklu Devleti, İlhanlıların son Anadolu Selçuklu sultanını tahttan indirdikleri 1308′e kadar varlığını sürdürdü.
Anadolu Beylikleri, Türklerin 1071’deki Malazgirt Savaşı’ndan sonra Anadolu’da kurdukları devletlerdir.
Savaşın hemen ardından, özellikle Doğu Anadolu ve Güneydoğu Anadolu’da kurulan devletlere Birinci Dönem Anadolu Türk Beylikleri, aynı dönemde; önce Anadolu’nun batı ucunda İznik’i başkent edinen, sonradan da Haçlı Seferleri nedeniyle başkentini Konya’ya taşıyarak Orta Anadolu merkezli olarak devam eden Anadolu Selçuklu Devleti’nin zayıflaması ve yıkılmasından sonra kurulan devletler ise İkinci Dönem Anadolu Türk Beylikleri olarak ifade edilebilir.
Anadolu Selçukluları, Anadolu’daki Türkmen beylerini aşiretleriyle birlikte Bizans ve Kilikya sınırlarına yerleştirmişlerdi. Böylece Anadolu Selçukluları hem devletin sınırlarını güvence altına alıyor, hem de Türkmen beylerini denetim altında tutuyorlardı. Ama 1243′teki Kösedağ Savaşı’nda Moğollara yenilen Anadolu Selçuklu Devleti’nin Türkmenler üzerindeki denetimi zayıfladı.
Bu savaşın ardından, Moğolların bir kolu olan İlhanlılar Anadolu’da denetimi ele geçirdiler.
Bu süreçte uç beylikleri, önce İlhanlılara bağlı, sonra bağımsız devletlere dönüştüler.
Bu beyliklerden biri olan Osmanlı Beyliği, zamanla bütün öbür beyliklerin topraklarını ele geçirdi ve bir imparatorluğa dönüştü.
**
Anadolu’ya gelen Türkler Müslüman olmasalardı?
İhtimaller;
-Macarlar ve Bulgarlar gibi Hıristiyan olabilirlerdi…
-Orta Asya’da Moğollarla göçer hayatı yaşaamaya devam edebilirlerdi…
-Anadolu’da kalıcı olamazlardı…
-İslam bu kadar yayılamazdı…
-İslamiyet değil Türkler (mi) zararlı çıkardı…
-İslam’ın doğduğu bölgeler (Mekke-Medine) Hıristiyan egemenliğinde olabilirdi…
-Pazar günleri kiliseler daha fazla sayıda insanla dolardı!
-Osmanlı Medeniyeti olmazdı… (Bunun ne olduğu sorulursa, cevabı ayrıca verilecektir.)
-Türkler, -yani büyük çoğunluğu ile-  Müslüman olmasalardı; Oğuzlar, Maveraünnehir-Horasan bölgesine göç edemeyecekler; Selçuklu İmparatorluğu’nu -Belki de- kuralamayacaktı…
-“İstanbul”, İstanbul olarak değil, “Constantin” olarak tanınmaya devam edecekti.
Devam edecek…
Ve Osmanlılar ne yaptılar ki Muhteşem bir medeniyet ve İmparatorluk kurabildiler?
Aşağıda meraklıları için bir başka kaynaktan daha Türk Tarihi verilmektedir.
Resim;turkislamdevletleri.com
Kaynaklar;
(1) Jared Diamond Tüfek, Mikrop ve Çelik, TÜBİTAK Yayınları ISBN 975-403-271-81997
(2) Mirfatih Zekiyev, Türklerin ve Tatarların Kökeni, Selenge Yayınları, 2007, s. 143-178.
(3) Balaban, Ayhan. İskit, Hun ve Göktürklerde Sosyal ve Ekonomik Hayat. T.C. Gazi Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Eski Çağ Tarihi Bilim Dalı Yüksek Lisans Tezi. 2006. URL:http://fef.kafkas.edu.tr/sosyb/tde/halk_bilimi/makaleler/kultur_med/kultur_med%20(20).pdf. Erişim tarihi: 11.12.2011. (Archived by WebCite® at http://www.webcitation.org/63rPeTJL1)
(*) Anav Kültürü (M.Ö. 7000 – M.Ö. 1000), bugünkü Türkmenistan’ın başkenti Aşkabat yakınlarında Anav bölgesinde yapılan kazılarda bulunmuş Türk kültür bölgesi.
Bu kültürün başlangıcı, kazılarda bulunan eşyalara uygulanan karbon-14 elementinin radyoaktif yarılanma ömrü testlerine dayanılarak en eski M.Ö. 7000 ile M.Ö. 5000 yılları arasına tarihlenir.[1] Başka kaynaklara göre hatta M.Ö. 10000 ile M.Ö. 9000 yılları arasına tarihlenebilir.[2] Kazılar sonucunda bu kültür çevresindeki insanların, yerleşik oldukları, tuğladan yapılma evlerde oturdukları, dokumacılık, toprak ve bakır işlemeciliği, koyun, keçi, sığır ve deve besledikleri ve bununla birlikte tarım da yaptıkları ortaya çıkmıştır.
Bazı tarihçiler tarafından Anav kültürü ile Ön Türkler arasında bağlantı olabileceği öne sürülmüştür
http://turkoloji.cu.edu.tr/GENEL/kemal_ucuncu_iletisim_eski_turk_devletleri_armagan.pdfİletişimde yüklendikleri görev açısından eski Türk devlet geleneği içerisinde armağanlar,
Alıntı:Kelteminar, Andronova, Anav, Karasuk, Tagar, Taştık gibi en eski Asya kültürleriyle zuhur etmiş Türkler İskit, Hun ve müteakip devlet ve imparatorluklar ile aynı zaman diliminde farklı devletlerle varolagelmişlerdir.
(4) Yrd. Doç. Dr. Rıfat Kütük Ders Notları
(5) Mirfatih Zekiyev, Türklerin ve Tatarların Kökeni, Selenge Yayınları, 2007, s. 143-178.
(6)Prof. Dr. İbrahim Kafesoğlu, Türk Millî Kültürü, Ötüken Neşriyat, İstanbul 1977, s. 27.
(7)Halil İnalcık, “Türkler ve Balkanlar”, BAL-TAM Türklük Bilgisi 3, Balkan Türkoloji Araştırmaları Merkezi, Prizren 2005, s. 20-21.
(8) Cin, T.. Yunanistan’ın “Pontus Soykırım” İddiaları ve Türkiye. Dokuz Eylül Üniversitesi Hukuk Fakültesi Dergisi Cilt: 8, Sayı: 2, s.27-89, 2006
(9)Kılıç, İhsan; Nihat Koç,Ruhi Sarıkaya,Osman Karaaslan,Leyla Karabulut,Ahmet Balıbey (27 Ekim 2008).
Meraklıları için bir başka pencereden Türkler’in tarihi…
-“552 yılında Orta Asya’da Göktürk hâkanlığı kurulup İstemi Yabgu, Maveraünnehir bölgesinde faaliyete geçtiği zaman ise, iki büyük imparatorluk arasında sıkışan Ak Hun-Eftalit Devleti’nin, Göktürkler’in mücadeleye giriştikleri Juan-juanlar’la olan siyâsî ve sıhrî râbıtaları da fayda vermedi. Anûşîrvân ile İstemi’nin ortaklaşa hareketleri neticesinde Ak Hun iktidârı yıkıldı ve ülke Göktürkler’le İranlılar arasında paylaşıldı
(557). Son temsilcisi Ak Hunlar olan ve üç kol hâlinde gelişmiş olan Hun siyâsî hâkimiyeti -Kafkasya’daki (Derbend kuzeyi-Hazar denizi arasında) Hunlar’ın Hazar Hâkanlığı idaresine girinceye kadar süren kısa hâkimiyetleri dışında- bu suretle tarihe karışmakla beraber, Hunlar’a mensup Türk soyundan çeşitli kütleler, büyük Hun çağında şahsiyetini bulan zengin kültürleri ile göreceğimiz gibi, Asya, Avrupa ve Afrika kıt’alarında, Tabgaç, Göktürk, Türgiş, Karluk, Uygur, Oğuz, Bulgar, Sabar, Hazar, Kuman Peçenek vb. gibi türlü adlar altında ve yeni, güçlü devletler, imparatorluklar kurarak yaşamağa devam etmişlerdir.Türk milleti denilen büyük âilenin çocukları olan bu kütleler, aynı zamanda Rus, Macar, İslâv-Bulgar, Romen, Gürcü devletlerinin kuruluş ve gelişmelerinde başlıca rol oynamışlar ve daha sonraki bütün Türk-İslâm siyâsî teşekküllerine askerî, hukûkî ve sosyal yönlerden ana kaynak vazifesini görmüşlerdir…
630-665 Büyük Bulgarya: 630 yılında Göktürk Devleti’nin fetret dönemine girmesiyle, Hazarlar gibi çoğunluğunu On-Ogurların oluşturduğu Bulgarlar da siyasî bağımsızlıklarını kazanarak Büyük Bulgar Devleti’ni kurdular. Kurucusu olan Kourt Doulo sülalesi Asya Hun tanhuları ailesine kadar uzanır….Günümüzde Kafkasya’da yaşayan Balkarlar’ın bunların halefleri olduğu sanılmaktadır. Bat-Bayan’ın kardeşi Asparuh da kalabalık bir Bulgar kütlesiyle Tuna’ya yönelmiş (Tuna Bulgarları=İç Bulgarlar) buradan’da 668 yılında Balkanlara geçerek 679 tarihinde Tuna Bulgar Devletini kurmuştur.
630-682 Dokuz-Oğuz Kağanlığı ve Göktürkler’e katılışı: “Oğuz” adı, aslında “ethnique” bir isim olmayıp, doğrudan doğruya “Türk kabileleri” mânâsını ifâde eden bir kelimedir.
Kitabelerdeki oğuzlarla ilgili ifâdeler-özellikle de Oğuz isyanları ile ilgili olarak-, Oğuzlar ile Göktürkler arasında bir ayırım yapılmadığı, hattâ hâkanlığın temelini Oğuzlar’ın teşkil ettiği görüşünü kuvvetli kılmaktadır.
Oğuz kabileleri, Göktürkler’i meydana getiren topluluktan başkası değildi…
679-864;Tuna Bulgar Devleti: Dobruca’nın güneyinde Asparuh (679-702) tarafından kurulan bu Tuna Bulgar (İç Bulgarlar) Devleti, Ogur Türkleri tarafından kurulmuş en uzun ömürlü siyasî teşekküldür. Bizans’ı yıllık vergiye bağlayan Tuna Bulgarları, böylece siyasî varlıklarını da tescil ettirmiş oluyorlardı. Tuna Bulgar Türkleri Balkanlara inince, burada bulunan ve ufak kabile hayatı yaşayan İslâv kütlelerini kendilerine bağlamayı başarmışlar, onlara vatan, devlet ve millet kavramlarını öğreterek, teşkilâtlandırıp, Bizans İmparatorluğuna karşı kendilerini koruma kabiliyeti ile donatmışlardır..
726/727 Tonyukuk Abidesi/Kitabesi dikildi: Batılılarca “Göktürk Bismarck’ı” olarak isimlendirilen Tonyukuk’un hâtırasına, Orhun Bayın-çokto mevkiinde bir kitâbe dikilmiştir (726 veya 727). Türk dili ve edebiyatının uzun ve kolayca okunabilen ilk âbidesi olarak, Türk millî kültür tarihinde önemli bir yere sahiptir. Metnin bizzat Tonyukuk tarafından kaleme alınmış olması ihtimâli, ona Türk edebiyatının adı ve şahsiyeti bilinen ilk siması olmak şerefini kazandırmaktadır.
728 Araplar’ın, Maveraünnehir halkını zorla İslâm’ı kabule teşebbüsleri, Türkler’in genel bir isyanı ile karşılaştı.
731-734 Göktürkler tarafından Orhun Yazıtları’nın yazılması.
Şubat 731 Kültegin’in ölümü: Bilge kagan, Tonyukuk’un ardında diğer bir yardımcısı ve kardeşi, Kül-Tegin’i de 731 yılında kaybetti. 7 yaşından beri ömrünü Türk milletinin yücelmesi uğruna hasreden Kül-Tegin öldüğünde 47 yaşında idi. Cesareti, ve askerî kaabiliyeti ile hem Göktürk hem de Çin vesikalarında övülen Kül-Tegin’in ilk büyük kahramanlığını, 716 yılında Göktürk başkentinin Üç- oğuzlar tarafından basıldığı zamana dair Bilge’nin naklinden öğreniyoruz: “Anam hâtun, büyük analarım, ablalarım, gelinlerim, prenslerim câriye olacaktı, ölenler yolda kalacaktı. Kül-Tegin karargâhı vermedi. O olmasa idi hepiniz ölecektiniz.”.Ölümünün doğurduğu derin boşluğu üzüntüyü yine Bilgenin ağzından dinliyoruz: “… Küçük kardeşim Kül-Tegin öldü, görür gözüm görmez oldu, bilir bilgim bilmez oldu. Zamanın takdiri Tanrı’nındır. Kişi-oğlu ölmek için yaratılmıştır. Yaslandım, gözden yaş, gönülden feryat gelerek yanıp yakıldım. Milletimin gözi, kaşı (ağlamaktan) fena olacak diye sakındım”…
X. yüzyıl Oğuz Yabgu Devleti: Göktürk Hakanlığı yıkıldıktan sonra müstakil yaşayan Oğuzlar, 1. asrın ilk yarısında, kışlık merkezi Yeni-kent olan bir devlet kurmuşlardır. Oğuzlar’ın başında, Yabgu bulunmakta ve ona Kül-Erkin unvanlı bir başbuğ nâiblik yapmaktaydı.
…Kimekler’in bir kolu olan ve 9. asırda bir kuvvet olarak beliren Kıpçaklar (Kumanlar)’ın baskısı ve Selçuklu âilesinin kendilerine bağlı kütlelerle ayrılarak bölgeyi terketmesi sebebiyle, Oğuz Yabgu Devleti 1000 yıllarına doğru yıkılmıştır. Reşidüddin (14. asrın ilk çeyreği), son Oğuz Yabgusu olarak Ali Han adında birisini zikretmekte, meşhur Cend hâkimi Şah Melik’i de bu son Yabgu’nun oğlu olarak göstermektedir, lâkin bu haber destânî bir vasıftadır. Yabgu devleti Oğuzları; “Umûmû “Türk” adı yanında, yine siyasî bir isimlendirme olarak “Türkmen” adını da taşıyorlardı ki, Müslüman ülkelerine geldikten sonra İslâm kaynaklarında bu isimle de anılmışlardır”. Fakat bu Türkmen adının, Türkler’in İslâmiyet’i kabulleriyle doğrudan bir alâkası görülmemektedir.
Zira Güney Rusya’daki Torklar (Uzlar)’a da Torkmen (Türkmen) denildiğine dair bazı deliller mevcuttur. Yabgu devleti zamanında Oğuzlar, Üç-ok ve Boz-ok diye eski 2’li teşkilât hâlinde idiler. Kolları meydana getiren kabileler hakkında biri
Kaşgarlı Mahmud’un Divan-u Lügatü’t- Türk’ünde, diğeri Reşidüddin’in Câmiü’t-Tevârîh’inde olmak üzere iki liste mevcuttur. Divan-u Lügatü’t- Türk’de ayrı ayrı damgaları ile birlikte 22 kabile gösterilmiş; Reşidüddin ise, hem kabile sayısını 24’e çıkarmış, hem Boz-ok, Üç-ok tasnifi yapmış; ayrıca, damgalara ilâveten, her kabilenin “ongon”‘unu belirtmiştir.
Boz-oklar: Kayı, Bayat, Alka-evli (Alka-bölük), Yazır, Döğer, Dodurga, Yaparlı (DLT’de yok), Afşar, Kızık (DLT’de yok), Beğdili, Karkın (DLT’de yok, bunun yerine) Çaruklu. Üç-oklar: Bayındır, Peçene, Çavuldur, Çepni, Salur, Eymür, Alayuntlu, Yüreğir, İğdir, Büğdüz, Yıva (Iva), Kınık. Devletin çöküşüyle Oğuzlardan kalabalık bir kütle, Karadeniz’in kuzeyinden batıya (Uzlar), diğer bir kısım kütle ise Cend bölgesine göçmüş, oradan da Horasan’a ve sonra Anadolu’ya yönelmiştir (Selçuklu ve sonra da Osmanlı).
1.yüzyıl ortaları Abdülkerim Satuk Buğra Han (-955) döneminde Karahanlılar ve Uygurlar Budizm’i terk ederek İslâm dinini kabul ettiler (10. yüzyıl ortaları).
985, En büyük/güçlü Oğuz kabilelerinden biri olan Selçuk Türkleri, Buhara civarına göçtüler…
999, Gazneliler, Horasan’daki Samaniler’i yendiler. Karahanlılar ise Samanî başkenti Buhara’yı ele geçirdiler. Samânî Devleti’nin yıkılmasıyla Müslüman Türkler’e Cenup yolu ve İslam ülkeleri/topraklarının önü açıldı.
1018, Selçuklu Türkleri, Çağrı Beğ kumandasında 3000 süvari ile Buhara civarında şarki Anadolu’ya akın yaparak Selçuklulara bir yurt araması.
1027, Kıtayların baskısı ile Büyük Türk Muhaceretinin gelişmesi, bu baskı ile Kun, Kay ve Kıpçakların Oğuzları yurtlarından püskürtmeleri, Şamani, Peçenek ve Oğuzların şarki ve Orta Avrupa’ya, Balkanlara ve Müslüman Oğuzların da sel halinde Meveraünnehir’e Horosan’ ve diğer İslam Ülkelerine göçetmeleri.
Mayıs 1040 Selçuklular, Merv yakınlarındaki Dandanakan Savaşı’nda Gazneli Sultan Mesud kuvvetlerini yendi: Selçuklular’ın Dandanakan’da Gazneli Sultan Mesud’u yenerek Tuğrul Bey idaresinde Büyük Selçuklu Devleti (1040-1157)’nin temellerini attılar, Oğuz (Türkmen) muhaceretinin Şarkî Anadolu’ya akmaya başladı. (24 Mayıs 1040)
1040-1157, Büyük Selçuklu İmparatorluğu dönemi. Tuğrul Bey tarafından kurulan bu büyük Türk devleti, bir başka Türk zümresi Oğuzlar tarafından yıkılmıştır.
1048,  İbrahim Yınal’ın yurt arayan büyük bir Türkmen kitlesini Anadolu Cihadına göndermesi ve onun Selcuklu Ordusu ile gelip Bizanslılara karşı Hasankale Zaferini kazanması, Erzurum’un Fethi, Oğuzların Trabzon’a ve Orta Anadolu’ya kadar yayılmaları.
1055, Nişabur’da kendisini sultan ilan eden Selçuklu beyi Tuğrul Bey (1038-1063), 1055’te Bağdat’a girerek Büveyhi egemenliğini yıktıktan sonra, Abbasi halifeliğini birleştirici bir manevi güç olarak koruma altına alma yoluna gitti. Bu ittifakla siyasal nüfuzunu pekiştiren Büyük Selçuklu Devleti, aynı zamanda Hilâfet’in resmî koruyucusu olarak, İslam dünyasını birleştirme işlevini üstlendi. Tuğrul, dan sonra başa geçen Alp Arslan’ın (l063-72) ve onun oğlu 1. Melikşah’ın (1072-92) yönetimi altında Bizanslılara karşı girişilen savaşlarla Anadolu ve Kafkasya’ya giden yollar açıldı. Suriye ve Semerkant Selçuklu yönetimine bağlandı. Böylece ortaya çıkan imparatorluk geniş bir savaş aygıtına ve ele geçirilen toprakların ikta yoluyla hanedan üyeleriyle komutanlara dağıtılmasına dayanıyordu.
1071,  Alp Arslan’ın Bizans Ordusunu yenerek 26 Ağustos Cuma günü Büyük Malazgirt Zaferini kazanması. İmparator Romanos Diogenes’in esir düşmesi ve Bizans’ın Selçuklulara tabiiyeti kabul etmesi.
Zaferin Türk ve İslam tarihlerinde bir devir açması, dünya tarihinde de bir dönüm noktası teşkil etmesi. Bu zaferle artık Anadolu, Türkler’e vatan olacak ve burada öncelikle Anadolu Selçuklu Devleti’nin temelleri atılacaktır.
1071/1075-1318, Malazgirt Meydan Savaşı ardından Anadolu Selçuklu Devleti kuruldu: Kurucusu I. Süleyman Şahtır. İlhanlılar tarafından yıkılmıştır.
1078, Süleyman Şah’ın Botaniates’i Bizans tahtına çıkarırken Selçuklu ordusunu Boğaz’ın Anadolu sahilinde yerleştirmesi. Melik şah’ın Süleyman şah’ı itaate almak için Porsuk Bey’i üzerine göndermesive onun Mansur’u öldürmesi, fakat muvaffakiyetisizliğe uğrayarak çekilmesi.
1080, Anadolu’ya dolmuş Türkmenleri etrafında toplayan Süleyman şahın İznik’e devlet kurması üzerine şarktan büyük bir göçebe kitlesinin dalgalar halinde Anadolu’ya dolması.
1080-1201,  Saltukoğulları: Kurucusu Ebu’l-Kâsımdır. Anadolu’da kurulmuş olan beylik Anadolu Selçuklu Devleti tarafından yıkılmıştır.
1081, Süleyman şah ile Alexis Kommenos arasında yapılan antlaşmaya göre Türk askerlerinin Boğaz sahillerinden Drakon (Orhan-Tepe) çayına kadar çekilmesi ve buna mükabil Bizans’ın Türk işgalinde bulunan bütün Anadolu’da Selcuklu hakimiyetini hukuken tanıması.
1092-1107, I. Kılıçarslan devri (Anadolu Selçuklu).
1166,  Yesevî tarikati’nin kurucusu, Türk mutasavvıf, şair Ahmed Yesevî, vefaat etti. A. Yesevi, Sayram’da doğdu. Özellikle Sir-i Deryâ (Seyhun) ve Taşkent yöresindeki bozkırlarda yaşayan göçebe Türkler arasında İslamiyet’in yerleşmesinde büyük rol oynadı. Tesiri Türkistan sınırlarını aşarak 13. y.yılda da Anadolu’ya yayıldı. A. Yesevî aynı zamanda Nakşibendî tarikatinin pirlerinden de sayılır.
1243  Kösedağ Savaşı/Bozgunu: Anadolu Selçuklu kuvvetleri İlhanlı Moğol ordusu karşısında bozguna uğradı. Bu savaş Selçuklunun Anadolu’daki hakimiyetini tedricen yok eden süreci başlattı.
1243  Moğollar, Kösedağ Savaşı’nda Anadolu Selçuklu Devleti’ni yendiler: Baycu Noyan’ın Türkiye üzerine seferi, Kösedağ’da karşılaşan Türk ve Moğol ordularının savaşa girişmesi, Sultan Gıyaseddin ve etrafındakilerin liyakatsızlığı ve delice hareketleri yüzünden Selçukluların 3 Temmuz’da, ciddi savaş yapmadan dağılmaları, Sivas’ın teslim olması ve Kayseri’nin savaşarak tahrip ve katliama uğraması. Selçuklu veziri Mühezzibüddin Ali’nin Moğolların arkasından Azerbaycan’a giderek, harac vermek suretiyle, Baycu Noyan ile sulh yapması, Bizans’a kaçmak maksadıyla menderes havzasına varan sultan’ın sulh anlaşması üzerine Konya’ya dönmesi ve devlet nizamı’nın kurulması.
Nisan 1261 Anadolu Ahî teşkilatının kurucusu Ahî Evran (Şeyh Nasreddin Ebu’l-Hakyık Mahmud bin Ahmed el-Hoyî) vefat etti (1 Nisan 1261).
1281-1324 (1290-1326) Osmanlı Devleti’nin kurucusu I.Osman Gazi dönemi.
1299/1300 I. Osman Bey (1290-1326) tarafından Osmanlı Devleti kuruldu.
1299-1923 Osmanlı İmparatorluğunun hakimiyet yılları: Kurucusu I. Osman Bey (1290-1326) dir. Anadolu’da kurulan beylik, özellikle 1453 yılında İstanbul’un fethi ile imparatorluk sürecine girmiş, Asya-Avrupa-Afrika kıtalarında geniş topraklar üzerinde hüküm sürmüştür. İznik-Edirne ve son olarak da İstanbul başkent olarak kullanılmıştır. Başta İngilizler olmak üzere Fransa, İtalya, Yunanistan gibi müttefik devletlerin bitmek tükenmek bilmeyen, entrika, oyun ve saldırıları sonunda yıkılmaktan kurtulamamıştır…”
Alıntı; Karadeniz Teknik Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi / Türkiye; http://www.tarihtarih.com/?Bid=1475439

Vatandaşın Osmanlı Tarihi; “Göçebe Türkler” Nasıl “Muhteşem Osmanlı “ oldular? (7)


Merzifon Amerikan Koleji; (1886), ABD misyonerleri tarafından yönetilmiştir. İçerikte yazılarında alıntı yapılan George White'tın da müdür olarak görev yaptığı okuldur.
Türkler kimlerdir? Açıklamasından sonra; “Ne değişti de, Göçebe Türkler,  “Muhteşem Osmanlı!” Oldular?” sorusuna da açıklık getirilmektedir. İşte Türkler ve Müslüman Türkler ’in hikâyesi…
-“Bir Şark meselesi vardır. Çünkü, Ortaasya’dan gelen Türkler ve Moğollar Ortaçâğ’dan beri Doğu Avrupa’yı istilâ etmişler, oralarda hâkimiyetlerini kabul ettirmişlerdir.
Haçlılar’ın başarısızlığı, çeşitli Avrupa devletlerinin iç teşkilâtlarında duraklama devrinin başlaması, İstanbul’daki Rum İmparatorluğu’nun uğradığı çöküntü,
14. Yüzyıldan sonra Türklerin Batı’ya doğru zafer yürüyüşlerini kolaylaştırmıştır.
Şark meselesinin tarihi de, Türklerin Avrupa’dan çekilmelerinin tarihidir.
Bu çekilme de zaruri idi. Çünkü, Türkler buralarda esaslı hiçbir şey kuramamışlardı.
Son olaylar da gösterdi ki, Türklerin vatanseverlikleri, devamlı faaliyet gösteren bir devlet teşkilâtı kurmaya muktedir değildir.
Hattâ şöyle de denildi:
-“Türkler dört asır, hattâ daha fazla bir süre, Avrupa’da çadır kurmuşlardır.”
Gerçekten Türkler, buraları yalnız fethetmekle kalmışlar, başka bir şey yapmak istememişler veya yapamamışlardır.
Türkler, mâliyesi, ordusu ve idaresiyle muntazam bir devletkuramamışlardır.
Şark’a has bir hareketsizlik, İslamlara has bir kuvvete baş eğişle, sultanların, serdarların mutlak idaresi, sonunda onları bir derebeyi çetesi hâline getirmiştir.
Bu bakımdan, daha 18. Yüzyıldan itibaren, Türk İmparatorluğu parçalanmaya başlamıştı. Yeniçeri ordusu, düzensiz bir milis kuvvetinden başka bir şey değildi.”(1)
-“Bugün Türkiye mahvolsa bile, Kaşgâr’dan Istanbul’a kadar konuşulan Türk diliyle, tekrar bir Türk  İmparatorluğu kurarlar.
Hazar Denizi’nin güneyindeki İran Türkmenlerinden geçecek olan silsile müstakbel Cermenlik’ten, müstakbel Islâvlık’tan daha sağlamdır. Arada hiçbir sınır, hiçbir tabiî engel yoktur.
Bu Türk İslamları, Çin’den tâ Moskova’ya kadar uzanır  ve Ural dağlarından itibaren millî bir bütünlük gösterirler.
Artık bugün, her siyâset adamı itiraf eder ki, Rusya Türkleri’nde bir milliyet hissi uyanmıştır. Bir edebiyat, bir sanayi, bir ticaret vardır. Bunlar yarın için bir devrim hazırlayacaklardır.”  (2)
Ünlü Fransız tarihçisi Gustave Le Bon’a göre, Müslümanlık dünyaya nasıl yayıldı;
“Bu dinin dünyanın her tarafına yıldırım hızıyla yayılması sebeplerini ve yeni dine girenlerin nasıl olup da İskender İmparatorluğu’ndan daha büyük bir imparatorluk kurmak için gerekli olan kuvveti bulduklarını açıklamak o kadar kolay değildir.
Kendilerini Suriye’nin ebedî sahibi sanan Romalılar, buradan atıldıktan sonra,
ruhları birleştiren yeni dinin coşturup gayrete getirdiği göçebe kabilelerin birkaç yıl içinde İran’ı, Mısır’ı, Kuzey Afrika’yı ve Hindistan’ın bir kısmını fethettiklerini görerek şaşırıp kaldılar.
Bu şekilde kurulan imparatorluk yüzyıllarca devam etti.
Bu saltanat Atillâ gibi Asya fâtihlerinin kurdukları imparatorluklara benzer, gelip geçici bir devlet değildi.
Çünkü, İslâm devletinin kuruluşu. Batı Avrupa barbarlık içinde yuvarlanırken, Doğu’da gözleri kamaştıran bir tazelikle parlayan tamamen yeni bir medeniyetin ortaya çıkışının başlangıcı oldu.
Gözün bile ilk bakışta tanıyacağı derecede yaratıcı eserler vücuda getirdiler. Arapların imparatorluğu o kadar genişti ki, bunun parçalanmaması imkânsızdı.
Nitekim, birtakım küçük krallıklara ayrıldılar. Ve bunlar zayıfladılar. Moğol, Türk v.b. kavimler tarafından zaptedildiler.
Fakat, Müslümanların din ve medeniyetleri o kadar güçlüydü ki, eski Arap krallıklarını zaptedenlerin hemen hepsi, mağlûpların dinini, Sanayiini ve çoğunlukla dilini kabul ettiler.
Arapların dini, onların kudretleri kaybolup devletleri yıkıldıktan sonra bile yaşadığı gibi, gitgide daha da çok yayıldı.
Bu dine girenlerin inanışları o derece güçlüdür ki, içlerinden her biri bir havari sayılabilir. Ve her havari gibi kendi dinini yaymaya çalışırlar.
İslamiyet’in büyük siyasi kuvveti, çeşitli ırkları aynı fikir etrafında toplamış olmasıdır.
Ortak fikir etrafında toplanma ise, çeşitli ırklara mensup insanlar arasında dayanışma kurmanın en tesirli vasıtalarından biri olmuştur.
Günün olayları da böyle bir dayanışmanın gücünü  ispat etti. Bu dayanışma, korkunç İngiltere’yi bile Şark’ta geri çekilmeye mecbur etti.
Britanya’yı yönetenler, Türkiye Müslümanlarının ülkelerinden koparılıp atılmalarını tahayyül ettikleri zaman, bu kuvveti bilmiyorlardı.
Yalnız Türklerin değil, bütün dünya Müslümanlarının kendi aleyhlerine ayaklandıklarını gördükleri vakit, bu kuvvetin varlığını kabule yanaşmaya başladılar.
İstanbul’u elde tutacaklarını hayal eden İngilizler, hayallerinin yıkıldığını gördüler. Özellikle, yenilmiş ve silâhları ellerinden alınmış olan Türklerin, kendilerine zorla kabul ettirilmek istenen barış andlaşmasını red. Ve Yunanlıları İzmir’den kovdukları zaman, bunu iyice anladılar.
Bugün İslâm, Avrupa’ya kafa tutacak kadar güç kazanmıştır.” (3)
Gustave Le Bon’un Lozan Konferansı münasebetiyle de yazdıkları var…
“Birinci ve ikinci Lozan kongreleri, Avrupa’nın Müslümanları hiç tanımadıklarını isbat etti. Bu kongrelerde Şarlman zamanının baronları ile, şimdiki hukuk profesörleri karşı karşıya gelselerdi, anlaşmazlık daha fazla olmazdı.
Konferanslarda hiç kimse, ne hilâlden ne de salipten söz açtı.
Fakat, tartışmaların gizli ruhunu, bu iki timsal arasındaki çarpışma teşkil etti…
Britanya İmparatorluğu’nun İslam’ı anlayamaması sebebiyle, İran’ı, Irak’ı, Mısır’ı kaybettiğini, Hindistan’ı bile elde tutmakta zorluk çektiğini yukarıda söylemiştik.
Bu hezimetlerin gerçek sorumlusu olan İngiliz Nâzırı, mutaassıp protestan M. Loit Corc YunanIıları İstanbul’a doğru sürükleyerek Türkleri Avrupa’dan atmayı, salipin hilâlden intikam alması gibi tahayyül etmişti.
Fakat, kendi imânı kadar güçlü bir İmâna çarptı ve bu darbe ile bütün İngiliz müstemleke İmparatorluğu sarsıldı.” (4)
Avrupa devletlerinin Türkiye’ye karşı giriştikleri savaşlarda, daima din faktörü ağır basmıştır. Batı Dünyası, Osmanlı İmparatorluğu’nun, Avrupa içlerine kadar sarkarak, oralarda yerleşmesini hiçbir zaman affetmemiştir.
Osmanlı Devleti’nin zayıf düştüğü günlerde ortaya çıkarılan “Şark meselesi”, doğrudan doğruya Müslüman Türklerin Avrupa’dan kovulmasını öngören dinî karakterli bir plândır. Bu uğurda büyük propaganda yapılmış, Balkan toplumlarının milliyetçilik hisleri kamçılanmış, önce ayaklanmalar sonra savaşlarla istenilen sonuca ulaşılmıştır. (5)
-“Türkler, İslâm dininin alemdarlarındandır. Asırlardan beri bu şerefli mevkii elde etmiş bulunuyorlar. Avrupa hattâ Amerika’nın, yani bütün Hıristiyanlık dünyasının kılıcı, onların, yani Müslümanlığın üzerine çekilmiştir…
Gerçi ben Türk değilim.  Fakat, Türkleri ve idarelerini bilirim, başkalarının idarelerini de gördüm.  Bilirim ki, maddeci Avrupa ancak kılıca hürmet eder. Ancak onun hastalık ve gururunu iyi edebilir.
Fakat, Türklerin millî seciyelerine isnat edilen haksız tecâvüzler, tarih ve insanlığın huzurunda mutlaka müdafaa edilmeli ve onların hakkında hakikat söylenmelidir.
Avrupa’da ve Amerika’da Türkler aleyhine yapılan tek taraflı propagandaların ne kadar üzücü ve vahim neticeler doğurduğunu tamamıyla biliyorum. Bu propagandalar, ırki ve dinî taassupları körükledi…” (6)
**
Buraya kadar açıklananlar özetle;
-Türkler ve geldikleri yerler, Hıristiyan dünyasının Türkler ve Müslüman Türklere bakış açıları, Türkler’in ve Müslüman Türkler’in karakterleri, okuyanlara farklı bir pencereden daha bakmaları için verilmiştir.
Devam edecek…
-Osmanlı Devletinin kuruluşu…
(1) Prof. Paul Hory, “Türkiye Nasıl Paylaşıldı” Paris Üniversitesi, 1913 yılı yayınlarından (Alıntı; ”CAN çekişen Türkiye 1914”, Tercüman 1001 TEMEL ESER’lerinden
(2 “Hilâfet Siyâseti ve Türklük Siyâseti”,  Profesör George White (Amerikan Kolej Müdürü)
(3) Gustave Le Bon (Ünlü Fransız tarihçisi, 1841 – 1931) “Dünya Muvazenesinin Bozulması”
(4) Gustave Le Bon, “ Lozan Konferansı münasebetiyle de yazdıkları “ (CAN çekişen Türkiye 1914, Tercüman 1001 TEMEL ESER)
(5) “CAN çekişen Türkiye 1914, Pierre Loti”, Tercüman 1001 TEMEL ESER)
(6) Şeyh Hüseyin Kıdvaî,  “İslâm’a Çekilen Kılıç”,  Sayfa: 7, 1919 (Müslüman düşünürü Şeyh Hüseyin Kıdvaî, 1919 yılında Londra’da faaliyete geçen “İslâm Cemiyet-i Merkezi” Genel Sekreteridir. I. Dünya Savaşı’ndan sonra haritadan silinmek istenen Türkiye’nin yanında ve içten savunanlar arasındadır.)

Vatandaşın Osmanlı Tarihi; Osmanlının “Güneş Devlet” olduğunu gizleyenler affedilmeyecek (8)


Görmek için sadece bakmak yeterli olmamakta; Doğru yerde bulunmak gerekmektedir.
Güneş Ülke‘yi yeryüzünde bulmak mümkün mü? Fikir hürriyetine, vicdan hürriyetine, lisan hürriyetine ilişmeyen Osmanlı Türkleri’nin mevcudiyeti, hiç olmazsa yarın böyle bir ülkenin var olacağını bana zannettiriyor…
Yorumlardan ve yazılanlardan anladığımız, bizlerin okumuşu ve okumamışı ile çoğunluğunun, Osmanlıyı maalesef hiç ama hiç tanımadığıdır.
Osmanlıyı, nedenleri hakkında hiç bilgimiz olmamasına rağmen, iki-üç olayla tanıdığımızı ve anladığımızı zannetmiş; hiç araştırmadan, iddia edilenleri de doğrulamadan sadece birilerinin,  iftira ve karalamalarına alet olmuşuz…
-“Osmanlı Alevileri katletmiş…!
-“Türkleri uşak olarak kullanmışlar… Anadolu beyliklerine zulmetmişler..!
-“İşgal ettikleri yerleri sömürmüşler..!”
Bizler halk olarak ve maalesef Matematik ve Tarih ilmine mesafeli durmakta ve yeterli ilgi göstermemekteyiz.
Bu doğrultuda, yaşanmış olayları doğru olarak ve kaynağından öğrenememekle kalmıyor; Matematiğe ilgisizliğimiz nedeniyle, olayları düzgün bir mantıkla sentezleyemediğimizden bize sunulanları tekrar ediyoruz.
Üstelikte kime ve neden hizmet ettiğimizi de kavrayamadan…
Aramızda kaç kişi;
-Osmanlı Medeniyeti’nin, özellikle 16 ve 17’inci asırda Avrupa’nın kurtuluşu için reçete ve devlet yaşamı ile ilgili uygulamalarında örnek alındığını bilmektedir?
Osmanlı Devleti’nin kuruluşuna birkaç bölüm ara verilerek, Osmanlının gerçek yüzü Yabancı ilim insanı, düşünür ve siyasetçilerin gözü ile değerlendirilerek tanıtılmaya çalışılacaktır.
Dileyenler bunları gençlerimize, özellikle üniversite gençliğine önerebilir ve onların konu ile ilgili yapacakları araştırmaya ışık tutabilirler.
Güneş Devlet Özlemi ve…
Filozof Tommasa Campanella
Güneş Ülkesi isimli ütopya eseri ile ünlenen İtalyan Filozof Tommaso Campanella (1568-1639)  şair, yazar ve filozoftur. “Güneş Ülkesi, isimli eser, filozofça bir devlet tasarısıdır. Platon’un devlet’i, Thomas Moore’ın Ütopya’sı çizgisinde, toplum yararını bireyinkiyle bağdaştırıp, halklı bir düzen tasarısı getiren Güneş Ülkesi, sosyal bilimlere eğilenlerin okumadan edemeyecekleri, dünya üniversitelerinde de yardımcı kitap olarak salık verilen ana yapıtlardan biridir. (1)
“Filozof Companella, son tahlilde Osmanlı’nın şahsında; her şeyin ideal ve nihaî anlamda tatbik edildiği “Güneş Ülke” özlemini şu şekilde tavsif ve tarif etmektedir:
“Güneş Ülke’yi yeryüzünde bulmak mümkün müdür?
-Fikir hürriyetine. Vicdan hürriyetine, lisan hürriyetine ilişmeyen Türklerin varlığı hiç olmazsa yarın böyle bir ülkenin var olacağını bana hissettiriyor.
Madem ki, düşünceyi zindana koymayan, hakikat sevgisini zincire vurmayan bir millet, o cesur, âdil Türkler var; üzerinde yalnız hakikatin, adaletin ve hürriyetin hüküm sürdüğü bir “Güneş ülke” yarın neden vücut bulmasın?” (2)
“Ütopist, yani hayâlî bir cennet ülke tasavvur eden filozof, bunu yeryüzünde ve zamanında en geniş mânâda gerçekleştirenlerin Türkler olduğunu ifade etmektedir.
Şu düşünce Osmanlı devlet adamlarının, ecdâdımızın ne derece yüksek insânî ölçülerle mücehhez bulunduklarını, o devirdeki cemiyetimizin ne kadar hür bir topluluk olduğunu en açık şekilde anlatmaktadır.”
Filozofun ne demek istediği,  yazı bittiğinde okuyanlar tarafından daha iyi değerlendirilecektir.
Fransız Gazeteci Stefan Laussanne, Balkan Harbi sırasında Bulgar Millî Meclisi nde âza olan yaşlı bir Bulgar nasyonalistiyle tanışır ve söylediklerini açık kalpliliği ile yazar;
“Bizimle Türkler arasında hiçbir esaslı ihtilaf yoktu. Şikâyetimiz de yoktu… Bizim Sırplarla ve Yunanlılarla müstakil birer devlet olarak komşuluğumuz ve bilhassa, üzerimizde Rus minnetini ve hâkimiyetini her zaman duymamızın huzursuzluğu, Osmanlı idaresinde yaşamaktan çok beterdir. Biz de. Çocuklarımız da yaptığımız hatanın acısını çok çekeceğiz.” İleride ne olacak bilir misiniz?
Osmanlı Devleti dünya üzerinde bir muvazene unsuru ve yeri doldurulamaz bir imparatorluk olarak elini eteğini çektiği zaman Avrupa, Rusları kendi topraklarından çıkaramayacaktır. Balkanlar da huzur ve sükûn yüzü görmeyecektir…” (3)
Bu deneyimli yaşlı Bulgar ne kadar büyük bir isabetle, üstelikte çok uzun yıllar önce Rusların Balkanları işgalinde Bulgarlara ve  Macarlara neler yaşatacaklarını öngörebilmiştir.
Fatih Sultan Mehmed Han, Rumeli’deki fetihleri genişleterek Sırbistan sınırlarına geldiği zaman, iki ateş arasında kalan Ortodoks Sırplar, Katolik Macaristan ile Müslüman Osmanlı arasında tercih yapmak zorunda kalmışlardı. Sırbistan Kralı George Brankoviç, Hem Macar Kralı jan Hunyad’a hem de Sultan Fatih’e heyetler gönderdikten sonra;
Osmanlı’yı daha müsamahalı bularak kendilerine aynı dine mensup Hıristiyan Macarlara karşılık Müslüman Osmanlı’yı tercih ve itaat etmişti.
Çünkü. Macar Kralı’nın; “Sırbistan’ın her tarafında Katolik kiliseleri tesis edeceğim; Ortodoks kiliselerini yıkacağım!”
sözüne, Fatih; “Her caminin yanında bir kilise inşa edilecek!” şeklinde karşılık vermişti. (4)
Osmanlı’nın meydana getirdiği kuşatıcı tolerans ve “din kalkanı” sayesinde Balkan milletleri. Macarlar ve Venediklilerin “Katolik olma mahkumiyetinden” kurtulmuş; müntesibi bulundukları Ortodoks mezhebini yaşatma imkânını elde etmişlerdir. Osmanlıların, Koyu Ortodoks olan Balkan halkı üzerindeki Katolik baskısını önlemesi ve Ortodoks kilisesine karşı gösterdiği müsamaha, Türk idaresinin bir kurtarıcı olarak karşılanmasına sebep olmuş; “Ortodoks mezhebi Balkanlardaki varlığını Türklere borçlu” hale gelmişti.
Öyle ki. Macar Tarihçi Sandor Takats (1860-1932). Sadece Ortodoksluk değil; Protestanlığın da varlığını Osmanlı’ya borçlu olduğunu, “Macaristan-Türk Aleminden Çizgiler” adlı eserinde şöyle savunmaktadır:
-“Hıristiyan Almanya İmparatorluğu’nda mezhep harplerinde kan gövdeyi götürürken Müslüman Türk idaresinde bütün dinlere saygı vardı ve mezhepler yan yana yaşayabiliyorlardı. Ortodokslar gibi Protestanlar da Osmanlı’ya çok şey borçludurlar. (5)
Protestan mezhebinin kurucusu Martin Luther, Katolik zulmü karşısında Kanuni Sultan Süleyman’a mektup göndermiş ve şunları yazmıştır:
-“Putperest Katoliklere. Papa denilen ve Hz. İsa’yı tanrı yapan dinsizlere ve onları destekleyen Alman İmparatoru Şarlken’e haddini bildiriniz ve bize yardımlarınızı sürdürünüz…” (6)
Osmanlı sisteminin, mevcut yapıyı zorlamadan, ona saygı duyarak ve sürekli toplumsal nabzı tutarak yürüdüğü bariz biçimde göze çarpmaktadır.
Lowry’ye göre, Osmanlı varlığı, yöneticileriyle pek az ortak tarafı olan bir halkı kazanabilmek için daha önce var olan yapının üzerine “ince bir tabaka” halinde serilmekle sağlanıyordu.
Osmanlı idaresinin uzun ömrünün sırrı; kaskatı değil, esnek durmasını bilmiş olmasında yatmaktadır. Osmanlı muhayyilesi, Kendisini yeryüzünde mazlumların sığındığı “son kale” olarak görüyordu. Osmanlı, azgın dalgaların, Yani emperyalist saldırıların surlarını dövdüğü “mazlumların koruyucusu” yalçın bir kale gibiydi. (7)
Dahası, Osmanlı “devlet-i ebed müddet” sloganını hiç terk etmemek üzere benimsediğinden ötürü; Bab-ı Ali ketebesinden sokaktaki cahil adama kadar hiç kimse o cemiyetin varlığı ve işlevinin kalkacağına inanmamış görünüyordu. (8)
Söğüt’te, 400 çadırlık küçük bir beylikten cihan devleti seviyesine erişen Osmanlı Devleti’nin kuruluşu ve amudî bir yükselişle doğu-batı istikametinde bir anda büyümesi karşısında şaşkınlığını gizleyemeyen Batılı tarihçi Fernard Grenard bunu şu ifadelerle dile getirmiştir:
“Bu yeni imparatorluğun kuruluşu, insanlık tarihinin en büyük ve en şaşılacak vakalarından biridir. Onların kaderlerindeki en büyük fevkaladelik başlangıçta oldu; böylesine büyük bir netice için pek küçük olarak işe başladılar.
Ama bir defa iktidarı yayılıp sağlamlaştıktan sonra, girdabın içinde tek sabit nokta oldular. Onlar yarımadada rüzgârın tesiriyle oradan oraya dalgalanan muhtelif unsurları etraflarında toplayan bir cazibe çekirdeğiydiler. (9)
Devlet-i Ali. Kısa zamanda çeşitli din, Irk, Dil ve mezhebe mensup sayısız milleti şemsiyesi altında toplayıp Osmanlı potasında mezcederek “çok dinli ve çok milletli bir dünya devleti” haline gelmişti. En küçük beldesinden payitahtına kadar Cami, Kilise ve Havra yan yanaydı.
Sultan II. Mahmud. Bunu şu veciz ifadeyle âdeta bayraklaştırmıştı:
-‘Tebaamdan Müslümanları camide, Hristiyanları kilisede. Musevileri de havrada görmek isterim.”
Osmanlı’yı, bu nev-i şahsına münhasır vasfından dolayı İlber Ortaylı.
-“Müslüman Üçüncü Roma” olarak tavsif etmektedir: “Osmani İmparatorluğu, tarihteki üçüncü ve “Müslüman Roma”dır…
Ortadoğu-Akdeniz imparatorluklan içinde klasik Roma’ya en çok benzeyenidir ve orijinal, son derece renkli bir cemiyettir…
Ama bu yapıya rağmen ideolojisi İslâm’dı ve İslâm için savaşıyordu…
Osmanlı devlet idaresi, herkesin dinî vecibesini yerine getirmesi ve hayatını yaşaması için asayiş kuvveti rolünü üstleniyordu.
Osmanlı’yı ayakta tutan temel unsurlardan biri de Osmanlı idarecilerinin kendilerini, ümmetin işlerini yapmak için Allah-ü Tealâ’nın onlann başına koyduğu bir hizmetçi olarak bilmeleridir.
Yavuz Sultan Selim’in ifadesiyle; “Reaya (köylü)  devletin efendisidir.” Bu bapla ilgili Piri Paşa, Mesela Yavuz Sultan Selim’den şöyle söz etmiştir:
-“Kendilerini padişah bilmezlerdi. Hak Tealâ’nın keminekemter bendesi ve yeryüzünde ibâdının mutimmatını kayurmağa koymuş edna bir efkendesiyem deyû buyururlardı…”
Devlet, kendi himayesine girmiş Zımnilerin her türlü hak ve hukukunu garanti altına almıştı.
Yıldırım Beyazıd. Semendere kadısına gönderdiği bir adaletnâmede,
Halkın kendisine Allah’ın bir emaneti (Vediatullah) olduğunu belirttikten sonra, kanuna ve tahrir defterine aykın olarak sancak beylerinin ve diğer görevlilerin onlardan fazla bir şey almalarını zulüm saymış ve bunu şiddetle yasaklamıştı.
Ayrıca, bu emri yerine getirmede ihmali ve kusuru görülenlerin derhal cezalandırılmalarını emretmişti. Çünkü Osmanlı. –Halil İnalcık’ın da belirttiği gibi- her fethettiği toprağı hakiki manada bir “Osmanlı Memleketi, vatanı”olarak telakki ediyordu. (10)
Diğer yandan, Osmanlıların takip ettikleri adil vergi sistemi. Türk idaresinin geniş halk kitleleri ve köylü sınıfı tarafından benimsenmesinde başlıca rolü oynamıştı.
Heath W. Lowry. Bunu şöyle belirtir: “Osmanlıların büyüklüğünü şuradan da anlıyoruz:
-Her şey açık, yeni fikirlere açık ve insanlara açık, Osmanlıları 600 sene ayakta tutan şey. Vergi sistemi ile adalettir.” (11)
Avusturyalı Türkolog Anton Cornelens Schaendinger. Osmanlı’nm hızlı gelişimini ve fethettiği yerlerdeki kalıcı hakimiyetini, özgürlükçü, kuşatıcı ve insanî anlayış ve muamelesine bağlar ve bu konuda şu isabetli ve bir o kadar da manidar tahlilleri serdeder:
“İskender. Batı’dan Doğu’ya ve Hind’e kadar yayıldı. Dârâz, Doğu’dan Batı’ya uzandı. Cengiz Han, Avrupa ortalarına kadar at koşturdu.
Lâkin hiçbirisi Osmanlı Türkleri gibi diğer insanların kültür ve din özgürlüğüne saygı göstermediler.
Osmanlılar harikulade bir nizam ve düzende asırlarca kendilerinden olmayan insanlarla barış içinde yaşadılar. Onun içindir ki, Avrupa’da dört asır boyunca kalabildiler.” (12)
Kuruluş dönemiyle ilgili geliştirdiği tezleriyle tanınan ünlü İngiliz Tarihçi Gibbons da. Osmanlı’nın hakkını tarihin tanıklığı ışığında şu ifadelerle teslim etmektedir:
“Osmanlılar’ın hoşgörüsü ister siyaset, ister hâlis insanlık, isterse başka bir şey olsun; şu bir gerçektir ki, Türkler yeni zaman içinde milliyetlerini tesis ederken, din hürriyeti umdelerini temel taşı olarak koymuş bir millettir.
Sürekli Yahudi ve Hıristiyan tazyiklerine mukâbil, Türklerin Balkanlara girmesinden sonra, yerli gayrimüslimlerle yeni gelen Müslümanlar yüzyıllarca ahenk içinde yaşamışlardır.” (13)
Gibbons’u destekleyici mânâda, Alman Türkolog F. Giese, 1914 yılında “Die Velt Des İslam” dergisine yazdığı ‘Türkiye’deki Dinî Müsamaha” başlıklı makalesinde şunu dile getirmiştir:
-‘Tolerans mefhumu. Hıristiyan memleketlerinde 16. Yüzyıldaki reformlardan sonra ortaya çıktı, son iki asırda hayli yerleşerek, bilhassa I848’den sonra herkesçe kabul edildi…
Gerçek şudur ki. Batıda kilise başka inançtakilere karşı oldukça katı ve müsamahasız davranırken Müslümanlar. Kendi ülkelerindeki gayrimüslimlere tam bir tolerans gösteriyorlardı…
İslâm hukukunun gayrimüslimlere karşı bu müsamahalı tutumu, Türkler tarafından da tarih boyunca uygulanmıştır.
Hatta, Osmanlı Devleti’nde zaman zaman gayrimüslimlerin şartları,Müslümanlarınkinden bile daha iyi olmuştur.” (14)
Fransız Tarihçi Fernard Grenard, Aynı hususta fikirlerini şöyle ifade etmektedir:
-“Osmanlı idaresinin, fethedilen memleketler için son derece liberal olduğunu kaydetmeden geçmemelidir. Bu memleketler ahalisini Türkler, dillerinde, dinlerinde hatta bazen iç düzenlerinin büyük bir kısmında tamamen serbest bırakıyorlardı…
Türk hakimiyetinden yerli Hıristiyanlar bu bakımdan da memnundular ki. Vaktiyle, Türkler gelmeden önce, ülkeleri devamlı asayişsizlik ve tahribat içindeydi. Şimdi ise sükûn hüküm sürüyordu…
Viyana bozgunundan sonra Venedik, geçici olarak Sakız’ı ve Mora’yı İşgal etti. O kadar zulüm yaptılar ki, Sakız ve sonra Mora’ya Türkler dönünce yerli Rumlar, onlan büyük sevinçle karşıladılar.” (15)
Raphaela Lewis de, Osmanlı’nın uzun ömre sahip olmasının ve uzun vadeli bir hükümranlık sağlamasının sırrını şu üç temel sacayağına dayandırır:
“Osmanlı Devleti’nin sırrı,
-Mükemmel yetiştirilmiş bir mülkî idareyi. İslâm’ın kutsal kanunlarına dayandığı için bütün Müslümanların saygısını kazanacak bir adlî sistemi ve yırtıcı olduğu kadar sâdık ve disiplinli bir orduyu birleştirmesindedir.
Devlet, kuvvetine rağmen karşı koyması tehlikeli, hatta imkânsız olan eski ve yerleşmiş mahallî geleneklerle karşı karşıya geldiği vakit çatışmamayı çok iyi biliyordu.
Osmanlılar, fethettikleri ülkelerdeki Hıristiyan halkı kendi haline bırakacak kadar insanî ve hayal gücü zengin bir idare tarzı güdüyorlardı.
Gerçekten de, Birçok bölgede halkın büyük bir kısmı, kendilerini idare eden Osmanlılardan ırk ve din bakımından çok değişik oldukları halde, baş kaldırma ve ayaklanmalar çok nadir oluyordu.
Savaş zamanı, devletin asayişi korumakla görevlendirdiği kuvvetler de tebaanın başında sadece birkaç idareci bırakarak cepheye gittikleri zaman bile bu gibi hâdiseler olmuyordu.
Mahallî şartların çerçevesi içinde bazı kavimlerin isyankârlığı hariç, yıllar boyu İtaat ve her türlü değişikliğe karşı koyma geleneğine bağlı olarak yaşamışlardı (16)
Osmanlıyı tanımak için birkaç küçük kapı açtık…
Okuyanı sıkmamak için Osmanlıyı birkaç bölümde daha tanımaya devam edeceğiz.
Bu bölümünün sonunda Osmanlıya atılan iftiralara cevap verilerek ve Osmanlı Devletinin kuruluş tarihi’ne kalındığı yerden devam edilecektir.
Resim;http://www.edize.com/selcuk-erdem-karikaturleri/380/resmi-ters-asmissin-sabaha-kadar-tartisiriz.html
Kaynak; İsmail Çolak, “Modern zamanlarda Osmanlıyı aramak”,
Yazarın kaynakları;
(1) Güneş ülkesi, Tommaso Campanella,  ÇAN yayınları, 1965 (Nadir yayınları)
(2) M. Turhan Tan, Tarihte Türkler İçin Söylenen Büyük Sözler, İst. 1936, s. 45.
(3) M. Sadi Koçaş. Tarihte Ermeniler ve Türk-Ermeni İlişkileri, İst. 1990, S. 101-104.
(4) De La Jonquere, Historie de l’Empire Ottoman, s. 164; Osman Nuri, Mecelle-i Umur-i Belediye, C. 1. S. 217; Osman Turan. Türk Cihan Hâkimiyeti Mefkuresi Tarihi, c. 2, İst. 1980, s. 530; Ahmet Akgündüz. Belgeler Gerçekleri Konuşuyor, C. 2, İzmir 1990. S. 207.
(5) İsmail Çolak, “Modern zamanlarda Osmanlıyı aramak”,
(6) a.g.e. sahife,.35
(7) Heath W. Lowry. Fifteenth Century Ottoman Realities: Christian Peasant Life on the Age on Island of Limnos, İstanbul 2002, Eren Yay., S. 176; Armağan, Osmanlı: İnsanlığın Son Adası, İst. 2004, 44-45; İlber Ortaylı, Osmanlı Barışı, Yay. Haz. Mustafa Armağan, İst. 2004, s. 11-12.54, 158.
(8) Heath W. Lowry. Fifteenth Century Ottoman Realities: Christian Peasant Life on the Age on Island of Limnos, İstanbul 2002, Eren Yay., S. 176; Armağan, Osmanlı: İnsanlığın Son Adası, İst. 2004, 44-45; İlber Ortaylı, Osmanlı Barışı, Yay. Haz. Mustafa Armağan, İst. 2004, s. 11-12.54, 158.
(9) Nak. İbrahim Refik, Tarih Şuuruna Doğru. C. 3, İst. 1999, s. 17.
(10) Celalzade, Selimname; nak. Ahmet Uğur, “Osmanlı’nın Sırları”, Tarih ve Medeniyet Dergisi, Ekim 1998. Sayı: 55. S. 35; Miroğlu, agm, s. 18; Inalcık. “Arnavutluk’ta Osmanlı Hakimiyeti’nin Yerleşmesi ve İskender Bey İsyanının Menşei”. Fatih ve İstanbul, C. 1, Sayı: 2, İst. 1953. S. 155; ‘Türkleri ve Balkanlar”. Balkanlar İst. 1993. S. 15; Ortaylı, age, s. 45-46; Pamuk, agm, s. 25.
(11) İnalcık, “Osmanlıda Raiyyet Rüsumu”, Belleten XXIII (1950), s. 575-581; Miroğlu, agm, s. 16; İdea Politika, Sayı: 4. Güz 1999, s. 46; nak. Armağan. Age. S. 19.
(12) Neriman Malkoç Öztürkmen’in Röportajı, Zaman Gazetesi. 24 Ağustos 1989.
(13) Gibbons, Osmanlı İmparatorluğu’nun Kuruluşu, Çev.: Ragıb  Hulusi. İst. 1928, s. 63; Abdülkadir Özcan. “Osmanlılarım Balkan Politikası . Tarih ve Medeniyet, Kasım 1994, s. 48. Diğer tespitler için bkz. Çolak, age, s. 108-114, 165-172.
(14) Nak. Erdal İlter, “Ermeni Kilisesi ve Terör”, Bilim ve Aklın Aydınlığında Eğitim Dergisi (Özel Sayı), Nisan 2003. Sayr. 38. S. 78-79.
(15) Grandiur et Decadance de l’Asie, Paris 1939, s. 126-128; Naima, Naima Tarihi s. 4; Miroğlu. Agm, s. 16, 19.
(16) Raphaela Levvis. Osmanlı Türkiye’sinde Gündelik Hayat, Çev: Mefkure Poray, İst. 1973. Doğan Kardeş Yay.; Tarih ve Düşünce Dergisi, Aralık-Ocak-Şubat 2005, Sayı: 55, s. 34.

Vatandaşın Osmanlı Tarihi; Osmanlının “Güneş Devlet” olduğunu gizleyenler affedilmeyecek (9)


Kanuni, ABDTemsilciler Meclisi'nde bir "Kanun yapıcı"sı olarak yer almıştır. Bunları bilirsiniz değil mi?
Güneş ülkeyi yeryüzünde bulmak mümkün mü? Fikir hürriyetine, vicdan hürriyetine, lisan hürriyetine ilişmeyen Osmanlı Türkleri’nin mevcudiyeti, hiç olmazsa yarın, böyle bir ülkenin var olacağını bana zannettiriyor…
Biz Amerikalı’ya Hayran Amerika’lı Bize…!
“…George Washington tarafından Amerika’nın kuruluşundan sonra yapılan Temsilciler Meclisi’ne 1945 yılında yenileme ve düzenleme çalışmaları için gelen bir heyet tarafından dünyanın en büyük 23 kanun yapıcısının büstünü koymayı kararlaştırmıştır. Bu karar ABD Kongre Meclisi tarafından onaylandı.
Bunun ardından Colombia Tarih Derneği, Pannsilvania Üniversitesi ve ABD Temsilciler Meclisi Kütüphanesi titiz çalışmaların ardından Kanuni Sultan Süleyman ve 22 kanun yapıcının büstünün yapılıp ABD Temsilciler Heyeti Galerisine konulmuştur.
Bu kısımları işin tarihi yönüydü. Peki bu olaylardan hiçbir yorum çıkarmayacak mıyız? Tabii ki çıkaracağız.
Bizim peşinden koştuğumuz, sürekli kitaplarını okuduğumuz, her haber bülteninde çalışmalarını gösterdiğimiz Amerika Birleşik Devletleri Kanuni’nin dünyadaki en büyük kanun yapıcısı olduğunu hatta Süleyman’ın yaşadığı devreSüleyman Asrı diyebilecek büyüklükte iken biz Osmanlı Padişahlarından birinin büstünün ABD Temsilciler Heyeti’nde büstü olacağını bile bilmiyoruz …
Gözümüz ta batının öbür ucuna uzanacağına önce bize baksın, kendimizden ders alalım …(*)
Tunuslu Prof Dr. Abdülcelil Temimi ise bugün Osmanlı’nın tabiî sınırları içerisinde mevcudiyetini sürdüren otuzu aşkın ülkenin, patlamaya hazır bomba olmaktan bir türlü kurtulamaması meyânında. Osmanlı’nın buralarda asırlar süren boyunduruğun altına nasıl imza attığının sırrını; büyük bir hoşgörü harmonisi içerisinde, hâlen tartışması yapılan demokrasi, özgürlük, âdil yönetim gibi modern mefhumları doruk seviyede tatbik etme maharetine bağlamaktadır.
Temimi, Osmanlı’nın dışında, yeryüzünde gelmiş hiçbir imparatorluğun, bu mikyasta büyüklüğe sahip devletleri yönetmeye muvaffak olamadığı tarihî gerçeğine de ayrıca dikkatleri çekerek, Devlet-i Âli’nin farkını temyiz etmektedir.”’ (1)
Osmanlı Tarihi üzerine yaptığı derin tetkikler neticesinde tesis ettiği düzen ve medeniyete hayran kalan ve Sultan Abdülhamid’in hayatını konu alan “Le Dernier Sultan” (Son Sultan) adlı eseri münasebetiyle. “Poit de Vue” dergisine verdiği mülakatta. Yunanlı yazar Michel de Grece; Osmanlı’nın bölgesel bazda yeri doldurulmaz bir muvazene unsuru ve emniyet sübabı vazifesi gördüğüne şu çarpıcı yaklaşımıyla parmak basmaktadır:
Osmanlı Devleti’nin yıkılmasından çok üzüntü duyuyorum. Çünkü. Osmanlı Devleti dünya dengesini ayakta tutan bir güç olmuştu ve sevilsin ya da sevilmesin. Osmanlı’nın çöküşünden itibaren Balkanlar ve Ortadoğu’daki çalkantılar durmak bilmiyor.” (2)
“Osmanlı’nın Yani Dünyaya nizam verip hükmetme cüret ve iddiasındaki süper devlet ABD’nin; Bosna-Hersek olaylarıyla birlikte Balkanlarda terör estirerek kan kusturan, azmanlaştırdıkları Sırp canileriyle bile dünya barışı için (!) baş etme ve hizaya getirme irade ve kudretinden yoksun düşmesi karşısında; bölgede Osmanlı’yı yakalamaktan ve geride bıraktığı boşluğu kapatmaktan ne kadar uzak oldurduğunu. Dönemin Dışişleri Bakanı’nın ağzından aktardığı şaşkınlık ve hayranlık yüklü itirafı; Türkiye’nin eski Dışişleri Bakanları’ndan Hikmet Çetin şu şekilde anlatmaktadır:
992 yılında Bosna-Hersek konusunda bir toplantı yapılıyordu. Türkiye’de çağrıldı. Miloşeviç. Karadziç hepsi oturuyorlardı. Benim yanımda Amerika Dışişleri Bakanı oturuyordu. Yugoslavya’da yedi yıl büyükelçilik yapmış. Bana dönerek:
-‘Siz bu felaket yerlerde 500 yıl nasıl kaldınız?’ dedi.” (3)
Osman Gazi, Rum komşularının çoğuyla iyi münasebetler kurmuş ve bunun sonunda birçoğunu kendi tarafına çekmişti.
Orhan Gazi de, Bursa’nın fethinde Rumlara şehri niçin teslim ettiklerini sorduğunda şu cevabı almıştı:
-“Sizin devletinizin günden güne yükseldiğini ve bizim devrimizin geçtiğini anladık. Babanızın İdaresine geçen köylülerin memnun kalıp bir daha aramadıklarını gördük ve biz de bu rahatlığa heves ettik.”
Göynük ve Yenice tarafları fethedilip, Orhan Gazi’nin oğlu Süleyman Paşa yöre Hıristiyanlarına çok adaletli davrandığında ise, Yerli ahali ona şöyle şükranlarını sunmuştu: “Ne olaydı bunlar (Osmanlılar) bize daha önce bey olaydı!” (4)
Orhan Gazi’nin yukarıda belirttiğimiz tutumu hakkında De la Croix şu tahlili yapmaktadır: “Orhan Gazi’nin İznik fethinde şehir halkına gösterdiği müsamaha ve hepsine yaptığı güzel muamele onları çok memnun ettiğinden göç etmedikleri gibi, Türklerin himayesinde kalarak bahtiyar bir hayat geçirmeye karar vermişlerdi. Orhan Gazi, İyi muamele ve merhametten elde edilecek neticeleri bilmek şuuruna sahip olduğundan İznik’te gösterdiği merhamet ve insanlık daha sonraları pek çok muvaffakiyetlerine sebep olmuş ve her tarafa yayılan şöhreti iledir ki, Fütuhatına geniş bir yol açmıştır. (5)
IV Şarl’ın Yakın Doğu’ya gönderdiği temsilcisi Bertran’dan de la Broqiere ise. 1433’te II. Murad’ı Edirne’de bizzat görmüş ve adaletine olan hayranlığını şöyle dile getirmişti:
“Eğer o istese bütün Yakın Doğu Hıristiyanlık alemini ortadan kaldırır.”
Tarafsızlığını açıkça belli eden Bizans tarihçisi Dukas bile II. Murad’ı övmekten kendini alamamıştı:
“Düşmanına karşı babasından daha yumuşak davranırdı. Allah bilir ki, Murad halka karşı daima iyilikte bulunurdu. Bu iyiliğini yalnız kendi ırkından ve dininden olanlara değil Hıristiyanlara da gösterir.” (6)
Öte taraftan, gayrimüslimlerden alınan vergiler, hâkimiyet müddetince daima, kamu hizmetlerini ifâ etmek, güvenliklerini sağlamak için kullanılmıştır. Hizmetleri görülmez, güvenlikleri sağlanamazsa. Toplanan vergiler iade edilirdi.
Nitekim, 1402 Ankara Savaşı’ndan sonra, Selanik elden çıkınca, orada ikamet eden gayri Müslimlere, o yıl için toplanan vergiler geri verilmiştir. (7)
Osmanlı’yı hiçbir tebaası müstevli olarak kabul etmemiş; Osmanlı da, hiçbir ülkeye sömürgeci gözüyle bakmamıştır. Bu noktada. Dünyayı sömürge dilimlerine ayırmış müstemleke şampiyonlarının, İnsanlık dışı kabahat ve ayıplarını kamufle etmek psikozuyla Osmanlı’ya, “emperyalist” yaftasını yapıştırmaya kalkışmaları tamamen sırıtmaktadır.
Bir Sırp ilim adamı, Osmanlı’nın Sırbistan’dan aldığı vergiyi ve orada yaptığı yatırımın envanterini çıkardığında; Sırbistan’ın ödediği vergiden çok daha fazla genel bütçeden pay aldığını tespit etmiştir.
Amerikalı Tarihçi W. McGowan da. Yaptığı araştırmalar sonucunda; Osmanlı idaresindeki Sırbistan’da nüfus başına düşen gıda mahsulünün, Avrupalı devletlerin sömürgelerindeki köylülerin elinde kalan gıda mahsulünden çok daha fazla olduğunu orta ya çıkarmıştır.
Hiç böyle olmasaydı. Sırp dilinde “devlet zamanı” diye bir kavram yerleşir miydi? Bugün bile ihtiyarlar, “devlet zamanı” deyimiyle Osmanlı’yı kastetmektedirler. (8)
Macaristan İlimler Akademisi üyesi olan Tarihçi Kaldy-Nagy tarafından ortaya çıkarılıp yayınlanan bir belgede belirtildiğine göre. Osmanlı Devleti, Macaristan’a hâkim olduğu devirlerde, 1558 ile 1560 yılları arasında halktan topladığı 6 milyon akçe vergiye mukabil; aynı dönemde. 23 milyon akçe tutarında yatırım yapmıştır. (9)
Fethettiği toprakları iskân politikası gereğince imar eden Osmani, buraları vakıf müesseseleriyle donatmaktan kaçınmamıştır. İşte Osmanlı’nın. Balkan Yarımadası’na, deyim yerindeyse “çil çil serptiği” vakıf eserlerinin ülke bazındaki akıllara seza adetleri:
Yugoslavya: 6616, Yunanistan: 3771. Bulgaristan: 3339, Arnavutluk: 1015, Macaristan: 724. Romanya: 234
Fransız Yazar J. Michelet ise, şu tarihi kaydı düşerek, ele aldığımız meseleye katkıda bulunmaktadır:
-“I526’da (Mohaç’a giden) 200 bin kişi, ekilmiş tarlalara ayak basmadan ve tek bir ot koparmadan, yaya olarak imparatorluğun Rumeli yakasını bir baştan başa geçmiştir.” (10)
Malet gibi İlber Ortaylı da aynı düşünceyi paylaşanlardandır:
-“Osmanlı yeni dünya şartlarına intibak eden ve uluslaşmaya geçişi sağlayan son imparatorluktur. Yerel kültürleri yok eden koloni imparatorluklarının aksine (İngilizler Hindî sınıfı, Fransızlar Mağrip Arap medeniyetini yok ettiler) Osmanlı Devleti yerel kültürleri ve küçük halkları da ulus çağına taşıdı.” (11)
Drina Irmağı’nın batısı Almanların, doğusu Osmanlıların elindeydi; batıda, insanlar Almanca konuşmaya, Katolik mezhebini benimsemeye mecburdular; aksi takdirde kılıçtan geçiriliyorlardı Ama. Osmanlı’nın hâkim olduğu ülkelerde herkes istediği gibi konuşuyor. İstediği dini ve mezhebi seçiyordu. Bu yüzden, yüzyıllar boyunca mazlum milletler bakımından Osmanlı hâkimiyeti, en güvenli sığınak olmuştu.
Mehmed Niyazi’nin ifadesine göre, Hattâ bazı ilerici kalemler değişik vesilelerle; “Osmanlı’nın niçin Yunanca’yı. Bulgarca’yı yasaklamadığını; Hıristiyanlığa karşı neden müeyyide uygulamadığını” sorgulayıp, güya ecdadın toleransını mahkûm etmeye çalışarak; “Bunları yapsaydık oralardan çekilmezdik.” Diyebilmektedirler. (12)
İngiliz gençleri atlarını çözerek kendilerini Osmanlı elçisi arabasına koşarlar…
-Osmanlı tarihinde birçok mülteci meselesi yaşanmıştır. Bunların ilki İspanya’da gerçekleşti. Hıristiyan zulmünden kaçan bir kısım Yahudi ve Müslüman ll. Bayazit döneminde Osmanlı topraklarına kabul edilmesi, yaygın olarak bilinenlerdendir.
Bu mülteci meseleleri içinde en önemlisi 1848’de yaşanmış olanıdır.
Avusturya Macaristan’ı ilhak etmeye kalkışınca aralarında savaş çıktı. Bu arada Rusya da Lehistan’a girdi. Avusturya ve Rusya ittifak yaptı. Savaşı kaybeden Macar ve Lehliler Osmanlıya sığındı.
Ruslar Lehlileri, Avusturya Macarları istedi. Osmanlı bu isteği reddetti ve bunu bir raporla Avrupa’ya taşıyarak bir Avrupa meselesi haline getirdi. (13)
Mültecilerle ilgili Avrupa gazetelerinden yayınlanan bu raporda Bâb-ı âlî, merhamet ve insanlıktan doğan duygularla, mültecileri savunma hususunda yapmakta olduğu fedakârlığı belirttir…
Raporun yayınlanması, Avrupa umumî efkârında (olumlu manada Osmanlının lehine) büyük tepkiler yarattı.
Osmanlının mültecilere insani yaklaşımı,  İngiltere ve Fransa’da lehinde birçok gösteriler yapılmasına neden oldu. Bu gösterilerin bir sonucu olmalı;
“Londra’da Türk elçisi Mozorus Paşa’ya sokakta raslayan İngiliz gençleri, (bir jest olarak) atları sökerek sefarethaneye kadar elçinin arabasını kendileri çektiler. “(14)
Macarlar…
vücudu sizde kalbi bizim topraklarımızda” dedikleri Kanuni Sultan Süleyman’ın, ölümünün 500. Yıl dönümünde, zamanın Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel’in de katıldığı 8 Eylül 1994’teki resmi bir törenle Kanuni adına yapılan ‘Türk-Macar Dostluk Parkı”nı (Matra Tepesi) açmış ve vefat ettiği yerin yakınındaki köyün adını da “Süleyman” olarak değiştirmiştir.
Kanuni’nin Macaristan’da heykelinin dikilmesi münasebetiyle, Macaristan’ın 1961-1965 yıllarında arasında Ankara Büyükelçisi olan İmren Czekman şu anlamlı değerlendirmeyi yapmıştır:
-“Osmanlı Devleti’nin, İslâm hoşgörüsü, milletleri kaynaştırmak suretiyle Balkanlarda 500 yıl devam etti. Her topluma kendi kültürünü üretme ve o kültüre göre yaşama serbestisini verdi.
Dünya tarihinde ilk defa, Fethedilen bir ülke, Fethi yapan kişinin heykelini dikiyor. Bunun elbette derin bir anlamı vardır.”(15)
İlk ansiklopedi Türkiye’de çıktı
Atatürk Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Arap Dili ve Edebiyatı Öğretim Üyesi Prof.Dr. Sadi Çöğenli, ilk ansiklopedinin 1690′da Paris’te yayınlandığının bilindiğini; aksine daha eski tarihlerde yazılan ansiklopedinin ellerinde olduğunu söyledi.
Prof.Dr. Çöğenli şunları söyledi: “Bu ansiklopedimiz 60 cilttir. Bir kişi yazmıştır. Kaf harfine kadar gelmiştir, bitirememiş ve vefat etmiştir. Her bir cildi 200 varaktır, yani günümüzde 400 sayfa. Bu kitabı, 62 cildi doktora ve yüksek lisans talebeleriyle neşre kalksak 180 sene lazım. İnternete girildiğinde bu ansiklopediden bahsedilmiyor, 1690′da yazılan ansiklopediden bahsedilir. Bizim neşrettiğimiz İSAM’ın ansiklopedisinde de bu kitabın adı yok. Dünyanın haberdar olmadığı bu 62 ciltlik kitabımızın en azından ofseti yapılıp, 100 nüsha çoğaltılarak neşredilmesi lazım.” (16)
Bu habere nasıl bir yorum yakışır?
-Yazıklar olsun!
Güneş Devlet Osmanlı devam edecek…
Resim; dunyabulteni.net
(*) www.yenimakale.com/biz-amerikaliya-hayran-amerikali-bizeFATİH ÖYÜK tarafından “Makale Yarışması” için yazılmıştır… Devamı:http://www.yenimakale.com/biz-amerikaliya-hayran-amerikali-bize.html#ixzz2I2ETgVn8 (konu ile ilgili ayrıca bakınız; Dilek Aymalı-Dünya Bülteni / Tarih Servisihttp://www.dunyabulteni.net/?aType=haber&ArticleID=130472
Kaynaklar; İsmail Çolak , “Yeni Dünya Düzeninde Osmanlıyı Aramak”
Yazarın kaynakları;
(1) Zaman Gazetesi, 5 Kasım 1994, s. 5. Temimi Tunus’taki Türk-Osmanlı Araştırmaları Merkezi müdürlerindendir
(2) Türkiye Gazetesi. 11 Ocak 1995; Tarih ve Medeniyet Dergisi, Şubat 44. İsmail Yediler,
(3) İsmail Yediler. “Osmanlı’nın Yani İslam’ın”, Zaman Gazetesi, 22 Eylül 1994. S. 5.
(4) Aşıkpaşazâde, Tevarih-i Al-i Osman. İst. 1332, s. 30. 43; Miroğlu, agm, s. 16. Orhan Gazi. Bursa’yı fethedince yaptırdığı caminin kitabesine şu muhteşem ifadeyi yazdırmıştı: “Merzbânu’l-âfâk” (Ufukların Sahibi).
(5) De la Croix. Osmanlı Takvim-i Tevârihi, C. 1, s. 90-92.
(6) Dukas, Bizans Tarihi, İst. 1956, s. 139; Miroğlu, agm, s. 17.
(7) Nak. Mehmed Niyazi, “Yedi Yüzüncü Yıl İçin”. Zaman Gazetesi. 9 Ocak 1997. S. 2.
(8) Bruce W. McGovvan, “Food Supply and Taxation on the Taxation on the Middle Danube 1568-1579”. Archivum Ottomanicum, I. s. 139-196; Afyoncu, agm. S. 20; Niyazi, “Ciddi Yanlışlar”. Zaman Gazetesi, 19 Eylül 1996, s. 2. Ayrıca bkz. Çolak. Age. S. 162-163.
(9) Kaldy-Nagy. “The Cash Book of the Ottoman Treasury in Buda in the years 1558-1560”, Açta Orientalia Hungarica, XV. S. 173-182; Afyoncu, agm. S. 20; Yavuz Bülent Bakiler, Üsküpten Kosovaya, Ank. 1991, s.
(10)Nak. Ali Ünal. “Müslüman Türk’ün Dünyası ve Sürülmeye Çalışılan Lekeler”, Zaman Gazetesi. 23 Ocak 1997. S. 2.
(11) Ortaylı, age, s. 22.
(12) Niyazi. “Hep Aynı Yerdeyiz”, Zaman Gazetesi, 17 Ekim 1997, s. 2.
(14) Ord. Prof. Enver Ziya Karal, Osmanlı tarihî v. cilt, nizam-ı cedid ve tanzimat devirleri (1789-1856) sahife,217
(15)Kemal H. Karpat, “Kossuth in Turkey: The Impact of Hungarian refugees in the Ottoman Empire. 1849-1851”. Yay. Haz. Jean-Louis Bacque-Grammont, İlber Ortaylı, Emeri von Donzel, CIEPO Osmanlı Öncesi ve Osmanlı Araştırmaları Uluslararası Komitesi VII. Sempozyumu Bildirileri. Peç: 7-11 Eylül 1986, Ank. 1994. TTK. Yay., s. 109. 113; nak. Armağan, age. S. 38-39; Süleyman Beyoğlu, “Kahraman Düşmanın Torunları”, Tarih ve Medeniyet Dergisi. Aralık 1997. Sayı: 45, s. 8-12; İsmet Bozdağ, “Zigetvar’da Şanlı Mazimizi Yaşadık”, Tarih ve Medeniyet Dergisi, Ekim 1994. Sayı: 8, s. 15-19; Selim Yıldız. Vilayetlerin Sultanlığından Faziletlerin Sultanlığına Osmanlı, İst. 2004, s. 194-195.
(16) http://www.tayproject.org/haberarsiv200912.html (Yeni Şafak, 29.12.2009)

Vatandaşın Osmanlı Tarihi; Dede! Osmanlıyı, Martin Luther ve Voltaire’den mi öğrenecektik? (10)


Martin Luther (1483 -1546) Alman keşiş, teolog, üniversite profesörü, Protestanlığın babası
Güneş Ülke’yi yeryüzünde bulmak mümkün mü? Fikir hürriyetine, vicdan hürriyetine, lisan hürriyetine ilişmeyen Osmanlı Türkleri’nin mevcudiyeti, hiç olmazsa yarın, böyle bir ülkenin var olacağını bana zannettiriyor…
‘Türkleri, Tanrı tarafından, Hıristiyanlığı terbiye, cezalandırma ve ıslah için gönderilmiş millet” olarak selamlayan Protestan Mezhebi’nin kurucusu Martin Luther’in, Osmanlı’nın Avrupa içlerine kadar ilerleyip ortaya koyduğu âdilâne sistemle yerli halkın gönlünde taht kurması üzerine, halkı acımasızca sömüren yöneticileri uyarmak amacıyla beyan ettiği şu sözler, Osmanlı’nın insanlık mertebesindeki büyüklüğünü göstermesi açısından çok ilginçtir:
“Sizin gibi gözü doymaz prenslerin, toprak ağalarının ve burjuvaların idaresi altında yaşamaktansa, Osmanlıların idaresi fakirlere daha hayırlıdır.” (1)
..
Ünlü Fransız düşünür Voltaire, Osmanlı’nın aleyhindeki art niyet ürünü tarihî iftira ve çarpıtmalara cevap verdikten sonra gerçeği şu şekilde itiraf etmiştir:
“… Ulusların mal ve canlarıyla topyekün pâdişâhın kölesi sayıldığı iddia ediliyor. Böyle bir idare kendiliğinden çökerdi.
Türkler, hür ve bağımsızdırlar. Aralarında hiçbir sınıf farkı yoktur. Sultanlar müstebit değildir. Bütün tarihçilerimiz, Türk imparatorluğunu istibdada dayanan bir devlet olarak göstermekle bizi çok aldatmışlardır.
Türk Devleti demokrasidir. Sultanlar devlet işlerinde keyiflerine göre hareket edemezler. Vergileri artıramazlar ve hazinenin parasına dokunamazlar…
Hiçbir Hıristiyan Devleti, kendi topraklarında Türklerin bir camisi bulunmasına müsaade etmez. Oysa, Türkler bütün Rumların kiliseleri olmasını hoş görürler.” (2)
Osmanlı’nın emperyalist olduğu ve bünyesindeki unsurları asimile ettiği iddiasını; ancak Batılıların suçluluk psikozu ve savunma mekanizmasıyla hareket ederek, kendi katliâmlarını ve sömürgeci heves ve kabiliyetlerini kamufle edip unutturduktan sonra; “hem suçlu, hem güçlü” taktiğiyle baskın gelmek şeklindeki bir İzahla açıklamak mümkündür.
Bu hususta, sonradan İslâmiyet’e ihtidâ eden Fransız filozof Roger Goraudy’nin aşağıdaki tespitleri, ne kadar da isabet arz etmektedir:
-“Batı. Katliâm yapma istidadına sahiptir. Size neleri hatırlatayım ki?
-Amerikan Kızılderililerin imha edilmesini mi?
-Esir ticaretini mi? Hiroşima’yı mı?
-Auschvvitz’i mi? Hıristiyan Batı Uygarlığı budur…
Biliyor musunuz ki,
-Dünyadaki zenginliklerin yüzde 80’i nüfusun yüzde 20’si tarafından kontrol edilmekte ve tüketilmektedir?
Yılda 40 milyon kişi ölmektedir ki, bu da gün başına bir Hiroşima demektir.
Önce ateşi alevlendiriyorlar, sonra da itfaiyecilik oyunu oynuyorlar…
Hâlâ Haçlı Seferleri devrini yaşamaktayız…”(3)
E. Alexander Powell da, Osmanlı’nın, asırlar boyunca himâyesinde tuttuğu gayrimüslim tebaaya, hiçbir zaman haçlı taassubuna benzer bir tutumla yaklaşmadığını, tarihî misâller eşliğinde şöyle mukayese etmektedir:
-‘Türkler, diğer dindaşları Araplar gibi, Fıtraten fanatik değildirler. Aslında Osmanlı İmparatorluğu tarihinde, dinî nefretten kaynaklanan katliâm ve dinî taassup, Avrupa devletlerinin 13. Asırdan 16 asra kadarki tarihlerine kıyasen çok daha azdır.
Haçlılar Filistin’de Müslüman esirleri keserken, İspanya’da Engizisyon’un dehşeti had safhada iken,
-Kromvel’in (İngiliz) askerleri İrlandalı Katolikleri katlederken,
-Fransa’nın emri ile Fransa’da Protestanların kökü kazınır bütün Avrupa ülkelerinde Museviler hesapsız zulüm ve vahşete tabî tutulurken,
Küçük Asya’da Müslüman. Hıristiyan ve Musevîlerin yan yana, tam bir dostluk içinde yaşadıklarını hatırlamak yerinde olur. (4)
Bu hususta Oskar Koliing’in görüşleri de kayda değerdir:
-“16. Asır Türk idarecilerinin, zavallı halkın hukukunu korumak huşusundaki gayretleri önünde eğilmek arzusunu duyarız… Türk yöneticileri, en buhranlı zamanlarında bile, Düşmanlarına veya dostlarına karşı olan taahhütlerini bozmak hatasına asla düşmek istememişlerdir. Avrupa’da sulh zamanında bile Engizisyon mahkemeleri ve idam sehpaları faaliyette bulunuyordu…
Kısacası Türk hükümdarları, gerçekten halkın hayatıyla ilgilenmişlerdir.” (4-a)
1922 yılında Saraybosna’yı ziyaret eden zamanın İçişleri Bakanı Boja Maksimoviç ve Maliye Bakanı Kosta Kumanudi’ye, Kilisenin başrahibi tarafından söylenen şu sözler. Balkanlarda Osmanlı yönetiminin yakaladığı başarının sırrını şerh etmektedir:
-“Bugün eski Osmanlı zamanından çok daha kötü durumdayız! Osmanlılar zamanında kilisenin geniş arazisinden vergi alınmamaktaydı. Ormanlarımızı da serbest bırakmışlardı. Hiçbir resim veya tekalif (vergi) tahakkuk ettirilmemişti. Halbuki şimdi hükümet, kiliseden vergi alıyor, üstelik ormanlarımızı müsadere ediyor.” (5)
Diğer yandan Papandreu, başbakanlığı zamanında, kiliselerin mallarına el koyunca, Yunanistan’daki papazlar. Osmanlı’dan kalma tapularını ellerine alarak yürümüşler ve “Bize bunu Müslüman olan Osmanlılar bile yapmamıştı ve haklarımıza hep saygılı kalmıştı; sen ne yapmak istiyorsun?!” demişlerdir. “ (6)
Ayrıca, 1997 yılı Ocak ayında. Yugoslavya Federal Cumhuriyeti’nin başkenti Belgrad’da. 52. Gününe giren muhalefet protestolarında açılan pankartlar arasındaki;
- ‘Türk Yönetimine Özlem” ve “Neredesin Ey Türk (Osmanlı) Yönetimi Altındaki Günler” şeklindeki Osmanlı’yı övücü yazılar protestocuların ilgi odağı olmuş ve hüsnü kabul görmüştür.
Muhalefet liderlerinden, Sırp Yenilenme Hareketi Başkanı Vuk Draskoviç, Sırpların Osmanlı yönetiminde bile şimdikinden çok daha iyi hayat sürdüğünü; Türklerin çok adaletli olduğunu defalarca tekrarlamıştır. Bosna Savaşı sırasında, trajedinin barışçı yaklaşımla sona erdirilmesi için gayret göstermiş olan Vuk Draskoviç konuşmalarında,
Miloşeviç rejiminin ‘Türk adaletinden ders alması gerektiğini”belirtmiştir. (7)
Romenler de, mevcudiyetlerini Osmanlı barış ve hoşgörüsüne borçlu olduklarını, takdir ve şükran dolu hislerle, Adliye Nazırı Monsier Dissescu’nun ağzıyla şöyle dile getirmişlerdir:
“Kim ne derse desin, biz Romenler, Bugünkü mevcudiyetimizi Türklerin âlicenaplığına borçluyuz. İdareleri altına aldıkları milletlere karşı hakiki bir şefkat, mürüvvet ve müsamahakârlık ile muamele etmemiş olsaydılar; onların yerine herhangi bir komşu milletin tahakkümü altına girmiş bulunsaydık; şu anda yeryüzünde tek bir Romen kalmazdı!”
Aynı gerçeği başka bir Romen milletvekili de dile getirmiştir: “Hiçbir zaman hatırımızdan çıkarmayacağız ki, bizi sağdan soldan tehdit eden Slav, Leh, Macar, Alman tehlikesine karşı birliğimizi, dilimizi, toplumumuzu korumuş ve hatta kuvvetlendirmiş olan, Türk ordularıdır.
Bugün müstakil bir Romen devleti varsa biz bunu belki de Türklerin buralara gelerek memleketimizi çok eski bir tarihte istila etmiş olmalarına borçluyuz.”
1989’da kızıl diktatör Çavuşesku dönemi Romanya Kültür Bakanı Andrei Rleşu’nun, manidar itirafı daha da çarpıcıdır:
-“Osmanlılar zamanında, dedelerimiz refah içinde yaşamışlar… Keşke Çavuşesku ve krallık devrini göreceğimize Osmanlı Devleti’nin hakimiyetinde kalsaydık!” (8)
16. yüzyılda, Osmanlı’nın gelişme yolu üzerinde direnen ve pek çok defa savaşa tutuşmuş olmasından ötürü Katolik Avrupa tarafından kendisine “Hıristiyan Şövalye” unvanı verilen Boğdan Beyi Büyük Stefan ise, ölüm döşeğinde evlatlarına gayet düşündürücü olan şu nasihati vermiştir:
“Belki de yakında himayeye muhtaç olacaksınız. Asla Rus’a yanaşmayın; haindir sizi yok eder! Fakat kendinizi Osmanlılara emânet edin; âdil ve merhametlidirler.” (9)
Fransızların ünlü filozofu Gustave Le Bon, Haçlı zulmünün doruğa ulaştığı Endülüs’te, Müslümanların başına gelen ve tarihin hiçbir döneminde görülmemiş olan; insanlık için yüz kızartıcı vahşet ve soykırım uygulamaları hakkında şu malumatı vermektedir:
“Muzaffer Hıristiyanların, mağlup Müslümanlara karşı icra ettikleri her çeşit zulüm ve kıtallerin hikayelerini titremeden okumak mümkün değildir. Onları, Zorla vaftiz ettirdiler. Kutsal Engizisyon mahkemelerine teslim ederek kabil olduğu kadar diri diri yakılmalarını sağladılar.
Bu işleri kestirmeden halletmek için Tuleytule baş rahibi Hıristiyanlığı kabul etmeyen bütün Arapların kılıçtan geçirilmelerini emretti. Dominiken tarikatı papazı daha da kestirme hareket etti. Kadın ve çocuk dahil ne kadar Müslüman varsa, kafalarının uçurulması emrini verdi… İspanya’nın yüksek tabakasını, aydınlarını ve sanayicilerini oluşturan üç milyon Arap öldürüldü veya yarımadadan atıldı.
Sekiz asırdan beri Avrupa’ya ışık üzerine ışık saçan parlak medeniyetleri ebediyen söndü.
Bu korkunç kıtaller yanında ‘Saint Barteleni Gecesi’ (Protestanların Katolikler tarafından katledildiği tarihî olay) basit bir arbede gibi kalır.
Şunu da itiraf etmek gerekir ki, en vahşî istilacılar arasında, bu derece korkunç katliâmlarda bulunan bir tanesi bile gösterilemez.” (10)
Öte taraftan, Hindistan’ın Amir şehrinde, bisikletle dolaşan bir İngiliz kızı ile alay ettikleri bahanesiyle sömürge askerleri, hâdise mahallindeki halktan 700 kişiyi hemen orada kurşunlayarak katletmişlerdi. Müstemleke Valisi, ceza olarak bütün şehir halkını, günlerce yerde süründürmeye mahkûm etmiş; sebebi sorulunca da, müstehzi bir edayla şu küstah cevabı vermişti:
“Onlar ilahelere tapıyorlar. Bir İngiliz kızı, Onların taptıklarından daha azizdir!”  (11)
Felix Valyi ise, Hıristiyan Batı Âlemi’nde din baskısı ve mezhep çatışmasının hüküm ferma olduğu zorbalık ve barbarlık dönemlerinde, değişik din ve mezhebe mensup pek çok millet için, Yegâne sığınak ve iltica cenneti olarak Osmanlı ülkesinin tercih edildiği hakikatine işaret eden şu görüşleriyle tarihe kayıt düşmektedir: s.58-3
-“Ortaçağda. Hıristiyan İspanya ve İtalya’nın Musevî göçmenlerine Türk cennetini açan kâfir denilen Türk değil de kimdir?” (12)
diyen Ernest Jackh, Osmanlı’nın, din ve ırk ayrımı gözetmeksizin zorda kalmış bütün mağdur milletlere kol-kanat gerip kucak açmakla; büyük bir İnsanlık ve yardımseverlik şaheseri sergilediğini tarihen ve ilmen, Hakkı teslim vazifesi olarak itiraf etmekten sarf-ı nazar etmemiştir.
16. asırda yaşamış Portekizli Yahudi Samuel Usque ise. “İsrail Musibetlerinin Tesellisi” adlı kitabında, Avrupa’da Yahudilere olan Hıristiyan zulmü karşısında, Türklerin onlara açılan kapılarını;
-“Firavun tehlikesine karşı Kızıl Deniz’in bir mucize eseri olarak Yahudilere açılışına benzer bir kapı” olarak değerlendirmiştir. (13)
Türkiyeli Yahudi ilim adamlarından Avram Galanti de, J. Nehaman’ın “Selanik İsraillilerinin Tarihi” isimli eserinden iktibasla şu müthiş tespitleri nakletmektedir:
-“Avrupa’da Hıristiyan’ın Yahudi’ye karşı yaptığı muamele, tıpkı bir kartalın avına karşı yaptığı muameleye benzerken; Türkiye’de yaşayan Yahudi cemaatları, bağlarının ve asma çadırlarının gölgesi altında, sultanların mübarek topraklarında şen güneşte, bolluk içinde, rahatlıkla yaşayarak inkişaf ederler.”(14)
500. Yıl Vakfı’ndan Bensiyon Pinto’nun aynı mevzudaki mütalaası, yukarıdakilerden aşağı kalmayacak kadar çarpıcıdır:
-“Osmanlıların bize yaptıklan iyilik, beş yüz sene öncesine dayanıyor.
Çünkü Sultan Orhan Gazi, Bursa’yı fethedince, orada bulunan Museviler, Onun huzuruna çıkıp;
-“Siz adil bir hükümdarsınız, insanların inançlarına saygı gösteriyorsunuz. Bizanslı idareciler bize mabet yaptırmadılar. Bize yardımcı olmanızı istirham ediyoruz.” Dediler. Orhan Gazi de bir arsa verip bizimkilerin mabet yapmalarına yardımcı oldu. Daha sonra büyük camiler yapıldı.
Şu anda İstanbul’daki Osmanlı döneminden kalma Darü’l-Aceze içinde hem cami. Hem kilise, hem de havra vardır.” (15)
Türkler aleyhinde ağır iftiralarla dolu kitap yazan Ermeni Pastırmacıyan bile, Osmanlı’nın gayrimüslimlere hoşgörü ve himayesini gizleyememiştir:
“Büyük sultanların döneminde. Hıristiyan tebaanın kısıtlı haklarına hemen hemen riayet edilmiş ve mahkemelerce adalet oldukça tarafsız şekilde tevzi olunmuştur. Ermeniler, onların nezdinde çok kere müessir bir himaye görmüşlerdir. Jorga (Romen Tarihçi) Ortodoks oldukları İçin zulme uğrayan Eflâk Ermenileri lehinde, Sultan III. Murat’ın enerjik şekilde müdahalede bulunduğunu yazar. II.Süleyman devrinde Osmanlı İmparatorluğu’ndaki Hıristiyan köylünün durumunun, aynı devirde Avrupa’daki serflerin durumundan daha zor olmamış olması muhtemeldir.” (16)
Son olarak, Çanakkale Savaşı’ndaki kanlı çarpışmalarda, Mehmetçiklerin teşhir ettiği yüksek insanî hasletlerle ilgili birkaç çarpıcı anekdot aktaralım:
Amiral Keys. Hatıratında şu müşahedelere yer vermektedir:
“Kayıklarımızdaki tayfaların yürekliliğinin şahidi olduk. Muhriplerin himayesi ile ateş altında bulunan yaralıları toplamak için yanaştılar.
Türkler çok civanmertlik (chevaleresques) gösterdiler. Kıyıdan yaralılar taşındığını gördükleri vakit, bunlar kayıklara bindirilinceye kadar ateş kesiyorlardı.
(…) Birdenbire Triumfun (Zırhlısı) yana yattığını ve devrildiğini gördük; batmadan önce teknesi yukarıda olarak yarım saat kadar yüzdü; etrafında küçük gemiler vardı, bunlar ancak 3 subayla 3 er kurtarabildiler. Civanmert Türkler, cankurtaran kayıkları ateş altına almaktan sakındılar.” (17)
Osmanlı Genel Karargâh Muhafız Piyade Bölüğü Kumandanı Üsteğmen Ruhi Beyin şahit olduğu hâdise de tam bir insanlık şaheseridir:
-“Seddülbahir’de düşman çıkarma yaparken ona karşı ilk savunmayı yapan bizdik (26. Alay). Tepemizde uçan düşman tayyarelerine topçularımızın ateşi isabet ederek, bir tayyare cephemiz istikametine düştü. Tayyaredekiler kendilerini denize atarak yüzmeye başladılar. Tayyareciler, bir buçuk kilometre kadar kıyımıza geldiler. İki adam feryat ediyordu; yani ölüyordu.
Kıyıdan bir yardım umuyorlardı. Yardımlarına benimle beraber Teğmen Kaşif de iştirak etti. Ne yazık ki tayyarecilerden birisi boğuldu. Ötekini kurtardık.
Mıntıka Kumandanı Yarbay Mahmut Bey havacıyı 5. Ordu’ya teslim etti. İngiliz havacı giderken Mahmut Bey’e:
-“Türkleri, şöyle cesurdurlar, böyle âlicenaptırlar diye kitaplarda okurduk. Bu defa bizzat gördüm. Fakat böyle şiddetli ateş altında bu derece fedakârlık edeceklerini bilemezdim.” Demiştir.” (18)
25 Nisan 1968’de Kanberra’daki “Anzak Günü” töreninde. Avustralya Genel Valisi Lord Casey ise şu anısını anlatmıştır:
“Bir gün yaralılarımızı Türk siperlerine yakın ve açık bir araziden geçirerek taşımak durumunda kalmıştık. Türk siperlerinden hiçbir şekilde müdahaleye ve atışa maruz kalmadık. Türkler siperlerden başlarını çıkarmış ve bir insanlık anlayışı içinde bu durumu seyretmişlerdir.” (19)
1954-1955 yıllarında Bükreş’teki bir elçilikte, Yugoslavya Büyükelçiliği mensuplarından birisinin, 15-20 yabancı diplomatın bulunduğu bir toplantıda dile getirdiği ve eski politikacılardan Sadi Koçaş’ın müşahit olarak aktardığı şu itiraflar, Stefan Laussanne’nin yukarıdaki görüşlerini destekler mahiyettedir:
“Biz Sırplar mevcudiyetimizi Zembilli Ali Efendi’ye borçluyuz! Bazı Sırplar, padişaha yaranmak için. Sırbistan’ın tamamen İslamlaştırılmasını telkin etmek istemişlerdi. Zembilli Ali Efendi bu hususta fikri sorulduğu zaman:
-“Hâşâ Sultanım İslâm dininde böyle şey olmaz. Herkes isterse Müslümanlığı kabul eder. Birkaç kişinin tavassutu ile zorla bir kavim ihtida ettirilemez. Bu İslâmiyet’e aykırıdır!”
demiş ve böyle yanlış bir icraata manî olmuştu. İşte bu yüzden biz Sırplar varlığımızı ona borçluyuz. (20)
Hâkimiyeti altında kaldığı müddet içerisinde; başını en fazla ağrıtan topluluklardan olmasına rağmen Osmanlı, Sırpların bile bütün hak, hukuk ve hürriyetlerini güvenceye almaktan çekinmemiştir. Kanuni Sultan Süleyman’ın, 1558’de Belgrad kadısına;
Sırp ahâli nin haklarının gözetilip, her türlü kötü muameleden korunması amacıyla gönderdiği ferman, Osmanlı Medeniyeti’nin, Sırpların şahsında Batı Medeniyeti’nden ne denli üstün ve insancıl olduğunun en abidevî hüccetlerindendir.’’ (21)
Bu misâl ve tespitler açıkça gösteriyor ki. Osmanlı, cihanşümul hoşgörüsüyle, bünyesindeki her topluluk gibi Sırpları da kucaklamış ve yüzyıllarca barış ve huzur dolu bir hayatı onlarla paylaşmıştır…”
Osmanlıya yapılan haksızlık ve iftiralara cevap vermeden
Son birkaç söz
“Bütün bunları, tarihimize methiyeler düzüp kuru kuruya övünmek; Osmanlı’yı yeniden ihya edip orada yaşamak; hele de geçmişe özlem duyup hâl ve gelecekten ümidimizi kesmek için kaydetmedik.
Osmanlı’nın geride bıraktığı coğrafyada bugün kopan kızıl kıyamet dağdağaları karşısında, onun yerini doldurmaktan fersahlarca uzak olan sözüm ona çağdaş ve medenî olan ve dünyaya nizam vermeye kalkışan ABD ve hempalarının;
Osmanlı’nın hemen ardından bu kadar kısa zamanda bölgeyi nasıl allak bullak edip kana buladıklarının; nihaî sulh ve istikrarın yeniden sağlanabilmesi için hangi koordinatların takip edilmesi gerektiğinin altını çizmek maksadıyla kaleme aldığımızı belirtmekte fayda görüyoruz.
Bu acı gerçeklerden yola çıkarak diyoruz ki: Türkiye tarihî geçmişinden devreden meselelerden ve sorumluluklardan kaçmamalı; Osmanlı’nın yetimlerine ve onların yaşadığı yitik coğrafyalara sahip çıkmalıdır…”(22)
Ve Osmanlıya atılan iftiralar;
-”Alevileri katlettiler…
-”Türkleri aşağıladılar…
-”İlim ve bilgiye düşman oldular…
-”Yeniliklere karşı çıktılar…
-”Matbaanın geç gelmesine neden oldular…
-”Modern teknolojiyi engellendiler…”
Bunların cevaplar yazıldığı zaman Osmanlıya ne kadar çok büyük haksızlık yapıldığı görülecektir.
Maalesef okumuyoruz, bu nedenle Tarihimizi hiç ama hiç bilmiyoruz.
Devam edecek…
Resim;barboek.blogspot.com’dan alınmıştır.
Kaynak; İsmail Çolak, “Yeni Dünya Düzeninde Osmanlıyı Aramak”
Yazarın yararlandığı eserler;
(1) Niyazi, Medeniyet Ülkesini Arıyor. İst. 1991, s. 51. Ayrıca bkz. Osman Turan, age, s. 193; Mehmet Doğan, Kur’an Gölgesinde ve Tarih Önünde Türk, Ank. 1976. S. 237.
(2) Voltaire, Türkler, Müslümanlar ve Ötekiler, Çev: O. Yensevi, İst. 1969, s. 81,88.90.
(3) Zaman Gazetesi. 6 Ekim 1994. S. 4.
(4) E. Alexander Powel, The Struggle For Power in Moslem Asia, New 1925. S. 120; Kamuran Gürün. Ermeni Dosyası, Ank. 1985, s. 36.
(4-a) Macar Serhadlerinde XVI. Asır Türk Devri, Türkçe’ye Trc. Ülkü, nr. 82, s. 309, nr XVI. 91. 50; Miroğfu, agm. S. 16-17.
(5) Nak. Yıldız, age. S. 193.
(6) Yediler, “Osmanlı’nın Yani İslam’ın”, 22 Eylül 1994, Zaman, s. 5.
(7) 12 Ocak 1997 tarihli Gündüz Gazetesi; Yediler. “Evet Sırplar Bile”, 23 Şubat 1997, Zaman, s. 3.
(8) Nak. Yıldız, age, s. 195-196.
(9) E. Esenkova. Türk Düşüncesi Dergisi, 1955-Şubat. S. 196; Recep Şükrü Apuhan, Ruhumda Darp İzi Var. İst. 1990. S. 136. 1 Haziran 1994’te Moldova’yı (Boğdan) ziyaret eden zamanın Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel, Osmanlı’nın büyüklüğünü bir defa daha yakından müşahede ettikten sonra şunları söylemiştin “Osmanlı bize öyle bir miras bırakmış ki, altından kalkamıyoruz!” Bak. Yıldız, age, s. 196.
(10) Gustave Le Bon. Civilasition des Arabes. S. 129. 160; nak. Ahmet Rıza, Batı’nın Doğu Politikasının Ahlaken İflası, Çev: Ziyad Ebuzziya, İst. 1982. S. 98.
(11) İbrahim Erdinç Şumnu, Sömürgecilik, İst. 1991, s. 36.
(12) Ernest Jackh. The Risino Crescent, New York, 1944, s. 37; Gürün, age, s. 36.
(13) Bernard Levvis. The Jews of İslam. Princeton University. Princeton, 1984, s. 136; Kocabaş, age, s. 106.
(14) Avram Galanti, Türklerle Yahudiler, İst. 1947, s. 36.
(15) Nak. Safvet Senih, “Orhan Gazi’nin Kapısının Yanına Dikilen Çınar”, Sızıntı Dergisi, Ocak 2004, Sayı: 300, s. 32.
(16) H. Pasdermadjian, Histoire de l’Armenia, Paris, 1949, s. 274; Gürün, age. S. 37.
(17) Sir Roger Keys Des bancs de Flandre aux Dardanelles. Paris, 1936, s. 224, 243; Y Hikmet Bayur, Türk İnkılâbı Tarihi, C. 3. K. 2. Ank. 1983. S. 298.
(18) Ruşen Eşref Onaydın. Tarih ve Edebiyat Mecmuası. Mart 1981. S. 20; Nail Uçar, “Muharebe Meydanlarında Hasımları Tarafından Kurtarılanlar”, Türk Dünyası Tarih Dergisi, Eylül 1988. Sayı: 21. S. 19.
(19) Nail Uçar, agm. S. 20. Konuyla alakalı diğer tespit ve misaller için bkz. Çolak, age, s. 135-136, 151-156; Vehbi Vakkasoğlu. Osmanlı İnsanı. İst. 1999. S. 212-213. 228.
(20) Koçaş, age, s. 77.
(21) Ferman ve konu hakkında daha fazla bilgi için bkz. Çolak, age, S. 159-164.
(22) 98 Bakiler, age, s. 38.

Vatandaşın Osmanlı Tarihi; “Yavuz Selim 40.000 Alevi Kesti!” iddiasında gerçeği arayanlara (11/1)


"II. İsmail döneminden itibaren kullanılan Safevi Bayrağı"(*)
Bu çok tartışmalı konuda gerçeği arayanlara iki değerli araştırmacı, ilim insanına ait -işlenmemiş- bilgi sunulmaktadır. Birincisi; Ord. Prof. Uzunçarşılı; Diğeri, Prof. Dr. H. Mustafa ERAVCI’dır.
Otu çek köküne Bak!
“Osmanlı devleti çok erken dönemde, bulunmuş olduğu stratejik coğrafyanın da zorlamasıyla, komşularıyla münasebetlerinde kalıcı devlet politikaları belirlemiştir. Osmanlının batı politikası, Avrupa ve onun tamamlayıcı unsuru olan Akdeniz dünyasına yönelikti.
Avrupa Osmanlı için bir ideal olmuştu. Devlet bütün hesabını bu önceliğe göre yapmıştır. Ancak bu batı politikasını sürdürebilir hale dönüştürebilmek için kesif bir şekilde insan kaynaklarına ihtiyacı vardı.
Ayrıca temel aldığı İslam hukuku ve değerleri de ümmet-i İslam’da onları birliğe zorlamakta idi. İşte bu ve benzer faktörlere bağlı olarak zaman zaman doğu sınırlarına yönelerek Anadolu beyliklerini topraklarına kattı.
XV. Asrın ikinci yarısında II. Mehmed’in İstanbul merkezli imparatorluk kurma çalışmaları ile Karadeniz ve Doğu Anadolu Osmanlı hakimiyet alanına dâhil olduğu gibi imparatorluğun doğu politikası da kararlı bir tutum içine girdi.
1501’de Safevî devletinin kurulması ile birlikte İran veya Doğu politikası daha bir vuzuha kavuştu.
Hattı zatında XVI-XVII. Asır Osmanlı- Safevî ilişkileri büyük çoğunlukla çatışma içinde geçmiştir. Bu mücadele Anadolu ve İran’da kurulan iki büyük medeniyetin çatışmalarının son halkasıdır.
Osmanlı-Safevî rekabeti İslam tarihinde Sünnilik ve Şiilik rekabetinin mezhep boyutundan siyasî boyuta intikal eden en önemli dönemlerinden biri olduğu kadar, Osmanlı tarihinin de en önemli safhasıdır. (1)
Yukarıdaki açıklamalardan anlaşılan, Osmanlıların Alevilerle olan ilişkisi veya Sultan Selim’in, “Alevileri katletti!” iddialarındaki başlangıç noktası, iddiada,Mezhep boyutu kadar veya ondan daha fazla olayda siyasi boyutun bulunduğu görüşüdür.
Birinci kaynak; (*)
“Erdebil Sufileri neslinden gelen Şeyh Haydaroglu Şah İsmail’in, menşe itibariyle Anadolu’lu Boy ve Uluslardan Ustaclu, Samlu, Rumlu (Anadolulu), Musullu, Tekelü, Bayburdlu, Çapanlu, Karamanlu, Dulkadirlu, Varsak, Afsar, Kaçar ve Karacadag Sufilerini etrafına toplamak suretiyle 1500′de Azerbaycan, 1507′de Diyarbekir, nihayet 1508′de de Bağdat’ı alıp Akkoynul Türkmen Devleti’ne son vermesi, Yakındoğu’da Anadolu’nun ve Osmanlı Devleti’nin aleyhine tecelli etmesi mukadder yeni bir buhranın zuhuruna sebep olmuştu.
Ehl-i Beyt sevgisi iddiasıyla İran’da Şii bir devlet kuran Şah İsmail’in, dedesi Şeyh Cüneyd ve babası Şeyh Haydar gibi, halifeler (daî = propagandacı) göndermek suretiyle Anadolu’nun, Bâtinî fikirlere sahip halkı arasında giriştiği propaganda faaliyetleri gayesine ulaşmış görünmektedir.
Bu propagandanın sebep olduğu olaylardan, II. Bâyezid dönemi anlatılırken kısmen bahsedilmiş ise de Osmanlı – Safevî münasebetlerini ve Yavuz’un İran’a karşı girişmek zorunda kaldığı savaşın sebeplerini daha iyi anlayabilmek için az da olsa Anadolu’daki Şii faaliyetlerine değinmek gerekiyor.
Osmanlı ülkesinde Şii faaliyet ve teşebbüslerin çoğaldığı devir, şehzadeler arasındaki rekabetin meydana çıktığı bir zamana tesadüf eder.
Nitekim bu karışıklık anlarında tımarları ellerinden alınıp başkalarına verilen bir kısım Tekeli sipahileri, propagandanın da tesiriyle Sah İsmail’in vaatlerine aldanarak İran’a göç etmişlerdi.
Bunlar, daha önce temas edilen Sah Kulu (veya Osmanlı deyimi ile Şeytan Kulu)’nun isyanında önemli rol oynamışlardı. Bayezid’in aldığı tedbirler, Şii tehlikesini bertaraf edememişti.
Bununla beraber II. Bayezid, oğlu Selim’e tahtı teslim ederken
-”Kızılbaştan ehl-i İslâmın intikamını alıveresin” demişti.
Öyle anlaşılıyor ki, ülke ve Sünnî İslam dünyası için Şii tehlikesini önleyebilecek şehzadenin Selim olduğu hususunda herkes ittifak etmişti.
Nitekim halkın fikrine tercüman olan Celalzâde, bütün meclislerde ozanların:
-”Yürü Sultan Selim devran senündür” diye türkü çıkardıklarını belirtir.
Filhakika Bayezid’in son senelerinde şehzadeler arasındaki vaziyetten istifade etmeyi düşünen Şah İsmail, faaliyetlerini artırmış ve daha sonra yanına kaçacak olan
Şehzade Ahmet’in, Kızılbaşlıgı kabul eden oğlu Murat’ı da himayesine al misti.
Yavuz’un ağabeyi olan Şehzade Ahmet’in en büyüğü Murat adını taşıyan dört oğlu vardı.
Murat, babasının Amasya’dan ayrılmasından sonra bura valiliğini yaptı. O, Amasya ve Çorum çevresinde bulunan Kızılbaşların tesiriyle Şiiliği sevmeye ve benimsemeye başladı.
Bu yüzden Şiiler tekrar harekete geçtiler. Şahkulu, Antalya’dan İç Anadolu’ya doğru ilerlerken Amasya ve çevresinde bulunan Kızılbaşlar, küme küme toplanıp şehirleri yakıp yıktılar.
Şahkulu, Bati ve Güney Anadolu’daki faaliyetleri yürütürken, Orta Anadolu’dakini de Nur Ali Halife idare ediyordu.
Rukiye’mi olan Nur Ali Halife, Şah İsmail tarafından Amasya ve çevresine gönderilmişti.
Nur Ali Halife, devletin çok nazik bir zamanında, Çorum, Amasya, Yozgat ve Tokat taraflarında bulunan Yörük, Türkmen ve Kürt Alevilerini devletin aleyhine kışkırtmak üzere görevlendirilmişti.
Hele 3000 Kızılbaşla Faik Bey kuvvetlerini yenip Tokat’ı zapt edip Şah İsmail adına hutbe okutması, daha sonra, Amasya Valisi Şehzade Ahmet tarafından üzerine gönderilen Yular -Kisdi Sinan Paşa’yı mağlup etmesi, yeni bir buhranın çıkmasına sebep olmuştu.
Nur Ali’nin teşvikiyle harekete geçen Kara İskender ve Isa Halife, Çorum ile Amasya havalisinde bulunan Kızılbaşları ayaklandırdılar.
Bunlardan, Şah adına asker toplayıp, başlarına kırmızı taç giydirdiler. Ondan dolay bunlara Kızılbaş denildi.
Bu iki halifenin telkinlerine kanan Şehzade Ahmet’in oğlu Murat, merasimle kırmızı tacı giyerek Kızılbaş olur.
Murat, etrafında bulunan halifeleri Geldigelen’de toplantıya çağırır. Gelmeyenleri öldürtüp mallarını yağma ettirir. Şehzade Ahmet, oğlunu yola getirmek için epey uğraştıysa da muvaffak olamadı.
Bundan sonra Şehzade Murat, Nur Ali Halife ile birleştiği gibi Tokat’ı ateşe verip yakacak, arkasından da Nur Ali ile Şah İsmail’e sığınacaktır.
Bütün bu olaylar, iki devletin arasının gittikçe bozulmasına sebep olmuştu. Babasını da dinlemeyen Murat’ın, İran’a sığınıp Şah’tan yârdim görmesi, durumu daha da vahim bir hâle getirmişti.
Padişah, Kızılbaşlıgı kabul eden Murat’ı Sah İsmail’den istemişti. Şah İsmail ise bunun için gönderilmiş olan Türk elçisini Iran sarayında öldürtmüştü.
Öbür yandan Şah İsmail, Sultan İkinci Bayezid devrinde başlamış olduğu yıkıcı hareketlerini Anadolu’da devam ettiriyordu. Bu hususta onun, Karamanoğulları ve onlarla akrabalık kurmuş olan Turgutoğulları ile gizli mektuplaşmaları oluyordu.
Nitekim, 23 Mayıs 1512′de Musa Turgutoğlu’na yazdığı mektup çok dikkate şayandı.
Çünkü bu mektubunda o, değerli adamlarından Ahmet Karamanlu’yu o tarafa gönderdiğini, ona tabi olunmasını ve birlikte hareket edilmesini istiyordu.
Yavuz’un tahta çıkısından bir ay kadar sonra yazılan bu mektup, Şah İsmail’inOsmanlı Devleti’ni parçalamak yolundaki çabalarında hâlâ ısrar ettiğini gösteriyordu.
Bundan başka Şah İsmail, Osmanlı tahtına çıkısından dolayı Yavuz’u tebrik etme ihtiyacını bile duymuyordu. Çünkü Şah İsmail, Akkoyunlu ve Karakoyunlu ailelerini ortadan kaldırarak kuvvetlerini artırmış, Şirvan ile Mahzenden topraklarına hâkim olmuş, Irak- Arap’a ve Horasan’a kadar uzanmış; stratejik mevkii büyük olan Diyarbakır’ı ele geçirmiş; Özbek Hani Seybek’i yenerek Ceyhun’un beri tarafındaki ülkeleri feth etmişti.
Hammer’in de ifade ettiği gibi Şah İsmail, öldürülen Seybek’in kafatasını altınla kaplatarak kadeh olarak kullanmıştı. O, bu başın derisini baharatla doldurarak zaferinin bir nişanesi olarak Yavuz Sultan Selim’e göndermişti.
Böylece Şah İsmail, askerî kuvvet ve kabiliyetiyle, hatta bundan daha ziyade propaganda ve nifak ekibi tarzında teşkilatlandırdığı tarikat ve mezhep organizasyonu ile Erzurum, Kars, Diyarbakır, Musul, Bağdat, Horasan, Semerkant ve Buhara’nın güneyini içine alan büyük bir devlete sahip olmuştu.
On dört senelik hükümdarlığında giriştiği muharebelerin tamamında galip gelmişti. On dört kadar hükümdar ve meliki yenmişti. Bu zaferleriyle hâkli bir gurur duymakta, dünyanın büyük devletleri arasında sayılan kudretine güvenmekte idi.
I00 – l20 binlik bir süvari ordusuna sahip bulunmakta idi. Bütün bunlar gözönüne al indiği zaman Sultan Selim’e de galip geleceğini ümit ediyordu.
Şah İsmail, İran’da kısa bir zaman içinde fevkalâde kuvvetlenen Safevî Devleti’ni kurdu. Burada, zaten yaygın bulunan Şii mezhebini, devletin resmî mezhebi haline getirdi. Siyasî ve dinî başbuğluğu kendi şahsında topladı.
Bu arada Şii telkinleri yaymak hususunda Anadolu’da çok müsait bir zemin buldu. Öyle ki, Safevî hanedanının muvaffakiyetinde Anadolu Kızılbaşlarının da rolü oldu.
Şahin daî ve halifeleri tarafından halk arasına sokulan emirleri, büyük bir kutsiyeti haiz telakki ediliyordu. Bu yüzden, Osmanlı hanedanına gasp nazari ile bakan bir cereyan günden güne büyüyordu.
Gerçekten kendisine bağlı olanlar ile komutan ve askerleri âdeta kendisine perestiş edercesine itaat etmekte idiler.
Nitekim Âşık Paşazade, halkın, askerlerin ve müritlerinin Şah İsmail’e olan bağlılığını şu ifadelerle dile getirir:
-” Müritleri ona tabi oldular. Öyle ki memleketteki bütün müritleri birbirleri ile buluşunca “Selâmün aleyküm” diyecekleri yerde “Şah” diyorlardı. Hastalarını ziyarete gittikleri zaman dua yerine de “Şah” diyorlardı.
Anadolu’daki Ehl-i Sünnet’e mensup Müslümanlar, onun buradaki müritlerine
-“bunca zahmet çekip Erdebil’e varacağınıza Mekketu’l-Lah (Kabe)’a gitseniz, Hz. Peygamber’i ziyaret etseniz daha iyi olmaz mı?
dediklerinde onlar” Biz, diriye varırız, ölüye varmayız” derlerdi.
İran’da bu gelişmeler olurken, Ehl-i Sünnet efkâr-i umumiyesin de büyük bir endişe hüküm sürmekte, Kızılbaş faaliyet ve hareketleri derin bir izdir ve acıyla izlenmekte idi.
Gerek Mısır’da, gerekse Osmanlı diyarında İslam efkâr-i umumiyesi, bu problemi çözecek bir el arıyordu.
Mısır’da, daha önceki Fâtimî tecrübesinin acı ve korkunç hatıraları henüz hafızalarda tazeliğini koruyor, Bağdat’taki Şii Büveyhîlerin (Büveyhoğulları) zulümleri akıllara geliyor; Bâtıni beliyyesinin kanlı sahneleri tekerrür edecek sanılıyordu.
Bu yüzden, Şah ve askerlerinin vahşiyane zulümleri endişe ile takip ediliyordu.
Ağabeyleri ile olan problemleri halleden Sultan Selim, gerçek gayesini anladığı Şah İsmail’e büyük bir darbe vurmak için hazırlanmaya baslar.
Bu maksatla, Anadolu’da devlet için tehlikeli gördüğü Kızılbaşlardan bir kısmını ya hapsetmiş veya öldürtmek suretiyle içeride çıkabilecek isyanları önlemeye çalışmıştı.
Ibn Iyas’in ifadesine bakılacak olursa Şah İsmail, Memlûk Devleti için de büyük bir tehlike idi. Zira o, Kahire’de bulunan Sünnî halifeye karşı Şii mezhebini destekleyip orayı da kendi mezhebine sokmak için çaba harcıyordu.
Bu gayenin tahakkuku için de her hareketi mubah görüyordu. Bu sebeple olacak ki, Frenkleri, Memlûkler aleyhine kışkırtıp onların denizden, kendisinin de karadan Suriye üzerine yürümesini teklif etmişti. (2)
Yukarıdaki ifadelerden anlaşılan, Konu basit bir ifade ile geçiştirilecek;
“Selim Alevileri katletti!” Olayı değildir.
Okuyanlar bilgilerini bu arşiv kayıtlarına göre yeniden değerlendirebilirler.
**
İkinci kaynak; (**)
 “Yavuz Sultan Selim’in cülusunda Anadolu’da Kızılbaş faaliyeti…
Akkoyunlu devletini yıkarak Şia mezhebinde (Îsnâ-Aşeriye: On iki imam) şeyhlikten şahlığa geçmek suretiyle büyük ceddi Şeyh Safiyüddin Erdebilî’ye izafeten Safevîye devletini kurmuş olan (1502) Şah İsmail asırlardan beriAnadolu’da yaşayan Kızılbaşlara Dâî veya Halife isimlerinde propagandacılar göndererek onları da kendi camiası altına sokmağa çalışıyordu.
Anadolu Selçukileri zamanında ve II. Gıyasüddin Keyhusrev (1236-1246) devrinde Orta – Anadolu’da Sivas, Amasya, Tokat, Çorum, Malatya havalisinde Baba İshak’ın idare ettiği Alevilerin yani kızılbaşların ayaklanmaları ve daha sonra Batı Anadolu’da ve Rumeli’de Balkanlar’da Samavna kadısı oğlu Bedrüddin Mahmud’un tertip ettiği alevi ayaklanması gibi kanlı olaylar cereyan etmişti.
Şah İsmail’in halifelerinden Nur Halife Orta – Anadolu’da müritleri vasıtasıyla çalışıyor, Sivas, Tokat, Amasya ve Çorum’’daki Alevileri Şah adına birliğe davet ediyordu.
Aynı suretle Şah İsmail’in babası Şeyh Haydar’ın halifelerinden olan Anadolu Alevilerinden Hasan Halife oğlu Şah Kulu da Antalya ve havalisinden başlayarak Şah adına çalışıyor ve bu, aynı zamanda faaliyetini adamları vasıtasıyla Rumeli’ye de teşmil etmiş bulunuyordu (1509) (3)
Şah İsmail el altından için için çalışırken bilhassa bu 1509 tarihinden itibaren Güney-Anadolu’da Antalya sancağı sahasında Şah Kulu Halife’nin faaliyeti artmış, aynı zamanda Şah İsmail sancaklardaki bazı şehzadelerin cemiyetlerine adamlar sokmuş ve şehzadelerle mektuplaşmağa başlamıştı. (4)
Tarihlerde Şah Kulu denilen Hasan Halife oğlu (ismi malûm değildir) Korkuteli tarafından Yalınlıköy halkındandı. Bu şahıs kendi köyü civarında bir mağarada oturup ibadetle meşgul olur görünüp kendisini ziyarete gelenler vasıtasıyla veli olarak şöhreti artmış, hatta Sultan II. Bayezid bile kendisine para göndermekte bulunmuştu.
İşte bu suretle şöhreti artan Şah Kulu, gizli maksadını fiile çıkarmak için münasip bir zaman ararken Sultan Bayezid’in devlet işlerini vezirlerine bırakması ve fiilen işten çekilmesi ve oğullarının saltanata geçmek için hırsları, Şah Kutlu’ya cesaret vermiş, fakat Antalya sancakbeyi Şehzade Korkud bunun maksadını anlayarak kendi adamlarından subaşı Hasan Ağa ile kuvvet sevk ederek cemiyetini dağıtmış ise de Şah Kulu kaçmağa muvaffak olmuş, fakat yakalanan adamlarından maksadı anlaşılmıştı. (5)
Şah Kulu kaçtıktan sonra Yenice derbendine varıp dört,  beş yüz kadar avenesiyle isyan etmiş, ele geçen kadı ve naipleri katletmiş, Manisa’ya gitmiş olan Korkud’un adamlarından mürekkep kafileyi vurmuş ve mukabelesine gönderilen kuvvetler arasındaki sipahilerin Şah Kulu tarafına geçmeleri üzerine hükümet kuvvetleri bozulmuş ve Şah Kulu Antalya üzerine gelerek şehri kuşatmıştır. (6)
Hükümetin, mevzii bir isyan zannıyla ehemmiyet vermediği hâdise büyümüş. Şah Kulu’nun cüreti artmış, Burdur, Keçiborlu, İstanos (Korkuteli) Isparta, Gölhisar, Sandıklı tarafları bunların yağma ve katliamlarına uğramış, bunlara karşı Anadolu valisi Karagöz Ahmed Paşa gönderilmiş ise de Kütahya önünde o da mağlûp ve maktul düşmüş ve Şahkulu tarafından kazığa vurulmuştur (22 Nisan 1511).
Şah Kulu bundan sonra Bursa üzerine yürümeğe başlayarak mukabelesine gönderilen subaşı Hasan ağa’yı da bozup katlettiğinden Bursa’da heyecan artmış Şehzade Korkud Manisa  kalesine kapanmıştır.
Bunun üzerine Bursa kadısı iki güne kadar kuvvet yetişmezse neticenin pek vahim olacağını İstanbul’a bildirmesi neticesinde (7) Devlet merkezi gözünü açmış ve vezir-i âzam Hadım Ali Paşa isyanı bastırmağa memur edilmiştir.
Hadım Ali Paşa’nın yeniçeri kuvvetleriyle üzerine gelmekte olduğunu haber alan Şah Kulu çekilmeğe mecbur olmuş ve vezir-i âzam tarafından takip olunarak Sivas civarında Çubuk çayı veya Gökçay (8) Mevkiindeki müsademede Ali Paşa maktul olmuş ve bozulan Şah Kulu’dan bir haber alınmamıştır (1511 Temmuz).
Devam edecek…
Okuyanı sıkmamak için Aleviler ve Selim konusu iki bölüm halinde verilmektedir.
resim;anadolucografyasi.com
(*) H.Mustafa Eravcı, Türkiyat araştırmaları dergisi, 249 Çalışma ile ilgili geniş bilgi; http://www.turkiyat.selcuk.edu.tr/pdfdergi/s28/eravci.pdf
(**) Ord. Prof. ÎSMAÎL HAKKI UZUNÇARŞILI, “OSMANLI TARİHÎ, II. Cilt sahife, 257-261, Yazar, Türk Tarih Kurumu Üyesi ve eser, ATATÜRK KÜLTÜR TÜRK TARÎH KURUMU tarafından yayınlanmaktadır.
(1-2) Bu çalışma Gazi Üniversitesinin düzenlemiş olduğu Türk Dünyası Tarihi Kaynakları adlı ulusal sempozyumda bildiri olarak sunulmuştur. (H.Mustafa Eravcı, Türkiyat araştırmaları dergisi, 249 Çalışma ile ilgili geniş bilgi;http://www.turkiyat.selcuk.edu.tr/pdfdergi/s28/eravci.pdf
(3) Filibe Sancak beyinin. Şah Kulu’nun faaliyeti hakkında yakaladığı casus Pır Ahmed’in istintakındaki ifadesine göre arızası: “Şahkulu Antalya kurbinde Yalınlu nam karyenin yanında bir mağarada olurdu ve mevludu dahi ol karyede idi. Sual : Sen onda iken Şahkulu’nun yarar âdemisi kimler idi?’deyince
Cevaben biri Safer ve biri İmamoğlu nam kimesnelerdir. “… Sen Şahkulu’nun yanından ne vakit gittin deyu sual olıcak, geçen yılın Safer ayında gittim. Kaç kişi idiniz deyu sual olıcak dört kişi idik dedi. Her birimize yirmişer kâğıt (davetiye) verdi. Ol kimesnelerin adları nedir deyicek biri Safer, biri İmamoğlu ve biri Tacüddin ve biri dahi mezkûr Pir Ahmed. Bunlar nereye vardılar deyu denince, Safer Serez’e vardı, İmam oğlu Selanik’e  vardı, Tacüddin ve Suca ve Şeyh Çelebi ve mezkûrun imamı Muhiddin Halifelere kâğıtlar verdim dönünce de Ercanlı halifeye kâğıt verdim ve esbabım ve bazı kâğıtlarım Ercanlı halifede emanet kodum…” diğer gezdiği yerlerde kimlere kâğıt verdiyse de onları da zikretmiştir (Topkapı Sarayı Arşivi, Nr. 6636).
(4)Memlûk devletin idaresinde bulunan Divriği sancağının naibi yani valisi olan Mamay tarafından asılları Memlûk Sultanına gönderilmek suretiyle Halep naib-i saltanasına ve suretleri de Dulkadır oğlu Alâüddevle’ye yollanan ve şehzadelerle mektuplaşmağa başlamıştı.
(5) Antalya kadısının 916 Zilhicce (30 Mart 1511) tarihli olup Antalya’yı bırakıp Manisa’ya giden Şehzade Korkud’a arızası (Topkapı Sarayı Arşivi, Nr. 5321).
(6) Antalya’da bulunan Şehzade Korkud’un defterdarının arızası (Topkapı Sarayı Arşivi, Nr. 5035)
(7)Bursa kadısı Ahmed Bükâî Efendi’nin yeniçeri ağasına mektubu (Topkapı Sarayı Arşivi, Nr. 5451).
(8)Tâcü’t’tevarîh c. II., s. 177) Bu mevkii, Gökçay diye kaydediyorsa da, Amasya valisi Şehzade Ahmed’in divân-ı hümayuna göndermiş olduğu arızada Çubuk çayı deniliyor. (Topkapı Sarayı Arşivi, 3062 Nr.lı dosya)

Vatandaşın Osmanlı Tarihi; “Yavuz Selim 40.000 Alevi Kesti!” iddiasında gerçeği arayanlara (11/2)


"II. İsmail döneminden itibaren kullanılan Safevi Bayrağı" (www.anadolucografyasi.com)
Doğru ve işlenmemiş bilgi için iki kaynak kullanılmıştır. Birincisi, tartışmasız otorite olan, Ord. Prof. Uzunçarşılı; Diğeri, Prof. Dr. H. Mustafa ERAVCI.  İşte tamamen arşivlere dayalı değerli araştırmalar ve sonuçları…
Kaldığımız yerden devamla…
“…Trabzon valisi Şehzade Selim, Şah İsmail’in Anadolu’daki faaliyetini ve Şah Kulu hâdisesini, alevilerin yer yer hareketlerini dikkatle takip ettiği gibi durumun nezaketini ve bazı şehzâdelerin, Şah İsmail ile münasebetlerini vebiraderi Amasya valisi Şehzade Ahmed’in oğlu Murad’ın Şah ismail’in halifesi elinden taç giydiğini haber alarak neticeyi gözden kaçırmıyordu.
Selim’in cülusunu mütaakıp Sultan Ahmed’in ve oğlu Murad’ın alevi kıyamının başına geçmeleri ve Sivas, Çorum, Tokat ve havalisindeki faciaların artmasına sebep olmuştu. (1)
Tarihî olayları vesikalara dayanarak incelemeden hüküm verenler Yavuz Sultan Selim’in hükümdar olduktan ve şehzâdeler meselesini hallettikten sonra Şah İsmail ile muharebeden evvel Anadolu’daki azılı kırk bin kızılbaşın îdam veya hapis olunmalarını sebepsiz bulurlar ve Sultan Selim’i muaheze ederler. Yukarıdan beri vesikalarla gösterilen olaylar gözönüne alınacak olursa pâdişâhın ne kadar isabetli hareket ettiğini ve bütün bu işlerde baş rolü olan Şah İsmail üzerine giderken gerisindeki tehlikeyi bertaraf etmek istediği görülür.
Bundan dolayı Sultan Selim hükümdar olduktan sonra Şah ismail’in üzerine gitmeden evvel bilhassa Orta-Anadolu’daki Kızılbaşlar hakkında inceden inceye tahkikat yapılmasını arzu ederek bu hususta bir karar alınması için bizzat kendi riyasetinde bir divan akdiyle bu husustaki mütalâasını beyan etmiş (2)
Memleket içindeki bu tehlikeyi önlemedikçe Şah İsmail’e karşı harekete geçilemeyeceğini, çünkü muharebe esnasında bunların ordunun gerisinde ayaklanabileceklerini beyan etmiş ve bu suretle yediden yetmiş yaşına kadar Kızılbaş oldukları sabit olanları tahrir ettirerek bunların kimini kati ve kimisini hapsetmiştir. (3)
Şah İsmail üzerine hazırlık ve İran seferi
Anadolu’daki bazı Kızılbaşların tevkif ve idamları
Yavuz Sultan Selim, şehzadeler gailesini iki senede bertaraf ettikten sonra İran seferine hazırlanıyordu; fakat Şah ismail’in Anadolu’da el altından yaptığı tahrikâtiyle Osmanlı idaresinde bulunan Alevîler (Kızılbaşlar) o tarafa meyletmişlerdi ve bunu Şah Kulu hâdisesi göstermişti.
Bundan dolayı Şah İsmail ile yapılacak harpte memleket içinde yer yer Alevî kıyamlariyle devletin başına büyük bir gaile çıkması durumu pek ziyade tehlikeye düşürebilirdi; bunun için Anadolu’daki beylerbeği ve sancakbeylerine verilen emirler üzerine bunlar araştırılarak Şah ismail’e taraftar olan ve ayaklanmak ihtimalleri bulunanların bir defteri yapdmış ve bu suretle mazarratları dokunacak olan kırk bin kişi haps ve idam ettirilmiştir.
Bundan sonra Sultan Selim, İran seferi kısmında görüleceği üzere Şah İsmail tarafından halife nâmiyle Anadolu’ya gönderilip hem casusluk yapan ve hem halkı Şah İsmail’e bîate davet eden bir halifeyi hapisten çıkarıp Farsça bir nâme ile “Vargördüğünü söyle” diye Şaha yolladı. (4)
Şah İsmail’in siyaseti
Akkoyunlu devletini ortadan kaldırarak Azerbaycan, Irak-ı Acem, Irak-ı Arab ve îran’ı ele geçirerek Ceyhun nehrine kadar hududunu genişleten Şah İsmail, 916 H. (1510 M.)’de doğuda Özbeklere de (5)
Galebe çaldıktan sonra Osmanlı vilâyetlerine gönderdiği halifeler vasıtasiyle Alevileri tahrik ederek kendisine bağlamağa başlamış ve Sultan Bayezid’in yumuşaklığı ve bir kısım devlet adamlarının kayıtsızlığı ve bazılarının da Alevîliğe mütemayil bulunmaları Şah ismail’in cesaretini arttırmış ve faaliyetine germi verdirmişti. Bundan dolayı Anadolu Kızılbaşları tarafından her sene Şah ismail’e birçok nezir ve hediyeler yollanarak ona karşı sadakat ve rabıtaları teyit olunmakta idi.
Şah ismail’in bu faaliyeti sıralarında Trabzon valisi bulunan Sultan Selim, Şah’ın maksadını tamamen anlamış ve hattâ onun taraftarlarını tenkil ile Erzincanlı bile muvakkaten işgal eylemiş ve bundan dolayı Şah İsmail, şehzadeyi babasına şikâyet etmişti.
Bayezid’in son senelerinde şehzadeler arasındaki vaziyetlerden istifade eden Şah İsmail, faaliyetini arttırmış ve daha sonra kendisinin yanına kaçan Şehzade Ahmed’in oğlu Murad’ı himaye eylemiş ve Sultan Selim’in cülusunu tebrik için bir elçi göndermeyerek bu saltanat tebeddülünden memnun olmadığını göstermişti.
Biraderleri gailesini halleden Sultan Selim, maksadını keşfettiği Şah ismail’e mühim bir darbe vurmak için hazırlanmağa başlamış ve daha evvelki kısımda söylendiği üzere Anadolu’daki Kızılbaşlardan tehlikeli bir kısmını ya hapsetmiş veya öldürmüş ve bu suretle içeride çıkması muhtemel isyanları önlemişti.
Şah İsmail Memlûkler için de korkunç bir düşmandı; Çünkü Kahire’deki sünnî mezhebinin halifesine karşı şiî mezhebini çıkarmış ve Akkoyunluların siyasetini takip ederek Frenkleri Memlûkler aleyhine tahrik ile Frenklerin denizden ve kendisinin karadan Suriye’ye yürümesini teklif etmişti (6)
Osmanlılar Safevîlere karşı harbe hazırlanırken Memlûklere de haber göndererek ittifak teklif etmişlerse de uzun müzakerelerden sonra Memlûk hükümeti tarafsız kalmayı Ve vazıyeti tetkik ile hazır bulunmak için Haleb taraflarında kuvvet bulundurmayı siyasetlerine daha uygun görmüştü. (7)
Sultan Selim, babasının yerine yeni hükümdar olduğu zaman yeniçerilerin ağa, kethüda, bölük ağaları ve odabaşılarını da toplayarak Yenibahçe’de bir görüşme yapmış ve Osmanlı devleti için büyük ve tehlikeli bir düşman olan Şah ismail’in vaziyetini, şeyhlikten şahlığa nasıl çıktığını ve bugünkü durumu anlattıktan sonra bu hususun asla ihmal edilemiyeceğini beyan ile “Şah İsmail üzerine seferim vardır” diye askerden bir cevap istemiş ve maksadını üç defa tekrar ettiği halde bir ses çıkmamıştı.
Fakat son tekrarında Abdullah adında dokuz akçe yevmiyeli bir oda kethüdası birkaç adım ilerleyerek padişaha duadan sonra: “Bizim arzumuz da aynıdır, ferman pâdişahımızındır” deyince padişah pek memnun olmuş ve kendisine derhal Selanik beyliğini verip vezirlere de bu parasız adama yardım etmelerini emreylemişti. (8)
Filhakika devlet erkânından bazıları bu sefere taraftar değillerdi. Yavuz’un bu sözleri ve arzusuna muvafık cevap alamaması yeniçerilerin de aynı suretle elde edildiği şüphesini uyandırmıştı ki bunu gerek sefere giderken ve gerek avdette de görmekteyiz.
Şah İsmail’e gönderilen nâmeler
Şehzadeler ve dahildeki Kızılbaşlar işini halleden Sultan Selim on bin azab askerinin hazırlanması için Anadolu’ya hükümler gönderdiği sırada bütün kuvvetlerin Yenişehir ovası’nda kendisine iltihakını emretti.
Pâdişâh bu esnada Edirne’de bulunuyordu: Manisa valisi olan oğlu Süleyman’ı Edirne’ye getirterek Rumeli muhafazasında alıkoydu ve 920 senesi Muharrem ayının 23 üncü Salı günü (19 Mart 1514) Edirne’den İstanbul’a hareket etti ve bir ay sonra da Üsküdar’a geçti ve bilmünasebe daha yukarıda yazıldığı Üzere Şah İsmail’in halifelerinden olup mahbus bulunan Kılıç adında birisi vasıtasiyle Şaha Farsça nâme gönderdi.
Sultan Selim İzmit’ten gönderdiği 920 Safer tarihli olan bu nâmesinde “Şahın Müslümanlığa mugayir hareketlerinden, mezaliminden bahis ile kendisinin Müslümanlığı takviye ve mezalimi kaldırmak için faaliyete geçtiğini, yaptığı işler sebebiyle katline fetva verildiğini ve kılıçtan evvel İslâmiyeti kabul etmesi lâzım geldiğini ve atlarının ayaklarını bastıkları yerlerin kendisine verilmesini ve bunun için Safer ayında İstanbul’dan hareket ettiğini ve bizzat muharebeye hazır olacağını” bildirmişti. (9)
Elçi Kılıç, Şah ismail’i Hemedanda bularak nâmeyi vermiş ve o da muharebeye hazır olduğunu” bildirmiş (10) ve bu cevap Osmanlı ordusu Erzincan sahrasına geldiği sırada alınmıştır; Şah İsmail nâmeyi getiren Kılıç’ı öldürtmüştür. (11)
Şah İsmail bu nâmesinde “Er isen meydana gelesin, biz de intizardan kurtuluruz” demiş ve Yavuz’a bir kadın elbisesiyle, yaşmak yollamış.
Bu nâmenin cevabı 920 Cemaziyelevvel sonunda   Erzincan’dan yollamıştır. Yavuz’un bu nâmesinde Şah İsmail er meydanına davet ediliyor ve hâlâ kendisinden bir eser olmadığı beyan olunuyordu.
Şah İsmail kendisine gönderilen nâmelere cevap vererek bunda “gerek Sultan Bayezid zamanındaki ve gerek kendisinin Trabzon valiliğindeki dostluklarından bahsederek aradaki düşmanlığın neden ileri geldiği malûm olmadığını, Osmanlı hânedaniyle kadim dostluğa mebni Timur zamanındaki bir şûriş gibi fena bir netice hasıl olmasını istemediğini ve nâme yazan kâtiplerin yazılarını afyon tesiriyle yazdıkları için bir altın hokka İle afyon macunu yolladığım” beyan etmektedir.
Yavuz Sultan Selim ise Cemaziyelâhır nâmesiyle bu nâmeye ağır bir cevap ile mukabele etmiş ve demiştir ki ;
“Davete icabet edip uzun yollan kat’ ile memleketine girdik; fakat sen meydanda görünmüyorsun. Pâdişâhların ellerindeki memleket onların nikâhlısı gibidir; erkek ve yiğit olanlar kendisinden başkasının ona elini dokundurtmazlar; halbuki bunca gündür askerimle memleketine girip yürüyorum, hâlâ senden bir haber yok.
Seni korkutmamak için askerimden kırk bin kişiyi ayırıp Sivas’la Kayseri arasında bıraktım; hasma mürüvvet ancak bu kadar olur. Bundan sonra da saklanıp gözükmezsen erkeklik sana haramdır, miğfer yerine yaşmak ve zırh yerine çadır (çarşaf) ihtiyar eyleyip serdarlık ve şahlık sevdasından vaz geçesin.(12)
Sultan Selim bu nâmesiyle beraber Şah İsmail’in gönderdiklerine mukabele olarak kendisinin menşeini telmihen hırka, şal, asa, misvak ve şed (kuşak)’den ibaret tarikat levazımı yollamıştı..”
Sultan Selim, 40.000 Alevi’yi katletti!” iddiası ile ilgili olarak yaşanmışları, noktasına ve virgülüne dokunmadan geçerli iki  kaynaktan aktardık…
Bundan sonrası okuyana aittir.
He ne kadar su –bilgi- döküldüğü kabın şeklini alsa da…
Osmanlıya atılan diğer iftiralarla devam edecek…
Örneğin;
-”Türkleri aşağıladılar…
-”İlim ve bilgiye düşmandılar…
-”Yeniliklere karşı çıktılar…
-”Matbaanın geç gelmesine neden oldular…”
Resim;anadolucografyasi.com
Kaynakça;
- Ord. Prof. ÎSMAÎL HAKKI UZUNÇARŞILI, “OSMANLI TARİHÎ, II. Cilt sahife, 257-261, Yazar, Türk Tarih Kurumu Üyesi ve eser, ATATÜRK KÜLTÜR TÜRK TARÎH KURUMU tarafından yayınlanmaktadır.
-Konu ile ilgili çalışmalar, Gazi Üniversitesinin düzenlemiş olduğu Türk Dünyası Tarihi Kaynakları adlı ulusal sempozyumda bildiri olarak sunulmuştur. (H.Mustafa Eravcı, Türkiyat araştırmaları dergisi, 249 Çalışma ile ilgili geniş bilgi; http://www.turkiyat.selcuk.edu.tr/pdfdergi/s28/eravci.pdf
(1) Devam-ı ömrü devlet ve mezid-i izzet ve rif’at ed’iyesi taze ve tekrar kılmaktan sonra arz-ı bendegî budur ki haliyâ bu diyarda sofular baş kaldırıp hurûc ettiler. Kara İskender nam şahsın idlâliyle Sultan Murad (Şehzade Ahmed’in oğlu) taç giyip surhseri kendüye asker etti; on binden ziyade oldular yevmen feyevmen Sofu Isa halife oğlu nam mülhidin üzerine cem olurlar ve Seydî Ali halife dahi kendüye (şehzadeye) nöker olup güldüğüne bağladılar ki fesad-ı azim ideler, nice köyler talan ettiler ve nice adamları katledip atlarını ve esbablarını yağma ettiler. Bu diyarda ot kalmadı, Aliüddevle Ve (Elbistanda Dulkadır oğlu) varurız derler. Sultan Murad her tarafa adamlar gönderip asker cem eder ve Sultan Ahmed dahi Süleyman Bey’i Sinan Paşa ile Karamanca davet etti. Anlar anda dura kendü Sultan Korkud üzerine gider dirler. Amasya’da yirmi bin sofu cem olup nice Müslümanları katlettiler. Sultan Murad’ı alıp Güldüğüh’e götürdüler, anda dahi fesâd-ı azim ettiler, hocasın ve paşasın kaçırıp şehre girdiler, kale kapısın yaptılar. Çorum kadısı Nuşirvan’ı katlettiler ve İskilib’i Kara iskender’e verdi. İl ve şehir ürküp kimi dağa ve kimi kaleye girdiler. Sultan Ahmed’e ulaklar gitti, feryad ettiler, ol dahi on bin adamla Davud Paşa oğlu’yla Kızıl Ahmed oğlu’yla asker gönderdi, yolda gelür dirler. Nebi halife bu veçhile haber getürdü ve sofu askeri Sivas’a çıkıp Şaha elçi gönderdiler. Bu diyarın ahvali bir türlü dahi oldu, ehl-i islâm muhatarada ve tehlikede kaldı(Topkapı Sarayı Arşivi, Nr. 6522).
(2) Sultan Selim, bu hususta vezirleri ve uleması ile görüştüğü sırada : Mademki Kızılbaş serdarlarının tahrikatı önlenip anların hakkından gelinmeye, zararları devam etmek muhakkaktır; zira Anadolu vilâyetinde olan Kızılbaşlar Şah İsmail ile iştirak üzere olup gaibâne ana iktida ve ehl ü ıyal ve mal ve menallerin yoluna feda ederler ve iktidarı olanlar birçok nezr ve hediyeler ile Ziyaretine giderler ve anın halifeleri ile her yıl nezirler yollarlar… (Tacü’t-tevarıh’ten hulâsa).
(3) Bundan akdem Padişah “Anadolu’da ârâm eden Kızılbaşları teftiş için hükkam-ı memûlike hükümler gönderip yedi yaşından yetmiş yaşına varınca emretmişti. Pâdişâhın emri üzerine tahkik ve teftiş neticesinde kırk bin kişi emretmişti. Pâdişâhın emri üzerine tahkik ve teftiş neticesinde kırk bin kişi tevkif olunarak kimi katledilmiş ve kimisi hapis olunmuştur (TacüH-tevarih, f. ir., s. 245); aynı suretle Alî basılmamış birinci cilt (kütüphanemizdeki nüsha), S. 260; Solak’zâde, s. 360, 361.
(4) Tacü’t-tevarih, II., s. 246; Âlî, basılmamış cilt, s. 260.
(5) Bu Özbek devleti, Şeyfcanî’lerdir. Bu devletin müessisi Mehmed Seyhan Moğol prenslerinden olup 906 H. (1500 M.)’de Semerkand’ı almış, 916 H. (1510 M.)’de Aferv’de Şah İsmail ile yaptığı muharebede maktul düşmüştür. Bu muvaffakiyet Şah ismail’i doğu tarafından emniyetli bir duruma sokmuş ve bundan sonra batıda Osmanlıarla Memlûklere karşı faaliyete geçmişti.
(6) Ibn-i I yas, Bedayîü’z-zuhur, c. IV., s. 191.
(7) İbn-i lyas, Bedayîü’z-zuhur, c. IV., s.372, 376
(8) Âlî (Basılmamış birinci cilt, kütüphanemizdeki nüsha), s. 259; Âli’den naklen Hammer tarihi (Atâ Bey tercümesi), c. IV., s. 123.
(9) Şah İsmail’e yazılan bu Farsça nâme sureti Feridun Münşeatı ile Tacü’t-tevarih ve Âlî tarihi’nde aynen vardır diye başlar Âlî (Basılmamış birinci cilt, s. 260; Münşeat, c. I., s. 351).
(10) Münşeat, c. I., s. 357.
(11) Şah İsmail harbe daveti mutazammın askerine ve maiyetine: diyar-ı Rum’dan bir kervan gelürmüş size firavun gene ve mal getürür, üşenmem. Korkmam ki onları adamlarımıza viripdir ki şimdi on iki imam leşkeriyle gelip “bunda alem dikmişler el’an bizimledirler” diye askerinin maneviyatın yükselmek istemiştir (Lütfi Paşa tarihi, s. 219).
(12) Bu Türkçe olan cevabî nâme de Âlî’de vardır. Şah İsmail’e gönderilen dört nâmeden ikisi Farsça ve ikisi Türkçe olup ikinci Farsça nâmeyi Mevlânâ Mürşid-i Acem yazmış. Diğer üçünü de Tâcî Bey-zâde Cafer Celebi kaleme almış, fakat hepsini bizzat Sultan Selim okuyup Farsçaya derin  vukufu sebebiyle bazı noktalarda tashihler yapmıştır (Âli tarihi, s. 263). Aynı nâmenin tarihi Feridun Bey Münşeatı’nda 920 Cemaziyelâhır sonlarıdır.

Vatandaşın Osmanlı Tarihi; “Osmanlı Türk Düşmanıdır!” iddiasında gerçekler nedir? (12/1)


Halk aşıkları bugün yerlerini gazetelere bırakmıştır. Artık halkın 'sözcü'leri gazetelerdir.
Ortada bir iddia varsa, bir de onun karşı iddiası olmalıdır. Olmalıdır ki, gerçekler ortaya çıkabilsin. İşte gerçeği arayanlara, “Etrâk-ı bî idrâk = İdrâksiz Türkler…”
Bu ve benzer konulardaki anlayışımızı tekrar edersek, görüşler iddia ve karşı iddiaları ile birlikte sergilenmekte, karar okuyanın bilgi-deneyim ve özümsenmesine bırakılmaktır.
Biliriz ki, Su –Bilgi- döküldüğü kabın şeklini almakta, rüzgara ıslık çalınmamaktadır!
Konuya aşağıda uzun yıllardır Web ortamında dolaşan ve Halk Âşıklarına ait iki ayrı dörtlükle başlanmaktadır.
Bu dörtlük gerçeğinde diğer örnekle birlikte, vergi konusunda halkın bir serzenişidir.
Ancak, iddialarda görüleceği gibi, kasıtlı ve çarpıtılarak değişik maksatlarla kullanılmıştır.
Osmanlı toplum düzenini eleştiren Halk âşıklarının (Anonim) serzenişleri;
Şalvarı şaltak Osmanlı
Eğeri kaltak Osmanlı
Eken de yok biçen de yok
Yiyende ortak Osmanlı
Yine, Zileli Talibi’nin:
Talibi’yim kurtulmadım çileden
Mültezimler öşür alır kileden
En doğrusu kaçmak imiş Zile’den
Hiç gelmemek Nurun ala nur imiş (1)
Dizeleri, Osmanlı döneminde baskı ile vergi alınışını dile getiren söyleyişlerin en açık örnekleridir. (2)
Modern Türkiye’nin Tarihi” İsimli eserin yazarı Bernard Lewis bakınız bu konuda ne demektedir?
-“Türk kimliği yönetimin merkezi olan İstanbul’dan uzak, savaştan savaşa asker toplamak için anımsanan, Anadolu köylerinde kapalı bir kültür içinde dili ve töreleri ile yaşamıştır. Zaman içerisinde Türk yöneticisine o denli yabancılaştırılmış ki, kimi kez Osmanlı efendisine Türk demek hakaret sayılmış. “Türk” sözcüğü, Anadolu köylüleri için, ve üstelik onları aşağılamak ve küfür yerine kullanılır olmuş. (Irki bir anlam taşımayıp, sadece cahil köylüleri aşağılamak için söyleniyor.)
Günümüzden ilginç bir örnek ;
-“Ulan öküz Anadolulu Sana mı kaldı?”
CHP’nin Tek parti dönemindeki Ankara Valisi Nevzat Tandoğan, sert ve otoriter bir yöneticiydi. Atıyla ve elinde kırbacıyla Ankara sokaklarında adam dövdüğü bile konuşulurdu.
Sabahattin Ali ile Nihal Atsız’ın dergi köşelerinde başlayan ve Atsız’ın Başbakan Saraçoğlu’na yazdığı ünlü mektupla hareketlenen sokaklar belki de ilk kez sağ ile solu karşı karşıya getirmişti. Cumhurbaşkanı İsmet Paşa ise hem sağa hem de sola darbe vurma hazırlığındaydı.
Halen Türkçülük günü olarak kutlanan 3 Mayıs günü milliyetçi gençler Ankara adliyesine gelirken ve mahkeme çıkışı gösteriler yapmışlar ve başbakanlığa kadar yürümüşlerdi. Bu gösterilerin başrolündeki isimlerden biri de Osman Yüksel Serdengeçti’ydi. Serdengeçti polis tarafından yakalanmış ve Ankara’nın valisi ünlü Nevzat Tandoğan’ın huzuruna çıkartılmıştı.
Vali Tandoğan’ın eylemci Serdengeçti’ye söylediği söz Türk siyasi yaşamının unutulmazları arasına girmişti.
-“Ulan öküz Anadolulu! Sana mı kaldı Türkçülük? Bu memlekete komünizm de lazımsa biz getiririz Türkçülük lazımsa da biz getiririz. Sizin iki vazifeniz var.
Birincisi çiftçilik yapmak, ikincisi çağırdık mı askere gelmek!”  (3)
Aziz Nesin‘in Halkımızın zekası ile ilgili,
-”Türkler’in yüzde 60′ı aptaldır!’ Yarı mizahi anlayışını, hatta kimi yazarların Türk Halkı için;
-”Göbeğini kaşıyan adam!”  ifadelerine hiç girmeden,
-”Osmanlı Türk Düşmanıydı” İddiası ile ilgili alıntı metin, virgülüne dokunmadan aşağıda verilmektedir.
**
Etrâk-ı bî idrâk = İdrâksiz Türkler…”
“Atatürk de bir hatırasını şöyle anlatıyor;
”Orduya ilk katıldığım günlerde, bir Arap binbaşısının ‘Kavm-i Necip evladına sen nasıl kötü muamele yaparsın’ diye tokatladığı bir Anadolu çocuğunun iki damla göz yaşında Türklük şuuruna erdim. Onda gördüm ve kuvvetle duydum. Ondan sonra Türklük benim derin kaynağım, en derin övünç membaım oldu. Benim hayatta yegâne fahrim, servetim, Türklükten başka bir şey değildir.” (Türk ve Türklük, Türk Standartları Enstitüsü, s.19).
Ziya Gökalp, Türkçülüğün Esasları adlı eserinde şu bilgileri veriyor;
”Bu milletin yakın zaman kadar kendisine mahsus bir adı yoktu. Tanzimatçılar ona: ‘Sen yalnız Osmanlısın. Sakın başka milletlere bakarak sen de milli bir ad isteme! Milli bir ad istediğin dakikada Osmanlı İmparatorluğu’nun yıkılmasına sebep olursun’ demişlerdi. Zavallı Türk, vatanımı kaybederim korkusu ile ‘Vallahi Türk değilim. Osmanlılıktan başka hiç bir içtimai zümreye mensup değilim’ demeye mecbur edilmişti”(s.34).
”Osmanlı İmparatorluğu genişledikçe, yüzlerce milletleri siyasi idaresine aldıkça idare edenlerle idare olunanlar iki ayrı sınıf haline geliyorlardı. İdare eden bütün kozmopolitler Osmanlı sınıfını, idare olunan Türkler de Türk sınıfını teşkil ediyorlardı. Bu iki sınıf birbirini sevmezdi. Osmanlı sınıfı kendini millet-i hakime (egemen ulus) suretinde görür, idare ettiği Türklere millet-i mahkure (aşağı ulus) nazarı ile bakardı. Osmanlı Türk’e daima eşek Türk derdi…” (s.27).
Falih Rıfkı Atay, Batış Yılları adlı eserinde şunları yazıyor:
”Kendime ilk defa ne zaman Türk dediğimi pek hatırlamıyorum. Bizim çocukluğumuzda Türk, kaba ve yabani demekti. İslam ümmetinden ve ‘Osmanlı’ idik. İlmihallerde baş dersimiz ‘Din ile milliyetin bir olduğunu’ öğrenmekti. Vatan sözü yasaktı. Onu ben büyüyüp de Namık Kemal’i okuduğum günlerde kitapta gördüm. Kulağımla ancak Meşrutiyet’te duydum. Padişah kulları idik. Okul çıkışlarında her akşam sıraya girer, ‘Padişahım çok yaşa’ diye bağırırdık.
… Okullarda da Arab’a Arap, Arnavut’a Arnavut, Rum’a Rum, fakat kendimize Osmanlı derdik.”
Ahmet Vefik Paşa, Bursa Valisi iken (1880) ilçeleri teftişe çıkıyor.
Paşa, uğradığı bir ilçede, halkla sohbet ederken, etnik kökenlerini soruyor; aldığı cevaplar, konuştuklarının Çerkez, Arnavut, Boşnak, Gürcü vb. olduklarını gösteriyor. Sorduğu soruya utanarak, cevap vermek istemeyen bir ihtiyara, ”hangi milletten” olduğunu ısrarla söyletmek isteyince, o, bir kabahat ifşa ediyormuş gibi ürkek, titrek bir sesle, ”Ben Türküm Efendim” diyor. Bunun üzerine Paşa ”Niçin sıkılıyor, saklanıyorsun? Türk olmak kabahat mı? Bak ben de Türküm” diyor. O titrek ihtiyar birden canlanarak, ”Sahi sen de Türk müsün? Demek Türk’ten Paşa da olurmuş ha” diye sevinçle karışık hayret ifade edince, Vefik Paşa ”Paşa da kim oluyormuş, Padişah da Türk, Padişah da” diye haykırıyor. Sonra, imparatorluğun iki dertli ihtiyarı, sakallarını ıslatan yaşlar birbirine karışarak sarılıp, Türkün hazin kaderi için ağlaşıyorlar.
(Türk ve Türklük, Türk Standartları Enstitüsü Yayını, s.238).
Şair Fuzuli bir şiirinin son beytinde şöyle diyor;
Fuzuli, gökten yere insen sana yer yok
Yürü var gel, ya Araptan ya Acemden
Not: Vural Savaş’ın, Milliyetçilik: Neden Şimdi? adlı kitap için yazdığı makaleden derlenmiştir.
Hepimiz bize çocukluğumuzdan beri empoze edilen tarih öğretimiyle de Osmanlının torunları olmakla gurur duyarız. Peki Osmanlı da Türk olmakla gurur duyuyor muydu ya da kendini Türk olarak görüyor muydu? Bu sorunun kesin cevabı Osmanlı’nın kendini Türk olarak nitelendirmediği hatta Türk kelimesinin anlamının Osmanlı için bir aşağılama terimi olmasıdır.
Osmanlılar için Türk’ün sözlük anlamı idrak-ı bilhak (anlayış yoksunu,cahil) idi. Eğer birçok kişi merak edip Osmanlı belgelerini incelerse Osmanlı hanedanının birçok yazılı belgede özmü öz Türkmen soyundan geldiği halde kendini Türk olarak nitelemekten itinayla kaçındığını görecektir.
Gerçek şudur ki Osmanlı hanedanı biraz da saltanatının diğer soylu Türk ailelerince de tehdit edilmemesi için özellikle devletin üst kademelerine ve orduya Türk soylu halkın geçişini tamamen engelleme yoluna gitmiştir. Bunun yerine devlet adamı ihtiyacını Avrupa ülkelerinden 7 yılda bir ve her bölgeden en az 40 kişi olacak biçimde, 12-15 yaşlarındaki sağlıklı ve akıllı çocukları ailelerinden zorla koparıp enderun ve yeniçeri ocağında yetiştirerek karşılama yoluna gitti. Yani bahtsız Anadolu Türklüğüne kendi soyundan gelen bir devlette hem ordu hem de devlet yönetimi yolu kapanmış oldu.
Osmanlı Devleti’nin gerileme dönemine kadar son Türk soylu sadrazamı Çandarlı Halil Paşa idi ve oda devşirme kökenli vezirlerin de etkisiyle Fatih Sultan Mehmet tarafından boğdurulmuştur. Böylece Osmanlı Devletinde başta sadrazamlık olmak üzere üst düzey yönetimi, Türk kökenlilerin elinden çıkıp Hristiyan kökenli devşirmelerin eline geçmiştir.
Zoraki devşirmelerin ortak yönü şudur: Bu devşirmeler analarından, babalarından, kardeşlerinden, yurtlarından zorla sökülüp alınmış mutsuz kişilerdir. Daha çocuk yaşlarında aile ve yurtlarından alınmış bu devşirmelerden çok az sayıda olanı Osmanlı’yı ve İslam’ı tam olarak benimsemiş ve hayatları boyunca kin ve nefret duygularıyla dolu olarak bu nefretlerini Anadolu Türk halkına eziyet ederek açığa vurmuşlardır.
Osmanlı Devleti’ni yöneten devşirmelerin büyük çoğunluğu Anadolu Türklerini sürekli olarak aşağılamışlar, ellerine güç geçtiğinde asıp keserek malını, canını, ırz ve namuslarını ellerinden alarak yapmadıkları rezillik bırakmamışlardır.
* Hırvat kökenli devşirme sadrazam Kuyucu Murat Paşa, Güney Doğu Anadolu’da 70.000 Kızılbaş Alevi Türkmen’i öldürmüş ya da diri diri kuyulara doldurmuştur. Aman dileyen Anadolu insanına Kuyucu’nun yanıtı ”Vurun şu pis Türk’ün başını olmuştur!”
*Osmanlı sarayının devşirme yazarlarından Hafız Ahmet Çelebi’nin 1499 yılında yazdığı şiirin bir kıtası şöyledir:
SAKIN TÜRK’Ü İNSAN SANMA
BİR AN BİLE OLSA TÜRKLE OLMA
TÜRK ELİNE ŞEKER OLSA, O ŞEKER ZEHİR OLUR
TÜRK’ÜN BAŞINI KESERKEN SAKIN GAM YEME
BABAN BİLE OLSA TÜRK’Ü ÖLDÜR.
*Fatih Sultan Mehmet’in sadrazamı Mehmet Paşa, Rum çocuğu bir devşirmeydi. Bu nedenle kendisi Rum Mehmet Paşa olarak anılırdı. Osmanlı’nın Karaman seferindeki kıyımın ve talanın durdurulması için padişaha yalvarmaya gelen yaşlı Türklere Rum Mehmet Paşa şu yanıtı verir.
”NİCE SIZLARSINIZ AKILSIZ TÜRKLER! VATANIMIN, IRKIMIN ÖCÜNÜ SİZLERDEN KARAMAN ÜLKESİNDE ALMAYA MUVAFFAK OLDUM”
Bu tutum ve koşullar içerisinde “Türk” kimliği yönetimin merkezi olan İstanbul’dan uzak savaştan savaşa asker toplamak için anımsanan Anadolu köylerinde kapalı bir kültür içinde dili ve töreleri ile yaşamıştır.
Zaman içinde “Türk” yöneticisine o denli yabancılaştırılmış ki kimi kez “Osmanlı Efendisine Türk’ demek hakaret sayılmış” “Türk” sözcüğü Anadolu köylüleri için kullanılır olmuştur.
İstanbul alındıktan sonra Osmanlı yönetiminde devletin en yüksek yürütme organları Türk’e kapalı tutulmuş devlet adamlarının yetiştirildiği Enderun okullarına Türkler alınmamışlardır. İstanbul’un alınmasından 4. Murat’ın ölümüne dek geçen 187 yıl içinde devşirmelerden 66 Türk kökenlilerden de 10 kişinin sadrazamlığa atandığını aynı dönemde devşirmelerin toplam 167 yıl Türk kökenli sadrazamların da 17 yıl görev yaptığı gerçeği Türklere yaklaşımı gösteren ayrı bir kanıttır. Padişahlar yakın korumalarını da hep devşirme (kul-köle) olanlardan seçmişlerdir.
Osmanlı yönetiminin bu tutumuna karşın halk da kendi arasında birlik ve beraberlik içinde değildi. 12. yüzyıl ortalarında Ahmet Yesevi ‘nin kurduğu; Türk geleneğini dilini ve kültürünü Şamanlık ile bütünleştiren (Bektaşilik gibi) tarikatlar Anadolu’da yayılmaya başladı. Bir taraftan Yesevi yanlısı ve Türk kimliğini taşıyan tarikatlar yayılır iken öte yandan da Sünni İran kültürünü benimseyen Nakşibendi Tarikatı yeniliklere karşı koyma alışkanlığını güden Zeyni Tarikatları ve Fars diline önem verdiği için daha çok aydınlar (!) arasında yayılan Mevlevilik yaygınlık gösteriyordu. Bu tarikatlar içinde Türk kökenli olanları doğal olarak Arap kültürü görmüş olan medreselilerce aşağılanmaya çalışıldı. Bu koşullar altında Türk halkı kendi yurdunda aşağılanmış oldu. “Kaba Türk” “Anlayışsız Türkler” “Pis Türkler” gibi önyargılar dönemin özelliklerinden oldu.
Bir konuya ayrıca da açıklık getirmek gerekiyor.
Padişahların koruma ya da hassa kısmındaki askerleri,
Köle devşirme değildir.
Karakeçili koluna ait olan özü Türk özel yetenekli insanlar bu kurumda yer almıştır.
Bunların kayıtları yıldız sarayı defteri kayıtlarında bulunmaktadır. 2. Meşrutiyet ilanından sonra bu insanlar ve aileleri takibata uğramış birçoğu asılmış birçokları da canını kurtarmak için İstanbul’dan firar etmişleridir.
Cumhuriyetin ilanından sonra sağ kalabilen bu insanların takibatları bizzat Atatürk tarafından kaldırılmıştır.
Osmanlı’nın Türklere bakış açısı şiirlere de yansımıştır,
“Türk değil mi Merzifon’un eşeği
Eşek değil köpekten de aşağı “
Türkün verdiği yanıt!
“ Şalvarı şaltak Osmanlı,
Eğeri kaltak Osmanlı,
Ekmede yok biçmede yok,
Yemede ortak Osmanlı “
Osmanlının Anadolu Türklerine yaptığı zulümüm listesi daha böyle uzar gider. Biz ise kendimizi, kendini Türk saymayan hatta Türklüğü aşağılayan bir hanedanın ve devletin torunları olarak görmeye hala devam ediyoruz…” (4)
**
Devam edecek…
-Gelecek yazıda, karşı iddialar ve cevapları verilecektir.
Resim;nkfu.com’dan alıntıdır.
Kaynakça;
(1)Vasfi Mahir Kocatürk: Tekke Şiirleri Antolojisi (Kaygusuz Abdal-Nefes). Ankara 1968: 155.
(2) (http://turkoloji.cu.edu.tr/HALKBILIM/17.php  çukurova üniversitesi türkoloji araştırmaları merkezi  )
(3)Kaynak; Bizim hep inanmamızı istediler, Gürkan Hacır,  sahife, 200
(4)Web ortamında bu anlamda çok yazıda iddia dolaşmaktadır. Alıntı,  ismi verilen adresten alınmıştır.http://liberteryen.org/2012/12/osmanliya-saygi-ecdadimiza-saygisizlik/

Vatandaşın Osmanlı Tarihi; Bakınız, “Etrâk-ı bî idrâk-İdrâksiz Türkler” iddiasının altından ne çıktı? (12/2)


Halk aşıkları bugün yerlerini gazetelere bırakmıştır. Artık halkın 'sözcü'leri gazetelerdir.

“Osmanlı Padişahları Türk’e sövmüşler!” Suçlaması, gerçeğinde bir iftira buzdağının görünen kısmı mıdır? Halkı “Velinimet” (1) gören bir Hanedan böyle bir gaf yapar mı? İftiranın, Alevilerin Yavuz Sultan Selim’le olan hesaplaşmayla bir ilgisi olabilir mi?
Bir devletin uygulamalarını, ilgili dönemin şartlarını dikkate almadanaradan geçen yaklaşık 500 yıl sonrası ve günümüzün değerleri ile üstelikte kasıtla ve bir amaca yönelik baktığınızda ortaya çok farklı bir tablo çıkmaktadır.
İddiaları doğru değerlendirmek adına; daha sonra yaşanmış benzer olayları da örnekleyerek ve bir devletin gerektiğinde halkına farklı bir bakış açısı ile yaklaşabileceği gerçeği ile açıklanmaya çalışılacaktır.
Yakın tarihimizde yaşanmış bir “Senirkent Faciası, 26 Kasım 1946…”
Kapıdağı’nın üstüne doluşan yağmur yüklü siyah bulutlar o gün Senirkent insanının yüreğini ağzına getirmişti.
Esnaf, dükkânlarından dışarı çıkıp, tedirginlikle seyrediyordu gökyüzünü…
Kadınlar dam üstünde bekleşir olmuşlardı neticeyi. Hiç hayra alamet değildi, böylesine aniden çöken kara bulutlar…
Yukarılarda düşen üç beş damla rahmet, dağın çıplak bedeninden hiç oyalanmadan, aşağılara önü alınmaz sel olarak inerdi hep…
Önce gökyüzü patlar, sonra Kapıdağı, bulutlardan aldığı suyu, içine çamurunu ekleyip Senirkent ahalisine, rahmeti, bir öldürücü felaket olarak sunardı, olanca gürültüsüyle!
Ama o gün korkulan haber dağdan inmedi.
Hükümet konağından çarşıya doğru tırmanan cadde üstünde, söylenerek koşuşan insanların gürültüsü, dağın tepesine noktalanmış kuşku dolu bakışları aşağı çekti.
Kaymakamlık odacısı, Erkan’ların Hacı Hamza’nın kafasına yular bağlamış, onu cadde ortasından çarşı içine doğru çekerek götürüyordu.
Hacı’nın sırtına tahribat kâtibi binmişti, elindeki kızılcık sopasıyla;
“Deh hadi, deh!” diyerek, bacaklarına olabildiğince şiddetlice vuruyordu…
Daha elli metre gitmeden yere çöktü Hacı. Odacı, Hamza’nın kafasına takılı yuları, hala koparırcasına çekiştiriyordu. Tahribat kâtibi, yere yığılan adamın üstüne daha rahat oturup elindeki kızılcık sopasıyla vurmaya devam etti;
-Deh, hadi deh!
İlçenin tüm memurları, jandarma korumasında, bu senaryodaki görevlerini, caddenin iki yanına sıralanıp; “Deh, hadi, deh!” naralarıyla eksiksiz yerine getirirken Senirkent halkı akla hayale gelmeyecek bir olayı görmenin şokunu yaşıyordu…
1946 Genel Seçimlerinde tüm ilçe halkı fukaralığı biteceğini, karnının doyacağı ümidiyle oylarını Demokrat Partiye vermişlerdi. Bu davranış resmi görevlilerce hiç hoş karşılanmadı.
“Devletin Partisi, CHP’ye ye oy vermeyip, Komünist (!) Demokratlara taraftar olmak, düpedüz eşekliktir. Bu yaratıklara EŞEKÇE muamele etmek gerekir.” diye kararlar alındı gizlice.
İlk uygulama Erkan’ların Hamza’da başladı. (2)
Halk aşıklarının Osmanlıya serzenişte bulundukları vergi konusuna da bir örnek;
“Varlık vergisi (1942 Yılı) ve bu yasanın görünen ve görünmeyen gerekçesi;
“Varlık Vergisi kanununun resmi gerekçesi, hükümet tarafından “olağanüstü savaş koşullarının yarattığı yüksek kârlılığı vergilemek” olarak dile getirilmiştir. Oysa basına kapalı olarak yapılan CHP grup toplantısında başbakan Şükrü Saracoğlu’nun vurguladığı gerekçeler farklıdır;
-”Bu kanun aynı zamanda bir devrim kanunudur. Bize ekonomik bağımsızlığımızı kazandıracak bir fırsat karşısındayız. Piyasamıza egemen olan yabancıları böylece ortadan kaldırarak, Türk piyasasını Türklerin eline vereceğiz.”(3)
- “Bu memleket tarafından gösterilen misafirperverlikten faydalanarak zengin oldukları halde, ona karşı bu nazik anda vazifelerini yapmaktan kaçınacak kimseler hakkında bu kanun, bütün şiddetiyle uygulanacaktır.(4)
Yavuz Sultan Selim döneminde Alevilerle ilgili yaşananlar, Dersim olayı ile izah edilebilir mi?
Dersim vb yerlerde yaşananlar kamuoyu tarafından çok iyi bilindiği için burada tekrar yazmıyoruz.
Son örnek olarak, Halk aşıklarının Osmanlıya vergi konusunda serzenişlerine benzer bir destan verildikten sonra Osmanlıya yapılan iftiraların cevaplarına geçilecektir.
ŞİKAYETNAME
Konyalı bir âşık tarafından (1930’da) yazılan aşağıdaki manzume, Kurulduğu günlerde Serbest Cumhuriyet Fırkası’nın (Partisinin) başkanı Fethi Bey’e, köylülerin durumlarından yakınmalarını ve beklentilerini yansıtmaktadır.
Şikâyetnamemi yazdım huzura
Bizim halimizi bilsin Fethi Bey
Dokunmasın bir şey kalbe fütura
Bizim halimizi bilsin Fethi Bey
Yaşasın Fethi Bey kurdu bir Fırka
İyi namı gitti şark ile garba
Ne altta sergi var ne dalda hırka
Perişan halimi bilsin Fethi Bey
Tevazu kalmadı, düzen bozuldu
İcar nisbetinde evler yazıldı
Fakir fikaranın bağrı ezildi
Pek yaman haldeyim bilsin Fethi Bey
Rençber idi insanların yararı
Dört seneden beri etti zararı
Her tahsildarda var haciz kararı
Canımız yanıyor bilsin Fethi Bey
Sabahtan tahsildar dizilir bir saf
Ne tüccar kalmıştır ve ne de esnaf
Her gelen tahsildar etmiyor insaf
Malımız hacizde bilsin Fethi Bey
Hep zengin ağalar çıktılar hiçe
Tahsildar kıvrar hem gündüz gece
Yol parası aldı altımdan keçe
Böyle bir haldeyim bilsin Fethi Bey
Eska’yı açtılar yeni Daire
Bu da derdimize olmadı çare
Bir dönüm ekine üç lira pare
Onu da bulamam bilsin Fethi Bey
Düşünceler arttı derdime daldım
Ziraat Bankasından yüz lira aldım
Bunu veremeyip mükedder kaldım
Kederli olduğum bilsin Fethi Bey
Esnafın yarısı dükkândan kalktı
Buğdaycı tiftikçi büsbütün battı
Koyun tüccarları bütün top attı
Bundan da haberin olsun Fethi Bey
Maaş alanlarda fantezi çoktur
Parayı kazanan avukat doktor
Fukara rençbere hiç bakan yoktur
Bunların halini sorsun Fethi Bey
Okuyup mektubum ele alaydı
Fethi Bey derdime çare bulaydı
Olursa bir imdat senden olaydı
Ne yapsın dünyaya gayrı Fethi Bey
Fethi Bey de sözlerime bakaydı
Gazyağı da ucuzlayup akaydı
Şeker kibrit inhisarı kalkaydı
Millet size duacıdır Fethi Bey
Çalıştım çiftime yapmadım hile
Yüz elli dönümden çıktı on kile
Benim tohumluğa yetmiyor bile
Bankaya ne verem yetiş Fethi Bey
Aşık Mehmet senin sözlerin hakdır
Kimse kıymetini etmiyor takdir
Vergiye verecek on param yoktur
Ne satıp vereyim bilmem Fethi Bey
(Destan’ın alıntı kaynağı;Kemal Zeki Gençosman, Türk Destanları, Hürriyet Yayınları, İstanbul, 1972. S. 482-83).
**
Osmanlı Devleti bu kadar yoğun iftiraya neden  muhatap olmaktadır?
Günümüzde en uzun ömürlü İslâm Devleti olan Osmanlı devletini hedefine alan üç grup vardır;
Birinci kol, İslâm’a düşmanlıklarını açıktan ortaya koyamayan ve bunu Osmanlı düşmanlığı adı altında yürüten din ve tarih düşmanları;
İkinci kol, yabancı bir devletin fikir propagandalarına kanan ve tarihimizi tam bilmeyen bazı saf Müslümanlardır.
Üçüncü kol ise, Osmanlı Devleti’nin bütün Müslümanları kucaklayan ümmet ve Osmanlı Milleti anlayışına karşı çıkan ve yanlış olarak Osmanlı Devleti’ni Türk düşmanı gibi göstermeye çalışan belli bir ekiptir…
Osmanlı Devleti, büyük bir devlettir… Büyük işlerde sadece kusurları gören cerbeze (*) ile hareket edenler, hem aldanır ve hem de aldatırlar.
Cerbezenin şanı, bir kötülüğü sümbüllendirerek bütün güzelliklere galip getirmektir.
İşte eğer cerbeze ile 600 yıllık zamanda 20 milyon km2’lik mekânda Osmanlı Tarihi içinde dağınık halde meydana gelen bütün kötülükleri toplar ve o siyah perde ile Osmanlıya bakarsanız, o zaman kapkaranlık bir tarihle karşılaşırsınız…
…İşte biz, girdiğimiz Osmanlı tarih bahçesinde sadece kirli ve murdar şeylere değil; açmış çiçeklere ve kokan güllere de bakacağız…
Makam için fetvâ veren Turşucu-zâdelerin yanında Kanuni’ye karşı çekinmeden ‘Padişah emriyle nâ-meşrû’ olan nesne meşrû’ olmaz’ diyerek haykıran Ebüssuud’dan; Torlak Kemal ve Mithat Paşaların yanında Molla Fenari’den ve Ahmed Cevdet Paşa’dan; devleti perişan eden Tal’at-Enver-Cemal üçlüsünün yanında Pîrî Mehmed Paşa ve Köprülü Mehmed Paşa’dan; körü körüne ilmî gelişmelere karşı gelen Kâdîzâde’lerin yanında Lagari Hasan Çelebi ve İsmail Gelenbevî’den de bahsedeceğiz.
…Tarihe bakış açımız, 600 yıllık Osmanlı tarihinin iyiliklerini de kötülüklerini de görebilecek bir gözlükle olacaktır.
Yoksa kötülük bulunmayan hiç bir tarih devri mevcut değildir. İyilik tarafı bulunmayan tarih devri de yoktur.
Tarihe böyle bakanlar, kendileri yanıldıkları gibi, başkalarını da yanıltırlar…
Osmanlı Devletini teşkil eden fertler ma‘sûm ve günahsız değillerdir.
İçlerinde I. Murad, II. Murad, Fâtih, Yavuz ve II. Abdülhamid gibi “veliyyullah“ mertebesinde fertler bulunduğu gibi, içki ve benzeri günahları irtikâb eden şahıslar da bulunabilir.
Osmanlı Tarihi boyunca nazarî plânda İslâm’ın bütün düsturlarının kabul edilerek tatbik edildiği bir vâkı’adır. Ancak tatbikatta bu esaslara muhâlefet edenlerin bulunduğu da bir vâkı’adır.
Her ikisini de inkâr etmek mümkün değildir. Her şeyde olduğu gibi, Osmanlı Devleti’nin iyilikleri de vardır, hataları da vardır. Ancak 600 sene boyunca hasenâtının seyyiâtına ağır bastığı içindir ki, kader-i İlâhi bu uzun süre içinde İslâm’ın bayraktarlığı ünvanını onlara ihsân etmiştir.
…Elbette ki tarihe tenkit gözüyle de bakacağız.
Ancak insanı tenkide sevk eden sebep ya tenkit ettiği şeye duyduğu nefret hissinin tatminidir; düşmanın ayıbını görerek tenkit etmek gibi...” (5)

Osmanlı, “Velinimetim” dediği Halkına Sövdü mü?
“Kanunnâmelerde veya bazı tarih kitaplarında yer alan “Etrâk-ı bî idrâk = İdrâksiz Türkler” tabirleri nasıl açıklanabilir?
Önemle ifade edelim ki, yabancı tarihçiler Türk kelimesini Müslüman tabiri ile eş anlamlı olarak kullanmışlardır.
Osmanlılardan bahsederken Türkler dedikleri gibi, Fâtih’den veya Osmanlı Padişahlarından bahsederken de Büyük Türk tabirini kullanmaktadırlar.
Zamanla Türk ve Müslüman kelimeleri Müslüman dünyada da eş anlamlı olarak kullanılmaya başlanmıştır.
Nitekim şu anda Arnavutluk gibi Balkan Müslümanları,
-“Hangi dindensin?” sorusuna,
-“Elhamdülillah Türk’üm” cevabını vermektedirler.
Pakistan’daki sözlüklerde de, Türk kelimesi açıklanırken,
-“Mahbûb ve Müslim” kelimeleriyle açıklanmaktadır.
Bu kısa izahdan sonra Osmanlı kaynaklarındaki ve Kanunnâmelerindeki izahlara geçebiliriz.
Evvela, özellikle hakkında en çok dedikodu edilen Fâtih devri Kanunnâmelerinde, Türk tabiri, tamamen Müslüman kelimesine eş anlamlı olarak kullanılmaktadır.
Mesela, Fâtih’in Ceza Kanunnâmesinde,
“15. Eğer biregû hamr içse, Türk veya şehirlü olsa, kadı ta‘zir ura. iki ağaca bir akçe cürm alına”.
Yani, bir kişi içki içse, Müslüman (Türk Müslüman manasına kullanılmaktadır) ve şehirlü olsa, hadd-i şirb olarak vurulacak olan 80 sopanın yanında para cezası alınması emr olunmaktadır veya sopa cezası uygulanmadığı takdirde para cezası uygulanacaktır.
Bir diğer misâl, Yeniçeri Kanunnâmesinde bulunmaktadır:
37. Maddede Türk evlâdının acemi oğlanları arasına ve dolayısıyla yeniçeri teşkilâtına alınmasına karşı çıkılırken,  buradaki Türk’den kasdın Müslüman olduğunu biliyoruz.
Zira başlangıçta, Müslüman gençler bu teşkilâta alınmamaktadırlar. Nitekim
38. Maddede “…kâfir evlâdın cem’ eylemekte fâide odur kim…” diye izah getirilmektedir.
Burada şunu da belirtmekte fayda vardır ki, kapı kulu ocaklarına Müslümanların alınması baştan beri yasaktır.
Gerçekten bu (mevcut askere alınma sistemi) kural çiğnenmeye başlanınca, sistem bozulmuş ve bazan paşaların çocukları dahi torpille kapı kulu ocaklarına alınır olmuştur.”
“…İşte bu konuyu dile getiren Koçi Bey, (**) Türk’ü Müslüman anlamında kullanarak ve hür insanların bu teşkilâta alınmalarını tenkit ederek şöyle demektedir:
-“80. Kânûn ve zabt ve edeb ahvâllerinden evvelâ iç oğlanları kadîmü’l-eyyâmdan devşirme veyâhûd sahîh kul cinsi pîşkeş ola-gelmişdir.
Şimdiki hâl ise ekseri İstanbul’un şehir oğlanları ve Türk ve dahi Kürd ve Ermeni ve Arab ve Çingâne ve Yehûd oğlanları olub on oğlandan bir sahîhce devşirme veyâhûd kul cinsi yokdur. Bu takdîrce ol makûle oğlanlar taşraya çıkub Kul tâ’ifesine zâbit olub ağa oldukda veyâhûd bir memlekete vâlî olduklarında ahvâlleri ma‘lûm ve ehl-i basîret katında hafî değildir. Nümûneleri dahi görülmüş ve görülür. İmdi eğer bu makûle eşhâs-ı muhtelife Saray’a kullanmak câ’iz olsa idi, selefde olan sâhib-i ukalâ-i devlet devşirme ve kul cinsini kânûn etmezlerdi. Hemân İstanbul’dan ve sâ’ir kasabalardan buldukları eşhâsı alub pîşkeş deyû Saray’a koyarlardı.”
Koçibey’in, Kapıkulu ocaklarındaki sistemi bozan sebepleri anlatırken Kapıkuluna yasak olduğu halde son zamanlarda alınan grupların arasında yer alan Türk, Kürd, Arab, Yahudi ve Çingene’yi yan yana zikretmesi, Türk’ü Çingene ve Yahudi ile eş tutması manasına alınamaz.
Böylesi bir yorum, kapıkulu sistemini bilmemek demektir. Yukarıdaki ifadeler çok açık bir şekilde bunu anlattığından dolayı, meselenin üzerinde durmak istemiyoruz.
İkinci olarak, Osmanlı Devleti, yeniçeri olmak üzere toplanan gençlerin acemi ocağında eğitilmesinden evvel, Müslümanlaştırmak ve Türkçe öğretmek üzere, Türk üzerine verilmesini kanun haline getirmiştir.
Türk üzerine verilmeğe Türk’e vermek de denir. Acemilerin ocağa alınmalarından evvel Anadolu’da Türk çiftçisinin yanına verilerek zirâ‘at işlerinde kullanılmaları ve bu arada Türkçe’yi ve İslâm ahlakını öğrenip benimsemeleri gayesiyle Türk ailelere muvakkaten verilmelerine Türk’e vermek denirdi.
Bu kanun, Türk düşmanı diye ifade edilen Fâtih zamanında kanun hükmü haline getirilmiştir. Kanun maddesi şöyledir:
-“24. Ve acemi oğlanının cem‘ olunub bir uğurdan ikişer akçe ile yeniçeri olmak Sultân Murâd Hân zamanında ref‘ olunub birer akçe ulufe ile acemi oğlanı eyledikleri gibi birer akçe ile bir uğurdan acemi oğlanı olmak dahi ref‘ olunub Türk üzerine verilmek dahi Fâtih-i İslâmbol Sultân Muhammed Hân zamanında olmuşdur”.
Şu madde daha da enteresandır ve aslından okumak zaruridir:
“25. Ve olmağa bâ‘is oldur kim, ol zaman kim, sa‘âdetle İslâmbol’u feth eyledikleri zamanda Eğri Kapu  (a) kurbünde Tekfur-ı makhûrun sarayına konub Ayasofya Câmi‘’inin çanların yıkub minârelerin binâ edüb cum‘a namazına azîmet buyurub geri saraylarına döndüklerinde yeniçeri ocağı yoldaşları Padişah-ı cihân-penâh Hazretlerini selâma durduklarında Padişah-ı âlem-penâh Hazretleri sağına ve soluna selâm vericek içlerinden birisi “Aleyküm’üs-selâm Muhammed Beşe (b)“ dedi.
Padişâh dahi Saray’a gelicek ol zamanda Düstur-i a‘zamları olan Mahmûd Paşa’yı da‘vet edüb
- “Lala! Bu oğlan benim selâmımı aleyküm selâm Muhammed Beşe deyü almakdan murâd nedir? Ve bu nasıl selâm almakdır?” deyicek, Mahmûd Paşa bunların kâfirden müselmân olub ümmî olduklarını ve bunların yanında “Beşe” demekden azîm ta’zîm olmaduğunı bir bir beyân edicek Padişah Hazretleri dahi etti:
- “Lala, dediğin gerçekdir. Amma kaçan bu denlü Türkçe bilmemek ne âlemi vardır? Bunları bari cem‘ eyledikden sonra Türk üzerine verüb Türkçe’yi öğrense ve belâya mu‘tâd olub ba‘dehû ulûfeye yazdırub ve ba‘dehû kapuya çıkarsalar, dahi sefer-i zafer âsâra gönderseler olmaz mı? idi” (c)
Üçüncü olarak, bazı tarih ve fıkıh kitaplarında geçen Etrâk-i bî idrâk yani idrâksiz Türkler ifadesine gelince, bu tabir daha ziyade göçebe halinde yaşayan ve genellikle avamdan olan bazı Türkmenler ile Anadolu’da Şi’anın tahrikiyle isyan eden Celâliler için kullanılmıştır.
Nitekim benzeri bir tabir de Ekrâd-ı bî idrâk şeklindedir.
Bizce asıl önemli olan, bu tabirin, Anadolu’da Celâlî isyanlarını çıkartan ve Osmanlı Devleti’nin ayak bağı bulunan Şii Türkmenler için kullanıldığını gayet açık bir şekilde kanunname metinlerinden anlayabilmemizdir.
İbn-i Kemal başta olmak üzere, bütün mu’teber Osmanlı tarihçileri, Osmanlı Devleti’nin yıkımına sebep olan isyancı gruplar için ve özellikle de Şi’î grupları kasdederek,
Kızılbaş-ı Evbaş, Etrâk-i Nâ-pâk, Etrâk-i bî idrâk, Ekrâd-ı bî akl u din, cemâ’at-ı kallaş, şeytan kulu, müfsid-i fâsid-i’tikâd ve benzeri tabirleri kullanmaktadırlar.
Bununla Türklerin veya Kürtlerin idrâkli veya idrâksiz olanlarının bulunacağını ve isyan eden gruplara bu sıfatın verildiğini hemen anlamak mümkündür.
Bu sıfatı bütün bir millet için kullandıklarını söylemek mümkün değildir.
Burada şunu ifade edelim ki,
Türk milletine düşman olan bir devlet, resmî dilini Türkçe eylemez; topladığı Hıristiyan gençleri, ahlakını ve lisanını öğrenmek üzere Türk ailelere vermez; Sultânu Selâtîn’il-Arab ve’l-Acem ve’t-Türk ünvanını sahiplenmez; ayrıca kanunnamelerinde Türk kelimesini Müslüman ile eş anlamlı olarak kullanmaz. (d) (6)
Devam edecek…
Osmanlı yeniliklere, matbaaya engel mi oldu?
Resim; nkfu.com’dan alıntıdır.
(*) Cerbezenin, ‘Kuvve-i akliyenin ifrat mertebesi’ olduğu ifade edilerek şu tarif getirilir: ‘hakkı bâtıl, bâtılı hak suretinde gösterecek kadar aldatıcı bir zekâya mâlik’ olmak.
Bir misâl: Avrupa hayranı birisi, orada gördüğü bütün güzellikleri övgülerle sıralar, sonra başlar bizdeki noksanlıkları tek tek anlatmaya. Ve ortaya öyle bir tablo çıkar ki, sanki bütün güzellikler orada, bütün çirkinlikler de bizde toplanmış… Kaldı ki, Avrupa’nın güzelliği diye takdim edilen şeyler, ne oradaki insanların faziletlerinden, ne de Hıristiyan dininden kaynaklanmaktadır. Bunların tamamı, menfaat esasına bina edilen ve hassasiyetle uygulanan disiplinli bir sistemin meyveleridir…” Kaynak; Prof.Dr.Alaaddin Başar/ http://www.mumsema.com
(**) Koçi Bey, 17. Yüzyılda yaşamış bir Osmanlı tarihçi ve devlet adamı-Danışman, 1631 tarihinde Sultan Murat’a devlet işleyişi ve iyileştirilmesi ile ilgili sunmuş olduğu risale ile tanınmaktadır. Risalede, Ordunun bozulmasını, askere alma sistemine uyulmamasını göstermiştir.
Kaynakça;
(1) Sultan Vahdettin’in ilk eşi Nazikeda Başkadınefendinin halkı için yazdığı şiirde bu kelimeyi kullanmaktadır.  Konunun meraklıları  şiirin tamamını aşağıda belirtilen yazıda okuyabilirler. (http://blog.milliyet.com.tr/vatandasin-osmanli-tarihi–tarihe-isik-tutacak-iki-mektupla-basliyoruz-4-/Blog/?BlogNo=395365)
“…Yüz yılların kefen borcudur ey Osmanlı bu istiklal,
Müsterih ol, yattığın yere gök kubbeden temaşa edecek seni ebedi hilal. 
Aziz toprakların tek bekçisi ve varisi sensin ey yüce Osmanlı halkı,
Zira senden başka velinimet kabul etmez bu şanlı Osmanlı…”
(2)Hasan Basri Bilgin; “Son Çorba” Tarih ve Politika 2002 Sahife; 115
(3)Siyasi Anılar 1939-1954, Faik Ahmet Barutçu, Milliyet Yayınları, s.263, (Varlık Vergisi ve Türkleştirme Politikaları, Ayhan Aktar, İletişim Yayınları).
(4) Aşkale Yolcuları Varlık Vergisi ve Çalışma Kampları, Rıdvan Akar, Mephisto Yayınları, 2006, (21 Ocak 1943 tarihli Cumhuriyet gazetesinden alıntı).
(5) www.osmanli.org.tr Prof. Dr. Ahmed AKGÜNDÜZ
(6) http://www.osmanli.org.tr/yazdirilabilirosmanli.php?id=9  (Osmanlı Araştırmaları vakfı; 24.02.1994 tarihinde Emekli General Sami Karamısır, Sanayici İbrahim Aslan ve Prof. Dr. Ahmed Akgündüz tarafından kurulmuştur.) Yazarları arasında saygın araştırmacılarımızdan;  Yrd. Doç. Dr. Osman Kaşıkçı, Doç. Dr. Sayın Dalkıran, Öğr. Gör. Rahmi Tekin, Dr. Süleyman Doğan, Doç. Dr. Said Öztürk ve Prof. Dr. Ahmed Akgündüz bulunmaktadır.
(6-a) Eğri Kapı: Edirne Kapı yakınlarında bir sur kapısıdır.
(6-b) Beşe: Paşa kelimesinin muhaffef şeklidir ve daha ziyâde yeniçeriler arasında kullanılır.
(6-c)Türk üzerine vermenin ne demek olduğunu, bu madde en güzel şekilde anlatmaktadır.
(6-d)Fâtih Ceza Kanunnâmesi, md. 15. Bkz. Akgündüz, Osmanlı Kanunnâmeleri, c. I, sh. 349; Yeniçeri Kanunnâmesi, md. 24-30, 37, 38. Bkz. Akgündüz, Osmanlı Kanunnâmeleri, c. IX, sh. 135 vd.; Siyâsetnâme, md. 99. Bkz. Akgündüz, Osmanlı Kanunnâmeleri, c. IV, sh. 163; Dalkıran, Sayın, İbn-i Kemal ve Düşünce Tarihimiz, İstanbul 1997, sh. 57; Bazı farklı yorumlar için bkz. Yılmaz, Mevlüt Uluğtekin, Osmanlı’nın Arka Bahçesi, Ankara 1988,

Hiç yorum yok: