23 Eylül 2012 Pazar

Türkiye’de zenginliğin kaynakları -CEMİL ERTEM



GİRİŞ 

Türkiye’de “zenginliğin” oluşması ya da servetin Osmanlı “mülkünden” çıkıp yeniden biçimlenmesi ve el değiştirmesi tarihsel olarak Cumhuriyetten çok önceye dayanır. Ama ulusal bir pazar inşa etme ve o pazarın öznelerini yaratma politikası tabii ki -ulus-devlet iradesi olarak- Cumhuriyetle başlar. İlk önce Osmanlı sonra da Cumhuriyet döneminin sermaye birikimi ve bunun sonucunda gerçekleşen “zenginlik” hem ekonomik hem de siyasi olarak -hiç şüphesiz- iki ayrı döneme tekabül eder gözükür. Ancak yaratılan zenginliğin paylaşımı ve hâkim sınıfların kompozisyonunun oluşması Cumhuriyetten çok önceye dayanır. 1850’lerde belirginleşmeye başlayan bu süreç; zorunlu olarak, 1923’te Cumhuriyetin ilanıyla kesintiye uğrar. Ama şu çok açıktır ki, Cumhuriyetin özellikle 1930’dan başlamak üzere uyguladığı politikalar devletçi bir yağmacılık olarak “zenginliğin” -sermayenin- Türkleştirilmesi sürecinin bir devamı niteliğindedir. Bu anlamda “milli iktisat” bir iktisat politikası olarak nitelendirilemez. 1930’da başlayan “devletçilik” dünya koşullarının zorunluluğu kadar, 1923’te kesintiye uğrayan ve kökleri İttihat ve Terakki’de bulunan bürokratik-militarist hâkim yapının inisyatifi ele almasıyla da açıklanabilir. Ve bu dönemden sonra gelen 50 yıl, Türkiye’de hem zenginliğin hem de buna bağlı yoksullaşmanın, yağmanın kısaca haraç ekonomisinin tarihidir. Kapitalizmin ve onun “rasyonalitesinin” uçlarını verdiği, liberalizmin (ama artık neo-liberal olarak) 1980 sonrası ise birçok yönüyle hem 50 yıllık yağma ekonomisinin izlerini hem de uluslararası sermaye birikiminin güncel müdahalelerini barındırır.

Bu kısa çalışma öncelikle Türkiye’de “zenginliğin” belki de güncel hukuk diliyle söylersek “sebepsiz zenginleşmenin” köklerini ve bu konudaki iradi müdahaleleri ele almaktadır. Bu açıdan zaman aralığımız “tevhid” sürecinin ilk adımı sayılan 1844 Tashih-i Ayar girişimiyle başlayan “parasal birlik” sürecinin başlangıcı olarak belirlenmiştir. Bu süreç-yani 1923 Cumhuriyetin ilanına kadar olan süreç-, ulusallaşma ve sömürgecilik (İttihatçılık-Batılaşma-sömürgecilik) arasında çırpınan çökmüş bir imparatorluğun resmini de verir.Cumhuriyet öncesi, Niyazi Berkes’in de çok iyi anlattığı gibi(1) kalkınma yolu için üç temel görüş öne çıkmaktaydı. (Aslında buna üç temel ideolojik yaklaşım demek daha doğru olur.) İslam modeli, Ulusçuluk ve Batı liberalizmi çerçevesi. Bu üç temel yaklaşım, özünde Batı’nın kapitalizm açılımının farklı veçheleri olarak anlatılmış ve her üç akımın temsilcileri farklı biçimde de olsa artı-değer dolayısıyla meta üretimi olmadan gelişme olmayacağı konusunda hemfikir gözükmüşlerdir; İslamcılar dâhil.(2) Ama bu üç temel yaklaşımın ruhunda bulunan kapitalizmin rasyonalitesi pratikte, bütün bu tarihi süreç boyunca, hiçbir zaman ortaya çıkmamıştır. Çünkü Türkiye’de kapitalizmin tarihi, aynı anda kapitalizm öncesi siyasi bir yağma ile birlikte şekillenmiştir. 

TEVHİD’TEN YAĞMACI ULUSÇULUĞA ÖZGÜN BİR YENİ-SÖMÜRGELEŞME DENEYİMİ

Kapitalist ekonomilerde “ekonomik” kararlar iktisadın rasyonalitesi çerçevesinde alınır. Doğrudan ekonomiyi ilgilendiren bir konuda sermaye birikiminin, o anki, gereklerinin belirleyici olması gerekir. Bunun tersi ancak kapitalizm öncesi toplumlarda olur; bu toplumlarda kaynak dağılımı siyasi kararlar ve bunun sonucunda gerçekleşecek “yağ ma” ile gerçekleşir. Ekonomiye dayanmayan, her türlü üretici faaliyete yabancılaşmış ama buradan beslenen yönetici sınıfların kararları siyasidir. Ekonomik rasyonalite ve buna bağlı ekonomik kararlar ancak kapitalist toplumsal formasyonun ürünüdür. Kapitalizm öncesi toplumların yönetici erkinin iktisadî bakışı olamaz. Perspektifleri sadece politiktir. Örneğin varlık vergisi uygulaması buna çok çarpıcı bir örnektir. 1915 jenosidinin devamı niteliğinde bir karar olan Varlık Vergisi (1942) uygulaması dönemin faşist iktidarının politik tercihi idi. Bu açıdan Türkiye’de özellikle ikinci savaş öncesi gündeme iyice oturan “milli iktisat” politikası doğrudan İttihatçı geleneğin devamı olduğu gibi, özünde de iktisadî bir politik hat değildir. Siyasi tercihlerin şekillendirdiği ırkçı bir yağma politikasıdır. Türkiye’de yoksullaşmanın başlangıcı, kapitalist rasyonaliteden uzak, tamamen kapitalizm öncesi, kaynakların yağmalanarak paylaşılmasını vazeden, bu anlayışa dayanır. Yani IMF falan bunların yanında sütten çıkmış akkaşık olduğu gibi, Türkiye’nin yoksullaştırılması hikâyesinde milat, IMF ile ilişkilerin başlangıcı değil, bu yağma politikasının başlangıcıdır. 

Marx’ın Kapital’inin 1. cildinin 1. bölümünün başlığı “Meta Fetişizmi”dir. Bu başlık Marx’ın gerçek niyetini ortaya koyar. Yani Marx kapitalist ekonomiyi anlatmayı amaçladığı için “meta fetişizmi” ile başlar. Samir Amin “Eğer Marx bize kapitalizmi değil de haraca dayalı kapitalizm öncesi bir yapıyı anlatmayı isteseydi Kapital’in adını İktidar koyar, ‘meta fetişizmi’ yerine de ‘iktidar fetişizmi’ ile başlardı,” diyor. İşte Samir Amin’in bu tespiti Türkiye’yi çok iyi anlatıyor. Türkiye’de çarpık zenginliğin başka bir deyişle yoksulluğun kökeninde bu “iktidar” vardır.(3)

De v l e t in  v e  onun  ikt ida r l a r ının he r   ş e y in önünde olduğu iktidar fetişizminin tek gerçek “hakikat” olduğu bir ülke oldu Türkiye yıllardır. Hükümetlerin, burjuvaların ellerindeki bankaları devletin “yetiştirdiği” devlet burjuvaları(!) ile birlikte yağmalaması başka nerede olabilir. Bugün bütün bu ortaya dökülenler Türkiye’de, haraca dayalı yapının ve onların temsilcilerinin iktidar ortağı olmasının yolunun devleti, dolayısıyla iktidarı fetişleştirmekten geçtiğini bize anlatıyor. Şimdi çatırdamakta olan seksen küsur yıllık “iktidar”ın özeti budur. Ancak burada çok önemli bir şey daha var. O da, bu iktidar fetişizminin, doğal olarak, ırkçı bir ideolojik temele oturmasıdır. Örneğin 1946’da dönemin başbakanı Şükrü Saraçoğlu şöyle diyor: “Halk Partisi milliyetçidir; yani Türk’tür, ben Türk’üm diyen adama Türk muamelesi, ben Türk değilim diyen adama da misafir muamelesi yapılır.” Şimdi bunun ne demek olduğu açık.(4) Bu anlamda Türkiye’de sınıf savaşı Batı’da olduğu gibi keskin ve belirgin ayrımlarla, tek boyutlu değil, hâkim sınıfların siyasi iktidarın pekiştirilmesi ve sürdürülmesi sürecinde çok yönlü bir iktidar paylaşım savaşımını da içerir. Bu anlamda bu süreç, hâkim bir ulusun egemenliğinin sürdürülmesi, kaynaklardan daha fazla pay alması ve iktidarı “paylaşmama” mücadelesini de barındırır. Bu açıdan, yukarıda vurguladığımız gibi, “ekonomik” değil ağırlıklı olarak siyasi yönlü ve yoğunlukludur. 

Türkiye’de ulus-devlet inşa sürecinin kilit sözcüğü “tevhid”di. Tevhid, bir kılma, birleştirme,bütünleştirme anlamına geliyordu. Bugünkü deyimle üniter yapının inşası, bütün bu süreci belirleyen ama daha doğru dürüst tamamlanmadan çözülmeye başlayan bir tarihi içerir. Türkiye’de ulus-devletin ve pazarın inşa süreci -yani zenginliğin, meta üretimini sağlayıp sürekliliğini oluşturacak kurumsallaşmayı sağlaması tarihi- Cumhuriyetten çok önce parasal birlik oluşturma iradesi ile başlar. Ulus-devletlerin bu alanda ilk el attıkları konu ülke bütünlüğünde tek para sisteminin kullanımıydı. Türkiye’de de benzer bir politika izlendi. 1844 Tashih-i Ayar girişimiyle parasal birlik süreci başladı.(5)

Henüz ulusal pazarın oluşmadığı bir imparatorlukta ulusal para sistemine geçmek kolay değildi. Ancak bu zor süreç sembolik bir iradeyi temsil ediyordu. Osmanlı el yordamıyla da olsa zenginleşmenin finans-kapitalle olacağını, meta üretiminin ve dolaşımının yeni bir çağın temel işlevi olduğunu kavramıştı. Ama bu düşünsel “iradenin” altyapısı yoktu. Batı’daki gibi bir önceki toplumsal yapının içsel dinamikleriyle doğan yeni bir sınıf ortada yoktu. Yalnızca sezgiler ve “artık böyle olması lazım” diyen bir “devletli” sınıfı vardı. Ama her şeye rağmen bu sistem bir ayakla yürüdü. Sistemi yeniden üretecek, bugünlerin deyimiyle söylersek reel ekonomiye ve onun rasyonalitesine bağlayacak üretici güçleri imparatorluk dinamikleri yaratmamıştı. Yaratamazdı da zaten; dolayısıyla Osmanlı banknotları para işlevi görmedi. Yalnızca, zorunlu hallerde, ticari senet gibi alınıp verildi. Osmanlı “evrak-ı nakdiye”leri 1928 Eylül’üne kadar tedavül gördü.(6) Cumhuriyet, Osmanlı’dan devraldığı 158 milyon civarında kâğıt parayı 1930’da Merkez Bankası kaydına geçirdi. Bu aslında oldukça sembolik bir tarih sayılabilir. Çünkü 1929 büyük bunalımına bağlı olarak 1930’lu yıllardan başlamak üzere Cumhuriyet devletçilik uygulamasına geçmiştir. Aslında 1923-30 arası Türk değişiminin sacayağından biri olan liberal-ulusçu sentezin hâkim olduğu, en azından iktisadiyat açısından hâkim olduğu bir ara dönemdir.(7) Ancak bu dönemde Osmanlı’dan kalma politikasızlık sürece hâkim olmuştur. İzmir İktisat Kongresi bu politikasızlık tespitini çok iyi anlatan bulunmaz bir örnektir. 

“İzmir İktisat Kongresi’nin 1920’li yılların ortanın sağı iktisat siyasasını saptadığı ve başlattığı yorumlarına katılmak ve Kongre’yi bu bakımdan önemsemek zor. Gerçi Kongre’de konuşulan konular arasında kişisel mülkiyet hakkı, serbest ticaret ve yabancı sermayenin yararları yer almaktadır. Yüzyıllar boyunca kişi mülkiyetini güvenceye almamış olan Osmanlı döneminden ve Birinci Dünya Savaşı’nın yabancı fobisinden sonra bu konulara sıcak yaklaşılmaması önemli bir dönemeç sayılabilir. Ancak Kongre’ye bütünü ile bakıldığı zaman, bu yorumu abartmamak gerekir; çünkü görüşmelerde, iktisatla ilgili ilgisiz birçok konu ortaya atılmış, fakat strateji denilebilecek bir görüş paketi ortaya çıkmamıştır.”(8)

Bunun nedeni çok açıktır; birincisi Türkiye’de Batı’daki gibi sermaye birikiminin bütün gereklerini üstlenecek bir zenginlik ve o zenginliğin sahibi olan burjuva sınıfı yoktur; ikincisi devletin Batı’dan ayrı ve Batı’ya rağmen bir kalkınmayı üstlenecek gücü, yönelimi ve ideolojik seçimi de yoktur. İzmir iktisat Kongresi’nden somut yönelimin çıkmaması 18. yüzyıldan başlamak üzere Osmanlı İmparatorluğu’nun yaşadığı temel değişimi anlatır aslında.

“18. ve 19. yüzyıl Osmanlı toplumunun yaşadığı temel değişim, bir bürokratik burjuvazi ile ticaret burjuvazisinin doğuşudur. Bu burjuvazinin göze çarpan özelliği, kaynakları sultanın egemenliğinden ilk kez çekip almasıdır. Kaynaklar iki türlüydü: Birincisi, Batı tipi eğitimle oluşan beşeri kaynak, İkincisi Batı’yla ticari ilişki kurmuş olan azınlık tacirlerinin ve önde gelen Batılı güçlerin yasal koruyuculuğu altına girmesiyle zenginleşen ticaret burjuvazisinin serveti. Beşeri kaynak, yani yeni Osmanlılar ve devletliler ile Batı finans kapitalinin temsilcisi finans ve ticaret burjuvazisi ekonomik gücünü kaybeden İmparatorluğunu yapıcı dinamikleri olarak tarih sahnesine çıktılar.”(9)

“Bu iki grup (bürokratik burjuvazi ile gayrimüslim ticaret burjuvazisi) birlikte Osmanlı burjuvazisini oluşturabilirlerdi fakat etnik ve dinsel çizgilerin ayrıştığı Osmanlı toplumsal yapısı içinde farklı yerlerde konumlanmalarından ötürü bu parçalı yapı devam etti.”(10)

Çetinoğlu’nun bu satırları bize hem Cumhuriyetin ilk yıllarındaki kararsızlığı hem de bugünlerdeki iktidar savaşının köklerini anlatıyor. Osmanlı’da mülkiyetin saraya ait olması imparatorluğun dağılma sürecinde mülkiyetin ve zenginliğin devlet bürokrasisinin inisyatifine bırakmıştır.Ancak bürokratik burjuvazi zenginlik yaratan değil, onu ele geçiren ve kollayan bir sınıf olarak bir müddet sonra kendisinin denetleyeceği, yönlendireceği zenginlik yaratan bir sınıfa dayanmak isteyecektir. Bu açıdan “yabancı” ticaret burjuvazisi hiç de güvenilir ittifak değildir. 

“Bilindiği gibi Batı’yı ortaçağın yoksulluğundan ve her türlü beceri yoksulluğundan kurtaran, ilk oluşumlarına Venedik ile Cenova’da rastladığımız finans kapitalidir. İlkönce Akdeniz’e ardından Amerika’ya yayılan Avrupa deniz ticareti, eldeki altın ve gümüş stokunun çok üstünde bir satın alma ve işlem gücü yaratan bankalar ve banker kâğıtlarıyla kısa sürede canlanarak büyük boyutlara ulaşmıştır. Böylece bir yandan bu kâğıtların sağladığı satın alma gücü, öte yandan bu yolla lehte oluşan dolaşım hadleri Avrupa’nın tarım geliri dışında bir geliri olmayan feodal beylerini de zenginleştirmiştir. Bazıları hızla zenginleşerek siyasi nüfuzlar sağlamış, ilk krallıkların öncüleri olmuştur.”(11)

Batı’nın bu merkantilist soygunu kapitalizmin başlangıç zenginliğinin nedenidir. Merkantilizm, değerli madenlere dayalı finans kapitali hızla gelişmekte olan sanayi burjuvazisinin eline vermiştir. Merkantilizmin yaratıcısı yağmacı tüccarlar ne kadar sınır tanımazsa, sanayi sermayesinin temsilcisi burjuvalar o kadar sınırlara güvenir; sınırlarla çevrili pazarlar ve o pazarların koruyucusu devletler ulus olgusunun iki temel yapıcısı olarak kendini göstermiş ve Batı zenginliğinin hem sürdürücüsü hem de koruyucusu olarak kapitalizmin bu güne kadar olan serüvenine damgasını vurmuştur. Bu açıdan 17. ve 18. yüzyılların en önemli özelliği, Batı Avrupa’da merkezî devletlerin güçlenmeye başlamasıdır. Merkezî devlet daha doğrusu ulus-devlet Batı’da yaratılan zenginliğin sürdürücüsü ve koruyucu olarak ortaya çıkarken ve süreç içinde güçlenirken Osmanlı’da merkezî devlet gücü geriliyordu.(12) Merkezî devletin gücünün gerilemesi yine Şevket Pamuk’a göre ekonominin gücünün gerilemesi anlamına gelmez. Nitekim Osmanlı İmparatorluğu’nda maliyenin bunalımı ekonominin genelinin bunalımı gibi görülmüş; birçok tarihçi merkezin malî güçsüzlüğünü genel ekonomik durumun bozulması olarak anlatmıştır. 1700’lerin ortalarına kadar olan süreçte tarımsal üretim artmış, ancak artan tarımsal üretimin ihracatı yüksek vergilerle önlenmiştir. Bu çok ilginç bir durumdur. Çünkü Osmanlı egemenleri kendileri dışında ya da denetimlerinin olmayacağı bir zenginleşme istememektedirler.

“17. yüzyıl boyunca sık sık ihracı yapılan pamuk, yün ve deri gibi hammaddelerle pamuk ipliği ihracı, gümrük vergilerinin ödenmesi koşuluyla, serbest bırakılmıştır. Öte yandan yine bu dönemde İstanbul, Halep, Bursa, Ankara, Tokat,Edirne, gibi kentlerdeki zanaatkârlara dayalı imalat faaliyetlerinde, özellikle ipekli, yünlü ve pamuklu dokumacılık dallarında önemli artışlar görülmektedir.”(13)

Pamuk’un aktardığına göre Braudel, Osmanlı’nın 18. yüzyılın sonuna gelindiğinde, 20-25 milyonluk bir nüfusu besleyebilen, giydirebilen, büyük ölçüde kendine yeterli bir iktisadî yapı oluşturmuştu.(14)

Burada altı çizilmesi gereken nokta Osmanlı için büyük dönüşümün olması, zenginliğin yaratılması ve yeni sınıfın omuzları üstünde yükselmesi için taşrada yükselen toplumsal kesimlerin merkezî devlet tarafından önünün kesilmemesi, tam aksine merkezî devlet dışında bir ekonomik güç olma yolunda emekleyen bu toplumsal kesimlerin üretim ilişkilerini kendi lehlerine değiştirecek güçlerinin oluşması gerekiyordu. Ama yukarıda bahsettiğimiz gibi bu önlendi. Aynı zamanda taşradaki ayan da, yeni üretim yapıları oluşturmak yerine, merkezî devletin geliştirmiş olduğu artığa el koyma süreçlerini kullanmayı, bir başka deyişle, var olan yapılar içinde kalarak el konulan artığa ortak olmayı tercih etti.(15) Ayan, var olan üretim ilişkilerini geliştirmek yerine, çok daha kolay olan merkez yerine vergi toplamayı tercih etti. Bu çok önemli ayrım, aynı zamanda, Osmanlı sonrası Türkiye’nin egemen sınıflarının temel karakteristiklerinden birini oluşturacaktı. Yani asker ve sivil bürokratik burjuvazi ilk önce kendi denetimleri dışında üretim güçlerinin gelişmesine, dolayısıyla sermayenin birikmesine izin vermemiş, bunu engellemiş, daha sonra ise kendi denetiminde ticaret burjuvazisi yaratarak zenginliği istediği ölçülerde ve oranlarda paylaşmıştır. Bu aynı zamanda bugünkü baskıcı devlet geleneğinin ekonomik nedenlerini anlatan bir özelliktir. Bu yapının oluşması ve pekiştirilmesi enflasyon dışında tamamıyla siyasi düzenlemelerle olmuştur. Yani Türk bürokratik yönetici sınıfları savaş, soykırım ve enflasyonla ekonomik ve siyasi erklerini sağlayıp zenginliklerini devam ettirmişlerdir. Osmanlı’da başlayan bu sömürü ve zenginleşme  Örneğin Cihan Harbi yıllarında, Osmanlı toplumunda gelir bölüşümü önemli değişimlere uğramıştır. Bugünkü çarpık yapının önemli ölçüde belirginleştiği ve Türk oligarşisinin ilk temellerinin atıldığı yıllar, Balkan Savaşları (1912-13) Cihan Harbi ve 1915 jenosididir. 

“Cihan Harbi yıllarında, Osmanlı toplumunda gelir bölüşümü önemli dönüşümlere uğradı. Başta memur, asker, emekli vb. savaş spekülasyonu sonucu yoksullaştı; mülksüzleşti. Buna karşın, pazara dönük üretimde bulunan orta ve büyük toprak sahibi, taşra tüccarı, İttihad ve Terakki Cemiyeti’ne yakınlığıyla tanınan ve İstanbul’un iaşesini üstlenen örgütlü esnaf ve ‘harb zengini’ diye adlandırılan, spekülatif girişimleri sonucu kısa sürede servet birikimine giden savaş tüccarı 1914-1918 döneminden kazançlı çıkan kesitleri oluşturdu. Özellikle Batı Anadolu içe dönük piyasadan ve parasallaşmadan büyük pay almıştı. İttihad ve Terakki Cemiyeti Merkez-i Umumi üyesi Dr. Nazım, Tanin’e verdiği demeçte İzmir’deki servet birikimini ilginç bir üslupla dile getirmişti: Şüphesiz harb memleketimizin hemen her tarafını zengin etmiş, fakat ahval-i fevkaladenin bahşettiği servetin en büyük hissesi İzmir’e nasip olmuştur. Harb-i Umumi’den sonra bizde başlayan iktisadî uyanıklığın asarını İzmir’in hemen her tarafında görebiliriz. (...) Cihan Harbi yıllarında Osmanlı topraklarında kâğıt para ile de olsa servet birikimi olduğu kesindi. Ancak bu birikimde reel üretimle, spekülatif girişimlerin payını belirlemek zordu. Yeni bir sermayedar kesimi bir anlamda türemişti. Tanin gazetesi ‘bizdeki kadar gaddarhane hareket eden sermayedarlar dünyanın hiçbir yerinde yoktur’ diyordu.”(16)

Dr. Nazım şu sözlerle servetin kime ait olması gerektiğini anlatıyor ve bu sözler bu topraklara bundan sonra olacakların ve “sebepsiz zenginleşmenin” temel mantığını anlatıyordu:

“Bu toprakta Türklerin, sadece Türklerin yaşamasını ve ona tamamen sahip olmasını istiyoruz. Milliyeti yahut dini ne olursa olsun, Türk olmayanlar kahrolsun!”(17)

Evet, bundan sonra aynen Dr. Nazım’ın dediği gibi olacaktı. Savaş yılları ve onu takip eden yıllarda servetin Türkleştirilmesi Türk bürokratik sınıflarının en önemli siyasi hedefi olacaktı. Bu siyasi hedef Cumhuriyetin temel dinamiklerini belirleyecek, hem servetin dağılımı hem de yönetici sınıflar arasındaki mücadele ve denge hallerini tayin edecekti. Zenginliğin oluşması ve yönetici sınıfların elinde toplanmasının ikinci yolu, hiç şüphesiz, enflasyondu. 

Şevket Pamuk’un yaptığı çalışmada (18) Osmanlı arşivlerinde bulunan vakıf ve imaretlere ait verilere dayanan tüketici fiyat endeksleri, genel fiyat düzeyinin 1469’dan 1914 yılına kadar (yani Cihan Harbi’nin başlangıç yılı) yaklaşık 300 kat arttığını ortaya koyuyor. Şevket Pamuk bu dönemde iki hızlı enflasyon dönemi olduğunu saptıyor. Birinci olarak, 16. yüzyılın sonlarından 17. yüzyılın ortalarına kadar uzanan enflasyon dalgası; bu dönemde fiyatlar 5 kat artıyor. Bu dönemdeki artışlar dünya ölçeğindeki fiyat devrimi ile ilişkilendirilmektedir. (19)Ancak fiyat artışlarının süreklilik kazanması 1860 ile 1914 arasındaki dönemdir. Bu dönemde fiyat yükselişleri ücret ve diğer gelirlerin önüne geçerek gelir transferini gerçekleştirmektedir. Yani 1844’te, yukarıda belirttiğimiz gibi, tevhid sürecinin başlangıcı olan 1844 Tashih-i Ayar girişimiyle başlayan süreç, enflasyonla Osmanlı’nın sömürgeleşmesine ve komprador yeni bir sınıfın doğmasına yol açarken, savaşlar ve el koymalar da sermayenin Türkleştirilmesini amaçladığı gibi bürokratik burjuvazinin iktidarını, vesayetini pekiştirmiştir. 

BİR VESAYET REJİMİ OLARAK CUMHURİYET VE ZENGİNLERİ 

1930-1950 arası aslında Balkan Savaşları ve Cihan Harbi sırasında başlayan sermayenin Türkleştirilmesi sürecinin devamıdır. Bu anlamda bu dönem; yani tek parti dönemi, faşizmden izler taşır ve bu izler bütün bir döneme damgasını vurur. Örneğin bu dönemi  karakterize   eden  en önemli  ol a y 1942’deki Varlık Vergisi uygulamasıdır. Bu uygulama ekonomik değil, siyasi bir karardır. 1915’in devamıdır. Bütün bu dönemi Sait Çetinoğlu Ekonomik ve Kültürel Jenosid: Varlık Vergisi çalışmasında anlatır. (20) Bu servetin zor yoluyla el değiştirmesinde ve Türkiye’de devlet zoruyla Türk burjuvazi yaratma konusunda özgün ve acımasız bir örnektir. Bu uygulamadan sonra oligarşi içindeki asker-sivil bürokrasi ağırlığını arttırmıştır. Çünkü servetin zorla el değiştirmesi yeni zenginlerin hamilerini daha fazla gerekli kılmış; yapılan soygunun koruyucu olarak militarist yapı gücüne güç katmıştır. Tek parti dönemi ve zulmü oligarşi içindeki militarist yapının güçlenmesine yol açarken paradoksal olarakta yıpranmasını sağlamıştır.  Türkiye’de asker ve sivil devlet bürokrasisi DP iktidarına rağmen, yine de suyun başını tutmuştur. Oktay Yenal buna rant devletçiliği der.(21) Devlet ekonominin bir unsuru değil, kendisidir. Yine Yenal bu devletçiliği sacayağa oturtur. Denetleme, rant dağıtma ve enflasyoncu finans ayağı. Denetleme ve rant dağıtma ayakları Osmanlı’dan beri devam eden müesseselerdir. Yani devlet elitleri kendi çıkarları ve refahları doğrultusunda ilkönce kaynakları ve üretimi denetliyor-yönlendiriyor sonra da elde edilen artığı bir rant olarak paylaşıyor. Bu açıdan Osmanlı-Cumhuriyet bürokrasisi aslında devamlılık arz eder. 1950’ye kadar devlet, denetleme ve rant dağıtma ekonomisi ile ayakta durur. Bu iki ekonomiye 1950’den sonra yeni bir kardeş gelir: Enflasyoncu finans. Aslında enflasyon, yukarıda da anlattığımız gibi, başından beri bir gelir aktarım mekanizması olarak, Türk burjuvazisini yaratma aracı olarak kullanılmıştır. 1950’den sonra Yenal’ın enflasyon vurgusu yapması, ticaret burjuvazisinin bir bölümünün sanayileşmeyi ve zamanın kontrol sanayilerinde uluslararası sermaye ile işbirliği yaparak öne çıkmaya başlamasıdır. Bu yapıya Demokrat Parti iktidarı enflasyon yolu ile kaynak aktarmıştır. Bu kesimin uluslararası sermaye ile birlikte yatırım yapacak gelmesi için Türkiye’de iktidar değişikliği gerekecektir. Yani 27 Mayıs darbesi, Türkiye’de toprağa ve ticarete dayalı zenginlikten sanayiye ve uluslararası ilişkilere dayalı zenginliğe geçişin adımıdır. Bu adım Koç’ları yaratmıştır. The New-York Times 1970’lerin başlarında Koç Holding’e ilişkin bir yorumunda “Türkiye’de iş âlemi üç sektöre ayrılmıştır. Devlet sektörü, özel sektör ve Koç sektörü” diye manidar bir yorum yapmıştır. Koç Holding bugün tek başına ülkemizde yerli sermaye birikimi yok tezini çürütmektedir. Koç’un bugün 30’un üzerinde ülkede yatırımı var ve 100’den fazla ülkeye ihracat yapıyor. Koç’un niceliksel büyüklüğü ifadesini bulan süreç, aynı zamanda çok yaman bir sömürü sürecidir.(22) Bu açıdan, Türkiye’de kapitalizmin gelişimi egemen sınıflar arasında bir iktidar mücadelesi olduğu kadar, bir Türkleştirilme ve tabii ki -doğal olarak- yoğun sömürü sürecini içerir. Özellikle planlı dönem ve ithal ikameci süreç emek-yoğun bir sermaye birikimini gerektirmiştir. Yine bu dönem, bu bağlamda, sendikalaşma ve işçi mücadeleleri açısından da buna tekabül eden bir zenginliği barındırır. Yine Koç’a dönersek bu örnek Türkiye’de tekelci sermayenin ve Türkiye’nin 1960’lardan başlayan darbeler ve yeni sömürge sürecinin somut ifadesidir. Ancak yine bu süreçte, her zaman olduğu gibi devlet ekonominin ve “zenginleşmenin” içinde olmuştur. Enflasyoncu gelir aktarım mekanizması 1960’lardan başlamak üzere 1980 dönüşümüne kadar bilerek işletilmiştir. 

Bu anlamda Yenal’ın enflasyoncu finansı, devletin elitlerinin ve yeşermeye çalışan yerli-burjuvazinin devlet eliyle finanse edilmesidir. Yine Yenal buna para devletçiliği der. Çünkü bütçenin yetmediği yerde banknot matbaası devreye giriyordu. Böylece fiyatlar aniden yükseliyor; o zamanlar ticaret ve stokçuluktan başka bir şey bilmeyen burjuvazi palazlanırken, devlet elitleri de şişen bütçeden, en az ticaret burjuvazisi kadar,pay alıyorlardı. Denge şöyleydi; Asker-sivil bürokrasi-feodal yapı-ticaret burjuvazisi. Bu “nispi denge” 1960’da biraz, 1970’de ise tamamen dağıldı. 1950-60 arası enflasyoncu-finans ile palazlanan ve sanayileşen büyük burjuvazi asker bürokrasisini yanına alarak feodal-ticari unsurlara karşı darbe yaptı. Burjuvazinin en ileri ve gelişmiş kesiminin, ona ayak uyduramayan ittifaklarını tasfiye harekâtı olan 27 Mayıs darbesinin aslında “ilerici-demokrat” bir yanı olmadığı, buz gibi darbe olduğu en çok bugünlerde anlaşılıyor. 27 Mayıs’ın çarpık bir ekonomi, güdük bir burjuvazi ve cuntacı bir gelenek yarattığı en çok bugün belli değil mi? 12 Mart ve 12 Eylül bu geleneğin mirasıdır. En az hakim burjuvazi kadar üretimden pay ve rant almak isteyen asker-sivil bürokrasinin bugünlerde ortalığa dökülen ve kanlı bir savaş oyununa dönüşen iktidar hırsı, Türkiye için toplumsal bir yara olduğu kadar, ortadan kaldırılması gereken tarihsel olgudur da. Bugün bu iktidar odağı (hadi ağırlığını hafifletmek için “Mülkiye-Harbiye” iktidarı diyelim) çözülüyor. Niye, çünkü küresel-kapitalizmin işleyişinde böyle bir odak yok. 

1980 dönüşümü ve onu tamamlayan 12 Eylül faşizmi devlete bağlı ekonomik yapıyı hızla çözerken ekonomiyi yine emek-yoğun sömürünün üzerine oturtmuştur. 24 Ocak kararları aslında Türkiye’de zenginliğin kollayıcısı asker-sivil bürokrasinin iktidardan tasfiyesinin-paradoksal olarak- başlangıcıdır. 

Türkiye artık ulusal bir ekonomi olmaktan çıkma yolunda hızla ilerliyor. İşte bu durum iki yüz yıllık yapış yapış bir iktidarı Türkiye’nin sırtından alacak bir gelişmedir. Türkiye oligarşisi çözülüyor; eski zenginler küresel dünyanın parçası oldukça zenginliklerini koruyacaklar. Militarist yapının iktidarı ve vesayeti ise bitme sürecine girdi.

1 Bkz: Niyazi Berkes, Türkiye’de Çağdaşlaşma, Doğu-Batı Yayınları- İstanbul–1978, s.  459.
2 Bkz; bu konuda Niyazi Berkes; Türkiye’de Çağdaşlaşma.
3 Sait Çetinoğlu, Ekonomik ve Kültürel Jenosid: Varlık Vergisi
4 Sait Çetinoğlu, Ekonomik ve Kültürel Jenosid: Varlık Vergisi
5 Zafer Toprak, İttihad- Terakki ve Cihan Harbi, Homer Yayınevi- İstanbul–2003, s.  45.
6 Zafer Toprak; a.g.y.
7 Oktay Yenal, Cumhuriyet’in İktisat Tarihi’nde 1923–1930 arasını “Halkçı Ekonominin Temelleri” başlığında anlatır
8 Oktay Yenal, a.g.e., s. 50; 
9 Bu konunun çarpıcı ve ayrıntılı hikâyesi için bkz; Haydar Kazgan, Osmanlı’da Avrupa Finans Kapitali, YYK, İstanbul.
10 Sait Çetinoğlu, Sermayenin Türkleştirilmesi, s. 6
11 Haydar Kazgan, Osmanlı’da Avrupa Finans Kapitali, YKY, s.17.
12 Şevket Pamuk, Osmanlı Türkiye İktisadi Tarihi, İletişim Yayınları; 1999, İstanbul; s, 178 
13 Şevket Pamuk, a.g.e., s; 179, 
14 A.g.y.,  s. 179.
15 A.g.y
16 Zafer Toprak; İttihad-Terakki ve Cihan Harbi, Homer Yayınevi, İst. 2003, s. 198. 
17 Sait Çetinoğlu, Sermayenin Türkleştirilmesi. 
18 Şevket Pamuk; Osmanlı-Türkiye; İktisadi Tarihi-1500-1914, İletişim Yayınları, 2005, İst. s, 181.
19 A.g.y.
20 Sait Çetinoğlu, Ekonomik ve Kültürel Jenosid: Varlık Vergisi Ayrıca bu konuda ayrıntılı bir çalışma için bkz; Rıdvan Akar, Aşkale Yolcuları, Belge Yayınları; 2000. 
21 Bkz; Oktay Yenal; Cumhuriyet’in İktisat Tarihi, Homer Yayınevi; İst., 2003.
22 Fuat Ercan ve diğerleri; TMMOB Sanayi Kongresi-2007 Kitapçığı içinde.







Hiç yorum yok: