10 Ocak 2013 Perşembe

Yeni Dünya Düzeninde devletler halklarını, “ayağındaki nasır” değil, “Atan yüreği” göreceklerdir- Petrol, Su, Altın veya Olayları Belirleme gücü-Türkiye’nin enerji ve Petrol gerçeği-Dinlerarası diyalog’ olmaz mı! İşte Diyalog gerçeği -Ve Yeni bir dünya düzeni kurmak için bir yeni bir millet doğuyor-Artık ‘Yeni bir Dünya Düzeni’ daha Yok! Sömürü de.. ‘Yeni Milletler’ var- canmehmet.com


Yeni Dünya Düzeninde devletler halklarını, “ayağındaki nasır” değil, “Atan yüreği” göreceklerdir (1)

Eski dünya düzeni 1945 yılında sonlanır ve Yeni Dünya Düzeni başlar. 1991'de başlayan....
Bir kamuoyu ile paylaşılan, Eski ve “Yenidünya düzeni” vardır; bir de paylaşılmayan gerçek düzen!  Gerçekte dünyayı yöneten siyasetçiler midir? Yoksa onlar birileri adına yönetimde görev mi almaktadır?
Gerçekte ülke halkını ezen siyasetçiler midir, yoksa onları kullanan “karar vericiler” mi!
Eski ve Yeni dünya düzeni ile Küreselleşme ana konumuz olacaktır.
Elbette Türkiye’nin yenidünya düzenindeki konumu da…
Önce kısa bir şekilde eski ve yenidünya düzenlerini, kamuoyu ile paylaşılan bilgiler doğrultusunda açıklamaya çalışalım. Arkasından da görüşlerimizi sıralayalım.
Eski Dünya Düzeni
Konu ile ilgili kitaplar ile medya yaygın olarak eski düzeni şöyle özetlemektedir;
“…1991 yılında Sovyetler Birliği’nin dağılması ile Soğuk Savaş olarak tanımlanan‘Eski Dünya Düzeni’ yıkılmış, yerine yeni bir dünya düzeninin kurulma işaretleri verilmeye başlanmıştır…”
Ancak;
Gerçeğinde, bir öncekinden farklı olarak kurulan, “yeni uluslararası düzen!” Bir devletin yıkılmasından çok, devletlerarasında yapılan büyük savaşlardan sonra güç ve gücü temsil eden değerlerin el değiştirmesi ile başlamıştır.
Bir örnek verirsek;
1914 yılında Avrupa ağırlıklı bir Dünya savaşı yaşanır;
Beklentiler gerçekleşmemiş olacak ki, bu savaş 1939 yılında tekrar edilir  ve sonucunda ;
Birinci Dünya Savaşına, “Süper Devlet” olarak giren İngiltere, yerini Amerika’ya terk eder.
Artık Dünyada belirleyici olanlar, Batı Avrupalı ülkeler değil Amerika’dır.
Ve…
Amerika Dünyayı tek başına yönetmeye hazır olmadığını bildiği için yanına Rusya’yı alır ve Onunla aralarında dünyayı paylaşırlar.
Gerçeğinde Amerika, Rusların “Kâğıttan Kaplan” olduğunu bilmektedir.
Dünyayı tek başlarına yönetmeye hazır hale geleceği döneme kadar Rusların gücünü abartarak ve el altından destekleyerek, 1990’lı yıllara gelinir…
Amerika  bu tarihte artık kendini hazır hissetmektedir…
Rusların yamalarını bir arada tutan iplik çekilir ve Rusya dağılır.
Burada, Chalmers Johnson’un, ‘Amerikan Emperyalizminin Sonbaharı’adlı kitabının 17. Sayfasından bir alıntı yapıyoruz;
-“Amerika’nın, asla tamamlanamayacak ve hiçbir zaman kullanılamayacak olan karadan karaya, balistik füzelere karşı uzay tabanlı bir savunma sistemi olan Stratejik Savunma İnisiyatifi (Yıldız Savaşları-SDI), Sovyetler Birliği ile silah rekabetini öylesine kızıştırdı ki, sonunda rekabete yarışa dayanamayan Sovyetler havlu atmak zorunda kaldı”  (1)
Ve Yeni Dünya Düzeni…
…Baba Bush, yeni bir dünya düzeni gerektiğini en sık söyleyen politikacıların başında gelmektedir. 1990 yazından Mart 1991′e kadar, ‘yeni dünya düzeni’ terimini 43 kez kullandı...” (2)
Bu ifadeler gerçeğinde, “kamuouyunu yeni bir sürece hazırlamak” için  yapılan çalışmalardır.
Tekrar edersek, gerçeğinde eski dünya düzeni, 1991′de değil, 1945 yılında sonlanmıştır.
1991 yılında telaffuz edilen, “Yenidünya Düzeni”, kastedilen düzen değildir.
Peki, nasıl yeni bir dünya düzeni kastedilmektedir?
Üstelikte bir Dünya Savaşı veya büyük olarak nitelenebilecek bir savaş yaşanmamışken…
Devam edecek…
Resim;http://www.meleklermekani.com’dan alıntıdır.
(1)  http://www.radikal.com.tr/haber.php?haberno=101740
(2)  Bitmeyen Hesap” Yaşar Yazıcıoğlu

Yeni bir Dünya Düzeni isteyenlerin derdi nedir? Petrol, Su, Altın veya Olayları Belirleme gücü (2)

"Bir damla petrol, bir damla kandan daha değerlidir. Kim demiş? İngiltere başbakanı Churchill. İngilizler başka ne demişler? "Kuran Türklerin ellerinden alınmalıdır!" Şunu mu anlayalım, İngilizler, Petrol ve Kuran'ı elimizden aldılar? O artık size kalmış...

İnsanlık tarihine baktığımızda katliamların; Bir zafer kazanmak veya daha çok altın elde etmek veya bir belirleme gücüne sahip olmak adına yapıldığı görülmektedir. Anlaşılan, İnsan uygarlaştıkça! daha çok maddi ve manevi tatmine ihtiyaç duymakta ve daha fazla cinayet işlemektedir!
İlk bölümü özetlersek;
-Bir öncekinden farklı olarak Dünya Savaşları’ndan sonra 1945 yılında kurulanYeni Düzeninin; son düzen olduğu ve ABD’nin iddia ettiği gibi; 1991’de Rusya’da yaşananların sonucunda, “Bir Düzen” daha gerçekleşmediğidir.
-Şimdi başta Amerikalılar olmak üzere, dünyanının anlı-şanlı siyasetçileri, tarihçileri, yazarları doğruyu söylememekte midirler?
Bu uygulamanın basit bir test yolu vardır;
-Yeni bir dünya düzeni kurulduğunda, güç ve gücü temsil edenler yer ve el değiştirmektedir.
-1945′den itibaren ABD başta olmak üzere Batı Avrupalı ülkeler güç merkezleri değil midir?
-2012 yılında da bu merkezlerin ağırlıkları devam etmemekte midir?
-Bugün; Yenidünya düzeninin -gerçek manada- belirleyicileri kimlerdir?
-Çinliler mi, Ruslar mı, Hintliler mi, Müslümanlar mı?
-Cennet ülkemizin üzerinde esen tüm rüzgarları;
-Cennet ülkemizin üzerinde parlayan güneşin sıcaklığını;
-Cennet ülkemizin üzerine yağan yağmurların oluşturdukları barajlardaki suları;
-Ve bugün ve gelecek 10 yılda çıkarılacak tüm kömürleri enerjiye dönüştürdüğümüzde, ihtiyacımızın ancak  %50-60 oranında (1) karşılandığını bir tarafa not ederek ve dünya ülkelerinin de ihtiyaç manasında bizden aşağı kalmayacağını düşünerek soralım;
-Eğer, yeni bir düzen kurulacaksa bu neyin düzeni olacaktır?
-Enerjiyi kontrol edenlerin düzeni!
Bu konuda yetkililerimiz ne demektedir?
-”Türkiye’nin yerel enerji kaynakları çok yetersiz.
-Petrol ve doğalgaz gibi fosil enerji kaynaklarında mutlak bir dış bağımlılığı var.
-Bu yüzden ulusal ekonomisi sürekli zararda ve bu zararını dış borçla kapatıyor(uz)….
-Maliye Bakanı Mehmet Şimşek,
-“Enerji ithalatımızı saymazsak cari açığımız olmayacak, dış ticaretimiz başa baş gelecek”
dedi ve enerji konusunun Türkiye için ne denli başat bir konu olduğuna dikkat çekti. (2)
19’uncu asır, Dünyada bir üretim ve tüketim çılgınlığının yaşandığı asırdır. El tezgâhlarının yerini makineler almış ve artık dünyanın bir çok yerinde  kolayca ve büyük miktarlarda üretim yapılabilmektedir.
20’inci asra gelindiğinde, ilk tüketim açlığı yerini patlayan üretime,hammadde ve Pazar bulma telaşına bırakmıştır.
21’nci asır, dünyanın her köşesinde çalışan makinelere enerji bulma asrıdır.
Ve sıradan makineler artık yerlerini akıllı robotlara bırakmaktadır.
Şimdi daha çok hammaddeye, daha büyük pazarlara ve daha fazla enerjiye gereksinim vardır.
Özetlenirse yeni dönemin efendileri;
-Petrol hatta Su kaynaklarının sahipleri ile bunları kontrol edenler olacaktır.
Burada sormak gerekir, Türkiye Coğrafi Bölge olarak hangi konumdadır?
-Türkiye, stratejik manada bir Kilit Ülke midir?
Peki, Enerjinin en önemli belirleyici olarak öne  çıkacağı gelecekte, Nükleer silahlara ve teknolojilerine sahip olanlar, gücün hangi başamağında yer alacaklardır?
Bilindiği gibi daha doğrusu açıklandığı üzere;
-ABD, Rusya, Çin, Fransa, Pakistan, Hindistan, Kuzey Kore gibi devletlerin Nükleer Silah ürettiği bilinmektedir.
Bu diğer ifadesi ile Nükleer silahlar konusunda birçok devlet caydırıcılıkimkânına sahiptir.
Bu silahlar birçok farklı kültüre sahip devletler de olsalarda;
-Yakın dönemden itibaren Amerika ve AB, Israrlı bir şekilde, Nükleer teknolojilere sahip olduğu ileri sürülen Pakistan ve İran üzerinde baskı kurmaya çalışmaktadır?
Bunun nedeni Nükleer silahların kendileri için bir tehlike olmasındandeğil;
-İran’ın Körfezi, Pakistan’ın ise Afganistan’ı kontrol yeteneğine sahip olmasıdır.
Onlar için mesele,
-Enerjinin ve taşınma yollarının İslam ülkelerinin kontrolundaolmaması meselesidir.
Peki, Amerika ve Gelişmiş Avrupalı ülkelerin, diğer ülkelerin nükleer silahlara sahip olmalarına bir engelleme hakları var mıdır?
Burada cevabı şu ifade vermelidir;
-Güçlünün hukuka ve haklılığa ihtiyacı mı vardır?
Öyle de,
-“Uygarlık, Birleşmiş Milletler, ülkelerin içişlerine karışmamak, Cumhuriyet, DemokrasiFransız ihtilali, felsefe vb ne olacak?
-Onlar mı ne olacak?
-Zıkkımın kökü Olacak….
Devam edecek…
Artık kuyuya inebiliriz…
Resim;tarafsizhaber.blogspot.comPaylaş
(1) Taner YILDIZ, Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanı, Kasım 2012 KobiEfor, sahife  23
(2) Kasım 2012 KobiEfor, sahife, 21

Yeni Dünya Düzeni’nde, Türkiye’nin enerji ve Petrol gerçeği, İşte hikayemiz (3)

Yeni bir dünya düzeni kuruluyorsa bu "enerji çağı" olacaktır.
İçerik özellikle üniversitede okuyan gençlerimiz için önemli bir arşiv niteliğindedir. Ülkemizin ekonomik ve siyasi meselelerini değerlendirirken el altında bulundurmalarını öneririz.
Tablolar eşliğinde buyurun uzun bir enerji, petrol yolculuğuna;
Türkiye’nin enerji ve Petrol gerçeği;
Sultan II. Abdülhamid oluşturduğu güçlü istihbarat örgütü ile dünyadaki değişimi yakından takip etmektedir.
1876 Yılı itibariyle Petrol giderek daha fazla alanlarda kullanılmaya başlanmıştır. Dünyada motorlu araçların yaygınlaşmasının yanında; İngilizler başta olmak üzere dönemin gelişmiş ülkeleri donanmalarının gemilerinden başlamak üzere ağır tonajlı taşıma araçlarını kömürden petrol tüketimine uygun hale getirmektedirler…
2. Sultan Abdülhamit bu gelişmeleri öğrendiğinde petrolün gelecekte stratejik bir silah olacağını bir tarafa not eder ve  not etmekle de kalmaz, Alman maden mühendisi Paul Groskoph ve Habip Necip Efendi yönetiminde oluşturulan bir araştırma ekibine;
Başta Musul ve Bağdat havalisi olmak üzere Dicle ve Fırat nehirleri havzasında petrol taraması yaptırır.  Ve yapılan bu çalışmalar, 22 Ekim 1901′de Sultan II. Abdülhamid’e sunulur.
2. Abdülhamit son derece zeki bir yöneticidir. Osmanlı İmparatorluğunun gelecekte içine düşeceği durumu o günden öngörerek; Musul’da petrol tespit edilen arazilerini kişisel olarak satın alır. (*)
İngilizler o günlerde de ısrarla bu bölgeyi istemektedirler.
İngilizler ’in, I. Dünya Savaşı’nda Bağdat’ı almak için harcadıkları paranın yedi mislini Musul’a sahip olmak için harcamaları, bölgeye verilen  önemin derecesini  belirtmek için ayrıca değerlendirilmelidir.
Yapılan çalışmalarda 65 noktada petrol tespit edilmiştir; Diyarbakır, Mardin, Bismil, Hazro Çayı, Sinan, Batman çayı, Dicle, Midyat, Bedran, Bitlis Suyu (çayı),Tulan, Siirt, Botan çayı, Habur, Fındık, Cizre, Dehuk, Zaho, Habur çayı, Hakkari (Çölemerik), Ahmediye Bisan, Alkuş, Akra, Büyük Zap, Revanduz,Musul, Karakuş, Nemrut, Küçük Zap, Erbil, Köysancak, Altınköprü, Şargat, Hamrin Dağı, Kerkük, Taşhurmatı, Tavuk, Karadağ, Süleymaniye, Karadağ, Aksu, Tuzhurmatı, Kefri (Salahiye), Deli Abbas, Tikrit, Samara, Haso çayı, Narbin Suyu, Diyale Suyu, Ramadi, Felluce, Mendeli, Bakuba, Kazımiye, Bağdat, Museyyeb, Hılle, Kerbela, Hit, Fırat, Anah, El-Kadim,Ebu Kemal, Meydani (1)
**
TPAO Genel Müdür Vekili Mehmet Uysal Petrol gerçeğimizi anlatmaktadır;
“Hazar bölgesi petrol sistemi, Karadeniz’in altından Romanya’ya uzanıyor. Bu alanda Türkiye’nin petrol tarihini değiştirecek rezerv var. Bölgenin batısında doğalgaz, doğusunda petrol yer alıyor.”diyor.
Şirket, bir taraftan Karadeniz’in derinliklerindeki petrol rezervini tespit için yabancılarla ortaklık yaparken, diğer yandan üretime geçmek için çalışmalarını sürdürüyor.
…Devletin petrol arama şirketi, halen yurtiçi ve yurtdışı dahil günlük 90 bin varil üretim yapıyor, Türkiye’nin tüketimi ise 600 bin varil.
Uysal’a göre gelecek 15 yılda petrole ödenecek para 450 milyar doları aşacak.
Rakamın büyüklüğü, konunun önemini ortaya koyuyor. Söz konusu bölgede neden şimdiye kadar petrol sondajı yapılmadığı yönündeki eleştirilere, “Varil fiyatının 100 dolara çıkması, Karadeniz’de de arama-üretimi kârlı hale getirdi.” karşılığını veriyor.
TPAO, Kazakistan’dan Libya’ya kadar geniş bir coğrafyada petrol arama ve üretim faaliyetlerinde bulunuyor. Milli petrol şirketi, son dönemdeki ataklarıyla Türkiye’nin petrol ihtiyacını karşılamak ve petrol sektöründe uluslararası bir aktör olmak için çalışmalarına hız verdi.
Milli petrol şirketini yöneten isim, Karadeniz’in Türkiye’nin petrol tarihini değiştirecek bir potansiyeli olduğunu söylüyor.
Halen Diyarbakır-Adıyaman bölgelerinde yoğunlaşan petrol üretiminin ülke ihtiyacını karşılamaktan uzak olduğu bilgisini veren Uysal ;
“Bu bölgedeki üretim bizim stratejik ihtiyacımızı karşılayacak potansiyele sahip. Yani bu bölgede yapılan üretim acil durumlarda askerî amaçlı ihtiyaçlar, hastane, okul, gıda nakil gibi acil ihtiyaçların karşılanmasında kullanılacak petrolü karşılar. Bu açıdan çok önemli. Ancak, ülke ihtiyacını karşılayamaz.” değerlendirmesinde bulunuyor.
Ancak  Karadeniz’de durum farklı. Uysal’a göre Türkiye’nin petrol ve gaz ihtiyacının önemli bir bölümü hırçın dalgalarıyla ünlü denizin altından karşılanacak.
…Azerbaycan’da 1990′lı yıllarda başladığımız çalışmalardan 12 yıl sonra üretime geçtik. Karadeniz’le de sınırlı kalmayacağız. Akdeniz ve Ege’de de çalışmalar sürüyor.” bilgisini veriyor.
Kazakistan ve Azerbaycan’da önemli arama-üretim tecrübesine sahip TPAO’nun Libya’da da 3 sahası var. Ayrıca, Irak ve İran’a yönelik projeler üzerindeki çalışmalar sürüyor. 25 kişilik ekip, İran’ın Pars bölgesindeki petrol ve gaz üretimi için teknik çalışma yapıyor.
Karadeniz’de doğalgaz üretimi sürüyor.
“...Karadeniz, Hazar petrol sisteminin parçası. Kamuoyunda en çok tartışılan ve merak edilen konuların başında;
-”Türkiye petrol zengini bir ülke mi?”sorusuna verilecek cevap geliyor.
“Bu sorunun cevabını verebilmek için öncelikle petrol jeolojisi konusuna hakim olmak ve petrolün yeraltındaki yapısını iyi bilmek gerekiyor. Petrol yeraltındaki süngerimsi kayalarda bulunuyor. Kıtaların çarpışma sürecinde bu süngerimsi yapı bozuluyor ve petrolün kayalarda tutunması zorlaşıyor. Türkiye’nin de yeraltı yapısı bu çarpışmalardan dolayı deforme olmuş, petrol taşıyacak yapılar bozulmuş. Halen petrol çıkarılan Güneydoğu Anadolu Bölgesi, Basra Körfezi’nde yer alan petrol sisteminin son ucu. Az rezerv söz konusu.
Petrol daha çok Basra bölgesinde yer alıyor. Türkiye bölümünde fazla petrol yok.
Ancak Hazar Denizi petrol sisteminin yer aldığı halka Karadeniz’in altından Romanya’ya kadar uzanıyor. Asıl rezerv bu hatta yer alıyor.
…30 yıllık TPAO tecrübesine sahip teknokrat Uysal,
“Derin denizlerde petrol arama çok pahalı bir iş. Ama varil fiyatı 100 dolara dayanınca, buralarda da arama işi cazip hale geldi. Ayrıca teknoloji çok gelişti.
10 yıl önce 2 bin metrede petrol çıkaracak teknoloji yokken bu gün daha derinlere iniliyor.” açıklaması yapılıyor ve Hazar Denizi petrol sisteminin yer aldığı halkanın Karadeniz’in altından Romanya’ya kadar uzandığı ifade ediliyor… “(2)

TANER YILDIZ Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanı konuşmaktadır;
“Yerel kaynakların tamamını kullanacağız…
“…Biz dışa bağımlılığımızı azaltmak için yerli ve yenilenebilir kaynaklarımızın tamamını harekete geçirmeyi hedefledik, bunun için adımlar atıyoruz. 2002 yılında 19 bin MW olan termik santral kurulu gücü 2011 yılında yüzde 75 artarak 34 bin MW’a çıktı.
-10 yılda 6 milyar ton kömür bulduk. Yerli kömürden 18 bin MW termik santral kurma potansiyelimiz var. En önemli yerli kaynağımız olan kömürden en yüksek faydayı sağlamak için modellerimizi kurduk. Kamuya ait kömür sahalarını elektrik santrali kurma amaçlı özel sektöre devrediyoruz. 2023’te tüm kömür potansiyelini kullanan bir Türkiye hedefliyoruz. Yenilenebilir kaynaklarımızın etkin kullanımı konusunda yaptığımız çalışmalar devam ediyor.
Dünyada madencilikte ilk 10 içerisindeyiz. Dünyada ticareti yapılan 90 çeşit madenden 77’si ülkemizde bulunuyor ve bunlardan 60’ını üretiyoruz.
2002 yılında 100 bin metre olan maden arama sondajı miktarı 2011 yılında 1.4 milyon metreye, 2002 yılında 607 milyon dolar olan maden İhracatı, 2011 yılında 3.5 milyar dolara çıktı.
2002 yılında 303 milyon dolar olan mermer ihracatımız, 2011 yılında 6 kata yakın artarak 1 milyar 680 milyon dolara çıktı.
Bor, hammaddesi ithal ürün olmayan, tamamen yerli ve üretilenin neredeyse tamamının ihraç edildiği bir madenimiz.
Bor kimyasalları ve eşdeğeri ürün üretimi 2002 yılında 436 bin ton iken, 4 kat artarak 1 milyon 800 bin tona ulaştı. Bor ihracatı 2002 yılında 136 milyon dolar iken, 2011’de 855 milyon dolara çıktı.
Bunun % 60’ı kar oldu.
Yenilenebilir enerjinin tüketim içindeki payını artırmak için yenilenebilir Enerji Yasası’nı çıkardık. Türkiye 10 yıl önce sıfır düzeyinde olan rüzgâr enerjisinde, Avrupa’da ilk 10’a girdi. 2002 yılında neredeyse yok düzeyinde olan rüzgar kurulu gücünü 2 bin MW’a çıkardık. Aynı şekilde rüzgarda olduğu gibi güneşte de bir ivme yakalayacağız.
…2023’e kadar enerji ihtiyacımızda doğalgazın, petrolün ve yenilebilirin payını yüzde 30’a, nükleer enerjinin payını da yüzde 10’a ulaştırmayı hedefliyoruz.
2023 yılına kadar 2 nükleer santralı hayata geçireceğiz, birinin de inşaatına başlayacağız ve ithal bağımlılığımızı azaltmış olacağız.
2023 yılına kadar yerli ve yenilenebilir kaynaklarımızın tamamını harekete geçirmiş olacağız.
-Türkiye, bölgesinde bir enerji üssü olma yolunda hızla ilerliyor. Yıllar yılı bitirilemeyen Bakü-Tiflis Ceyhan Ham Petrol Boru Hattı’nın inşasını bitirdik; Azeri, Kazak ve Türkmen petrolünü Türkiye üzerinden dünyaya ulaştırdık.
-Bakü-Tiflis- Erzurum (Şahdeniz) Doğalgaz Projesi’ni hayata geçirdik. Şahdeniz Doğalgaz Boru hattı ile sadece Türkiye’nin ihtiyacı olan doğalgazı tedarik etmekle kalmadık, AB ülkelerinin de bir kısım ihtiyacını karşılamış olduk.
-Türkiye-Yunanistan Doğalgaz Boru hattı ile Güney Avrupa Gaz Ringi Projesi’nin ilk ayağını tamamladık ve komşu ülkeye gaz ihraç etmeye başladık. Azeri doğalgazını Türkiye’ye ve Türkiye üzerinden Avrupa’ya taşıyacak olan Trans Anadolu Doğalgaz Boru Hattı Projesi’nin (TANAP) ilk adımını Azerbaycan ile attık.
-Nabucco Projesi’ne verdiğimiz destek sürüyor. Proje, TANAP’ın tamamlayıcısı olarak, Batı Nabucco İsmiyle Bulgaristan sınırından Avrupa içlerine kadar uzanan bir boru hattı şeklinde hayat bulabilir. Irak –Türkiye Doğalgaz Boru Hattı Projesi için mutabakat zaptı imzaladık.
-Kerkük-Yumurtalık Petrol Boru Hattı Anlaşması’nın süresini 20 yıl uzattık. Ülkemizin elektrik sistemini Avrupa elektrik sistemi ile senkron hale getirdik.
-Nükleer enerji santralları kurma sürecimiz devam ediyor. Akkuyu NGS Elektrik Üretim A.Ş. 2011 yılı sonunda 700 milyon dolarla ilk sermaye girişini yaptı.
-Rusya’ya nükleer mühendislik eğitimine ilk öğrenci grubumuzu gönderdik. Her yıl 75 öğrencimizi, toplamda 600 öğrencimizi göndereceğiz. Sinop’a kurulacak 2. Nükleer santral için dört ülkeden birini seçeceğiz.
…Denizlerde petrol aramacılığında atağa kalktık. Kendi petrolümüzü bulmak için kendi sismik arama gemimizin inşasına başladık. Türkiye’nin %ıoo yerli sismik gemisi olacak.
…Şuanda enerjide Özel sektörün payı yüzde 60’lar civarındadır. 2023 yılında inşallah yüzde 75’lere çıkacak. (3)

“Enerjiye mecburuz
20. yüzyılın bütün savaşları Pazar paylaşım savaşlarıydı. 21. Yüzyılın savaşları ise enerji kaynaklarını denetleme savaşları olarak şekilleniyor.
Her ülkenin belli bir enerji hassasiyeti vardır ve olmalıdır; fakat Türkiye’nin enerji hassasiyeti, cari açığının neredeyse tamamı enerji ithalatından kaynaklandığı için her ülkeden daha yüksek olmalıdır.
Ancak toplum olarak hala seyirci gibiyiz. Tezelden uyanmazsak sürprizler olabilir.
Dünya enerji üretimi ve tüketimi bakımından kritik bir eşiğe geldi. Devletlerin politikaları, siyasal krizler ve ülkelerin ekonomik gelişme kapasiteleri enerji sorununa düğümlendi.
Enerji üretim ve tüketiminde belli bir çerçeve oluşmuştu; günümüzde sorun bu çerçevenin değişime zorlanmasından kaynaklanıyor. Yaşadığımız uluslararası sarsıcı gelişmelerin, savaşların temelinde enerji paylaşımını yeniden düzenleme çabası var.
Enerjide her ülkenin kendine özgü bir politikası olmak zorunda; çünkü hiçbir ülkenin enerji kaynakları, bunlar üzerindeki hakimiyeti, uzun vadeli enerji sözleşmeleri ve angajmanları bir diğerine benzemiyor.
Son yıllarda bazı ülkelerin enerjide dışa bağımlılığı yoketmeye veya azaltmaya yönelik politika değişikliğine gittiklerini gördük. Bunun da sınırları var  ve esas itibarıyla ülkelerin ortak çabası, enerji arz güvenliğini 10-20-30 yıl gibi zaman dilimleri için garanti altına almaya odaklanıyor.
Türkiye’nin yerel enerji kaynakları çok yetersiz. Petrol ve doğalgaz gibi fosil enerji kaynaklarında mutlak bir dış bağımlılığı var. Bu yüzden ulusal ekonomisi sürekli zararda ve bu zararını dış borçla kapatıyor.
Maliye Bakanı Mehmet Şimşek, “Enerji ithalatımızı saymazsak cari açığımız olmayacak, dış ticaretimiz başa baş gelecek” dedi. (4)

Tablo 1;
KAYNAKLARA GÖRE DÜNYA VE TÜRKİYE ELEKTRİK ÜRETİMİ
Kaynaklar…………………………..Dünya …………………….Türkiye
Petrol………………………………….%5.5………………………..%1
Doğalgaz ……………………………%21,3 ………………………%46,2
Kömür ………………………………..%41,0………………………%25,9
Hidro ………………………………….%15,9………………………%24,4
Nükleer ………………………………%13,5………………………%0
Diğer (Yenilenebilir vb.) …………%2,8……………………….%1,9
TOPLAM …………………………20.281 kWh……………212 Milyar kWh

Tablo 2;
KAYNAKLARA GÖRE TÜRKİYE’DE ELEKTRİK ÜRETİMİ
Kaynaklar ………………………………..Üretim(GWh)…………   Pay
Doğalgaz ……………………………………98.144…………………%46.2
Linyit ……………………………………….39.942………………..%16,9
İthal Kömür………………………………. 14.531………………….%6,8
Taşkömürü………………………………….3.588………………….%1,7
Petrol………………………………………….2.143…………………..%1
Asfaltit………………………………………..0.984…………………%0,5
TERMİK TOPLAM……………………….155.827………………….%73,2
HlDROLİK TOPLAM……………………..51.796…………………..%24,4
Rüzgar………………………………………..2.916…………………..%1,4
Jeotermal……………………………………0.668……………………%0,3
Yenilebilir+Atık……………………………0.458…………………..%0,2
YENİLENEBİLİR TOPLAM………………3.584…………………..%0,5
DIŞ ALIM TOPLAM………………………..1.143………………….%100
TOPLAM……………………………… …212.351 Kwh (Milyar) (**)

“Neyimiz var neyimiz yok
Türkiye’nin enerjide dışa bağımlılıktan kurtulması Olanaksız. Böyle bir ülke zaten dünyada yok. Bağımlılığın oranı önemli. Çünkü enerjide ulusallaşma oranını sahip olunan kaynaklar belirliyor.
Türkiye’nin ispatlanmış enerji rezervleri şöyledir:
Tablo 3;
Rüzgar çok verimli: 8.000 MW (orta verimli – 40.000 MW)
Kömür linyit:……………………………………….12,4 milyar ton
Taşkömürü:…………………………………………1.33 milyar ton
Jeotermal……………………….31.500 MW  (elektrik için- 650 MW )
Su…………………………………………………..130 Milyar KWh/yıl
Güneş…………………………33 Mtep/yıl (muhtemel- 47  Mtep/yıl(*)
Doğal Gaz…………………………………………..8 milyar m3
Asfaltit          ……………………………………..82 milyon ton
Petrol……………………………………………….43 milyon ton
Biyokütle………………………………………….8.6 Mtep/yıl
Yerli potansiyelimizin tamamını kullanabildiğimiz noktaya geldiğimiz zaman Türkiye’nin enerjide dışa bağımlılığı yüzde 50+50 olabilecektir.
Enerjide bağımlılıkla ‘yenilenebilir’ savaş Tablo 3 bize yenilenebilir enerji kaynakları konusunda Türkiye’nin potansiyelinin sınırlarını göstermektedir:
Hidrolik : Elektrik üretiminde su 1980 öncesi başat kaynaklardandı, zamanla geride kaldı. Türkiye’de hidroelektrik santrallerde yılın 8760 saatinin 3854 saatinde elektrik üretimi yapılabilmektedir.
Hidrolikte kurulu güç potansiyelimiz 36 bin MW, kurduğumuz ise 16.934 MW’dir. Kapasite faktöründe üst sınır yüzde 44 olan hidrolikte halen yüzde 34’ünü kullandığımız potansiyelimizin 2023’te tamamını kullanarak 130 milyar kWh hidroelektrik üreteceğiz.
Türkiye’nin toplam elektrik üretiminde hidroelektriğin payı 2006’da yüzde 25.1, 2007’de yüzde 18.7, 2oo8’de yüzde 16.88, 2009 yılında yüzde 18.4 olarak gerilemişti. 2011 ve 2012’de yapılan yoğun özel sektör yatırımlarıyla süreç tersine çevrildi, 2011’de yüzde 24’ü aştı.
Rüzgar enerjisi: Bağımlılığı azaltacağımız alanlardan biri olan rüzgar enerjisinde gecikmeli de olsa umutlu bir başlangıç yapma noktasına geldik. Bu enerji kolu lisanssız enerji yatırımının da gözdesi olabilecektir. Rüzgârda kurulu güç potansiyelimiz 48 bin MW, kurulu gücümüz ise bunun yaklaşık 30’da biri; 1.587 MW’dir. Sektörün bu kolunda kapasite faktörü üst sınırı Türkiye’de yüzde 30’dur; 2023 yılı kurulu güç hedefi 20 bin MW’dir.
Rüzgâr enerji santrallerinin ortalama verimli çalışma süresi 20 yıl, sistemin kullanım ömrü ise 30 yıl civarındadır.
Güneş enerjisi: Isıl enerji bakımından Türkiye’de verimli Kaynak olan güneş elektrik üretimi için 50 bin MW’lik bir kurulu güç potansiyelini ifade etmektedir ama kurulu gücümüz sıfırdır. Kapasite faktöründe üst sınır yüzde 20’dir ve 2023 yılında 600 MW kurulu güç hedeflenmektedir. Üretimin bu dalında teknolojik yeterlilik uzun zaman alacaktır.
**
Yukarıdakilerden anladığımız enerji konusunun, ülkemizin birinci sorunu olduğudur.
Şimdi, Gelişmiş ülkelerin, Yeni bir Dünya Düzeni derken, neleri kastettiklerini daha iyi kavrayabiliriz.
Devam edecek…
Kuyuya iniyoruz…
Resim; dunyabulteni.netPaylaş
(*) Osmanlı Devleti isteksizce de olsa 1867 yılında yabancıların emlak edinmelerine dair kanunu çıkartmak zorunda kalmıştı. Bu tarihten sonra yabancılar hızla imparatorluk genelinde arazi satın almaya başlarlar. II. Abdülhamid tahta çıktıktan sonra özellikle Bağdat ve Musul vilayetlerindeki arazileri kendi adına tapulamaya başladığı görülür. Aslında Abdülhamid’in bu yaklaşımı, büyük devletlerin imparatorluk coğrafyasında izledikleri emperyalist yaklaşıma karşı aldığı siyasi bir tedbirdir. Zira Abdülhamid’in satın aldığı arazilerin büyük bir kısmında zengin petrol yatakları bulunmakta ve bölge bugünde olduğu gibi büyük devletlerin iştahını kabartmaktaydı. Ola ki bölgenin yabancı bir devlet tarafından ele geçirilmesi durumunda, padişaha tapulu olan arazi şahsi mülkiyet statüsünde olduğundan bir şey yapılamazdı. Padişahın ölümü halinde de miras hukukuna göre yine hanedanda kalacaktı. Osmanlı’nın son döneminde içinde bulunduğu ortamı düşündüğümüzde, yabancı işgaline karşı bundan daha etkili bir çözüm bulunamazdı. Zaten Abdülhamid bölgedeki arazilerin kendi adına tapulanmasının nedenini açıkladığı iradelerinde, bunların yabancıların eline geçmemesinin sağlanması olduğunu belirtmiştir. (Bu konuda geniş bilgi; “Arzu Terzi, Abdülhamid’in Mirası : Petrol ve Arazi, İstanbul: Timaş Yayınları 2009”
(**)“KobiEfor” Kasım 2012 sayısı
(1) http://www.aksiyon.com.tr/aksiyon/haber-19789-34-2-abdulhamidin-petrol-haritasi.html  6 Kasım 2006 / HAŞIM SÖYLEMEZ (Dr. Orhan Koloğlu)
(2) İsmail Altınsoy – Enerji muhabiri-Zaman Gazetesi - 27 Aralık 2007
(3) Kasım 2012 “KobiEfor” dergisi, sahife 23
(4) Kasım 2012 “KobiEfor”, sahife, 21

Yeni bir Dünya Düzeni kurulurda, ‘Dinlerarası diyalog’ olmaz mı! İşte Diyalog gerçeği (4)

Tüm anlatmak istedikleri ile diyalog gerçeği! Taraflar nereye bakmaktadır? ...
Yeni bir dünya düzeninin yükseleceği ayaklardan birisi de; “Dinlerarası diyalog” anlayışıdır. Bakalım evdeki hesap, çarşıya mı uyacak! Veya Midyata pirince giderken evdeki bulgurda kalmayacak mıdır? İşte tarafları ve detayları ile diyalog….
Çok yönü ile istismar edilebileYeni bir dünya düzeninin yükseleceği ayaklardan birisi de; “Dinlerarası diyalog” anlayışıdır. Bakalım evdeki hesap, çarşıya mı uyacak! Veya Midyata pirince giderken evdeki bulgurda kalmayacak mıdır? İşte tarafları ve detayları ile diyalog….
Çok yönü ile istismar edilebilecek bu konu hakkındaki yorumu, okuyanın; bilgi, deneyim ve basiretine bırakıyoruz…
“Dinlerarası diyalog”
“Pek muhterem Papa cenapları,
“…Papa 6. Paul cenapları tarafından başlatılan ve devam etmekte olan Dinlerarası Diyalog için Papalık Konseyi (PCID) misyonunun bir parçası olmak üzere burada bulunuyoruz. Bu misyonun tahakkuk edişini görmeyi arzu ediyoruz. En aciz bir şekilde hatta biraz cüretle, bu pek kıymetli hizmetinizi icra etme yolunda en mütevazı yardımlarımızı sunmak için size geldik” (Papa II john Paul’u ziyaret, Zaman Gazetesi, Papa’ya Mektup, 10.04.1998). (1)
Rabbin aciz kulu.
Fethullah Gülen
**
-“İslam’da, diğer din mensuplarıyla ilişki kurmak vardır. Bir Müslüman için bu ilişki; ödün vermeden, kendi ilkelerine zarar vermeden, incitmeyen bir dille. Şartlara ve durumlara bağlı olarak; Allah’ın dinini yaymak ve barış sağlamak için kurulan bir yoldur…
…Kafirlerin Hz. Muhammed’e gelip
“… biz bazen senin bahsettiğin Allah’a tapalım; fakat sen de bazen bizim ilahlarımıza saygı göster böyle aramızda barış olsun” dedikleri gibidir. Peygamberimiz tarafından kabul görmeyen diyalog, işte budur.
Hz.Muhammed, bu diyalog çağrısına vahiyle cevap verdi: Kafirun Suresi:
-“Ey peygamber (Resulüm!) Deki; ey kafirler! Ben sizin tapmakta olduklarınıza tapmam. Sizde benim taptığıma tapmıyorsunuz. Ben de sizin taptıklarınıza asla tapacak değilim… Sizin dininiz size, benim dinim de banadır.” (2)
-“…Müslümanların her şeyini tahrif ve mahvettik. Dinleri inançları ahlakları dine bakışları ve insani duyguları mahvoldu. Onların milli ve manevî değerlerini Batı Medeniyeti potasında eriterek kendimize benzettik.
İslamiyet’ten uzaklaştırdık. İslamiyet’i öğrenmeyi yaşamayı namaz kılmayı ve Kur’an-ı Kerim öğrenmeyi suç ve gericilik olarak göstermeyi başardık.
Artık çoğu tam olarak hiçbir şeye inanmıyorlar….Son yıllara ise Müslüman görünen bazı ilahiyatçılarla on dört yüzyıllık itikatlarını ibadetlerini tartışılır hâle getirdik. Derin bir boşluğa düşürdük…”(Peder Louis Massignon, 1962 Birinci Papalık Konsülü) (3 ve 4)
**
-“Asırlar önce de dinlerarası diyalog mahiyetinde dinler ele alınarak münasebetler geliştirilmek istenmiş, hatta dinlerin birleştirilmesi üzerinde de çalışmalar yapılmıştı.
Babür İmparatorluğu’nda yapılan bir çalışmayı buna örnek verebiliriz:
-“16. Yüzyılda Hindistan’da Babür’ün torunlarından Türk imparatoru Ekber Şah, din alanında cesur devrimler yaptı. Bu devrimleri yaparken nereden esinleniyordu? Türklerin engin hoşgörüsünden ve tüm dinlere ve kiliselere olan ilgisindendi. Dinsel özgürlük, Ekber Şah siyasi sisteminin ağırlık merkezini oluşturmuştu.
Öyle ki; Müslümanların baskısı altındaki Hinduları gözetir, Cizvit papazlarının ülkelerine girmesine izin verirdi. Başkenti Fatihpur Sikri’de bir ‘ibadethane’ açar. Burada Hindu rahipler, parsiler (İran kökenli Hint zerdüşleri) Müslüman ulema, Caynacılar, Hıristiyan misyoner kendine özgür inançlarını savunurlar. Ekber Şah’da zaman zaman özgür tartışmalara katılırdı.
Ancak, Ekber Sah (ki 13 yaşında hükümdar olmuştur) ‘yanılmazlığı’nın olanüstü doğmasını (bir nevi peygamber) ilan eder.
Sonunda Şah; tek tanrılı dinler olan İslamiyet, Hristiyanlık, Musevilik ile Hinduizmi birleştirecek yeni bir sentez olan ‘Din-i İlahi’yi kurar.
Bu tüm dinleri bağdaştırma çabasıdır. Ancak bu din sınırlı bir başarı sağlar ve Müslümanlar Şah’ın dinden çıktığını söylemeye başlarlar” (5)
Zamanın en meşhur din alimlerinden İmam-ı Rabbani bu yeni sahte dine isyan etmiş, mektupları, konuşmaları ve eylemleriyle ona karşı İslamiyet’i cesurca savunmuş ve Ekber Şah tarafından zindana atılmasına rağmen mücadelesine devam etmiştir.
Sonunda sahte din yenilmiş, Ekber Şah da yaptığı işin gerçek niteliğini anlayarak pişmanlık içinde ölmüştür. (6 -7-8)
**
-“Hıristiyanlık, sıkışık dönemlerden ya da kendi içinde çıkmazlardan kurtulmak için her zaman bir yol bulmuştur: ‘Misyonerlik’, ‘Dinlerarası Diyalog’ çıkış yollarının en uygunu olmuştur.
Dinlerarası Diyalog, misyonerlik için yeni bir yöntemdir. Görünen ‘diyalog’tur, ama arkada ‘misyonerlik’ vardır. Misyonerler faaliyetlerini, Dinlerarası Diyalog adı altında yeni, yumuşak metotlarla yürütmektir.
Hıristiyan diyalogcuların amacı; ilk etapta İslam’ın yayılmasını azaltmak, sonra durdurmak ve nihayetinde de Hristiyanlaştırmaktır. Vatikan her fırsatı değerlendirmektedir:
Özellikle sosyolojik çözülmelerin olduğu ve kimlik arayışında olan ülkelerde faaliyetlerini hızlandırmıştır…” (Cumhuriyet Gazetesi, 02.04.2008).
**
…Dinlerarası Diyalog, misyonerlik ve savaşlar için kullanılan metotların başında gelmektedir. Çeşitli yöntemler kullanarak geçmişte olduğu gibi günümüzde de, Türkiye’de ilahiyat fakültelerine dahi misyonerler sızmakta; İncil’i, Tevrat’ı ve Kur’an’ı birleştiren Kur’an mealleri yayınlanmaktadır.
Bu amaçlarla, misyoner ve Cizvit Papazı olan Prof. Thomas Michael, Marmara İlahiyat Fakültemizde uzun süre görev yapmıştır. Aynı şekilde, 1997 yılında, Katoliklerin ruhani lideri olan Kardinal Francis Arinze de Türkiye’de birçok faaliyette bulunmuş, aynı fakültede birde konferans vermiştir.
Bu fakültenin öğretim üyelerinden Prof. Suat Yıldırım etkilenmiş olacak ki, Tevrat ve Kur’an ayetlerini birleştirerek Kur’an-ı Hâkim adlı gerçekleri saptıran bir meal yayınlamıştır….” (9)
**
-“Şöyle düşünelim: ‘Dinlerarası Diyalog’ sadece birbirinden haberdar olmayı, birbiri hakkında bilgi edinmeyi, birbirini anlamayı, düşmanlıkları kaldırmayı ve barış tesis etmeyi hedeflemiş olsa da, yine dini tanıtmayı ve cazibe merkezi hâline getirmeyi esas almış olmuyor mu? Ve bunlar yapılırken de diğer dinleri karşı almıyor mu?
Hıristiyanlık için hem ‘tebliğ’ ve ‘davette’ bulunacaksınız, hemde inanç ve telkininde bulunmayacağınızı, hoşgörülü ve saygılı olacağınızı söyleyeceksiniz; ama
Hıristiyan kültürünün en üstün kültür olduğunu bu kültürle ancak modernize olabileceğimizi belirteceksiniz;
bu durum, Dinlerrarası Diyalog’un samimi bir zemine oturmadığının ifadesi değil midir?
**
“…Nitekim Papa II. John Paul, “Bizim için Dinlerarası Diyalog; Kilise’nin bütün insanları Kilise’ye döndürmeyi amaçlayan misyonumuzun bir bir parçasıdır. Mesih (Hz.İsa) ve İncil’i Bilmeyenler ile diğer dinlere mensup olanlara yöneliktir” demektedir..” (Dinlerarası Diyalog ihaneti. Prof. Dr. Yumni Sezen, s. 171,172).
**
…Papa’nın da dediği gibi, diyalog bir araçtır. Hıristiyanlaştırmanın ve onu yaygınlaştırmanın bir aracıdır. 2006 yılında yeni Papa seçilen 16. Benedictus da, 2007 yılı Dinlerarası Diyalog toplantısında, selefi gibi, tüm insanları Hıristiyanlaştırmanın esas görevi olduğunu şu şekilde açıklamıştır:
“Tüm insanlığın Hıristiyanlaştırılması hususunda, her kilise aynı derecede sorumludur. Kiliseler arasındaki bu işbirliği, 50 yıl önce Papa 12. Pius’un mektubuyla da güçlendirilmiş bulunmaktadır. Zorluklarla yüz yüze olan misyonerlik cephesindeki çalışanlardan da duamızı esirgemeyelim” (Arslan Bulut, 20.05.2008 Yeniçağ Gazetesi).
**
“…1839 Tanzimat Fermanı ilan edilince, Fransız Büyükelçisi Engelhard,
“Tanzimat Fermanı, İslam toplumunun Hıristiyanlaştırma kapısını açmıştır” beyanında bulunmuştu.
Vatikan, Eylül 2004 yılında yayınladığı bildiride, “Milyonlar Muhammed’e karşıdır” dedi. Roma Kardinali Joseph Ratzinger (şimdiki Papa), “Irak Savaşı, İslam’a karşı kazanılmış bir zaferdir” ifadesinde bulundu (Daily Telegraph, 10 Ekim 2004). (10)
**
Ve Uzmanından farklı bir bakış açısı daha;
Dinlerarası Diyalog (İslam Hukuku Profesörü Hayrettin Kahraman)
“iyi niyetli ve samimi olanlar yanında istismarcılar, komplocular, kötü maksatla kullanıcılar da vardır.
Pek azına olsa da, ben de bu çeşit toplantılara katıldım. Bunlardan biri, bir yıl kadar önce Avustralya’da yapılmıştı; dört müslüman ile çeşitli oturumlarda sayıları değişen hristiyan din ve ilim adamları vardı.
Farklı inanç, dünya görüşü ve hayat tarzına sahip fertler ve guruplar arasında yapılan buluşma ve görüşmelerin birden fazla amacı vardır; bunlardan bazıları da şunlar olabilir:
1. Birbirlerini tanımak, doğru bilgi sahibi olmak,
2. Biri diğerini ikna ederek kendi inancına ve hayat tarzına insan kazanmak,
3. Guruplar arasında veya bütün dünyada mevcut ortak problemlerin bir kısmını çözmek, bütün taraflar için faydalı olacak bazı eylemlerde işbirliği yapmak…
Yukarıda sıralanan amaçların biri veya birkaçını sağlamak üzere yapılan diyaloglar (buluşmalar, görüşmeler, tartışmalar, ortak teşebbüsler ve eylemler) oldukça eski zamanlardan beri yapılmıştır.
Müslümanların katıldığı diyaloglar ise daha Hz. Peygamber zamanında başlamıştır. Sevgili Peygamberimiz (s.a.) en önemli görevi olan tebliği yapabilmek için zorunlu olan diyalogu kullanmış, ötekilerle ya bizzat veya mektupları ve ashabı vasıtasıyla temas kurmuş, onları önce İslam’a, bu olmazsa sulha ve antlaşmaya, bazı konularda işbirliğine davet etmiş, gerektiği zaman temsilcilerle tartışmıştır.
Burada iki örnekle yetineceğim:
a) Yerim dar olduğu için özetleyeceğim bu olayı daha geniş olarak şu eserden okuyabilirsiniz: M. Hamidullah, İslam Peygamberi, I, 863. paragraf vd.
-Babası cömertlik ve asaletle ün salmış olan hristiyan Adiy b. Hâtim, Mekke fethinden sonra kendi bölgesine yapılacak müslüman akımından korkarak, kızkardeşini de yanına alamadan Suriye’ye kaçıyor, bölgesi müslümanların eline geçiyor, kızkardeşi de esir alınarak Medîne’ye getiriliyor. Kadın, kardeşinin şerefsiz davranışından şikayet ederek Peygamberimizden merhamet diliyor; o da hem kadını serbest bırakıyor, hem de istediği yere gidebilmesi için binek ve azık veriyor.
Kadın Suriye’de kardeşini buluyor; önce hırpalıyor, sonra da Medine’ye giderek Hz. Pygamberle görüşmesini tavsiye diyor ve şöyle diyor:
“Muhammed gerçekten Allah’ın Resulü ise onu kim daha önce kabul ederse daha çok övgüye layık olur. Sıradan bir hükümdar ise, ona biat etmek ve teslim olmak sana bir noksanlık getirmez, ne isen o kalırsın…”
Adiy bu tavsiyeye uyarak Medine’ye gelir; mescidde, ashabının arasında, onlardan biri gibi oturur bulduğu Peygamberimiz ona itibar ve iltifat eder, kendisini evine davet eder; yolda Peygamberimizle görüşmek isteyen yaşlı bir kadın onun önünü keserek uzun süre konuşur, meşgul eder; eve gelince Efendimiz tek minderi müsafirine verir ve kendisi toprak zemine oturur; Adiy’e,
-”dini yasakladığı halde ganimetin dörtte birini kendisi için alıp almadığını” sorarak -başkasının bilmesi mümkün olmayan- bu kusurunu itiraf ettirir. Adiy bütün bu olup bitenler karşısında sarsılır. Onun sıradan bir hükümdar olmadığı kanaatine varır. Bu sırada Peygamberimiz bir son adım daha atarak ona şunları söyler:
-”Bu dine girmene mani olan şey nedir?
-Müslümanların yoksul olduğunu zannediyorsan, şunu bil ki, kısa bir zaman sonra onların arasında sadaka kabul edecek birisi kalmayacaktır.
-Şayet onların zayıf olduğunu sanıyorsan, şunu bil ki, yakında Irak’taki Kadisiyye’den kalkıp haccetmek üzere Mekke’ye gelmek isteyen bir kadının Allah’tan başka kimseden korkması gerekmeyecek;
-şayet egemenliğin müslüman olmayan hükümdarların elinde olduğunu görüyorsan, bil ki, yakında Babil’deki beyaz sarayların kapıları da onlara açılacaktır…”
Adiy bu diyalog sonunda müslüman olur ve Peygamberimizin haber verdiklerinin tamamını gerçekleşmiş görecek kadar da yaşar.
Burada ötekiler kelimesini, ister yerli ister yabancı olsun gayr-i müslimler için kullanıyorum.
Peygamber Efendimizin, dini tebliğ etmek veya müşriklerin baskı ve zulmünden kurtulmak için başka putperest kabilelerle ve ehl-i kitap denilen yahudi ve hristiyanlarla temaslar, sohbetler, tartışmalar yaptığı, bunun için hem ticaret hem eğlence yeri olan panayırlara bile gittiği bilinmektedir.
Önceki yazıda birincisini verdiğim iki örneğin ikincisi, Medine döneminde, Yemen sınırında yaşayan Necran hristiyanları ile yaptığı diyalogdur. Daha önce de kendileriyle, bazı askeri harekat ve mektup gönderme şeklinde temaslar yapılmış olan Necran hristiyanları, 9. hicrî yılda İslam Peygamberi ile görüşmek üzere Medine’ye geldiler.
Altmış kişilik heyet içinde mahkeme başkanı ve büyük din adamları da bulunuyordu. Öğleden sonra Mescid’de huzura kabul edildiler.
Bir müddet sonra ibadet saatleri geldiği için izin istediler, Peygamberimiz dışarı çıkarak Mescid’i onlara bıraktı, doğu tarafına yönelerek ibadetlerini yaptılar.
Bir ara yahudilerin de katıldığı ve tartışmanın yahudilik ile hristiyanlık üzerine kaydığı da oldu, ama genel olarak İslam ve hristiyanlık üzerinde duruldu, Al-i İmran sûresinde yer alan ve hristiyanların tanrı inancını tenkit ederek düzelten birçok âyet de bu tartışmalar sırasında vahyedildi.
Apaçık gerçek karşısında hristiyanlar direnince “mübâhele” adıyla anılan usulü anlatan âyetler geldi (3/61-64). Buna göre Peygamberimiz karşı tarafa, “her iki tarafın eşlerini ve çocuklarını yanlarına alarak gelmelerini ve yalan söyleyenin Allah’ın lanetine uğraması için dua etmelerini” teklif ediyordu. Heyet düşünmek üzere izin istedi. Kendi aralarında konuştular ve böyle bir riski göze alamadılar, ama siyasi bağlılığı ifade eden bir anlaşmaya razı oldular.
Bu anlaşma metni de dini hoşgörü bakımından çok önemli satırlar ihtiva etmektedir:
“…Onların mallarına, canlarına, dini inanç ve uygulamalarına, hazır bulunanlarına ve bulunmayanlarına, ailelerine, mabetlerine… şamil olmak (hepsini kapsamak) üzere Allah’ın himayesi ve Resulullah Muhammed’in zimmeti (koruma yükümlülüğü) Necranlılar ve onlara bağlı etraftakiler lehine bir haktır. Hiçbir piskopos kendi vazife yerinin dışına, hiçbir papaz görevli olduğu kilisenin dışına, hiçbir rahip içinde yaşadığı manastırın dışında başka bir yere alınıp gönderilemeyecektir….”.
Bu anlaşmadan önce yine Necranlı hristiyanların lidelerine gönderilen mektubun hem besmele kısmı (diyalog bakımından), hem de muhtevası çok önemlidir:
“Muhammed’den Necran papazlarına,
İbrahim, İshak ve Yakub’un Allah’ının adıyla,
Gerçekten de ben sizi yaratıklara tapmaktan Allah’ın kulluk ve ibadetine davet ediyorum ve sizi, yaratıklarla yapılmış ittifak anlaşmalarının ötesinde Allah ile ittifak anlaşması yapmaya çağırıyorum. Bu duruma göre şayet reddedecek olursanız, cizye yükümlülüğü gelir, şayet cizyeyi de reddedecek olursanız size harp açarım, Vesselam.” (Geniş bilgi için bak. M.Hamidullah, İslam Peygamberi, 1019. paragraf vd.).
Mektup, karşı tarafla ortak olan inanç esaslarını (hak olduklarına iki tarafın da inandığı peygamberler ile onların ibadet ettiği bir tek Allah’ı) anarak söze giriyor, böylece sıcak bir ilişki kurmayı ve sözlerin etkisini arttırmayı amaçlıyor.
Peygamberimizin birçok davet mektubu yalnızca dine davet eder, onlarda cizye ve savaştan söz edilmez. Necran gibi İslam ülkesinin yakınında bulunan gayr-i müslimlere gelince, onların müslümanlara zarar vermesinden güvende olmak zorunluluğu vardır; bunun da yolu, cizye denilen bir vergi alarak onları İslam ülkesine bağlı hale getirmek ve bu vergiye karşılık onların da güvenliğini sağlamaktır.
Medine’ye hicret edildiğinde, önce gayr-i müslimleri cizye ile bağımlı hale getirmek yerine eşit şartlarda sözleşmeye (Medine vesikası) dayalı bir siyasi ve sosyal yapı oluşturma modeli denenmiş, karşı tarafın ihaneti üzerine bu modelin uygulaması durdurulmuş, yukarıda zikredilen “ehl-i zimmet” modeline geçilmiştir.
Diyalogun mana ve maksadı
Diyalog konusuna tahsis ettiğim yazıların ilkinde diyalogun mana ve maksadını şöyle açıklamıştım: “Farklı inanç, dünya görüşü ve hayat tarzına sahip fertler ve gruplar arasında yapılan buluşma ve görüşmelerin birden fazla amacı vardır; bunlardan bazıları da şunlar olabilir: 1. Birbirlerini tanımak, doğru bilgi sahibi olmak, 2. Biri diğerini ikna ederek kendi inancına ve hayat tarzına insan kazanmak, 3. Gruplar arasında veya bütün dünyada mevcut ortak problemlerin bir kısmını çözmek, bütün taraflar için faydalı olacak bazı eylemlerde işbirliği yapmak…”
Sonraki yazılarda, geçmişten günümüze, bu maksatlara da örnek teşkil edecek diyalog uygulamalarından söz ettim ve edeceğim. Ancak geçen günlerde izlediğim bir tv programında diyaloga karşı olanların, daha çok, 1962-1965 yıllarında yapılan II. Vatikan Konsili’nden sonra papalığın adını koyduğu, kavramlaştırdığı ve uygulamaya başladığı diyalog üzerinde durduklarını fark ettim. Maksadımı daha iyi anlatabilmem için TDV İslam Ansiklopedisi’nin Konsil ve Hristiyanlık maddelerinde iyi bir özeti bulunan II. Vatikan Konsili, misyonerlik ve bunlara bağlı diyalog kavramı ile ilgili bir iki pasajı aktarmam gerekiyor:
“Kapsayıcı yaklaşımın (kurtuluşun Yahudilik, İslam gibi diğer ilahi dinlerle de olabileceğinin kabulünün) doğurduğu bu problemler karşısında papalık Dinler Arası Diyalog Konsili, 1984 ve 1991 yıllarında iki doküman neşretme gereğini duymuş… bu dokümanlarda misyonerlik açısından diğer dinlerle ilgili resmi tutum belirlenmiştir” (17/359).
“Katolik kilisesi, diğer dinlerin mensuplarıyla birbirini tanımak ve inancı paylaşmak için diyaloga girmek durumundadır. Çünkü kilise bütün insanlık içindir; dolayısıyla diyalog, bütün insanlığı kurtuluşa ulaştırma diyalogudur.
Katolik kilisesi, dinler arası diyalogu, Hristiyanlaştırma misyonunun bir aleti olarak kullandığını açıkça belirtmekten kaçınmamıştır.” (360).
“Bu yüzden Yahudiler, kilisenin diyalog yaklaşımına daima şüphe ile bakmışlardır” (s. 361).
Papalık kapsayıcı yaklaşımı benimsemekle beraber “Hristiyanlığın tek gerçek kurtuluş dini olduğu iddiasından vazgeçmemiştir. Diyalogun, Hristiyan öğretisi çerçevesinde ‘kurtuluş diyalogu’ olduğunu açıklayan Papalık Dinler Arası Diyalog Konsili, Hristiyan mesajının diğer kültürler içinde enkarnasyonu (diğer kültürlerin bünyesine sokularak hayat bulması ve yayılması) anlamına gelen enkültürasyonu teşvik etmiştir” (s.363).
Yukarıdaki alıntılar, papalığın diyalogdan maksadının misyonerlik olduğunu açıkça ortaya koymaktadır. Ben de ilk yazımda (bu yazının başına da koyduğum kısımda), “2. Biri diğerini ikna ederek kendi inancına ve hayat tarzına insan kazanmak” ifadesiyle bu maksada yer vermiştim.
Trablus Diyalogu
…Peki Müslümanlarla ötekiler arasında bir diyalog olamaz mı?
Bundan önceki yazılarımda bunun olabileceğini, olduğunu ve olması gerektiğini yazdım. Şartlarına ve hassas noktalarına da işaret ettim. Bu yazılarda verilen son örnek olarak, kendi nev’i içinde ilk olan bir diyalogdan daha söz etmek istedim:
1976 Şubat’ında, Libya’nın başkenti Trablus’ta, Libya Arap Cumhuriyeti ile Vatikan’ın ortaklaşa hazırladıkları “İslam-Hristiyan Diyalogu Semineri”.
İlk oluşu, tarafların kimlik ve özelliklerinden gelmektedir.
Diyalog seminerine din ve düşünce adamları, medya mensupları ve diğerleri olmak üzere 600 kişi katılmış, diyalogun taraflarını da seçilmiş on beşer kişi temsil etmiştir. Türkiye’den gözlemci olarak katılan yedi kişi şunlardır: Dr. Lütfi Doğan (o zamanki Diyanet İşleri Başkanı), Dr. Ali Arslan Aydın (o tarihte Din İşleri Y. Kurulu Başkan Vekili), şimdi unvanlarıyla Prof. Dr. Mehmet Hatipoğlu, Prof. Dr. Salih Tuğ, Mustafa Runyun (mehum), Prof. Dr. Yusuf Ziya Kavakçı, Osman Saraç (merhum).
Seminerde tartışmak üzere dört ana konu seçilmiştir:
1. İki dinin modern dünyada bir hayat ideolojisi olma şansları.
2. Allah inancının sosyal adalete ulaşmadaki rolü.
3. İki din arasındaki ortak inanç esasları.
4. Batıl inançlar ve iki dinin mensuplarını birbirine düşüren inanç ve anlayışları ortadan kaldırma metodları.
Bu dört konuda karşılıklı tebliğler sunulmuş ve tartışmalar yapılmıştır. (Hem tebliğ hem de tartışmaların özetini, seminere katılan D. Ali Arslan Aydın’ın İslam-Hristiyan Diyalogu… isimli kitabında bulabilirsiniz; Ankara, 1977).
Benim bir iki yazıda vermek istediğim noktalarına gelince:
1. Devlet Başkanı Muammer Kaddafi bazı celselere katılmış ve oldukça önemli konulara temas eden bir konuşma yapmış, taraflara da bazı sorular sormuş, tekliflerde bulunmuştur.
Bu tekliflerden bir de Hz. Muhammed’in, karşı tarafça da peygamber olarak tanınmasıdır. Bu konuda Kaddafi şunları söylemiştir:
“Bizce Yahudilerin ve Hristiyanların en büyük problemi Hz. Muhammed’in (s.a.) peygamberliğine itiraz etmeleridir. Bu büyük bir hatadır…
Hz. Muhammed’in peygamberliğini murad eden yüce Allah’ın ezeli irade ve takdirine karşı çıkmaktır… Bu inkar hareketi zamanla (Yahudilerden) Hristiyanlara da intikal etmiş,
dört İncil’den ve Kitab-ı Mukaddes’ten Hz. Muhammed’in ismi silinmiş, peygamber olduğunu açıklayan ayetler değiştirilmiştir. Bu husus Kur’an’da Hz. Muhammed’e bildirilmiş, Allah tarafından ilan edilmiştir…
Şimdi Ehl-i Kitab’a soruyorum: ‘Hz. Muhammed’in peygamberliğini inkar etmeye… devam edilecek mi, yoksa gerçeğe dönülecek mi?…”
Kaddafi’nin bu konuşmasından sonra söz alan Hristiyan heyeti başkanı Kardinal S. Pignodelli,
-”Hz. Muhammed’in peygamberliği” meselesinin Vatikan’da incelenmekte olduğunu ifade etmiştir.
Yüzlerce seneden beri bu inceleme bir türlü bitmiyor ve sanırım hâlâ inceliyorlar veya böyle geçiştiriyorlar…”(11)

Artık konuyu Yeni bir Dünya Düzeni ile irtibatlandırabiliriz.
-Amerikalıların ve İsrail’lilerin dindarlığı, Başkan Bush’lar ve Evanjelikler
Devam edecek…
Resim;web ortamından alınmıştır.
Kaynak;
1) “Bitmeyen Hesap”, Yaşar Yazıcıoğlu,
(2) a.g.e; Sahife, 531-2
(3) http://www.gazete2023.com/haber/273/1831-misyonerlik-talimatnamesi.html
(4) “Bitmeyen Hesap”,Yaşar Yazıcıoğlu.
(5) a.g.e.
(6) “Bitmeyen hesap”, Yaşar Yazıcıoğlu,”
(7) http://www.oguzlar.az/HakanYavuz
(8) “Türklerin Tarihi, J.P. Joux, s. 392”
(9) Bitmeyen hesap”, Yaşar Yazıcıoğlu,
(10) a.g.e; S.535-3
(11) İslâm Hukuku Profesörü Hayrettin Karaman, yazının tamamı için bakınız; http://www.hayrettinkaraman.net/cek bu konu hakkındaki yorumu, okuyanın; bilgi, deneyim ve basiretine bırakıyoruz…

Ve Yeni bir dünya düzeni kurmak için bir yeni bir millet doğuyor (5)

Civil liberties -insan Hakları- "Hak" kelimesini, "Hart!" anlamış olmalılar ki, "-Hak- lıyorlar...
İçeriği özellikle üniversite gençlerimize önermekteyiz. Gelecek ne küresel şirketlerin, ne de despot yöneticilerin olacaktır. “Aydınlanma çağı!” gerçek manası ile daha yeni başlamaktadır. İnsanlık artık hiç kimseyi, bir at misali sırtında taşımamalıdır.
Halk yeni dönemde, yetkiyi kendisinden almadıkları için, onları ayağında nasır görenlerin uşağı değil, yönetenlerinin efendisi olmalıdır.
Yeni bir dünya düzeni “ ile ilgili yazımızda, aşağıdaki tarihi gerçeği not düşmemizin, atalarımıza bir vefa borcu olmasının ötesinde, bir ayıbı temizlemenin ve bir hakkı teslim etmenin de gereği olduğunu düşünüyor,
Kısa bir tarihi yolculuğa çıkıyoruz.
Osmanlı beyliği daha kurulurken askerî, adlî teşkilâtla işe başlamış ve bilhassa askerî işlere fazla ehemmiyet verilerek muvaffakiyetin sebepleri hazırlanmıştı; fakat bu zahirî kudret tamamen ayrı dinde olan yabancı bir bölgede yani Balkanlarda göz kamaştıran hızlı ve şuurlu bir yayılma ve yerleşme için  kâfi değildi; bunun birtakım manevî ve ruhî sebepleri vardı.
Osmanlı beyliği daha Anadolu’daki yayılması sırasında hiçbir siyasî fırsatı kaçırmadığı gibi işgal ettiği yerlerdeki halkla kaynaşarak onların dinî ve içtimaî işlerine karışmıyarak vicdan hüriyetine hürmet etmiş ve ağır vergiler altında ezilmiş olan yeni tebaasından muayyen bir vergi (cizye) almakla iktifa ederek mevcut kanunlara aykırı olarak hiçbir keyfî muameleye müsaade eylememiştir; bundan dolayı Osmanlı Türklerinin süratle ilerlemelerinin ve işgal edilen yerler halkının Türk idaresini kendi idarelerine tercih etmelerinin sebebini anlamak kolaydır; ve bu hususta ilk Osmanlı vekayı namelerinde (Âşıkpaşa zade ve Neşrî) malûmat vardır.
Aşağıdaki misali bir mehazimizden naklen aşağıya alıyorum (Prof. H. İnalcık, Fatih devri üzerine tetkikler, vesikalar, s. 143):
Orhan ve etrafındakilerin hıristiyanlara karşı nekadar müsamehakâr davrandıklarını 1355’de Osmanlılara esir düşmüş olan Selanik baş piskoposu Gregory Palamas’ın mektubu açık olarak göstermektedir. O, hıristiyanlan tam bir serbesti içinde gördü.
Orhan’ın oğlu İsmail (Süleyman Paşa) ona hıristiyan dini hakkında serbestçe bazı sualler sordu, sonra bizzat sultan Orhan Palamas ile ulema arasında münazara yaptırdı.
Osmanlılar Anadolu’da nasıl hıristiyan varlıklarını ve idare tarzlarını bozmayarak onları kendi nüfuzları altına aldılarsa bu müsaadeyi Rumeli’de de daha geniş suretde ve onların eski varlıklarını muhafaza etmek üzere tatbik etmişlerdir ki bunu Osmanlı tahrir defterlerinde bir çok misalleriyle görmekteyiz.
Zaten baştan başa hıristiyanlarla meskûn olan Balkan yarım adasında bu tarzdaki hareketin Osmanlı istilâsını kolaylaştırarak az zamanda o kıtayı istilânın sebebi bu adilâne hareket ve idarî siyasetteki inceliktir.
Buna sebep, bir taraftan Bizans İmparatorluğu’nun bozulmuş olan idare tarzı, vergilerin keyfî olması, Rum beylerinin ve hattâ imparatorların kendi küplerini doldurmak istiyerek halkı soymaları, asayişsizlik ve bir de bunlara inzimam eden iktisadî buhran gibi âmillerdi.
Buna mukabil Türklerin disiplinli hareketleri ve işgal edilen yerlerin halkına karşı adaletli, şefekatli ve tamamen taassubtan âri bir siyaset tekip etmeleri vergilerin tebeanın ödeme kabiliyetlerine göre tertip edilmiş olması ve bilhassa mutaassıp Ortodoks olan Balkan halkını katolik mezhebine girmek için ölümle tehdit edenlere karşı Türklerin buralardaki unsurların dinî ve vicdanî hislerine hürmet göstererek bu ince ve hassas noktayı umde olarak kullanmaları, Balkanlıların Katolik tazyikine karşı Osmanlı idaresini bir kurtarıcı olarak karşılamalarına başlıca sebep olmuştur.
Yukarıki sebeplerden başka Balkan istilâsının sür’atle gelişmeşinde ve istikrarında, asırlarca evvel Balkanlara gelerek yerleşen ve daha sonrahıristiyanlığı kabul etmiş olan Peçenek, Kuman, (Gagavuz ve Vardar’ların da ayni ırktan bulunmaları sebebiyle bunların istilâyı kolaylaştırmakta müessir olmaları da ihtimal dahilindedir. (*)
İşte bundan dolayıdır ki Müslüman ayağı basan ve yerleşme siyaseti takip edilen Balkanlarda Türk idaresine karşı hemen hiçbir halk ayaklanması olmamış ve hattâ Osmanlıları Balkanlardan çıkarmak istiyen Haçlı seferlerinde bile böyle bir hareket görülmemiştir.
Türklerin Balkanlardaki bu âdilâne ve kendi hesaplarına pek şuurlu ve halkı memnun bırakmış olan hareketleri meydanda dururken, sür’atle ilerlemiş olan Balkan istilâsını bir türlü hazmedemiyen bazı garezkâr tarihçilerin taassup tesiriyle kaleme alınmış yazılarını bir tarafa bırakarak Türk istilâsı esnasında insaflı tarihçiler tarafından yazılmış olan eserleri tetkik edecek olursak, kendi tarafımızdan hiçbir delile hacet kalmadan o eserlerin kayıtlariyle vaziyetin, Osmanlı Türklerinin lehine olduğunu bütün çıplaklığıyle görürüz.
Osmanlı istilâsının en bariz vasfı, gelişigüzel sergüzeşt ve çapul şeklinde değil, birprogram altında şuurlu bir yerleşme halinde tecelli etmiş olmasındadır; bu da işgal edilen yerlerdeki halkın hoşnutluğuna ve yeni idareden memnun olmalarına istinad ettirilmiştir.
İşgal programının umdelerinden biri de yeni elde edilen stratejik yerlere ve büyük, mühim şehir ve kasabalara Anadolu’dan göçmenler getirtilerek yerleştirmek olmuş ve elde edilen topraklar da mîrî (devlete aid) mülk ve vakıf suretiyle muhtelif kısımlara ayrılıp şehir ve kasabalarda derhal ilmî ve içtimaî müesseseler vücuda getirilmiştir.
Bu isabetli siyaset gerek Anadolu ve gerek Rumeli’nin istilâsında o kadar meharetle tatbik edilmiştir ki halk yeni idareyi yadırgamadıktan başka gösterilen muamele ve müsamahadan memnun ve müteşekkir kalmışlardır;mutaassıp bir Katolik olan Macar kıralı Layoş (Lüdvig) kuzeyden Papa’nın teşvikiyle Balkanlara inerek Bulgaristan ve Balkanları ve Bogomil mezhebinde olan Bosna’yı Katolik mezhebine sokmak için ortalığı kana boyamak suretiyle vicdanlara tahakküm etmek isterken, güneyden kuzeye doğru çıkmakta olan Sultan Murad da vicdan hürriyetine, şefekat ve adalete dayanarak Rumeli’ye yerleşiyordu.
Bu Husus hakkında Gibbons, (**) Osmanlı İmparatorluğu kuruluşu isimli eserinde şunları yazıyor
“….Osmanlıların tesamuhı (müsamahaları) ister siyaset, ister halis insaniyet, isterse lâkaydi neticesi ile meydana gelmiş olsun, şu vakıaya îtiraz edilemez ki Osmanlılar yeni zaman içinde milliyetlerini tesis ederken dini hürriyet umdesini temel taşı olmak üzere vazetmiş ilk millettir; arası kesilmiyen Yahudi tâ’zibâtı ve engizisyona resmen muavenet mesuliyeti lekesini taşıyan asırlar esnasında hıristiyan ve müslümanlar, Osmanlıların idaresi altında ahenk ve vifak (Barış) içerisinde yaşıyorlardı…”!. (1)
Görülüyor ki yeni doğan Osmanlı devletinin süratle genişlemesinde, denizi aşarak Balkanları işgalinde yalnız fütuhatın ve devletler arasındaki ihtilâflardan istifadenin ve siyasetteki meharetin değil, aynı zamanda yukarıda gösterdiğimiz mânevi sebeplerin de tesirleri vardır.
Ancak bu sayededir ki Türkler Rumeli’de işgal ettikleri geniş ülkeleri bir avuç kuvvetle elde tutmuşlardır ve yine bu  sayede Timur sademesiyle Osmanlı devleti Anadolu’da parçalandığı halde Rumeli’de dimdik durmuştur.
‘XV. Yüzyılın ilk yarısı içinde II. Murad zamanında) Rumeli’yi gezerek Türklerle diğer Balkan hıristiyanlarının içtimaî her hususta Balkanlılardan üstün olduklarını gösterenBertrandon de la Broquiere şunları söylüyor:
“… Büyük bir refah içinde bulunan Türk köylüleri,
-Hıristiyan köylülerin çoğunun aksine olarak hiçbir zaman yalın ayak gezmezler, dizlerine kadar çıkan sarı çizme giyerler;
-Türkler erken kalkar ve işlerine erken giderler; sükûnet ve büyük bir gayretle iş görürler;
-Rumlar, Sırplar ve Bulgarların aksine Türkler, evlerinin kendilerine mahsus olan kısmında ehli hayvan bulundurmazlar;
-Hiçbir Türk temizce yıkanmadan evinden çıkmaz; bir hayvanın yediği yemeği bir Türk yemez;
-Bir tavuk kesmek istediği takdirde bile onu bir müddet temiz yiyecekle besler;
-Merhamet sahibi olan Türk, harpte mecburiyet altında insan öldürür; tabiaten sükûtî olmasına ve çalışmakla sertleşmiş bulunmasına rağmen şiir kabiliyeti yüksek, ilme meyil ve istidadı çoktur…”.
Bunları söyleyen seyyah, ahlâk bakımından da Türklerin Balkanlılardan üstün olduklarını şöyle anlatıyor: (2) “… Türkiye’de giriştiğim her iş ve bulunduğum her münasebette Türklerde Rumlara nazaran çok daha fazla arkadaşlık duygusunun mevcut olduğunu gördüm ve Türklere Rumlardan ziyade îtimad ettim”
dedikten sonra
“Gerek şehirde, gerek köyde Türkler kuvvetli, cengâver, kanaatkâr işçi, namuslu tüccar, sadık arkadaş ve himaye edici efendilerdir; kısaca, doğru ve samimî kimseler…”.
İşte Balkanları istilâya başlıyan küçük Osmanlı Devletinin manevî ve içtimaî cephesi de böyle idi; bu karakter ve manevî cephe, devletin şuurlu siyaseti ve azim ve irade kudretiyle bir ahenk teşkil edince bunun neticesinin ne olabileceğini yine Osmanlı tarihi gösteriyor. Bunun için Gibbons’un Osmanlılardan bahsederken “yeni bir millet teşekkül ediyor” demesi çok yerinde kullanılmış bir tevcih olup hâdiseler de bu sözün mâ’kesidir. (3)
**
Sözün özü;
Osmanlının manevi kurucularından Şeyh Edebali ne öğütlemiştir?
-İnsanı yaşat ki devlet yaşasın!
Günümüzde, sözde aydınlanmış çağda ne yapılmaktadır?
Devleti yaşatmak için insanlar katledilmektedir…
Demek ki yenidünya düzeni, devletlerin değil, milletlerin barış ortamında birlikte yaşama çağı olacaktır.
Peki, Atalarımız sadece insanları mı yaşatmışlardır? Elbette hayır….
Kuşlara yuva yapmanın yanında;
Kışın aç kalan kurtlara yemek verilmesi için vakıf kurmuşlardır.
Ne yaptınız milletime!
Artık kuşlara yuva yapmak yerine diğerine mezar kazmaktadır?
Devam edecek…
-“Amerikalılar, “Türkiye, Balkan Konfederasyonu oluştursun!”
-Ya ne demezsiniz!
Resim;alexhughescartoons.co.uk
(1)GİBBONS (Herbert Adams,The foundation of the Ottoman empire (Osmanlı imparatorluğu’nun kuruluşu)Türkçeye çevrilmiş nüsha, s. 63.
(2)OSMANLI tarihi, I.ci Cilt, Ord. Prof. İSMAİL HAKKI UZUNÇARŞILI, TÜRK TARİH KURUMU yayınları, Sahife,185
(3)a.g.e; Sahife.186
(*) Peçenek Türkleri, Tuna’nın Balkan yakasındaki yani Kuzey Bulgaristan la, Sofya, Niş ve havalisine yerleşmiş olup onbirinci asırda buralarda bulundukları görülmektedir; Bulgarlar’la iyi münasebette bulunan Peçenekler sonraları Kuman Türkleri tarafından mağlûp edilmişler ve onların arasına katılarak kaybolmuşlardır.
Kumanlar, Balkan’a yerleşmiş olan Türklerin en kudretlilerinden olup Boğdan ve Ulahya yoluyla Tuna’yı geçmişler ve Peçenekleri mağlûp ettikten sonra evvelâ kuzey Bulgaristan’a ve daha sonra güneye doğru inerek yerleşmişlerdir; bunlar hıristiyanlığı kabul eylemişlerse de lisanlarını muhafaza etmişler ve dağıldıkları mıntakalara da coğrafî isimlerini vermişlerdir; meselâ Makedonya’daki Komanova, Sofya’da. Komaniçe ve Nevrokop’da Komanca ve Kesriye’de Komaniçeve gibi mevki ve köy isimleri bunlardandır.
Bulgarların tarihi isimli meşhur eseri yazmış olan Jireçek, Gagavuz denilen Türkleri Kumanlardan saydığı gibi tstoyan Cansızof da bu Gagavuz’ları Anadolu Selçukluları zamanında bu kıt’adan Sinop yoluyla Dobrice’ye geçmiş olan Müslüman Türklerin sonradan hıristiyan olmuş evlâdları olduğunu sanmaktadır. Sorguç ismi de verilen Gagavuzlar Dobrice ve havalisinden başka Edirne merkez kazasiyle Havza ve Zihne kazalarında da bulunmuşlardı; evlerinde Türkçe konuşan ve fakat kilisedeki ibâdetlerini Rumca yapan Gagavuzlar, Osmanlı’lardan evvel Balkan’a yerleşerek mevcudiyetlerini zamanımıza kadar muhafaza eden ve dillerini kaybetmiyen yegâne Türk unsuru olarak kalmışlardır.
Vardar Türkleri, imparator Teofil (829—842) tarafından Selanik ile Vodine arasına ve Vardar nehri civarına iskân edilmişler ve sonra hıristiyanlığı kabul etmişlerdir. Meşhur Vardar nehri yüzyıllarca ve hâlâ bu ismi taşımaktadır (Bu not, Jireçek’in Almanca Bulgarlar tarihinden tercüme edilerek Cansızof tarafından Tarih-i Osmanî Encümenine gönderilmiş ve Encümenin mecmuasında neşredilmiştir; sene 3, s. 1076). Jireçek’in 1876’da Prag’da basılmış olan bu Geschichte der Bulgaren isimli eseri Kurumumuz (Türk tarih Kurumu) tarafından Türkçeye çevrilmektedir.
(**) GİBBONS (Herbert Adams), ABD li gazeteci, tarihçi (Annapolis, Maryland, 1880 -Grundlsee, Avusturya, 1934). Princeton Üniversitesi ilahiyat fakültesi’ni bitirdi. Bir presbiteryen papazı olarak Türkiye’ye gitti (1909); Tarsus’ta Amerikan koleji’nde, İstanbul’da Robert kolej’de (1910-1913) ders verdi. Türk-italyan ve Balkan savaşları ile Birinci Dünya savaşı’nda Fransa, Mısır, Sudan’da çeşitli amerikan yayın organları adına muhabirlik yaptı. Türkiye’de The foundation of the Ottoman empire (Osmanlı imparatorluğu’nun kuruluşu) adlı yapıtıyla adını duyurdu. Ragıp Hulusi Özdem tarafından türkçeye çevrilen (1928) bu yapıtta öne sürdüğü görüşler, Fuat Köprülü’nün Osmanlı devletinin kuruluşu adlı yapıtındoma eleştirildi. Öteki yapıtlarının başlıcaları: The new map of eu-rope (1914), Contemporary world history (1932).(Alıntı;http://www.nedirvikipedi.com/genel/gibbons-herbert-adams.html)

Artık ‘Yeni bir Dünya Düzeni’ daha Yok! Sömürü de.. ‘Yeni Milletler’ var (6/Son)

Kardeşlik mi istiyorsun? Kardeş ol; Huzur mu istiyorsun? Huzur ver; Ne istiyorsan sadece ona ilk örnek ol.
Kapitalist anlayışın ve Küresel Şirketlerin sömürüsü buraya kadar. ÇünküDeniz bitti! Kısa sürede Amerika ve AB dağılacak. Üretenin ancak ürettiği ölçüde tüketeceği yeni bir anlayış dönemine giriyoruz. Hazıra Hasan Dağı’da dayanmamıştır.
İnsanlık tarihine bakıldığında temelde iki görüşün çarpıştığı görülür;
-“Devlet ve Halk ahlaklı olmalı” ki, Adaletli paylaşım ve hakça düzen sürdürülebilsin;
-“Ne Ahlakı yahu… Kazanmanın ahlakı mı olurmuş?” Malı götür! Ohh… Yarasın!”
-Yarar mı bilemeyiz ancak, ortada götürülecek mal ile kaptıracak insan kalmadı.
Batı Kültürünün yaşandığı ve hâkim olduğu bölgeler değerlendirildiğinde;
-Tarihin ilk dönemlerinde düzeni,  bedeni –askeri- gücü olan belirlemektedir.
-İlerleyen dönemde, güçlünün yanında sermaye sahibi de yerini alır;
-12’ inci asra gelindiğinde halk yönetime ve kendisi ile ilgili verilen kararlara ortak olmak için hareketlenmeye başlar;
-Hareketlenme, 1648’lerde İngiltere’de uygulamaya dönüşür, yönetime; Kralın çevresi -Klise- ile birlikte Halk Meclisi ve Sermaye ortak olur.
-1789 Fransız İhtilali ile yeteri kadar güçlenmiş sermaye  (Daha çok sömürü için) bir adım öne çıkar. Belirleyici olan artık sermayedir. Özetle, “Bırakınız!” dönemi başlar;
-Belirleyici olan sermaye olurda, sömürünün temposu artmaz mı? Sömürü kanatacak kadar artınca, 19’uncu asrın ortasında Karl Marks gerçekten ezilen İşçilere hedef belirler! Birleşin…
-Karl Marks ezilen işçilere hedef belirler ancak, Dönem; “Paran kadar konuş!” veya “Parası olan kuralı belirler!” dönemidir.
- Ve 20’nci asırdayız… Özellikle Batı Avrupalı ülkeler; İngiltere, Fransa ve Almanya perde arkasından en büyük pastayı kapmak için bıçaklarını bilemiş, fırsat beklemektedirler…
-Bu arada İngilizlerin –Avrupalıların- torunları ve eski sömürgeleri olan ABD,bir kenarda sıranın kendisine gelmesini beklemekte ve sahaya çıkmak için hazırlık yapmaktadır.
-Avrupalılar Birinci ve İkinci Dünya savaşında kozlarını paylaşır ve kaşla göz arasında Hanedanlıklar (Osmanlı-Alman-Rus) Cumhuriyetçilere (daha doğrusu sermayeye) yenilirler ve giderler…
-Gerçeğinde kaybeden daha doğrusu savaş oyununda yorulan, Batı Avrupalı ülkelerdir.
-Artık sahaya çıkmak için iyice ısınan Amerika, İkinci dünya savaşının sonlanması ile birlikte sahaya çıkar ve İmparatorluğunu ilan eder. Nasılsa Avrupa bitmiştir.
-Ancak, küçük bir sorun vardır. ABD, sömürülmek üzere paylaşılan bölgelerden oldukça uzak üstelikte deneyimsizdir. Yanına kimi alacaktır?  Elbette Rusları…
-Ve Amerikalılar, Dünyayı Ruslarla paylaşırlar. Gerçekten Amerika (büyük sermaye) Ruslarla hiçbir şeyi paylaşmamışlardır. Sadece zaman kazanmak için oltaya yem takmışlardır.
-Yaklaşık 50 yıl sonunda ABD, 1990’ların başında Rusları saha dışına sürer…
-Anlaşılan sürmekte geç kalmıştır… Belki de bu arada farkında olarak sermayesinin bir kısmını cansuyu olması için Çin ve Uzakdoğu’ya aktarmış, ortaya sürpriz ortaklar çıkarmıştır…
-Bu arada İkinci Dünya Savaşı ile birlikte kaybeden taraf olan yaşlı – deneyimli- Avrupalılar sömürü bölgelerinde boş durmaz ve alttan alta çalışırlar ve…
-Ortadoğu’daki çiçekler, “Arap Baharı” ile açmaya başlar…
-21’inci asır bir taraftan da iletişim çağıdır. Büyük sermaye, “Daha… daha… daha çok kazanacağım!” hırsı içerisinde,  devreye aldırdığı hızlı ve yaygın iletişim teknolojisi ile, sömürgelerindeki insanları uyandırdığının geçte olsa farkına varır…
-Akvaryumdaki ve oltadaki balıklar hareketlenmeye başlamıştır…
-Arı kovanına çomak sokmak!
-Kapitalizm bitmiştir…
-Neticesinde sisteminin doğurduğu Küresel Şirketlerde…
Geleceği öngörmek istiyor musunuz?
-En küçük birim olan ailenize, şirketinize bakınız…
-Ne gördünüz?
-Değer verdiğinizde size de değer verildiğini;
-Paylaştığınızda, sizin hiçte aç kalmadığınızı, hatta kalıcı olmaya, kök salmaya başladığınızı…
Bundan sonra ki konu Osmanlı da devlet düzeni olacaktır.
-Neden?
Osmanlı (yanlış) bilindiği gibi Osman Bey tarafından kurulmamıştır…
-Aaa… Nasıl olur?
Osmanlıyı Kuran Ahi teşkilatı, esnaflardır…
-Osmanlı gerçeğinde emanetçidir…
-Gerçeğinde, Osmanlı, bir burjuva devletidir.
-Ne demiştir,
-Osmanlının manevi kurucusu Ahi-Şeyh Edebali?
-“Oğul, İnsanı yaşat ki, devlet yaşasın…”
Ve…
Bir de tarihi tespit;
Balkan Milletleri Anadolu insanından daha öngörülüdür.
-Nasıl yani!
-Osmanlı, Ankara Savaşı’nda, “Kara Tatarlar”ın taraf değiştirmesi, ihaneti  ile Timur’un ordularına yenilir. Osmanlı 15-20 yıllık bir dağılma süreci yaşayacaktır…
-Bu sürede, Balkanlarda, Osmanlı himayesinde yaşayan (Hristiyan) Balkanlılar isyan etmez, ayrılmaz, hatta hareketlenmezler…
-İlginç değil mi?
-Peki, Neden?
-Osmanlı tarihi açıldığında, özellikle Avrupa’nın tarihi yeniden yazılacaktır. Meraklısı bunu bir tarafa not etmelidir.
Resim;esenlerdesonhaber.com

Hiç yorum yok: