8 Aralık 2012 Cumartesi

Sultan Abdülaziz devri -Hamiyetli zâtların gayretli hizmeti -Selânik Vak'ası-30 Mayıs Darbesi-M.Latif Salihoğlu

Büyük kardeş Sultan Abdülmecid'in 25 Haziran 1861'de vefat etmesi üzerine, Osmanlı tahtına Sultan Abdülaziz Han geçti.

Osmanlı Padişahlarının 32'ncisi olan Sultan Abdülaziz, garip bir tevâfuk eseri olarak, tahta geçtiğinde 32 yaşının içinde bulunuyordu.

Yine bir tevâfuk eseri olarak, katledildiği tarihin Miladî gün (4), ay (6. ay: Haziran) ve yıl (1876) rakamlarının toplamı 32'dir. (4+6+1+8+7+6=32)

Hicrî takvime göre ise, vefat tarihindeki (11.5.1293) rakamların toplamı bir tek farkla 31 eder.
* * *

Sultan II. Mahmud'un oğlu olan Sultan Abdülaziz'in annesi, büyük hayrât sahibi Pertevniyal Valide Sultandır.

Osmanlı tarihinde birçok ilklere imza atan Sultan Abdülaziz'in en ziyade dikkat çeken özelliklerinden bazıları şunlardır:

* Ceddi Yavuz Sultan Selim'in 1517'deki Mısır seferinden sonra Mısır'ı ziyaret eden ilk ve tek Osmanlı padişahıdır.

* Osmanlı Sultanları arasında Avrupa seyahatinde bulunan ilk ve tek padişahtır.

* Güreş sporuna olan düşkünlükte ve hasseten pehlivanlıkta en önde gelen Osmanlı Sultanıdır.

* Askerî darbe ile devrildikten sonra hapsedilen ve "intihar süsü" verilerek katledilen yegâne Osmanlı Sultanıdır.

On beş yıllık (1861–76) Sultan Abdülaziz devrinin belli başlı faaliyet ve icraatleri arasında da şu hususlar zikredilebilir:

* 1861'de ilk kazı çalışmalarına başlanan 163 kilometre uzunluğundaki Suveyş Kanalı, 1869'da tamamlanarak hizmete girdi.

* Daha evvel askeriyeye bağlı olarak kurulan İtfaiye Teşkilâtı, 1868'de Belediyeye (Şehremaneti) bağlı bir teşkilâta dönüştürülerek yeniden tanzim edildi.

* Girit gailesi, Karadağ sorunu ile Bulgar isyanları, bu dönemin en sancılı, en buhranlı hadiseleri arasında yer alır.

* Asker üniformaları yeniden hazırlandı.

* İlk kez olmak üzere posta pulu kullanılmaya başlandı.

* Sahillerde birçok deniz feneri inşâ edildi.

* 1856'da İngiliz sermayesi ile kurulan "Ottoman Bank" 1863'te Osmanlı–Fransız müşterek ortaklığına devredilerek "Bank–ı Osmanî–i Şahane" ismini aldı. (Bilâhare Osmanlı Bankası adını alan bu kuruluş, 2001'de Garanti Bankası'na katılmasıyla tarihe karışmış oldu.)

* Günümüzdeki Sayıştay ve Danıştay seviyesinde yeni teşkilâtlar kuruldu.

* Lise (idadi) ve lise seviyesinde sanayi okullarının açılmasına hız verildi.

* Orman, madencilik ve tıp sahasında hizmet verecek yüksek tahsil mektepleri açıldı.

* Talebe–i ulûm denilen medrese talebeleri nümâyişlerde bulundu. (10 Mayıs 1876. Yani: 30 Mayıs darbesinden 20 gün evvel. Hatırlatma: 27 Mayıs 1960 darbesinden önce de benzer vak'alar yaşandı.)

* Dış seyahatlerin bir neticesi olarak, bazı yabancı ülkelerin (Fransa, Avusturya, İran gibi) devlet, ya da hükümet başkanlarının İstanbul'u ziyaret etmeleri sağlandı.

Şimdi de, bu dönemin mühim bazı icraatlarını etraflıca nazara vermeye çalışalım.

Şûrâ–yı Devletin kuruluşu

Bugünkü Danıştay'ın başlangıcı, 1868'de teşkil olunan Şûrâ–yı Devletin kuruluşuna dayandırılır.
Bu iki kuruluş, birbirinin tıpkısının aynısı değildir. Ancak, birbirinden tamamen farklı da değildir.
Bu müessese, zaman içinde statüleri ve görmüş olduğu hizmetleri itibariyle kısmî değişikliğe uğrayarak günümüze kadar gelmiş.

Şimdi biz bu hadisenin tarih sahnesine çıkış hikâyesine kısaca bir nazar gezdirelim.
* * *
Demokrasi (meşrûtiyet) tarihimizde atılan ilk ciddî adımlardan biri de, hiç şüphesiz 10 Mayıs 1868 tarihinde atıldı.

Devrin Sadrâzamı meşhûr Âli Paşa da, tıpkı selefi Reşid Paşa gibi, giderek ehemmiyet kazanan bu Şûrâ/Meclis sisteminin yerleşmesi için, büyük gayret gösteren şahsiyetlerden biridir. 

Sultan Abdülaziz ise, bu ilk olma özelliğine sahip parlamenter sistemi (İptida Meclis–i Mebûsan) bir cihette hoş karşılayıp tasvip etti. Fakat, ne yazık ki bu toleransı onun hayatına mal oldu.

Diktatör ruhlu ve aynı zamanda Serasker (Genelkurmay Başkanı) olan Hüseyin Avni Paşa, Padişah ile birlikte bu taptaze demokrasi filizini de kesip biçti. Önce darbe yaptı; ardından, devirdiği Halife Sultan'ı—intihar süsü vererek—katletti.

Böylelikle, demokrasi yolunda atılmış çok önemli bir adım, kan, darbe ve cinayetle lekedar edildi.
* * *
Sultan Abdülaziz’in, Avrupa seyahati esnasında gördüğü demokratik idarelerin işleyiş biçimi ve bilhassa Londra’da ziyaret ettiği Avam Kamarası’ndaki müzakere tarzları, onu ziyadesiyle etkiler.

Avrupa seyahatinden sonra, Sultan’ın üzerinde hasıl olan müsbet tesirlerin farkına varan Sadrazam Ali Paşa, bu fırsatı değerlendirerek bir “Şûray–ı Devlet” nizâmnâmesi hazırlatıp Padişaha takdim eder.

Bu nizâmnâmeye göre, Şûray–ı Devlet şu şekilde tarif ediliyor: "Bu büyük şûrâ, müslim ve gayr–ı müslim tefrik edilmeksizin, devlete bağlı bütün vilâyetlerden ve onların 'İdare Meclisi'nce seçilecek azalardan müteşekkildir."

Bugünkü milletvekili mânâsında olarak ilk defa “meb’us” ismi verilen bu üyeler, iki yılda bir seçilecekler.

Nizâmnâmeye göre, ayrıca kuvvetlerin tek elde (vahdet–i kuvâ) toplanması yerine, kuvvetler ayrılığı (tefrîk–i kuvâ) esâs kabul ediliyor.

Padişahın bile selâhiyetlerini daraltan bu nizâmnâmeye göre, bütçenin tanzimi de yine meclise/şûraya aittir.

Bu ilk demokrasi hareketini benimseyen Abdülaziz, konuya verdiği ehemmiyeti şu sözleriyle te’yid eder: “Her kim olursa olsun, hangi millete mensup bulunursa bulunsun, bütün erbâb–ı iktidarın Şûray–ı Devlete dâhil olmasını isterim. Bu Meclis Suriyelilerin, Bulgarların, Boşnakların, velhasıl tekmil anâsırın erbâb–ı iktidarı için müşterek bir merkez olmalı ve bu erbâb–ı iktidar Vükelâya (Bakanlara) yardım etmelidir.”

Meclis  toplanıyor

Bâb–ı Âli’deki hükümet merkezine doğru, muhtelif vilâyetlerden gelen seçilmiş, tensîb edilmiş meb’uslar (vekiller), yola çıkarlarken, halkın heyecanla tezahürat yaptığından ve Osmanlı’ya bağlı bütün milletlerin memnuniyet verici hallerini izhâr ettiğinden bahseden kaynaklar, nihayet bu mutlu güne, 10 Mayıs 1868 tarihinde yapılan bir büyük merasimle gelindiğini kaydediyor.

Meclisin açılışında bir nutuk irad eden Sultan Abdülaziz, sarf ettiği şu sözleriyle de, bu teşkilâtın “kuvvetler ayrılığı” prensibine dayandığını kesin ve net bir şekilde ifâde eder: “Bu teşkilât–ı cedide, kuvve–i icrâiyenin; kuvve–i adliye, kuvve–i diniyye ve kuvve–i teşriîyeden tefriki esâsına müstenittir.”

Her bir teşkilâtın, aynı zamanda kendi esâs ve usûlleri istikametinde bağımsız olduğunu da ilân eden Sultan Abdülaziz, aslında meşrutî idareye geçişin kapılarını kendince aralamaya çalışıyordu.
Bu ilk “Şûray–ı devlet” ideal mânâda bir ‘Millet Meclisi’ sayılmasa da, bundan yaklaşık bir buçuk asır kadar evvel böyle bir demokrasi hâdisesinin vuku bulması, devrin şartlarında fevkalâde ehemmiyetlidir.

Bu meşrû ve mühim teşebbüsü, yabancı bir tarihçinin tabiriyle “İbtidaî bir meclis–i meb’usan” şeklinde vasıflandırmak her halde daha doğru olur.

Sultan Abdülaziz devri (2)

Girit'te kargaşa, Balkanlar'da kaynama var

Sultan Abdülaziz devrinin baş ağrıtan en mühim hadiseleri, eş zamanlı olarak Girit adasında ve Balkan coğrafyasında yaşandı.

Osmanlı Devleti, bu on beş yıllık (1861–76) dönemde yaşanan kargaşayı, mümkün olduğunca savaşsız bir şekilde, yani siyasî ve diplomatik yollarla halletme cihetine gitti.

Doğrusunu söylemek gerekirse, Osmanlı, isyan eden Girit'teki Rumların ve Balkanlar'daki Sırpların arkasında Fransa, İngiltere, Avusturya ve Rusya gibi büyük Avrupa devletlerinin desteğini gördüğü için, geniş çaplı bir savaşı göze alacak durumda değildi.

Bu sebepledir ki, hemen her hadisede ve her meselede, Osmanlı hükümeti bir adım geri atmayı peşinen kabullenerek, yaşanan çalkantıları ve kanlı çarpışmaları, barışçı yollarla ve ilgili devletlerle yapılacak antlaşmalarla durdurma ve gailelerden en az hasarla kurtulma politikaları güttü.

Ancak, yine de kalıcı bir sükûnet sağlanamadı. Romanya'da, Karadağ'da ve Girit'teki kargaşa, muvakkat bir duraklamanın ardından, daha da şiddetlenerek devam etti.

Dahası, hemen her hamleden sonra, bu bölgelerdeki Osmanlı hakimiyeti zayıflamaya devam etti.
Osmanlı hakimiyetinin zayıflamasına paralel şekilde, Karadağ'da Sırplar, Girit'te ise Rumlar üstünlük sağlamayı başardı. Bükreş ve Belgrad gibi büyük ve stratejik merkezlerin elden gitmesi de, yine bu dönemde vuku buldu.

Dengeleri değiştiren sebepler

Rumeli toprakları ile Avrupa kıtasının Balkanlar'daki toprakları, İstanbul'un fethinden önce Osmanlı hakimiyeti altına girmişti.

Yaklaşık dört asır süren bu hakimiyet, 1800'lü yılların başlarından itibaren zayıflamaya yüz tuttu.
1850'li yıllara gelindiğinde ise, bazı mühim merkezler birbiri ardınca elden çıkmaya başladı.
Yaşanan bu denge değişikliğinin mutlaka ki, çok önemli sabepleri vardı.

Bu sebepleri de şöylece sıralamak mümkün:

1) Yaşlı Osmanlı Devleti, gerek askerî ve gerekse malî yönden büyük güç kaybına uğramış durumdaydı. Eski kuvvet ve şevkete malik değildi.

2) Bilhassa 1983–56 yıllarında yaşanan Osmanlı–Rus Harbi sebebiyle, devlet çok büyük bir borç yükü altına girmişti. İç borçlar bir yana, özellikle Fransa ve İngiltere'den alınan yüksek meblağdaki borçların ödenmesinde, büyük müşkilât çekiliyordu. Dolayısıyla, devlet yeni bir savaşı göze alacak durumda değildi.

3) Zaman zaman dost ve müttefik görünmekle birlikte, Fransa, İngilte ve Rusya arasında Osmanlı'ya karşı gizli bir ittifak vardı. Osmanlı Devletini bir an evvel çökertmek ve tarihe gömmek gibi ortak bir gaye etrafında birleşiyorlardı. Nitekim, ileriki tarihlerde bu gayelerini tahakkuk ettirme cihetine gitmekten çekinmediler.

4) Büyük Fransız İhtilâli (1789) ile başlayan milliyetçilik dalgası, yaklaşık yarım asır sonra Rumeli'de esmeye ve Balkanları kasıp kavurmaya başladı. Irkçı/milliyetçi temele dayanan özellikle Sırp, Bulgar ve Yunan isyanlarının önüne geçilmesi adeta imkânsız bir hale geldi.
İşte, bu ve benzeri sebeplerle, Osmanlı'nın Balkan politikaları zayıflamaya yüz tutarken, bölgedeki hakimiyet dengesi de kademeli şekilde değişmeye başladı.

Tarihe geçen unutulmaz seyahatler

Sultan Abdülaziz'in tarihe geçen iki büyük seyahat programı var ki, hiçbir Osmanlı padişahına nasip olmadı.

Bunlardan birincisi "Mısır seyahati", diğeri ise beş ülkeyi içine alan 45 günlük "Avrupa seyahati"dir.

Mısır Seyahati

Sultan Abdülaziz, vatandaşlarını dahi iyi tanımak, hükmettiği toprakları daha yakından görmek ve bilhassa Mısır yönetimiyle yakın zamanda sağlanmış bulunan huzur ve sükûnet havasını daha bir pekiştirmek maksadıyla, 3 Nisan 1863 tarihinde meşhûr "Mısır seyahati"ne başladı.

O gün, Dolmabahçe Sarayı önünde muhteşem bir merasim yapıldı. İçinde Padişah, şehzadeler ve devlet erkânının da bulunduğu "Feyz–i Cihad" vapuru, büyük tezahürat eşliğinde Marmara'dan Çanakkale Boğazı yakınlarına kadar uğurlandı.

Bundan çok daha büyük bir tezâhürat ve merasim programı ise, Mısır'da sergilendi.
Bazı rivâyetlerde, karşılarında Osmanlı Sultanını gören Mısır halkının sevince gark olduğu ve çılgınca tezâhüratta bulunduğu ifade ediliyor.

Bu seyahati ehemmiyetli kılan bir başka nokta ise, 1517'de Mısır'ı yeniden fetheden Yavuz Sultan Selim'den sonra ilk kez bir Osmanlı Sultanının aynı toprakları ziyaret etmesiydi.
Zaten, bundan sonra da benzer mahiyette başka herhangi bir seyahat vuku bulmadı.
* * *
Varılan bir mutabakatla, Mısır Valileri 2 Haziran 1866 gününden itibaren "Hidiv" ünvanıyla anılmaya başlandı.

Mısır'a mahsus olarak kabul edilen Hidivliği, valilikten daha yetkili ve daha özerk mahiyetteki bir üst kademenin ifadesi olarak da değerlendirmek mümkün.

Avrupa seyahati

Mısır seyahatinden yaklaşık dört sene sonra Avrupa seyahatine çıkan Sultan Abdülaziz, en büyük diye addetilen beş ülkeyi ziyaret programına dahil etti.

21 Haziran 1867'de başlayan ve sırasıyla Fransa, İngiltere, Belçika, Almanya ve Avusturya–Macaristan'ı içine bu muhteşem seyahat, takriben 45 gün sürdü. Padişah ve beraberindeki devlet heyeti, 7 Ağustos günü İstanbul'a vasıl oldu.

Sultan Abdülaziz'i Avrupa seyahatine ikna ile bu seyahati ayarlayan, planlayan ve başarıyla yürüten diplomat ekip, hasseten Büyük Reşid Paşanın yetişmelerinde büyük gayret gösterdiği kimselerden müteşekkildi.

İlk haricî dâvet, Fransa İmparatoru III. Napolyon'dan gelmişti.
Bu dâvete icabet eden Sultan Abdülaziz, Paris'te çok büyük bir takdir, itibar ve alâka ile karşılandı. Hürmette hemen hiç kusur gösterilmedi.

Aynı itibar ve alâka, diğer Avrupa ülkelerinde ve başkentlerinde de kusursuz şekilde sergilendiği görüldü.

Mısır seyahati gibi, Avrupa seyahati de,  Osmanlı Sultanları arasında sadece Sultan Abdülaziz'e nasip oldu.

Özellikle dış ülkelere seyahatte bulunan ilk ve son padişahın, Sultan Abdülaziz olduğunu belirtmekte fayda var.

Hamiyetli zâtların gayretli hizmeti

Bir sivil inisiyatif: Jön Türkler Hareketi

Zayıf ve takatsiz hale düşen Osmanlı'nın yeniden ihyası için, başta padişah ve sadrâzamlar olmak üzere birçok vezirin de bilfiil içinde bulunduğu Tanzimat ve Islâhat Hareketlerinin yanı sıra, ayrıca bazı hamiyetli Osmanlı aydınlarının da kendi çapında birtakım düşünceleri, gayretleri, hatta ciddî teşebbüsleri vaki olmuştur.

Bugünkü deyimle bir çeşit "sivil inisiyatif" şeklinde gelişen bu gayret ve teşebbüsler, ne yazık ki tâ 1865'e kadar gizli kalarak kendini rahatça tebârüz ettirememiş. Yani, kendini izhar ederek fikir meydanına çıkamamıştır.

Zira, fikrî ve siyasî hürriyet, bu tarihlerde bir hayli kısıtlanmış, farklı fikir sahipleri olanca şiddetiyle baskı altında tutulmaya çalışılmıştır.

Bunun sebebi, şu vehimden kaynaklanıyor: Farklılık arz eden fikrî ve siyasî eğilimler, orduya sirayet eder, isyan hareketine zemin hazırlar, padişahın otoritesini zayıflatmaya, hükümetlerin çalışmasını zorlaştırmaya, hatta devletin parçalanmasına sebebiyet verir. Vesaire...

Doğrusu, bu endişeyi haklı çıkaracak bazı gelişmeler vaki olmakla beraber, baskıcı politikaların çok daha vahim neticeler doğuracağı da muhakkaktır.

Basiretli fikir öncüleri

Çeşitli sebeplerle tâ 1865 senesine kadar tam bir gizlilik içinde yürütülen ve bu tarihten sonra da gayr–ı resmî bir cemiyet şeklinde tarih sahnesine çıkan Yeni Osmanlılar Hareketinin fikir öncüleri arasında şu isimleri görmekteyiz: Namık Kemâl, Ziyâ Paşa, Şinâsi, Mehmed Bey, Reşad Bey, Nuri Bey, Ebüzziyâ Tevfik, Agâh Efendi ve 1878'deki meşhûr "Çırağan Baskını" organizatörü Ali Suâvi Bey. 

Bilâhare Avrupa'da "Jön Türk/Fransızca: Jeunes Turcs) diye isimlendirilen bu yeni hareketin en öncelikli talebi fikir hürriyetinin sağlanması ve garanti altına alınmasıydı. Ardından, sırasıyla meşrûtiyetin ilân edilmesi, padişahın yetkilerine sınırlama getirilmesi, farklı siyasî eğilimlere fırsat tanınması, yeni bir anayasanın hazırlanması ve parlamentonun tesis edilerek buna işlerlik kazandırılmasıydı. 

Esasında istikbâli gören basiretli zâtların da içinde bulunduğu bu yeni fikrî hareket, olabildiğince gizli bir şekilde yürütülmeye ve yaygınlaştırılmaya çalışılıyordu. 

Ne var ki, bir siyasî fikrin uzun müddet gizli kalabildiğini beşer tarihi göstermiyor. 
Nitekim, burada da durum aynen öyle oldu: Bir müddet sonra, devlet ve hükümet çevrelerince varlığı fark edilen bu yeni fikir hareketini boğmaya, hiç olmazsa bertaraf etmeye yönelik baskıcı teşebbüslere tevessül edilmeye başlandı. 

Bu fikir hareketinin en yılmaz savunucusu olan Namık Kemal, bilhassa Tasvir–i Efkâr gazetesinde neşrolan yazılarından dolayı çok ağır tazyiklere maruz kaldı. Tazyiklerin dayanılmaz noktaya varması karşısında ise, daha fazla dayanamaz ve bir fırsatını bularak hudut haricine hicret ile Fransa'ya gitti. Ancak, burada da boş durmadı; neşriyat yoluyla hürriyet ve meşrûtiyeti burada da vatan ve İslâmiyetin selâmeti nâmına müdafaaya devam etti.

Esasında, Yeni Osmanlılar hareketinin en kudretli fikir ve ifade sahibi Namık Kemâl'dir. Ki, bu şahsiyet, özellikle "Vatan ve hürriyet şairi" olarak biliniyor. 

Aynı zamanda "hürriyet" tabirini fikir, siyaset ve edebîyat literatürüne kazandıran Namık Kemâl'in, bu vatanda kànun hakimiyetinin tesisi ile hürriyet ve meşrûtiyetin yerleştirilmesi yolunda en çok çaba sarf etmiş, hatta bu uğurda hayatını hiçe sayarak, sürgünlerde, zindanlarda ömür tüketmiş büyük bir hamiyetperver olduğuna tarihimiz şahitlik ediyor.

Burada şunu da hatırlatmakta fayda var: Jön Türkler hareketinin içine zaman zaman ilgisiz ve hatta münasebetsiz adamlar da girmiş ve orada kendine yer edinmeye çalışmışlardır. Meselâ, Mısır Valisi M. Ali Paşa ile menfaat kavgasına giren ve Sultan Abdülaziz'le de aynı sebepten dolayı zıtlaşan Mustafa Fazıl Paşa gibi. Bu paşa, şahsî isteklerine kavuştuğu anda, gruptan ayrılmış ve münferit hareket etme eğilimine girmiştir.

İnandıkları dâvâdan yüz çevirmediler

Hamiyetli Ahrarlar, sadece diktatörlere ve dikta rejimlerine karşı çıkmakla yetinmediler. Ayrıca, gerek Osmanlı'da ve gerekse dünyada, saltanat ve imparatorluk rejiminin sona ermekte olduğunu, yine ilim, irfan, iz'an, şuur ve basiret gözüyle gördüler. 

Onlar anladılar ki, artık "Eski hâl muhal; ya yeni hâl, ya da izmihlâl" olacak. Dolayısıyla, "yeni hâl"e mutabık olacak canhıraş bir çabanın içine girdiler. 

Bu mühim gerçeği, realiteyi, kuvvetle muhtemeldir ki, padişah da dahil olmak üzere, devletin sadrâzamı da, vükelâ gibi sâir hükümet erkânları da hakkıyla görmediler, yahut göremediler. 

Bundan dolayı da, hükümet ve saray ehli, muhtemel yeni gelişmelere matuf (hürriyet, meşrûtiyet, cumhuriyet, meclis ve kànun hakimiyeti...) ciddî herhangi bir hazırlık çalışması içine girmediler. 
Bu meyanda gerekli ilmî ve fikrî hazırlık çalışmasını, yine Ahrar denilen Jön Türkler yaptılar. Her meşakkate göğüs gererek, yıllarca canla, başla çalışmaya devam ettiler.

Hatta denilebilir ki, 1876'da I. Meşrûtiyetin ilân edilmesi, Kànun–i Esâsinin hazırlanması ve Meclis–i Mebûsanın açılması dahi, gayretli ve hamiyetli Ahrarların azim ve kararlı çalışmasıyla mümkün olmuştur. 

O tarihlerde bir–iki sene süren Meşrûtiyet meş'alesinin söndürülmesinden sonra (1878) da, Ahrarlar pes etmedi. Meşrûtiyetin yeniden ilân edilmesi yolunda, mücadeleye aynı kararlılıkla devam ettiler.

Bediüzzaman'ın Ahrarlara bakışı

Bediüzzaman Said Nursî'nin tâ 1890'larda "Ahrar" diye tanıyıp tanımladığı (Bkz: Münâzarât, s. 125) Jön Türklerin ekserisi, hamiyet ve milliyet dâvâsında dürüst ve samimî kimselerdir. 

Nursî, aynı eserinde, 1892'de Mardin taraflarında tanıma fırsatını bulduğu Yeni Osmanlılar için aynen şu ifadeyi kullanıyor: "Tâ o vakitte anladım; ekser Ahrarımız mutekîd (inançlı, itikatlı) Müslümanlardır." 

Üstad Bediüzzaman'ın bu ifadesinden de anlıyoruz ki, 1908'de kurulan Ahrar–ı Osmaniye Fırkası henüz tarih sahnesine çıkmadan da, bu fikrî hareketin evveliyatını ve bir nev'î altyapısını teşkil eden Jön Türkleri/Yeni Osmanlıları "Ahrar" olarak görmüş ve öyle de isimlendirmiştir.

Namık Kemâl'in hürriyeti destanlaştıran "Hürriyet Kasidesi" şiiri ile "Rüyâ" başlıklı makalesi, Üstad Bediüzzaman'ın "Hürriyete Hitap" nutukları arasında da muazzam bir mânâ ve muhteva paralelliği bulunmaktadır.

Said Nursî, buluğ çağına henüz erdiği 15–16 yaşlarında (1892) Mardin taraflarında olduğunu ve burada iken Namık Kemâl'in "Rüyâ" isimli makalesini okuyup çokça istifade ettiğini, aynı zaman zarfında hürriyetin mânâsı ile siyasetteki "muktesit meslek/vasat yol" hakkında ciddî mâlumat sahibi olduğunu gayet açık bir sûrette beyân ediyor. 

İşte kendi orijinal ifadeleri: "İnkılâptan (1908'den) on altı sene evvel, Mardin cihetlerinde, beni hakka irşad eden bir zâta rast geldim. Siyâsetteki muktesit mesleği bana gösterdi. Hem, tâ o vakitte, meşhur Kemâl’in 'Rüyâ'sıyla uyandım." (Age, s. 123)

Selânik Vak'ası

Darbe öncesi yaşananlar

30 Mayıs 1876'da askerî darbe sonucu tahttan indirilen Sultan Abdülaziz'in son günlerinde garip hadiseler yaşanır.

Bunlardan biri 10 Mayıs'ta "Talebe–i ulûm" denilen medrese talebelerinin nümâyişlerde bulunmasıdır.

Bir diğer hadise ise, 6–16 Mayıs tarihleri arasında yaşanan "Selânik Vak'ası"dır.

Bir ismi de "Kız Vak'ası" olan bu hadisenin şu şekilde geliştiği rivâyet edilir:

Selânik vilayetine bağlı Avrethisar'lı (Kılkış kazası) bir Bulgar kızı, ferace ve yaşmak giyinerek Müslüman olur. İslâm dinine girdiğini resmen de tescil ettirmek için, trenle Selânik vilayet merkezine gitmek ister.

Ne hikmetse ve nasıl olduysa, aynı trende yolculuk eden bir Yahudi ile bir Hıristiyan memur, kızın niyetini anlar ve meseleye vakıf olur.

Bu kimseler, sür'ât–i hareketle durumu Amerikan Konsolosuna telgrafla bildirir.
O tarihteki konsolos, aslen Vodinalı bir Rumdur. Ayrıca Rus vatandaşlığı bağlantısından söz edilen bu karmakarışık tabiatlı konsolos, esasen kanlı gelişmelere sahne olan Selânik Vak'asının en etkili aktörüdür.

İşte Perikli Lazar isimli bu konsolos, derhal harekete geçer ve Rum–Bulgar karışımı 150 kadar çapulcuyu istasyon civarına sevk ettirir. Trenin Selânik İstasyonuna varmasıyla birlikte, ortalık dalgalanmaya başlar.

Konsolos'un tahrik ettiği çapulcu sürüsü, hemen harekete geçer. Bulgar kızını vilayet konağına götürmek isteyen zaptiyelerle (jandarmalarla) didişmeye başlar.

İstasyondaki zaptiyelerin sayısı azdır. Üç ve dört kişi kadardır. Organize edilmiş yüz elli çapulcuya karşı koymaları imkânsızdır.

Bu esnada, mühtedi kızın bağırıp çağırmasına ve hasseten "Ben Müslüman oldum! Ben Müslüman oldum!" diye feryat etmesine dayanamayan hamiyetli birkaç Müslüman da harekete geçerek kızın götürülmesine mani olmaya çalışır; ancak, onlar da oracıkta etkisiz hale getirilir.

Neticede, Rum ve Bulgar karışımı gençler, kızı zorla zaptiyenin elinden almaya muvaffak olur. Üstelik, ferace ve yaşmağını da orada parçaladıktan sonra, konsolosluğun arabasıyla kızı doğruca Amerikan Konsolosluğuna götürürler.

Hadisenin duyulması üzerine, ertesi gün Müslüman ahali galeyana gelir. Hükûmet konağı önünde toplanan yaklaşık 5 bin kadar Müslüman, bu hadisenin bir "nâmus meselesi"ne dönüştüğünü haykırarak, kızın vilâyet makamına teslim edilmesini ister.

Vilayet makamından, bu isteğin yerine getirileceğine dair verilen sözle iktifa etmeyen Müslüman kalabalık, doğruca Selimpaşa Camiine (Saatli Cami) giderek, burada da aynı talepli nümayişlere devam eder.

Bunun üzerine, Selânik valisi Baytar Mehmed Re'fet Paşa, hükümet erkânıyla birlikte cemaatin toplandığı camiye giderek durumu yatıştırmaya çalışır. Ne var ki, nasihatleri tesir etmez. Teşebbüsleri neticesiz kalır.

Kalabalığın içine karışmış provokatörlerin kışkırtmalarıyla, camiye bağlı medrese odaları işgal edilir ve nasihat için gelen hükümet erkânı da bu odalara hapsedilerek etkisiz hale getirilir.

Ardından, kalabalık kitle Amerikan Konsolosluğuna doğru yürüyüşe geçmeye karar verir. Kızın bu kez müftülüğe teslim edilmesi istenir.

İşte, tam da bu esnada Fransız ve Alman kosolosları harekete geçerek kalabalığı durdurmak ister. Zabıta Bölüğü Komutanı Hüsnü Efendi onları Selimpaşa Camii tarafına gitmemeleri yönünde ikaz eder. Ancak, onlar bu ikazı dinlemeyerek öfkesi iyice kabarmış durumdaki kalabalığın olduğu yere giderler. Bulgar kızın konsolosluk binasında değil, konsolosun evinde olduğunu söylerler.

Öfkeli kalabalık, Fransız ve Alman konsolosun yatıştırma yönündeki sözlerine aldırış etmediği gibi, onları oracıkta linç ederek öldürür.

Hemen ardından, bu kez İngiliz konsolosu devreye girer ve Bulgar kızı götürüp hükümete teslim ederek durumu yatıştırır.

Ne var ki, iş bununla bitmez. Dahası, asıl büyük tehlike bu safhadan sonra ortaya çıkar.
1864'ten beri (tâ 1877'ye kadar) Rusya'nın İstanbul Büyükelçiliği görevinde bulunan Nikolay Pavloviç İgnatyev, İstanbul'daki büyük devletlerin elçilerini toplar ve şu kararı aldırtır: "Büyük devletler, Selânik Limanına birer filo gönderecek ve suçluların bulunup kendilerine teslim edilmemesi, yahut cezalandırılmaması halinde, karaya asker çıkartılacak ve ondan sonra gereken ne ise o yapılacak."

Bu tehlikeli gelişme karşısında harekete geçen Bâbıâli, Balkanlara birkaç taburun sevk edilmesi, ayrıca Selânik'e harp gemileriyle asker gönderilmesi, hadisede ihmali görülen valinin değiştirilmesi ve suçluların tesbit edilerek gerekli cezalara çarptırılması yönünde bazı kararlar aldı.

Bu kararlar, aynen yerine getirilmeye çalışıldı. Suçlu olduğu var sayılan Müslümanlardan altı kişi derhal (16 Mayıs'ta) idam edildi. Diğer bazı kimselere de muhtelif cezalar verildi. Ne var ki, Bulgar kızını zabıtanın elinden zorla alıp Amerikan konsolosluğuna götüren zorbalara herhangi bir ceza verme cihetine gidilmedi, gidilemedi.

Ne gariptir ki, bu tarihten sadece iki hafta sonra (30 Mayıs'ta) Osmanlı Devlet merkezinde dehşet verici bir darbe gerçekleştirildi.

Serasker Hüseyin Avni Paşa liderliğindeki bir darbe cuntası, Sultan Abdülaziz'i tahttan indirerek, Ortaköy'deki Feriye Sarayına hapsettirdi. Sonra da intihar süsü verilerek aynı yerde katlettirdi.

30 Mayıs Darbesi

Önce iki iktibas

BİRİNCİSİ: Âlem–i İslâm için en dehşetli asır, 6. asır ile Hülâgû fitnesi ve 13. asrın âhiri ve 14. asır ile Harb–i Umumî fitneleri ve neticeleri olduğu münasebetiyle, (İbrahim Sûresi, 1. âyet) bu cümle, makam–ı ebcedî ile 6. asra (Cengiz–Hülâgû asrı) ve evvelki cümle "Azîzi'l–Hamîd" gibi kelimeleri ile bu asra, Sultan Abdülaziz ve Sultan Abdülhamid devirlerine îma eder.

Kaynak: Bediüzzaman Said Nursî; Birinci Şuâ, Âhirzaman hadiselerinden remz, îma ve işaretle bahseden âyetlerden 29. Âyetin tefsirinden.

İKİNCİSİ: Nakl–i sahih–i kati ile Resûl–i Ekrem (asm) ferman etmiş: "Yaklaşmakta olan bir fitneden yazık oldu Araplara" deyip, Cengiz ve Hülâgû’nun dehşetli fitnelerini ve Arap Devlet–i Abbasiyesini mahvedeceklerini haber vermiş. Haber verdiği gibi çıkmış. 

Kaynak: Mektûbat, 19. Mektup, İstikbâlden haber veren rivâyetler. 18. Lem'anın giriş bölümü. Hadis–i Şerif için kaynak: Buharî, Fiten 4, 28; Müslim, Fiten 1. NOT: Bu Hadisin birinci cümlesi Abbasi Devletinin, ikinci cümlesi ise Osmanlı Devlet–i İslâmiyesinin harabiyet ile nihayetini haber veriyor.

İslâm tarihinin dehşet uyandıran ders ve ibret yüklü iki safhası

Cengiz'in torunu ve İlhanlı Devletinin kurucusu Hülâgû Han, Anadolu'yu kasıp kavurduktan sonra, 1258'de Bağdat'a yöneldi. Çetin muharebeler neticesi Abbasî devletini yıktı. Son Abbasî Sultanı Halife Mustasım Billâh ile yakınlarını çeşitli işkence metotlarıyla vahşice öldürüp katletti. Hanedanın kurtulabilen fertleri Mısır'a kaçmak zorunda kaldı.

İşte, 1876'da da benzer bir hadise Osmanlı Padişahlarından Halife Sultan Abdülaziz Han ve yakınlarının başına geldi.

Padişahı devirerek katledenler tarafından, Halife Sultanın başta annesi olmak üzere aile efradına yapmadıkları tâciz, yağma, zulüm, hakaret kalmadı.

Kezâ, Sultan Abdülhamid'in hal'li (27 Nisan 1909) ve hemen akabinde yaşanan Yıldız Yağmasında da benzer hadiseler vuku buldu.

HAŞİYE: Yukarıda zikredilen âyet ve hadisin mânâ zımnında, aynı devirlerde yaşanacak zulmetlerin içinde bir nur daima tenvire çalışacağını îma ile remzen bakar. (Birinci Şuâ'dan) Bu nurların, Mevlânâ'nın (1207–1273) Mesnevîsi ile Üstad Bediüzzaman'ın (1876–1960) Nur Risâleleri olduğu kanaat hâsıl edecek derecede kuvvetle muhtemeldir.

Padişah, kanlar içinde can çekişiyor;
Cihan matem tutmuş, kan ağlıyor

Dehşetli âhirzaman hadiselerinin birçoğu Sultan Abdülaziz'in önce tahttan indirildiği, ardından vahşice katledildiği 1876 senesinde zuhûr etmeye başladı.

İçeride cuntacılık, darbecilik, Halife Sultanın katli, cinnet halleri, hürriyet–meşrûtiyet hareketleri, Mecelle ve Kànun–ı Esâsî gibi hukuk ve adâlet sahasındaki köklü gelişmeler; keza, dış dünyada dehşet verici savaş hazırlıkları (93 Harbi), ecnebi merkezli siyasetlerin ve cereyanların İslâm dünyasına müdahale ile sirayet etmesi gibi kahredici gelişmeler, ekseriyetle Sultan Abdülaziz'in gittiği ve Sultan Abdülhamid'in tahta geçtiği 1876 senesinde tarih sahnesinde görünmeye başladı.

Şimdi, asıl konumuz olan 30 Mayıs 1876'daki kanlı darbeye ve hemen ardından yaşanan dehşetli hadiseler zincirinin ürpertici halkalarını görüp anlamaya çalışalım.
* * *
Bu tarihten hemen önce vuku bulan kanlı Bulgar isyanı, medrese talebelerinin protesto gösterileri ve bilhassa Selânik'teki muammalı "Kız Vak'ası" gibi sarsıcı hadiseler, aslında devlet ve hükümet merkezinde de perde altında birşeylerin döndüğüne işaret ediyordu.

Nitekim, öyle oldu. Aynı Mayıs ayı sonunda Halife Sultan Abdülaziz, bir askerî cunta tarafından Dolmabahçe Sarayına yapılan baskın sonucu tahttan indirildi.

O gece sabaha doğru Taşkışla'daki askerî taburla Saray ablukaya alındı. Denizden sağlanan donanmanın desteğiyle de, hariçten gelecek her türlü müdahalenin önü kesilmiş oldu.

Sabah uykusundan uyandırılan Sultan Abdülaziz, etrafa korku ve dehşet veren cuntacı zabitlerin (subayların) tahkir ve tezyif yüklü muamelesi altında Topkapı Sarayına götürüldü.

Mahlu (halledilmiş, tahttan indirilmiş) olan Sultan Abdülaziz, bir rivâyete göre Sultan III. Selim'in, bir rivâyete göre de Sultan IV. Mustafa'nın vahşice katledildiği uğursuz bir odaya hapsedildi.

Darbe cuntasının başında Serasker Hüseyin Avni Paşa bulunuyordu. Ayrıca, Sadrâzam Rüşdü Paşa ile Şeyhülislâm Hasan Hayrullah Efendi de aynı komita (Devlet Nâzırı Mithad Paşanın durumu netlik kazanmış değil) içinde yer alıyordu.

Yani, dünyayı gezip görmüş o pehlivan yapılı tecrübeli padişah, bizzat kendi eliyle işbaşına getirmiş olduğu has adamları tarafından gafil avlanmak sûretiyle ihanete uğramış durumdaydı. Yapacak bir şey yoktu.

Darbe cuntası, aynı gün Şehzade Murad'ı tahta geçirdi.
Ne var ki, çaresiz şekilde olan–biteni yakından takip etmek durumunda kaldığı için dehşete kapılan Sultan V. Murad'ın beyin ve sinir sistemi bozulmaya başladı.

Davranışlarına da yansıyan dengesizlik halleri, cuntacıları fenâ halde tedirgin ediyordu. Bir ara, beyne giden damarların üzerine sülükler konularak tedâvi edilmeye çalışıldı. Ancak, damarların üzerine haddinden fazla (35 kadar) sülük konulduğu için, durumu daha da kötüleşmeye başladı.
İyiden iyiye korkuya kapılan cuntacılar, tahta geri dönmesi muhtemel olan Sultan Abdülaziz'in vücudunu ortadan kaldırmanın plânını hazırladılar.

Topkapı'dan Ortaköy'deki Feriye Sarayına nakledilen Sultan Abdülaziz, burada da görevli subayların türlü hakaretine maruz bırakıldı. Bu tür muameleler, izzetine o derece dokundu ki, ara ara baygınlık geçirmeye başladı. (Resimde görünen genç subayların lâubali ve hakaretâmiz pozları, bu meyanda açık bir delil hüviyetindedir.)

Toplam beş gün sarsıcı ve kahredici muamelelere mâruz kalan Sultan Abdülaziz, 4 Haziran (1876) günü Feriye Sarayındaki odasında iki bilekleri kesilmiş ve can çekişir bir vaziyette bulundu.
Cuntacılar, onun kahırlanıp intihar ettiğini duyurdular. Cesedine hemen doktorların yaklaşmasına müsaade etmeyip at arabasıyla Feriye Karakoluna taşıdılar. Teslim–i ruh ettiğine emin olduktan sonra da, çoğu gayr–ı müslim olan doktorların muayenesine izin verdiler.

Doktorların altına imza koydukları rapor, aslında darbecilerin önceden hazırlatmış oldukları bir metinden ibarettir.

Halk, yüksek takvâ sahibi olan Sultan Abdülaziz'in intihar ettiğine inanmadı. Doğrusu da budur. Zira, cuntacıların ve darbecilerin sözlerine itibar edilmez. Zalimlik gibi, yalancılık ve sahtekârlık gibi hususiyetler, onların karakterinde var.

Mazlum padişahı ziyadesiyle seven ve kalben ona bağlı olan halk, kendi hissiyatını şu sözlerle terennüm ediyordu:

Seni tahttan indirdiler/Üç çifteye bindirdiler/Topkapı'ya gönderdiler/Uyan Sultan Aziz uyan/Kan ağlıyor bütün cihan

Kütüphaneci Ali Emin Efendinin aynı mânâdaki şiirinde de şu dokunaklı mısraları görmekteyiz:

Cihan matem tutup kan ağlasın Abdülaziz Hân'a
Medet Allah, mübarek cismi boyandı kızıl kâna

Hiç yorum yok: