31 Aralık 2012 Pazartesi

Büyük Harp, beş cephede yaşandı -Sarıkamış'tan Çanakkale'ye-Osmanlı'yı yakan Mondros Ateşkesi -Suriye-Filistin Cephesindeki hezimetler -İşgale karşı şahlanan irade -M.Latif Salihoğlu,


Büyük Harp, beş cephede yaşandı

Dünyanın çivisi çıktı

Birinci Dünya Savaşının fitili 1914 yılı sonlarında Avrupa'da ateşlendi; ancak, "çocukları ihtiyarlatacak derecede" dehşetli olan bu harp belâsı, bilhassa Osmanlı ve İslâm dünyasını vurdu.
Gerek toprak kaybı, gerekse can ve mal kaybı itibariyle, en büyük zararı yine Osmanlı Devleti gördü.
Harbe iştirak eden tarafları şu şekilde kategorize etmek mümkün: 
* Osmanlı–Alman ittifakına Avusturya–Macaristan da dahil olmuştur. 
* Karşı cephede, İngiltere, Fransa, Rusya ve bilâhare Amerika yer almıştır. 
Savaşın sonlarına doğru ise, Yunanistan, Sırbistan ve Romanya da karşı cephede yer aldıklarını ilân etmişlerdir.
* * *
Osmanlı Devleti, harbin başından sonuna kadar beş büyük cephede savaştı. Bunlar, sırasıyla ve özet halleriyle şöyledir:

1) Kafkas Cephesi
Bu cephede, Osmanlı ile Rusya savaşıyordu. Osmanlı vatandaşı olan Ermeniler de, savaşın kızışmasıyla birlikte Rusların safına geçti. Ermeni çeteciler, ateş gücü yüksek Rus ordusuna hem kılavuzluk yaptı, hem de sivil Müslüman halktan sayısız mâsumu katletti. Haliyle, Müslümanlar da yer yer misillemede bulundu. 
Osmanlı ordusunun en büyük kaybı, Sarıkamış'ta Allahuekber Dağlarında yaşandı. 1915'in başlarında yaşanan fevkalâde ağır kış şartları içinde cepheye giden askerlerden on binlercesi soğuk, açlık ve hastalıktan kırılarak şehit düştü. 
Said Nursî de, tahminen 4500 kişilik milis kuvvetlerinin başında Gönüllü Alay Kumandanı olarak, bu cephede harbetti. Askerlerinin ve talebelerinin çoğunu şehit veren Bediüzzaman Hazretleri, son Bitlis savunmasında 3 Mart 1916'da ayağı kırık ve üç mermi darbesiyle yaralı halde Rusların eline esir düştü. Esaret hayatı, 1918'in Haziran'ında son buldu.

2) Çanakkale Cephesi
Bu cephede, Osmanlı'nın karşısında bir "kuvvetler koalisyonu" vardı. Düşman kuvvetlerin başını ise, İngiltere ve Fransa çekiyordu. Ayrıca, İngiliz Ülkeler Topluluğu denilen Büyük Britanya Krallığına bağlı (çoğu sömürge durumundaki) devletlerden de sayıları yüz binleri aşan asker yığılmıştı, bu cepheye. Ne acıdır ki, bunların arasında Hindistan'dan getirtilmiş İslâm dinine mensup pekçok asker de vardı.
Çanakkale harbi, biri denizde, biri karada olmak üzere iki etapta ve iki merhalede yaşandı. Şiddetli Boğaz Harbi, 18 Mart'ta Osmanlı'nın zaferiyle neticelendi. 
Nisan'da Anzak Koyunda başlayıp Gelibolu Yarımadasını kaplayan kara savaşları ise, 1916 senesinin Ocak ayında nihayet buldu. Bu sahadaki hemen her karış toprağa insan kanı dökülmüş, adeta kumlar sayısınca patlayan silâhlar aylarca ölüm kusmuş ve karşılıklı olarak yüz binlerle ifade edilebilecek çok büyük bir can ve mal telefatı yaşanmıştır.

3) Galiçya Cephesi
Bu cephenin adını pekçok kimse duymuş, biliyor; ancak, mahiyeti pek bilinmiyor. Yer olarak, Karpat Dağlarının kuzeyine tekabül ediyor. Bugün itibariyle, bir kısmı Ukrayna'nın batısında, bir diğer kısmı ise Polonya'nın güneyinde kalıyor. 
Birinci Dünya Harbi esnasında ise, Galiçya, Avusturya–Macaristan İmparatorluğu ile Çarlık Rusyas'ının hakimiyeti altında el değiştirip duruyordu. 
Savaş şiddetlendiğinde, Almanya batıdan gelecek Fransız saldırılarına, Avusturya–Macaristan kuvvetleri ise, doğuda kalan Galiçya Cephesinde Rus saldırılarına mukabele edecekti. Ne var ki, Avusturya–Macaristan bu işi başaramadı. İlerleyen Rus kuvvetleri, Karpat Dağlarının kuzey eteğine kadar gelip dayandı. Bunun üzerine, müttefiklerimiz, Osmanlı ordusundan yardım talebinde bulundu. Yardım talebi uygun görüldü ve anlaşma sağlandı... 
Yorgun da olsa, Çanakkale muharebelerinden zaferle çıkan 30 bin kadar Osmanlı askeri tren katarlarıyla cepheye sevk edildi. 1916 yılı Eylül'ünde bölgeye intikal eden Osmanlı kuvvetleriyle Rus kuvvetleri arasında şiddetli çarpışmalar yaşandı. Mağlubiyet kaçınılmaz oldu. Bu cephenin dağlık bir bölgesinde halen Müslüman (Türk) Şehitliği vardır.

4) Irak Cephesi
Birinci Dünya Harbinin ilk safhasında açılan cephelerden biridir. Buradaki zengin petrol yataklarına gözünü diken İngilizler, 1914'ün Ekim ayında Bahreyn, Kasım ayında da Basra'yı işgal ettiler. 
Bunun üzerine, yerli kuvvetlerle müşterek hareket eden Osmanlı ordusu, şiddetli bir taarruz harekâtı başlattı. Taarruzda başarısız olmayı kendine yediremeyen cephe komutanı Yüzbaşı Süleyman Bey, bunalıma girerek intihar etti. Haliyle, bu da taraflar arasında büyük bir moral dalgalanmasına sebebiyet verdi. Osmanlı askeri üzülürken, İngilizler sevinçten bayram yaptı. 
Çarpışmalar yine de bütün şiddetiyle devam etti. Asker ve ateş gücü yüksek olan İngilizler, ayrıca Hindistan'dan sayıları yüz bini aşan silâhlı birlikler getirtti. 
Büyük bir kuvvetle taarruza geçen İngilizler, 11 Mart 1917'de Bağdat'ı işgal etti. Ardından Musul'a yöneldiler, ancak burayı harb ederek değil, maalesef 30 Ekim 1918'de imzalanan Mondros Ateşkes Antlaşmasıyla kısmen de olsa hakimiyetleri altına aldılar.

5) Sîna–Filistin–Suriye Cephesi
Harbin başlamasıyla birlikte (1914–15) Mısır ve Süveyş Kanalını kontrolleri altına alan İngiliz kuvvetleri, bir taraftan da Arap şeyhleri ve kabile reislerini de kendi taraflarına çekmeye çalıştılar. Buna mukabil, bu cephede Osmanlı ordularına kumandanlık yapan meşhur İttihatçı Cemal Paşa, Arapları küstürmek için elinden geleni yaptı. Arap ileri gelenlerinden pekçok adamı çeşitli bahanelerle idam ettirdi. 
Buna rağmen, Arapların çoğu yine de Osmanlı'nın yanında harp ediyordu. Müşterek hareketle iki defa başarısız kalan ve çok büyük kayıplara sebebiyet veren "Kanal Seferleri" (Süveyş Kanalı) yapıldı. Ardından Gazze'ye saldıran İngilizlerle Osmanlı kuvvetleri arasında çok kanlı muharebeler yaşandı. Sina, Gazze ve sair Filistin toprakları zaman zaman el değiştirdi.
Bölgede 4., 7. ve 8. Osmanlı ordusu bulunuyordu. Yıllarca süren muharebelerde çok büyük sıkıntılar, meşakketler yaşayan ordu, sonlara doğru ise sürekli şekilde kayıplar vermeye başladı. 1917'de bölgede kurulan ve tavzif edilen Yıldırım Orduları da hiçbir varlık gösteremedi. 
24 Ekim 1917'de 130.000 askerle taarruza geçen İngilizler, her defasında mevzi kazanarak, bir senelik süre sonunda bölgenin tamamını işgalleri altına aldı. Filistin, işte tâ o günden bugüne Arapların ve İslâm âleminin kanayan bir yarası halini aldı.

NETİCE
Geniş topraklarının yaklaşık 20'den 19'unu kaybeden Osmanlı Devletinin bütün bu cephelerdeki asker kaybı da, yaklaşık bir buçuk milyondur. Yekûn insan kaybı ise, dört milyon civarındadır.
Asker ve sivilden müteşekkil bu dört milyon rakamına, harp belâsının kaçınılmaz neticelerinden açlık, hastalık, esaret ve muhaceret sebebiyle olan kayıplar da dahildir.
Bazı cephelerde adeta bir küçük kıyâmeti andıran harp boğuşmaları esnasında, kimsenin kimseye sahip çıkamadığı çok elim haller, acı vaziyetler yaşanmış.
Bu hallerin yaşandığı o dehşetli savaşa "çocukları ihtiyarlatan günler" denilmesinin sebebi, işte bu acı, bu kahredici vaziyetlerdir.

Sarıkamış'tan Çanakkale'ye

Osmanlı Devleti için Birinci Dünya Savaşının en zor, en çetin, en önemli ve en kritik iki büyük cephesi vardı: Çanakkale ve Kafkasya.
Bu iki cephenin tarihte derin izler bırakan iki de önemli hadisesi var: Çanakkale Zaferi ve Sarıkamış Fâciası. 
Bu iki hadisenin ise, ayrılmaz bir parçası ve "olmazsa olmaz" derecesinde bir fenomeni var: Enver Paşa. 
Ne hikmettir bilinmez, Enver Paşa'yı "Atatürk karşıtı" ve hatta "vatan haini" gören kimi resmî görüş sahipleri, Sarıkamış Fâciasının bütün günahını Enver Paşa'ya yükledikleri halde, onu Çanakkale'de yok saymakta, yahut görmezden gelmektedirler. 
Halbuki, aralarında sadece 2–3 aylık bir zaman farkı bulunan her iki hadisenin vukuunda da, Enver Paşa Harbiye Nazırı ve Başkomutandır. O halde, niçin birinde büyüteç altında gösterilen Enver Paşa, diğer hadisede görünmezden geliniyor? 
İşte, bundan 93 yıl evvel yaşanmış olan bu iki büyük hadisenin iç yüzünü ve adeta tersyüz edilen gerçek çehresini gösterecek olan can alıcı nokta burasıdır. Onun içindir ki, biz de bilhassa bu nokta üzerinde durmak istiyoruz.

5 Ocak'ta fâcia, 18 Mart'ta zafer

Ermeni çetecileriyle ateş gücü yüksek Rus ordusuna karşı Kafkas Cephesinde yaşanan savaşın en dramatik sahnesi, hiç şüphesiz Sarıkamış'ın karlı dağlarında yaşandı. Bu cephede savaşan 3. Ordumuzun mevcudu 100 binin üzerindeydi. Bütün cepheyi tutmuş olan bu ordunun ağırlık merkezi ise, 22 Aralık 1914'ten itibaren Sarıkamış'a kaydırıldı. 
Ordumuz, rakımı 3000 metreyi geçen karlı Sarıkamış dağlarında mevzilenecek ve yaklaşan Rus ordusuna karşı harp edecekti. Ancak, o yılki kış şartları çok çetin geçti. Bu yüzden de, on binlerce askerimiz, düşmanla hiç karşılaşmadan ve tek kurşun dahi atamadan şiddetli kar ve tipi altında kalarak şehit düştü. 
Askerimiz, yanlış ve zamansız yapılan bir harp stratejisinin kurbanı oldu. Ne var ki, şehit sayısı 90 yıldır tartışmalı olan bu büyük dramın bütün sorumluluğunu Enver Paşaya vermek, hakikatin ruhuyla bağdaşmaz.  Sebebine gelince...
Hemen bu meselenin, hem de Sarıkamış Fâciasının belli başlı sebeplerini, özet olarak aşağıdaki maddeler halinde sıralamak mümkün:

1) Hazırlıksız başlandı

Birinci Dünya Harbine zaten hazırlıksız şekilde yakalanan Osmanlı orduları, Sarıkamış Harekâtına ise, büsbütün hazırlıksız şekilde başladı. 
3. Orduyu teşkil eden buradaki askerlerin önemli bir kısmının üzerinde doğru dürüst bir kış elbisesi dahi yoktu. İlâç, erzak ve mühimmat tedariki de, aynı şekilde eksik ve yetersizdi. 
Şiddetli soğuk, açlık ve hastalıkların zuhur etmesiyle, orduda dehşet verici kırılmalar yaşandı. On binlerce asker, daha savaşmadan ve bir tek mermi atmadan bulunduğu kışlalarda ve karlı tepelerdeki mevzilerde şehit düştü.

2) Ordu siyasete bulaştırıldı

Osmanlı ordusu, yüz yıldan fazla bir zamandır ki, hemen hiçbir cephede savaşı kazanabilmiş değil. 
Maalesef, eldeki askerler itibariyle, bulaşıcı siyasî hastalıklarla mâlûl olmuş, ayrıca rakiplerine göre kendini modernize edememiş yaşlı bir devletin–üstelik tâ Viyana Bozgunundan beri sürekli şekilde geriye doğru çekilen–hantal bir ordusundan ibarettir.

3) Yardım gemileri batırıldı

Sarıkamış Cephesine sevk edilen 90 bin civarındaki muharip birliklerin hemen her türlü ihtiyacını karşılamak için, gerekli tedbirler düşünülmüş ve hatta teşebbüse de geçilmişti. Müttefik Almanya'dan yola çıkan silâh, mühimmat, erzak ve ilâç yüklü üç büyük gemi, Karadeniz'deki Rus donanması tarafından Zonguldak açıklarında bombalanarak batırıldı. (Not: Bu gemilerin enkazına yakın zamanda ulaşıldı.)
Bu yardımlar, şayet yerine ulaştırılabilseydi, Sarıkamış'taki Harekâtın, dolayısıyla Kafkas Cephesindeki gelişmelerin seyri de büyük ihtimalle farklı olacaktı.
Bu noktada, "Sarıkamış muharebesi, Karadeniz'de kaybedildi" sözünü yabana atmamak lâzım.

4) İklim şartları

O yılın kış mevsimi çok şiddetli geçti. Osmanlı askerleri Yemen gibi sıcak bölgeden yaz elbiseleriyle geldikleri için donarak şehit olurken, soğuk iklime alışkın Rus askerlerinden de 30 bine yakın telefat oldu.
* * *
İşte, bu derece olumsuz ve karmaşık şartlar altında 22 Aralık günü başlayan Sarıkamış harekâtı, 5 Ocak 1915 günü büyük bir fâcia, yürekleri dağlayan bir dram ile noktalanıyor.
Çok ağır şartlar altında mağlûp düşen Osmanlı askerinden kurtulanlar, tedricen cepheden geri çekilmek durumunda kalırken, Rus ordusu da kış mevsimi boyunca fazla bir ilerleme kaydedemedi. 
Bahar aylarında ise, Ermeni Çetelerinin kılavuzluğunda Van, Muş ve Bitlis'e saldıran Rus kuvvetleri, kısa süreliğine de olsa buraları işgal etti.
NOT: Meşhûr "Tehcir Kànunu" o günlerde çıkartıldı.)
1916 yılı sonlarına doğru, Ruslar, Doğu Anadolu'dan adım adım geri çekilmek zorunda kaldı.

Bitlis'te Bediüzzaman faktörü

 Ermeni fedâileriyle Rus ordusunu bu dağlık bölgede yaklaşık bir yıl müddetle durduran ve onlara ağır kayıplar verdiren kuvvet ise, Milis Kuvvetleri Kumandanı Fahrî Albay Bediüzzaman Said Nursî ile etrafına toplanmış olan talebeleri ile diğer gönüllü kahramanlar oldu. 
Bitlis'te, o tarihte hakikaten bir kahramanlık destanı yazıldı ve "Bitlis Boğazı" geçilmez kılındı. (*)
İşte, bu destanın yazılmasında da Enver Paşanın rolü büyüktür. Zira, Bediüzzaman'ın komutasında dört–beş bin kadar gönüllü bir milis teşkilâtının kurulmasını bizzat Enver Paşa istediği gibi, onlara silâh ve mühimmat yardımı yapan da yine kendisidir. 
Dolayısıyla, böyle bir kumandana "vatan haini" damgasını vurmanın, acaba vicdanla, insafla, tarihî gerçeklikle bağdaşır bir tarafı olabilir mi? Ayrıca, bir insanın bazı hata ve zaaflara sahip olması, onun vatan haini olmasını asla gerektirmez.

Çanakkale'de şahlanış var

Sarıkamış Fâciasının bittiği günlerin hemen ertesinde, bu kez Çanakkale Boğazı girişinde, boğaza yüklenen yedi düvele karşı büyük bir deniz muharebesi başladı. Savaşın en çetin günleri ise, Mart ayının başlarında yaşandı. 
Neticede, on binlerce Mehmetçiğin şehadetiyle büyük bir zafer kazanıldı. 
Sarıkamış felâketi, 5 Ocak'ta sona ermişti. Çanakkale Deniz Zaferi ise, 18 Mart'ta müyesser oldu. 
İşte, bu her iki hadisenin başlayıp bittiği zamanlarda da, Başkomutan mevkiinde bulunan kişi, Enver Paşa'dan başkası değildir. 
Peki, bu hakikat neden resmî tarihlerde olduğu gibi yansıtılmıyor? 
Diğer bazı sebeplerin yanı sıra, en önemli sebebi şudur: İkisi de 1881 doğumlu olan Enver Paşa ile Mustafa Kemal arasındaki "ezeli zıtlaşma" ve orduda birbirine rakip olma duygusu...
.............................
(*) Birinci Dünya Savaşı'nda, pek şiddetli müsademelerin yaşandığı Van ve çevresi 6 Mayıs'ta Rusların eline geçti. Bu çatışma hattında gönüllü alay kumandanı Bediüzzaman Molla Said de vardı. Başında bulunduğu 90 kadar talebesi ve 4.500 kadar milis kuvvetiyle düşmana karşı mukavemet ediyordu. 
Ancak Rusların himayesindeki Ermenilerin topluca isyanı yüzünden, Osmanlı kuvvetleri Van'ı terk etmek zorunda kaldı. Bu tarihten sonra Van, Ermeni mahallesi dışında baştan sona tahrip ile Müslüman ahalisi bütünüyle katledilmeye başlandı.

Osmanlı'yı yakan Mondros Ateşkesi

Kardeş Sultanların vefâtı

Garip bir tevâfuk eseri olarak, aynı zamanda kardeş olan 34. ve 35. Osmanlı Padişahı Sultan Abdülhamid ile Sultan Mehmed Reşad, 1918 yılı içinde peşpeşe vefat ettiler.
Daha da hazin olanı, vefat etmeden önce, altı asırlık koca Osmanlı Devletinin dört yıldır devam eden Birici Cihan Harbinde mağlup düştüğünü, dolayısıyla tükeniş sürecine girdiğini görme bahtsızlığını yaşamış olmalarıydı.
Önce, on yıldır mahpus durumdaki büyük kardeş vefat etti.
Büyük kardeş, otuz üç yıl (1876–1909) müddetle padişahlık yapan Sultan II. Abdülhamid, mecburî ikamete mahkûm edildiği Beylerbeyi Sarayında 10 Şubat günü vefat ederek Hakk'ın rahmetine kavuştu. 
Vefatının hemen ertesi günü (11 Şubat 1918) Topkapı Sarayına getirilen cenazesi, büyük bir askerî merasim ve halktan mahşerî bir kalabalık eşliğinde, Divanyolu'nda bulunan dedesi Sultan II. Mahmud'un medfun bulunduğu türbeye defnedildi. 
Cenaze merasiminde, kardeşi Sultan Reşad ile Başkumandan Enver Paşa da hazır bulundu.
Sultan II. Abdülhamid, 1876'da tahta geçmişti, ne gariptir ki vefât ettiğinde 76 yaşındaydı.

Sultan Reşad'ın vefatı

Osmanlı padişahları arasında en bahtsız ve talihsiz olanların başında gelen Sultan Reşad, yakalandığı şeker hastalığından kurtulamayarak 3 Temmuz 1918'de 74 yaşında iken vefat etti. 
Onun büyük bahtsızlığı ve şanssızlığı, 600 yıllık devletin içte ve dışta, üstelik hemen her kademede yıkılışa doğru gittiğine yakînen şahit olmasında yatıyor: Amcası Sultan Abdülaziz, onun gözleri önünde devrilip (1876) katledildi. Büyük kardeşi Sultan II. Abdülhamid'in tahta geçmesinin ardından, her ihtimale karşı kontrol altında tutularak bir nevi hapis hayatı yaşamak mecburiyetinde bırakıldı.
Bu çileli hayat, tam 33 yıl devam etti. 1909'da ağabeyi komitacılar tarafından devrildi ve kendisi tahta çıkarıldı. Komitacı İttihatçıların gölgesinde kaldı ve adeta onların kuklası durumuna düştü. 
Tam bir zaaf ve acziyeti ifadesi olan bu vaziyet bir yana, 1911'den itibaren yaşanan zincirleme savaşlara şahit oldu: Trablusgarp (Libya) Savaşı, Ege'de İtalyan Harbi, Birinci ve İkinci Balkan Harbi, son olarak da Birinci Dünya Harbi, hep onun devr–i saltanatında vukua geldi. Üstelik, bu harplerin tamamı büyük kayıp ve mağlubiyetlerle neticelendi. 
Devletin ve milletin içine sürüklenmiş olduğu bu fecî vaziyet, ona ağır geliyor ve onu mânen yıpratıyordu. 
Hemen bütün cephelerde ağır mağlubiyetlerin yaşandığı Birinci Dünya Savaşının sonlarına doğru, yakalanmış oldu şeker hastalığı iyiden iyiye ilerlemeye başlayan Sultan Mehmed Reşat, 3 Temmuz 1918'de vefat etti. Yerine ise, başka türlü talihsizliklere şahitlik edecek olan Sultan Vahdeddin getirildi.

Mondros Mütarekesi

Limni Adasının Mondros sâhilinde bir araya gelen Osmanlı ve İtilâf Devletleri temsilcileri, Birinci Dünya Savaşını sona erdiren ateşkes (mütareke) antlaşmasına 30 Ekim 1918'de imza attılar. 
Bu antlaşma, Osmanlı hükümetinin sonunu getirmekle kalmadı, aynı zamanda ülke topraklarının yarıdan fazlasının işgal edilmesini de netice verdi. 
Aynı zaman zarfında Anadolu ve Rumeli'nin hemen her tarafında kurulmaya başlayan Müdafaa–i Hukuk Cemiyetleri, mütareke şartlarını kabul etmeyerek ülkenin bağımsızlığı için bilfiil harekete geçti.

Kısa sürede yaşanan mühim hadiseler

Dört yıl evvel başlayan Dünya Harbi, Eylül 1918'e gelindiğinde, bu savaşın Osmanlı ve müttefikleri açısından bir mağlûbiyet olduğu kesinlik kazandı. 
Bunun üzerine, mağlûbiyeti kabul eden ülkelerden Bulgaristan 29 Eylülde, Almanya ise 4 Ekim'de ABD'ye başvurarak barış için arabuluculuk yapması teklifinde bulundu. 
Bu durumda Osmanlı Devletinin de eli kolu bağlanmış oldu. Üstelik, ülkenin hemen her tarafında topyekûn işgal girişimleri başlamış durumdaydı. Yani, şartlar alabildiğine zorlaşmıştı. 
İşte, bu ağır şartlar altında kalan Osmanlı da, 5 Ekimde ABD Başkanı Wilson'a başvurarak barış girişiminde bulunmasını istedi. 
Bu arada, İttihatçı Talat Paşa kabinesi istifâ etmek zorunda kaldı. (8 Ekim) Onun yerine 14 Ekim'de İzzet Paşa geldi, yeni bir hükümet kuruldu. 
İşte, Mondros Mütarekesini imzalayan da bu yeni hükümetin temsilcileriydi.

Ateşkes şartları işgalin kılıfı oldu

İki taraf arasında 30 Ekim günü imzalanan yirmi beş maddelik antlaşma metni, Osmanlı hükümetini her yönüyle pasif ve etkisiz bir hâle getirildi. 
İşte, esaret şartlarına benzeyen o fecî antlaşmanın birkaç maddesi: 
1) Boğazlar açılacak. Güvenliği sağlamak için de, İstanbul ve Çanakkale Boğazı Osmanlı'nın değil, İtilâf Devletlerinin kontrolü altında tutulacak. 
2) Osmanlı sınırındaki bütün mayın alanları temizlenecek, gerekirse bu konuda yardım istenecek. 
3) Asker sayısı azaltılacak, komutanların çoğu terhis edilecek ve bunların teçhizatı da İtilâf Devletlerine teslim edilecek. 
4) Osmanlı donanmasına bağlı büyük gemiler silâhtan arındırılarak denetim altında tutulacak ve bu gemiler limanlardan dışarı çıkmayacak. 
5) İtilâf Devletleri, bir direnişle karşılaşmaları halinde, silâhla müdahale etme, hatta işgal girişiminde bulunma hakkına sahip olacak. 
6) Osmanlı hükümetinin bütün haberleşme işlemleri İtilâf Devletlerince denetlenecek. 
7) Kuzey Afrika ve Arabistan'da bakiyesi kalmış olan Osmanlı orduları, İtilâf kuvvetlerine teslim edilecek.

İngilizler, Anadolu'yu kıskaca alıyor

İstanbul'daki işgal politikalarını sertleştiren İngilizler, Anadolu'nun muhtelif bölgelerine asker çıkararak diğer şehirleri de işgale başladı. 
İngilizleri Fransızlar ve İtalyanlar takip etti. 
Fransızlar, 8 Mart 1919 günü Zonguldak ve Ereğli'yi işgal ederken, İngilizler de Antep'te bildiri dağıtarak halkın elinde bulunan bütün silâhların teslim edilmesini istedi. 
İngilizler, bir gün sonra ise Samsun'a 200 kadar asker çıkardı. Şehri işgal eden bu askeri birliğin bir bölümü Merzifon'a doğru harekete geçti. 
Bölgedeki Müslüman ahalinin galeyana gelmesine yol açan bu durum, özellikle Merzifon'daki Rum ve Ermeni kesim tarafından sevinç gösterileri ile karşılandı. 
* * * 
Anadolu'daki işgal hareketinin başını, İngiliz birlikleri çekiyordu. Tıpkı İstanbul'da olduğu gibi... 
İşgal güçleri, bu yaptıklarını 30 Ekim 1918'de imzalanan Mondros Mütarekesi şartlarına bağlıyordu. 
Oysa, o antlaşmanın metinleri arasında herhangi bir yeri "işgal etme" maddesi yoktu. Sadece "güvenliği sağlama" gerekçesi vardı. 
Zaten, yapılan işgallere de bu gerekçenin kılıfı geçiriliyordu.

Suriye-Filistin Cephesindeki hezimetler

Suriye–Filistin Cephesinin çöküşü

Sona doğru yaklaşan Birinci Dünya Savaşının şiddetli çatışmalara sahne olan Suriye–Filistin Cephesinde, 19 Eylül 1918 günü İngilizlere karşı kesin ve feci bir mağlûbiyet yaşadık. 
Fransız ve İtalyanların da yardım ettiği İngiliz kuvvetlerine karşı feci âkıbetin yaşandığı yer, Filistin'in kalbi mesabesindeki Nablus şehri civarıdır. 
Nablus Meydan Muharebesi olarak tarihe geçen bu savaşta, Osmanlı ordular grubu kumandanlığı el değiştirmiş, Alman Falkenhayn'ın yerine Liman Von Sanders getirilmişti. 
İngiliz kumandanı ise Allenbey'dir. 
İngilizler'in maksadı Şam'ı zapt ederek savaşı bitirmektir.
O esnada bütün Suriye isyan hâlindedir. Bölgedeki Arap kuvvetleri, özellikle İngilizlerin uzun yıllardan beri sürdürdüğü casusluk faaliyetleri sonucu, Osmanlı aleyhine dönmüş bir vaziyete düştüler. 
İttihatçı ekâbirlerden Cemal Paşanın da o esnada bulunduğu Filistin–Suriye Cephesinin çökmesi sonucu, Ortadoğu'da Osmanlı yerine Batı devletlerinin hâkimiyet kurmasına rahat bir yol açılmış oldu. 
Bu savaşlardaki mağlûbiyetler esnasında görev yapan Alman generalleri bir yana bırakalım. Çünkü, onlardan çok fazla bir yararlılık beklentisi içinde olmak abesle iştigaldir. 
Peki, ya oradaki Arap düşmanı İttihatçı subayların durumuna ne demeli? 
Bölgede yıllardır en üst düzeyde ve en yüksek bir selâhiyet içinde görev yapan kişi, meşhûr İttihatçı Cemal Paşadır. 
Cemal Paşa, Arap beldelerinde görev yaptığı süre içinde, neredeyse bütün kabileleri Osmanlı'nın aleyhine çevirmekle meşgul oldu. Kabile mensuplarından, hatta bir kısmı aşiret reislerinden olmak üzere, sayılamayacak kadar çok insanı acımasızca cezalandırdı. Üstelik, cezaların çoğu idam (kurşuna dizme) şeklindeydi. 
En ufak bir şüphe ve zan sebebiyle öyle cezalandırmalarda bulundu ki, savaşın sonlarına doğru gelindiğinde, neredeyse Osmanlı'ya düşman hale getirilmeyen bir tek Arap kabilesi kalmamıştı. 
Cemal Paşanın yanı sıra, aynı coğrafyada, ayrıca Fevzi Paşa, M. Kemal ile Albay İsmet de vazife yaptı. 
Lâkin, onların görev sorumlulukları altındaki bölgelerde de, hiçbir iyileşme emaresi görünmedi. Hatta, umumî manzara daha beter bir hale geldi. 
Sonuç olarak diyebiliriz ki, İttihatçı subaylar, 402 senedir Osmanlı hakimiyeti altındaki bu Arap beldelerinin elden çıkmaması için ciddî hemen hiçbir varlık göstermemişlerdir. 
Hatta, bir kısmı buraların elden çıkması için adeta muarız kuvvetlerle işbirliği içine girmişcesine hareketlerde bulundu.
Bu bölgedeki yüz bini aşkın Osmanlı askerinin fecî âkıbeti hakkında da tatminkâr bilgilerden ne yazık ki mahrûm durumdayız.
Bu konu, 1924'te bir ara Millet Meclisi'nin gündemine de taşındı. Ancak, ne hikmetse üzeri örtüldü ve bu hazin hikâyenin karanlıkta bırakılması cihetine gidildi.
Elhâsıl, Suriye–Filistin Cephesinin kaybedilmesinde en büyük sorumluluk Cemal Paşanın. Ancak, onun günah ortağı durumunda daha başka İttihatçı zorbalar da var.
İnşaallah, ileride bir tarih mahkemesi kurulur ve karanlıkta kalan bu meseleyi lâyıkıyla aydınlığa kavuşturur.

Karargâh var, ordu kayıp

Filistin Cephesinde (Nablus'ta) büyük hezimetin yaşandığı gün (19 Eylül 1918),  M. Kemal Paşa da, aynı cephede 7. Ordu Komutanı sıfatıyla bulunuyordu.
Kemal Paşa, 7 Ağustos 1918'de Filistin Cephesindeki 7. Ordu Komutanlığına ikinci kez atanmıştı.
Bu ordu, 4. ve 8. Ordularla birlikte, Alman General Liman Von Sanders'in komutasındaki Yıldırım Orduları Grubunu teşkil ediyordu.
Grup Komutanlığı, 30 Ekim'de, yani savaşı sona erdiren Mondros Mütarekesinin imzalandığı gün, M. Kemal'e devredildi.
M. Kemal, yıldırım hızıyla bölgeden çekilerek, ordu karargâhını Adana'ya taşıdı.
Karargâhın merkezi Anadolu topraklarına taşındı taşınmasına, ancak ordu neferatının kahir ekseriyeti İngilizler tarafından işgal edilen Suriye–Filistin topraklarında kaldı: Kimi şehit, kimi yaralı, kimi de esir olarak...

402 yıl sonra Şam ve Halep'in sukûtu

Suriye–Filistin Cephesindeki çöküşün ardından, Osmanlı'nın elindeki Suriye şehirleri birer birer düşmeye başladı. 
Nitekim, 1 Ekim 1918 günü, tam 402 senedir Osmanlı'nın idaresinde bulunan ve "Şam–ı Şerif" olarak bilinen Suriye'nin en büyük, en mübarek şehri düştü. 
İngiliz kuvvetlerinin şehri işgale başlaması üzerine, Osmanlı kuvvetleri Halep'e çekildi. Halep'te yeni ordu karargâhı kuruldu. Ancak, çöküş ve gerileme devam etti. 27 Ekim günü de Halep şehri elden gitti. 
Birinci Dünya Savaşı tam da bitmek üzereyken, Şam ve Halep'in elden gitmesi, Osmanlı için son iki büyük felâket olarak addedildi. 
Yaşanan bunca felâkete ve üç gün sonra (30 Ekim) imzalanan Mondros Mütarekesine rağmen, düşmana karşı kahramanca direnen Arap–Osmanlı şehirleri oldu. Bunlar, sırasıyla şöyledir: Musul, Medine ve Trablus (Libya) şehri. 
Ne var ki, bunların direnişi de uzun sürmedi. Zira, imzalanan antlaşma ile hem Osmanlı'nın mağlubiyeti tescil edilmiş, hem de Kuzey Afrika ve Arabistan'da görev yapan Osmanlı paşalarının bir kısmı İngilizlerle el altından anlaşmışlar gibi, tuhaf bir işbirliği içine girmişlerdi. 
Evet, İngiliz, Fransız ve İtalyan ordularının sâir İslâm beldelerindeki bu son başarılarını, sadece kendi öz kuvvetleriyle izah etmek mümkün görünmüyor. 
Zira, bunlar harbin başından (1914) itibaren düşmana karşı dayanmışlar, direnmişler ve ta 1918 yılı sonlarına kadar da Osmanlı'ya olan bağlılıklarını devam ettirmişlerdir. 
İtilâf devletleri, yıllardır Arabistan ve diğer yerlerde faaliyet yürüttükleri halde, bir türlü maksatlarına ulaşamıyorlardı. Osmanlı'nın zayıfladığı yerlerde bile, Arap ve Berberi kabileleri direniyor ve gayr–ı müslim kuvvetlere teslim olmayı kabullenmiyordu. 
İşte, ne olduysa 1917–18 yıllarında oldu. Sanki, Osmanlı içinde bulunan bir gizli el, Ortadoğu'daki bütün Osmanlı belde ve eyaletlerini ecnebi kuvvetlerine peşkeş ediyordu. 
Bu arada, cephelerde sürdürülen savaşlar da, göstermelik olmaktan öteye gitmiyordu. 
Demek ki, "işin içinde iş var"dı. Kimi İttihatçı paşalar, adeta İngilizlerin ve bilhassa Filistin topraklarında gözü olan Yahudilerin hesabına çalışıyordu. 
O beldelerin bu derece kolay, çabuk ve fakat çok ağır kayıplarla elimizden çıkmış olmasının gizli–açık sebeplerini iyice araştırıp bulmak lâzım.
Aksi halde, insanlarımıza doğru tarihi göstermiş, öğretmiş sayılmayız. 
Bu konuya dair bazı kitaplar yayınlandı. Ancak, bunlarda yeterli bilgi yok. 
Zira, bunlarda 14 Eylül 1918'de İskenderiye'nin dar sokaklarında başlayan ve gerisin geriye yıldırım hızıyla yaşanan o büyük felâketin hiç olmazsa iki aylık hikâyesi hakkıyla anlatılmıyor.
O tarihe ait "İngiliz Savaş Belgeleri"ne bakıp okuyan hür araştırmacılar, işin içinde bir ihanetin mevcut olduğu kanaatine varıyorlar.

İşgale karşı şahlanan irade

Musul, İstanbul'dan evvel işgal edildi

Birinci Dünya Savaşının bitimine kadar Osmanlı hakimiyeti altında bulunan Musul, savaş sonrası işgale uğrayan İzmir, İstanbul, Adana, Urfa, Maraş... gibi Misâk–ı Millî sınırlarına dahil olan bir vilâyetimiz idi. 
Ancak, diğer Anadolu şehirleri nasıl haksız ve hukuksuz bir şekilde işgal edildiyse, Musul şehri de aynı âkıbete uğradı. 
Ancak, Millî Mücadele sürecinde kurtarılamayan yer, ne yazık ki Musul oldu. Daha da acı olanı, Musul'un Lozan masasında büsbütün kaybedilmesiydi. 
Zira, sınırlar itibariyle Lozan'da esas alınan tarih, Mondros Mütarekesinin imzalanmış olduğu 31 Ekim 1918 tarihiydi. Bu tarihte ise, Musul'da Osmanlı ordusu vardı ve hakimiyet de onların elindeydi. 
İngiliz hükümeti, buna rağmen Musul'un işgal edilmesini istedi. Bu maksatla harekete geçen Irak'taki İngiliz Ordusu Komutanı General Marshall, emrindeki kıtalara "Musul'u işgal edin" emrini verdi. 
Bu, bir emr–i vaki durumuydu. Ateşkes antlaşmasına yapılan bir zorbalıktı. Osmanlı hükümeti ise, yenilgiyi kabul ettiği için, ordularının savaşması veya işgale karşılık vermesi yönünde bir irade sergileyemedi. 
Ancak, bu aleni haksızlığın hiç olmazsa Lozan Konferansı esnasında giderilmesi mümkündü. Maalesef, bu da yapılmadı, yapılması için gayret dahi gösterilmedi. Musul, adeta İngilizlere peşkeş edildi. 
Musul'un işgaliyle iyice şımaran İngilizler, ardından İstanbul'un işgalini planladı. Güvenlik gerekçesiyle İstanbul'a gelen İngiliz birlikleri, adım adım işgale yöneldiler ve nihayet 16 Mart 1920 günü itibariyle, bir bahane ile fiilî işgali gerçekleştirmiş oldular.

İşgal filosu İstanbul'da

Mondros Mütarekesinin (30 Ekim 1918) üzerinden daha iki hafta geçmeden, 61 parçalık düşman donanması harekete geçti. Çanakkale'yi geçen ve 13 Kasım günü İstanbul Boğazına giriş yapan müttefik İngiliz, Fransız, İtalyan ve Yunan gemileri, aynı gün karaya asker çıkardı. 
Daha sonraları çeşitli aşamalardan geçerek şiddetlenen ve ta 6 Ekim 1923'e kadar devam eden işgal hareketi, aslında o gün bilfiil başlamış bulunuyordu. 
İstanbul işgalinin ardından, Anadolu'nun muhtelif bölgelerine de asker sevk eden istilâcı güçler, zaman içinde hiç ummadıkları şiddette bir mukavemetle karşılaştı.

Müdafaa–yı Hukuk Cephesi şâhlandı

Mütarekenin (ateşkes antlaşmasının) hemen akabinde, İstanbul, Trakya ve Anadolu sathında da ciddî bir hareketlenme safhası başladı. 
Hemen her tarafta Müdafaa–yı Hukuk–u Millîye Cemiyetleri kuruldu. 
Fiilî işgalin başlamasıyla birlikte, bu millî cephe de şahlandı ve mukaddesat uğrunda bağrını siper etti. 
Çoğu kimsenin 1919 Mayıs'ından sonra başlamış zannettiği "Millî Kurtuluş Hareketi", esasında tâ 1918'in Kasım ayında başlamış ve bütün vatan sathında yaygınlık kazanmış durumdaydı. 
Yani, İzmir'den Kars'a, Trakya'dan (Paşaeli) Vilâyât–ı Şarkiye'ye (Trabzon, Erzurum, Urfa, Maraş, Antep…) kadar, hemen her yerde kurulan Müdafaa–yı Hukuk Teşkilâtının hazırlık çalışması, Kasım ayının daha ilk haftasında başlatılmıştı.
Gerçi, resmî tarihin bakış ve anlayışına göre, 19 Mayıs 1919 öncesinin fazla bir ehemmiyeti olmadığı gibi, bu tarihe kadar olup biten hadiselerin pek fazla bilinmesi de gerekmiyor.
Oysa, gerçek durum hiç de öyle değil. Zira, o tarihten evvel, yedi düvele karşı savaşan ordusunun Birinci Cihan Harbinde mağlup ve perişan düştüğünü gören bu necip millet, yine de pes etmedi ve ümitsizliğe düşmedi. 
Millet, adeta tükenme noktasına gelen maddî imkânlara aldırış bile etmeksizin harekete geçti, kendi milis kuvvetlerini vücuda getirdi ve dünyayı hayranlıkla baktıran bir kahramanlık destanını yazdı. 
Dilerseniz, isimlerini aşağıda sıraladığımız cemiyetlerin kuruluş tarihlerine şöyle bir bakınız, ne demek istediğimiz belki daha iyi anlaşılır: 
* 1 Aralık 1918: İzmir Müdafaa–i Hukuk Cemiyeti. (İşgalden sonra cemiyetin merkezi İstanbul'a taşınırken, mücadele sahası da Aydın taraflarına kaydırılmış oldu.)
* 2 Aralık 1918: Trakya–Paşaeli Müdafaa Heyeti. Cafer Tayyar Paşanın gayretleriyle kuruldu.
* 4 Aralık 1918: Vilayât–ı Şarkiye Müdafaa–i Hukuk–u Milliye Cemiyeti. (Erzurum ve Sivas Kongrelerine de ev sahipliği yaptı.)
* 21 Aralık 1918: Kilikyalılar Cemiyeti. (Ali Fuat Paşanın gayretleriyle, Çukurova Bölgesini işgal eden Fransız ve müttefiki Ermeni çetecilere karşı kuruldu.)

Garip bir rastlantı

İşgal filolarının İstanbul'a geliş tarihiyle bağlantılı olarak çok garip bir rastlantı var. 
Aynı tarihe kadar VII. Ordu ile Yıldırım Orduları Kumandanı olarak (Ağustos–Kasım 1918) Suriye–Filistin Cephesinde bulunan M. Kemal, yine İngiliz işgal komutasındaki düşman donanmasının İstanbul Boğazına girdiği aynı gün içinde, yani 13 Kasım günü İstanbul'a gelir. (Bkz: Bütün kaynaklardaki Atatürk Kronolojisi.)

Asitli sularda haşlanan Mehmetçik

Birinci Dünya Savaşının son günlerine kadar düşmana karşı duran, dayanan ve teslimiyet bayrağını çekmeyen bu cephedeki Arap kabileleri ve müttefik Osmanlı kuvvetleri, her nasılsa son iki–üç ay içinde müthiş bir bozgun ile çöküntü içine girdi. 
Cephe, en son safhada bütünüyle kaybedildi. On binlerce Osmanlı askeri İngilizler'e esir düştü.
Bu esirlerin de çoğu, tehcir sebebiyle oralara sürülmüş olan Ermeniler'in insafına terk edildi. Kin ve öfke dolu Ermeni çetecileri, esir durumdaki binlerce Müslüman Türk askerini çeşitli işkence metotlarıyla imhaya girişti.
TBMM Zabıt Ceridesi'nin Mayıs–Haziran 1921 tarihli sayılarında yer aldığı kadarıyla, 1918 yılı Eylül–Ekim aylarında, Filistin–Sina Cephesinde yaşanan mağlubiyet sebebiyle 150 bin kadar Osmanlı askeri İngilizlere esir düşmüş. Bu askerlerin çoğu, İngiliz sömürgesi ülkelere gönderilmiş ve bu arada 15 bin kadarı da İskenderiye civarındaki esirler kampına getirilerek, güya yıkanıp temizlenmeleri istenmiş.
Yıkanma havuzuna, yakıcı bir madde olan Krizol (Cresol) çok fazla miktarda konulduğu için, havuza dalan Mehmetçikler yanmışlar; çekinen, yahut itiraz edenler dipçik darbeleriyle başlarını sokmaya mecbur edilmişler ve pekçok askerimiz bu suretle gözlerini kaybetmiştir.
Geriye kalan yüz binden fazla Mehmetçiğin âkıbeti ise, hâlâ meçhûl durumda.
Öyle anlaşılıyor ki, o cephede Sarıkamış felâketini dahi aratacak derecede elim hadiseler cereyan etti.
Ancak, ne hikmetse o dehşetli hadiselerin çoğu karanlıkta kaldı. Bakalım, tam aydınlatma ne zaman tahakkuk edecek...


Hiç yorum yok: