5 Aralık 2012 Çarşamba

1915'te aslında ne oldu? M.Latif Salihoğlu

Doksan beş senedir Türkiye'nin başını ağrıtan "Ermeni meselesi", Fransa Parlamentosunun almış olduğu son radikal kararı sebebiyle bir kez daha dünya gündemine gelip oturdu.

Ermeni meselesinin ilk kez dünya devletlerinin gündemine girmesi, Osmanlı ile Çarlık Rusyası arasında yaşanan meşhûr "93 Harbi" sonrasında (1878'de) imzalanan "Ayastefanos Muahedesi/Yeşilköy Antlaşması" ile "Berlin Antlaşması"nda gerçekleşti.


Bu iki antlaşmaya Osmanlı Devleti ile Rusya, Almanya, İngiltere, İtalya, Fransa ve Avusturya–Macaristan İmparatorluğu müdahil olup imza koydular.

Böylelikle, Osmanlı Devleti sınırları içinde yaşayan Ermenilerin hemen her konudaki hak ve talepleri, mezkûr devletlerin ilgi alanına girmiş olup müdahalelerine açık bir hale geldi.

Bu durumdan cesaret alan Taşnak ve Hınçak gibi Avrupa'da eğitilen Ermeni kökenli çeteciler, Osmanlı tebaası olan Ermenileri yer yer kışkırtarak kanlı hadiselere sebebiyet verdiler.

Kan döküldükçe de, taraflar arasındaki gerilim arttı; Ermenilerle Müslümanlar arasında İstanbul, Maraş (Zeytun), Sason, Adana gibi bazı şehirlerde karşılıklı mukatele (katletme) halleri yaşandı.
Birinci Dünya Harbi yıllarına (1914–15) gelindiğinde ise, genel durum, eskiye nazaran çok daha vahim bir tabloya dönüştü.

Hiç hesapta olmamasına rağmen, Osmanlı Devleti kendini bir anda savaşın ortasında buldu.
Yedi cephede birden savaşa katılan Osmanlıya, en ağır darbe de Kafkas Cephesinde vuruluyordu.

Zira, bu cephede kış hazırlığı olmayan Osmanlı ordusunun karşısında, Rusya'nın kış şartlarında eğitim görmüş, ateş gücü yüksek, kalabalık ve dinamik Kafkas Orduları vardı.

Dahası, aynı cephede elli bin kişilik silâhlı birlik oluşturan Ermeni çeteciler de, Rus tarafına geçmiş durumdaydı. Bölgenin coğrafî konumunu iyi bilen bu çeteciler, Rus kuvvetlerine hem lojistik destek sağlıyor, hem kılavuzluk ediyor, hem de savaş ahlâkıyla zerrece bağdaşmayacak şekilde sivillere yönelik katliâmlarda bulunuyordu.

Dehşet uyandıran bu "müttefik kuvvet" karşısında, Osmanlı tarafı çok büyük zayiat veriyordu. Kars, Sarıkamış ve Erzurum taraflarından başlamak üzere, önemli şehirler, kasabalar, köyler bir bir elden gidiyordu. Mayıs 1915'te koca Van şehri düştü. Kaçamayan Müslümanların tamamı, vurularak, yahut denize (Van Gölüne) atılarak katledildi.

Van'ın idaresini bir Ermeni mutasarrıfa devreden Rus kuvvetleri, hız kesmeyerek Muş ve Bitlis üzerine doğru harekete geçti.

İşte, tam bu esnada Osmanlı Meclisi'nden "Tehcir Kànunu" çıktı.
Mayıs'ın sonlarında çıkan bu kànun, 1 Haziran 1915 tarihli Takvim–i Vekayi'de (resmi gazete) yayınlandıktan sonra tatbik sahasına konuldu.

Resmî adı "Sevk ve İskân Kànunu" olan bu kànunun metninde, "Ermeni" kelimesi dahi yer almıyor. Aynı zamanda "geçici" mahiyetteki bu kànundan asıl maksat "Harp zamanında hükümet icraatına karşı gelenler için, sevk ve iskân hususunda tatbik edilecek tedbirler"in alınmasıdır.

Dolayısıyla, kànun metninde, Ermenilerin, ya da başka kimselerin vurulması, öldürülmesi hiçbir şekilde yer almamaktadır.

Ne var ki, bu kànun maddesinin tatbik sahasına konulması esnasında, pekçok yerde insanî dramlar ve fecaat tabloları yaşanıyor.

Kâğıt üzerinde her şeyi düzenleyen İttihatçı hükümet, uygulamada zaafa düşüyor, dolayısıyla zincirleme hata ve günahlara sürükleniyor.

Meselâ, o devrin siyasî sorumluları, Ermenilerin zalim kesimi ile masum olanlarını birbirinden ayıramıyor. Birçok merkezdeki Ermenilerin tamamına toptan ceza kesiyor. Köylerinde cephanelik bulunan Ermeni nüfusun tamamını tehcire zorluyor.

İşte, en büyük insanî dram da bu esnada yaşanıyor: Yerinden ayrılmak istemeyen Ermeni vatandaşın can ve mal güvenliği sağlanamıyor. Sayıları yüz binleri aşan Ermenilerin özellikle Suriye tarafına doğru göç etmeleri esnasında ise, keyfi muamelelerle karşılaşıyorlar. Müslüman kesimden bazı cahil, gaddar, sergerde şahıs veya gruplar, onlara saldırıyor, can ve mallarını telef ettiriyor.

Bu durumdan haberdar olan Ermeni Çeteleri ise, zaten çoktandır sergilemiş oldukları vahşet tablolarına yenilerini ekliyorlar. Rast geldikleri, yahut baskın yaptıkları yerdeki Müslüman ahalinin tamamını vahşice katlediyorlar.

Dolayısıyla, iki taraf arasında artık durdurulmaz ve önüne geçilmez bir "mukatele" hali yaşanıyor.
Bu fecî hallere sebebiyet veren geçici  "Tehcir Kànunu", yaklaşık bir sene sonra, yani 1916'da yürürlükten kaldırılıyor. Bunun üzerine, Suriye veya başka taraflara giden Ermeni vatandaşların bir kısmı memleketlerine geri dönerken, mühim bir kısmı ise dönmüyor, dönmeyi göze alamıyor.
Bu arada, Kafkas Cephesinde harbe iştirak eden Miralay Bediüzzaman gibi, Ermenilerin masum kadın, çocuk ve yaşlılarını koruma çemberine alan pekçok Müslüman'ın aynı dönemde var olduğunu da hatırdan çıkarmamak gerekir.

Tehcir Kànunu metninin yayınlandığı 1 Haziran 1915 tarihli Resmî Gazete Takvim–i Vekayî.


Netice itibariyle, kısaca şunları söylemek mümkün:

1) 1915'te Ermenilerin sivil masum kesimi ile cani gruplarının birbirinden tefrik edilememiş olması, vicdanî ve insanî yönden bir zaaf eseridir. Kaldı ki, bugün bile aynı zaafa düşerek, meselâ masum Kürtler ile canî teröristleri aynı kefeye koyan veya aynı bakış açısıyla sakat değerlendirmelerde bulunanlara rastlanılmaktadır.

2) Bir zaaftan kaynaklanan Tehcir Kànunu, aynı zamanda Turancılık illetiyle mâlul olan basiretsiz İttihatçıların "siyasî hata" kefesinde yer alıyor. (Hayret edilecek bir nokta: İttihatçıları yerden yere vuran bazı kimseler bile, iş Ermeni tehciri konusuna geldiğinde, hemen kıvırma ve o zamanki hükümet uygulamalarını savunma cihetine gidiyor. Doğrusu, burada çok fenâ bir paradoks hali dikkatimizi çekiyor.)

3) Tehcir Kànunu, bir siyasî hata eseri olmakla beraber, burada ne katliâm, ne de soykırım gibi bir fecaat hedeflenmiş değil. Bu karar, eğer hakikaten soykırımı hedeflemiş olsaydı, Müslümanlar, ele geçirdikleri bütün Ermenileri öldürme cihetine gidebilirlerdi. Oysa, böyle bir durum söz konusu dahi değil. Türkiye'de yaşayan binlerce Ermeni vatandaş, bu gerçeğin şahididir. Buna rağmen, yine de soykırım iddiasında bulunanlar vardır ki, bunlar hepimizin babasını, dedesini zan ve töhmet altında bırakmaya, dahası onları azılı katil olmakla suçlamaya çalışıyor. İşin bu tarafı, asla ve kat'a kabul edilemez.

Umarız, Fransa ve Avrupa gibi, bütün dünya burada tadat ettiğimiz bâriz gerçeklerin farkına varır ve nihaî değerlendirmeyi de ona göre yapma cihetine giderler.

Hiç yorum yok: