9 Ekim 2012 Salı

Kalkınmışlığın gericilik-ilericilik ve Cumhuriyetle bir ilgisi var mıdır


Kalkınmışlığın gericilik-ilericilik ve Cumhuriyetle bir ilgisi var mıdır (1)


Kalkınma, Cumhuriyet-le-mi, Cumhur-la mı olmaktadır?

Erken çağlarda insanları din adamları yönlendirirdi. Yakın tarihimizde onların yerini medya almıştır. Medya ne verirse, okuyucu onu özümsemekte, özümsemesinin ardından yayılmasına gönüllü aracılık etmektedir. Denilmektedir ki, “Cumhuriyet kalkınmışlığın motorudur.” Ancak, Devletlerin yönetimlerini sorguladığımızda karşımıza çıkan tablo bu ifadenin aksini söylemektedir. Bugün dünyada yaklaşık 200 devlet olduğunu kabul edilerek bir değerlendirme yapıldığında; “Bunlardan 44 tanesinin monarşi, geri kalanların 156'sının cumhuriyet olduğunu görülmektedir. 
Cumhuriyetin tanımı her ne kadar bizdeki kitaplarda, "halkın idaresi, halka dayanan yönetim" denilse de, bu 156 cumhuriyetin tamamı, “halkın idaresi” demokrasi değildir. 
Bırakın demokrasi olmasını çoğunluğu ile otoriter yönetimlere sahiptir. 
2008 Demokrasi Endeksi'ne göre tam demokrasi olan cumhuriyet sayısı 18'dir. Başka bir deyişle,cumhuriyetlerin sadece % 11, 5'i tam demokrasi ile yönetilmektedir. 
44 monarşiden 12 tanesi tam demokrasiye sahip. Yani % 27. Karşılaştırmada Monarşilerin demokrasi oranı cumhuriyetlerin iki katından fazlasına ulaşmaktadır.  
Demokrasi endeksinde otoriter rejimler arasında yer alan cumhuriyetlerin oranı % 86 iken, monarşi oranı % 14. 
Birleşmiş Milletler 2009 İnsani Gelişmişlik Endeksi'ne göre yapılan bir değerlendirmede ; 
-En gelişmiş 38 ülkeden 19'u monarşi ve diğer 19'u da cumhuriyetle yönetiliyor. 
Oranlar şöyle: Monarşilerin % 44'ü en gelişmiş kategoride yer alırken, cumhuriyetlerin sadece % 13'ü bu seviyeye çıkabilmiştir. Monarşilerin sadece üç tanesi demokrasi endeksinde otoriter rejim olarak yer alıyor. 
En gelişmiş cumhuriyetlerin de çoğu tam demokrasiye sahip, bazıları kusurlu demokrasi kapsamında; ama hiçbiri otoriter cumhuriyet değil. 
Dahası insani gelişmişlik endeksinin en alt kategorisinde yer alan gelişmişlik düzeyi en düşük 24 ülkenin hepsi cumhuriyet. Bunların içinde bir tane tam demokrasi veya kusurlu demokrasi olan yok.  
Bunların birkaçı melez rejime, ama büyük çoğunluğu otoriter rejime sahip. 
Bütün bunlardan, diğer faktörlerin hakkı saklı tutulmak kaydıyla, cumhuriyetle demokrasi ve kalkınmışlık arasında bir illiyet bağının kurulamayacağı sonucuna varabiliriz. 
Tersinden kalkınmışlık ile demokrasi arasında güçlü bir bağ kurulabiliyor.  
Türkiye’nin, demokrasi endeksindeki sırası 87, insani gelişmişlik endeksinde ise 79’dur. (1) 
Cumhuriyet, ülkede demokrasi standardının yüksekliği oranında kastedilen manasına kavuşacağı ve kavuştuğu ortadadır. 
… 
Japonya, Dünyanın nakit zenginidir… Ülkenin başında İmparator vardır. 
Norveç’te Avrupa’nın en zenginidir… Orada da ülkenin başında Kral-Kraliçe. 
… 
“İngiltere’de 1642-1651 yılları arasında gerçekleşen İç Savaş sonucunda krallık devrilir. Bunun yerine önce parlamento idaresinde (1649–1653) sonra da Oliver Cromwell iktidarında (1653–1659), kısa süren bir cumhuriyet kurulur… 
Ancak, Cromwell'in ölümünün ardından parlamento iç karışıklıkları önlemek için sürgündeki kral 2. Charles'ı krallığı yeniden kurmak üzere İngiltere'ye davet eder. 
İngiltere uzun devlet hayatında bir daha cumhuriyeti denememiş midir? 
Peki, neden, bir ihtiyaç mı duymamıştır, bir mahsurunu mu görmüştür? 
… 
Gericilik, İlericilik…. 
“Osmanlı, (Türkiye) geri kalmış bir ülkedir.” 
Bu ifade tamamen uydurmadır. (Tabiri uygun düşerse yalandır.) 
-“Güzel de ekonomi ve gelişmişlik rakamları böyle söylememektedir?” 
… 
Osmanlı bir cihan imparatorluğudur. Ve bir büyük medeniyetin sahibidir. Yaklaşık bin yıllık devlet birikimi vardır. Üç kıtayı asırlarca ve büyük bir başarı ile yönetmiştir. Her şeyi inkar edilse de bu meziyeti edilememektedir. 
Ve Osmanlı, Mozambik midir ki, geri kalmış bir ülke olsun? 
Osmanlı, rekabetçileri atılım yaptığında, atılımları gerçekleştiremeyecek kadar, savaşların ve belaların içerisindedir… 
Gerçeğinde karşılaştırmak için gelişmiş Batı Avrupa ve Osmanlı halklarının 1830’lardaki durumunu aramızda kaçımız bilmektedir? 
… 
Osmanlıyı en sorunlu dönemleri, gelişmişleri de en iyi dönemleri ile karşılaştırarak bir sonuca gitmek ne hakkaniyetle bağdaşır, ne de tarihi gerçeklerle… 
Osmanlı sistemli olarak en az yüz yıllık bir dönemde dönemin en güçlüleri tarafından savaşlarla, ekonomik ve siyaseten çökertilmeye çalışılmasına rağmen; "Battı!" denilen dönemde dahi dünyanın en büyük altıncı ekonomisidir… 
Yazı nelerle devam edecek? 
İnsanlığın son beşbin yılından başlayarak günümüze kadar yönetim şekilleri ve devrimleri incelenecek... 
Ve görülecektir ki, Fransız ihtilali, İngiliz devriminin çocuğudur. 
Ve İngiliz devrimi bize çok şey anlatacaktır. Ancak ve her nedense bizim tarih kitaplarımızda bu devrimden fazla bahsedilmez… 
Belki de cumhuriyeti sadece 10 yıllık bir sürede denediğinden, kötü örnek olmaması için bahsedilemektedir. 

Resim;haberpan.com'dan alıntıdır. 
(1) Nuri Yurdusev / Zaman 

Cumhuriyet ve devrim gerçeğimiz ile İngiliz-Fransız-Türk devrimlerinin karşılaştırılması (2)

Cumhuriyet ve devrim gerçeğimiz ile İngiliz-Fransız-Türk devrimlerinin karşılaştırılması (2)
Özgürlük sadece gelişmenin değil, nerede ise vatanseverliğin de tek şartıdır...

Doğulu aile bir Fransız çocuğu evlatlık alır. Çocuk büyür ve eline aldığı aile fotoğrafına baktığında; Anne-baba ile kendisinin farklı renk ve yapıda olduğunu görür ve ailesini sorgulamaya başlar. Osmanlı ağacını el birliği ile budadık. Budadığımız dev Çınar ağacını içerisinde batının kültür değerleriyle dolu saksıya ektik. Ağaççık zamanla saksıda büyüyen meyvelerine baktığında gördükleri karşısında şaşırdı ve sordu; "Allah, Allah! Bu meyveler benim mi? Bu meyveler bana benzememekte." Ve kaldığımız yerden devam ediyoruz. İngiliz-Fransız Devrimleriyle ile kendi devrim-sel gerçeğimiz;  
Çoğumuz Fransız devrimi ezbere bilir. Ancak, İngiliz devrimini bilmez. Peki, bizlere İngiliz devrimi neden karanlıktır?  
Devrimleri önce yaygın olarak anlatılanları ; Sonra da arka planını, gerçeklerini anlatacağız.  
“Fransız Devrimi veya Fransız İhtilâli (1789-1799), Fransa'daki mutlak monarşinin devrilip, yerine cumhuriyetin kurulması ve Roma Katolik Kilisesi'nin ciddi reformlara gitmeye zorlanmasıdır. Avrupa ve Batı dünyası tarihinde bir dönüm noktasıdır. Milliyetçilik akımını başlatan en büyük etkendir.  
Fransız İhtilalini Hazırlayan Sebepler 
Fransız halkı önceki döneme göre büyük bir evrim geçirmektedir. Halk bilinçlenmekte sarayın, kralın, seçkinlerin denetiminden çıkmaya başlamıştır.  
Şehirlerde yaşayan pek çok burjuva büyük bir atılım içinde bulunmaktadır. Kitaplar yaygınlaşmakta aileler çocuklarını üniversitelere göndererek sağlam bir gelecek kurma yolunu tutarak kültürel seviyeyi yükseltmekteydi.  
Bağımsız yayıncıların çıkarttıkları gazete, bildiri ve broşürler, kitlesel bilinçlenmeye yol açmaktadır. Bu koşullar da toplumsal değişim taleplerinin olgunlaşmasına yol açmış. (Okuyan lütfen bu cümleyi bir yere not etsin.)  
Toprak sahipleri ve soylular, ayrıcalıklarını korumaya çalışmakta; bu sebepte burjuvaların soylu tabakasına geçmesini engelleyecek barikatları yükselmekteydi.  
Soylular statülerini koruma hevesindeyken, burjuvada ekonomik olarak güçlenmelerine rağmen toplumsal halklarda söz sahibi olamamaktan şikâyetçiydi. Kırsal nüfus ise üzerindeki vergi yükünün hafiflemesini istemektedir.  
(Gerçeğinde olgunlaştırılan!) Devrimci düşünce, ülkede köklü yapısal değişikliklere gitmek gerektiğine inanan katmanlar arasında yayılmaya başlamıştır. Merkezi otorite ülkenin içinde bulunduğu evrimsel süreci kavrayamamış ve eski yöntemlerle sorunları halletme yoluna yönelmek istemiştir.  
Oysa özellikle burjuva İngiliz devrimini etkisiyle geçici çözümle yetinmek değil kitlesel olarak İngiliz modelindeki gibi ‘parlamenter monarşi rejimi’ altında yönetime katılmayı arzulamaktaydı.  
İhtilalin Ekonomik Sebepleri 
Devrim den önceki yıllar Fransız ekonomisi için pekte parlak sayılmamaktadır. Gelişen ticaret savaşlar sebebiyle yavaşlamamış, köylü mahsulünden beklediği verimi alamamış, alamadığı için de büyük sıkıntılarla karşılaşarak, kıtlığa, açlığa kadar dayanan sorunlarına dayanamayarak, çözüm olarak gördüğü şehirlere göç etme yolunu tutmuştur. (Gerçeğinde Osmanlıda benzer sorunları yaşamaktadır) 
Fakat şehirlerde de onları parlak bir yaşam beklememektedir. Artan nüfusun ihtiyacını şehirler karşılayamaz duruma gelmişler.  
Nüfus artması doyurulması gereken insanların çoğalmasına sebep olmuş. Gençlerin işsizlik sorunuyla karşılaşması, istihdam olanağı bulamamaları toplumsal sorunların artmasının bir başka nedeni olmuştur.  
Aslında Fransa’nın ekonomisi pek çok çağdaş devlete göre ileri sayılmaktaydı. Fakat önceki dönemlerle karşılaştırıldığında fark edilir gerileme halkı panik içine sokmuştur.  
Halkın içinde bulunduğu ekonomik sorunlar vergilerin düzenli olarak ödenmemesini yol açmış, devletin en önemli gelir kaynağı olan vergilerin sekteye uğraması hazineyi büyük bir bunalıma sürüklemiş, uzayan savaş maliyetlerinin fazla olması ve teknolojinin gelişmesiyle savaş masraflarının artması, birde saray masraflarını aşırılığı sebebi ile devlet iflasın eşiğine gelmiştir. (Osmanlıda da durum farklı değildir.) 
Bu sebepten kral vergilerin arttırılması ve yeni vergileri konması yolunu tutmuş bu plan dahilinde tüm toplumunda vergilerin yaygınlaşması düşüncesi ortaya çıkmış Paris Parlamento’su da bu yeni vergi aleyhlerine onay vermeyerek genel meclisin (Etats Generaux'un) toplanmasını istemiştir.  
…  
Parlamentonun toplanmasıyla orta sınıftan halk, özellikle varlıklı sınıflar, monarşiye karşı savaş açtılar. Bir anayasayla monarşinin yetkilerinin sınırlandırılmasını, iç gümrük duvarlarının kaldırılarak iç ticaretin serbestleştirilmesi, vergilerin yeniden düzenlenmesi ve yönetimde daha fazla hak elde etme talebinde bulundular.  
Bu talepleri 16. Louis kabul etmedi. Orta sınıf, peşine halktan diğer unsurları da katarak 14 Temmuz 1789 günü Bastille hapishanesine saldırdı. 
…  
Bu genel ayaklanmanın ardından (1791) yılında bir kurucu meclis toplandı ve İnsan ve Yurtdaş Hakları Bildirisi yayınladı. Ardından da ulusal egemenliğe dayanan bir anayasa hazırlayarak monarşinin yetkilerini sınırlandırdı.  
Bu anayasa, halk tarafından seçilecek bir parlamentonun yasama ve yürütme yetkilerini kralla paylaşmasını öngörmekteydi.  
Kanunları hazırlamak, bütçeyi tasdik etmek ve hükümetin icraatını kontrol etmek görevleri meclise verildi. Ayrıca İnsan ve Yurttaş Hakları Bildirisi'nin esasları uygulamaya konuldu.  
İnsan ve Yurttaş Hakları Bildirisi'nin uygulamaya konulması ve bir halk meclisinin yürütme erkini ele alması, Fransa’da feodalite kurumları yıktı. Zaten halk yığınlarındaki soylulara karşı gelişen öfke, pek çok soylunun topraklarını bırakarak diğer Avrupa ülkelerine kaçmalarına yol açtı.  
…  
Avrupa’da herkes, feodal sınırlamalardan kurtulan bir Fransa ekonomisinin büyük bir gelişme göstereceğini, bunun ise Fransa’yı, uluslararası ticaret alanında rekabet edilmesi çok zor bir güç haline getireceğini öngörebiliyordu. Üstelik böylesi bir ekonomik büyümenin, eskisinden çok daha güçlü bir Fransız askeri gücünü besleyebilecek durumda olması, kuvvetle muhtemeldi.  
Öte yandan Fransa’da ortaya çıkan, insan haklarından, eşitlikten ve özgürlükten yana bu düşünce hareketinin tüm Avrupa’ya yayılması ve mevcut monarşilerin geleceğini tehdit etmesi kaçınılmazdı…  
…  
Başlarda burjuvazi, kralı ve liberal görüşlü soyluları safına çekerek Fransa’nın toplumsal ve ekonomik yapısında, her üç tarafın da çıkarlarına olan düzenlemeleri yapmak hesabındaydı. Ama böylesi müttefikler bulamadı karşısında. XVI. Louis, yetkilerinin sınırlanmasına razı olmamakta direndi…  
Kralın mutlakıyet idaresini yeniden kurmak için içerde isyan çıkartması, dışarıda ise Fransa'nın düşmanlarıyla işbirliğine gitmesi sonucu, 1792'de cumhuriyet ilan edildi.  
Fransa İnsan ve Yurttaş Hakları Bildirisi 
28 Ağustos 1789'da Fransız Devrimi'nden sonra, Fransız Ulusal Meclisi tarafından, Fransa İnsan ve Yurttaş Hakları Bildirisi kabul ve beyan olundu.  
Bildirge; insanların eşit doğduğunu ve eşit yaşamaları gerektiğini, insanların zulme karşı direnme hakkı olduğunu, her türlü egemenliğin esasının millete dayalı olduğunu ve mutlak egemenliğin bir kişi ya da grubun elinde bulunamayacağını, devleti idare edenlerin esas olarak millete karşı sorumlu olduğunu, hiç kimsenin dini ve sosyal inançları yüzünden kınanamayacağını ortaya koyuyordu….”(1) (Okuyan dilerse bu son cümleyi de not alabilir.)  
…  
Ve şimdi de 1640-1660 Yıllarına geri dönüyor İngiliz Devrimine bakıyoruz... 
İngiliz Devrimi, 1789 Fransız Devrimi gibi büyük bir toplumsal harekettir. Önemi mevcut iktidarın alaşağı edilerek iktidarın yeni bir sınıfın eline geçmesindedir. İktidarın yeni bir sınıfın eline geçmesi özgürlüğü, özgürlük sanayi devrimine giden süreci hızlandırır. İngiliz Devrimi nedense bizde sanki görmemezlikten gelinir.  
Bizde cumhuriyetle birlikte (sadece) iktidar (mı) değişmiş, bu nedenle (mi) olsa gerek ülkeye özgürlük gelmemiştir.  
Özgürlük gelmeyecekti de, iktidar değişikliğine neden gerek duyuldu?  
Evet, Neden?  
...  
İngiliz Devriminin kısa hikâyesi; 
Aletin (basit tezgâhların) yerini makinanın alması demek olan bu devrimin başlamasında ilk önemli etken buhar gücünün sanayide uygulanmasıdır… (Devam edecek)  
...  
Dikkatli okuyanların ilgisi çekmiş olmalıdır. Ülkede, İngiltere - Fransa örneğinde olduğu gibi orta sınıf var ve güçlü ise devrim yakındır.  
Peki, ülkede güçlü bir orta sınıf yoksa iktidar değişmemekte midir?  
-"Yani?"  
28 Şubat tank yürütme olayını hatırlayanımız çoktur. Elbette o dönemler çokça konuşulan "Yeşil Sermaye"olayını da,  
"Konu ile ilgisinini anlayamadım!"  
Abiler, ablalar! Bu ülkeye gerçek manada ne zaman özgürlük gelmeye başlamıştır?  
Orta sınıfın güçlenmesi ile medyasını oluşturarak devreye girmesiyle...  
Bakınız günümüze,  
Orta sınıf giderek güçleniyor mu? “Öyle gözüküyor…” 
Orta sınıf güçlendikçe egemenlik halka geçiyor mu? “Öyle gözüküyor…” 
Yani…  
Geriye dönerek, ülke kalkınmasında kimlerin samimi “vatansever”, kimlerin “çıkar-iktidarsever” olduklarını şimdi çok daha net olarak görebilirsiniz…  
Yani…  
Bir ülkede özgürlük sadece gelişmenin değil, nerede ise vatanseverliğin de tek şartıdır... Olmalıdır.  


Resim;misstr.com'dan alıntıdır.  
(1) Vikipedi den yararlanılmıştır.  

Cumhuriyet ve devrim gerçeğimiz. Tüm detayları ile İngiliz sanayi devrimi (3)

Cumhuriyet ve devrim gerçeğimiz. Tüm detayları ile İngiliz sanayi devrimi (3)
İnsan, makineleşmede gösterdiği hüneri, keşke kendini geliştirmede gösterebilseydi...

Dünya üzerinde kökü bin yıllık bir zaman dilimine inmiş bir millet-devlet ağacının kanırta kanırta yerinden sökülerek bir saksıya dikildiği ve sentetik vitaminlerle beslendiği vaki değildir. Açık ifadesi ile, bir millet hangi kültür değerlerini yaşıyorsa, o kültürü geliştirir ve yüceltir. Kendisi de zaman içerisinde erir, kaybolur gider. Daha da açık ifadesi ile, sömürgeciler sizle bütünleşmek için size de kendi kültür değerlerini aşılar, sistemlerini kurarlar. Ve İngiliz Sanayi Devrimin tüm aşamaları; 
1640-1660 İngiliz Devrimi  
İngiliz Devrimi, aşağıdaki açıklamalarda da görüleceği gibi toplumsal bir harekettir. Önemi mevcut iktidarın yeni bir sınıfın eline geçmesindedir. İktidarın yeni bir sınıfın eline geçmesi özgürlüğü, yaygınlaşmışözgür ortamlarda üretime daha çok sayıda kişinin katılmasını, sanayi devrimine giden süreci hızlandırır. 
Devriminin kısa hikâyesi; 
Aletin (basit tezgâhların) yerini makinanın alması demek olan bu devrimin başlamasında ilk önemli etken buhar gücünün sanayide uygulanmasıdır… 
İngiliz Devrimi bir sınıf savaşı sonucunda gerçekleşmiştir. Bir tarafta; I. Charles’ın baskıcı yönetimi ile Kilise ve tutucu toprak sahipleri, diğer tarafta; kent ve köylerde ticaret ve sanayi ile uğraşanlar, küçük toprak sahipleri, ilerici eşraf ve parlamento vardır. 
Cromwell’in şahsında simgeleşen 1640 İngiliz Devrimi, eskimiş feodal krallıkları tasfiye ederek, Kısa sürede tüm Avrupa’yı ve giderek dünyayı saran Burjuva devrimlerinin kıvılcımı olur. 
Devrimin detayına inmeden önce Devrimin önderi Cromwell’i biraz tanımak gerekirse; 
“Oliver Cromwell (1599-1658) bir İngiliz siyaset adamı, asker ve devlet yöneticisi olup İngiltere'nin yönetim biçimini krallıktan Cumhuriyet'e çevirmiş, 1650'den ölünceye kadar Devlet Koruyucu Lord unvanı ile ülkeyi tek başına idare etmiştir. 
Yüksek tahsilini Cambridge Üniversitesinde yapmıştır. İngiliz devletinin resmi Protestant mezhebi dışında daha koyu dinsel ve yasama kaidelerine uymaya çalışan Püriten mezhebine bağlıdır ve çok dindar bir kişiliğe sahiptir. 
İngiliz hükûmeti tarafından din muhalifleri olarak devamlı sıkıştırıldıkları için genç Oliver Cromwell Amerika'ya göç etmeye karar verir. Ancak, krallık Püritenlerin göç etmesini yasaklayınca ülkede kalır. 
1628 yılında Londra Parlamentosu’na mebus olarak seçilir ve Parlamento'da özel siyah fakat üzerine tam uymayan sade giysileri ile yaptığı konuşmalarda gösterdiği hararetli basitlik ve söz söyleme sanatındaki ustalık onun için bir dönüm noktası olur. 
Parlamento 1629’de feshedildiğinde, Cromwell babasının çiftliğine çekilir ve kırsal kesimde dini yaşayışına daha çok ağırlık verir. 
1640’da sonradan "Uzun Parlamento" adı verilecek Parlamento’ya Cambridge Üniversitesi mebusu olarak seçilir. Bu Parlamento’da papalık ve krallık konularında yaptığı çok telin edici konuşmaları ünlüdür. 
Ekonomik darboğazda olan İngiliz Kralı I. Charles’ın yüksek harcamaları karşılamak için vergi artırma önerisi Parlamento tarafından kabul edilmez ve kralla parlamento karşı karşıya gelir. 
Ocak 1642'de Parlamento ile Kral I. Charles’ın çekişmeleri bir İç Savaş’a dönüşür. Ülke Parlamento ve Kral taraftarı olarak ikiye ayrılır. 
Oliver Cromwell bu resmi Protestan mezhebi episkoplizm ve o mezhebin başı olan kralın aleyhinde olan gelişmeleri Allah’ın inanmalara karşı gönderdiği bir işaret olarak kabul etmektedir. Ve bu çekişmede Allah’ın yeğlediği Püritenlerin bu mücadelede galip çıkacağına inanmıştır. 
Bir centilmen-çiftçi ve kırsal bir alanda yüksek tabakadan bir kişi olarak Oliver Cromwell çiftliğinde çalışanlara Parlamento tarafından kurulan yeni orduya yazılmalarına izin verir. Kendisi de Parlamento hizmetinde subay olarak askerliğe başlar. 
Siyaset yaşamı birçok çelişki ile doludur. Kurmuş olduğu parlamentoyu askerlere verdiği emirle dağıttırmış, dinde inanç özgürlüğünü savunurken, dine hakaret edenlere işkence uygulanmasına izin vermiştir. 
İrlanda'ya yaptığı bir seferden sonra Cromwell'in sağlık durumu kötülemiş, en sevdiği kızı Elizabeth'in kanserden öldüğü Ağustos 1658'de sıtmaya yakalanmış ve 3 Eylül'de Whitehall'da ölmüştür. Naaşı 10 Kasım'da gizlice Westminster Abbey'ye getirilerek toprağa verilmiş; 13 gün sonra da devlet töreni yapılmıştır. 
Kalıntı Parlamento'yu dağıtma söylevi  
Kalıntı Parlamento (Rump Parliament) adıyla anılan, birbirleriyle klik çatışmaları ile vakit geçirip hiçbir siyasi karar alamıyan, hatta yeni parlamento üyelerini seçimi konusunda da bile bocalayan bu Parlemento'yu 20 Nisan, 1653'de General Oliver Cromwell 40 tüfekli asker getirerek bir söylev verdikten sonra feshetmiştir. Bu söylevin sözleri şunlardır: 
-“Acele Edin ve Defolup Gidin......' 
Oturumunuzu sonlandırmaya geldim. Meclisi yaptığınız her icraat ile kirletmenize ve şerefsizleştirmenize artık kalıcı bir son vermeye geldim. 
Siz ki fitneci, fesatçı, meclis üyeleri, siz ki iyi bir hükümet olmak dışındaki her şey!! Kiralık sefil yaratıklar, zavallılar, ülkenizi en küçük şahsi çıkar adına satılığa çıkaranlar, birkaç kuruş için Tanrı'ya ihanet edenler, içinizde bir parça da olsun erdem kalmadı mı? Bir parça vicdan da mı yok? Atım kadar bile dindar değilsiniz! 
Altın sizin yeni Tanrınız olmuş! Satılığa çıkarmadığınız bir değer de kalmadı.. Ulusunuz adına iyi bir şey düşünemez misiniz? Sizi çıkarcı sürüsü, bulunduğunuz bu kutsal meclisi, o varlığınızla kirletiyorsunuz! Tanrının kutsadığı bu meclisi, ahlak yoksunu davranışlarınızla hırsızların ini haline çevirdiniz! 
Halkın size verdiği yetkiyi kötüye kullandınız. Siz ki, halkın umutsuz dertlerine çare olmalıydınız. Kendiniz halka en büyük dert kaynağı oldunuz! Ama ülkeniz beni asırlardan beri temizlenmemiş bu ahırı temizlemeye çağırdı! Ve bu gücü de bana Tanrı verdi. Bu şeytan ocağını yönetmeye geldim. Vay halinize! Şimdi derhal defolun!!! 
Acele edin rüşvetin köleleri! Acele edin, gidin! Süslü saltanat eşyalarınızı alın ve defolup gidin!.." (1) 
Ve Devrime giden süreç 
Baştan iki terimi tanımlamak konunun daha iyi anlaşılmasına yardımcı olacaktır. 
Anlatımda “Feodal” sözcüğü, çoğu akademik tarihçilerin dar askeri ve yasal ilişkileri tanımlamak için benimsedikleri daha sınırlı anlamda değil, Marksist anlamda kullanılmaktadır. 
“Feodalizm” ise, tarımın ekonominin temeli olduğu ve siyasal iktidarın toprak sahipleri sınıfının tekelinde olduğu bir toplum biçimini kastedilmektedir. 
O dönemde nüfusun büyük çoğunluğu aile işletmelerinin ürünüyle hayatını sürdüren bağımlı köylülerden oluşmaktadır. Toprak sahiplerinin geçimi ise, köylülerin ilk zamanlarda besin ya da emek biçiminde, daha sonra (on altıncı yüzyıla gelindiğinde) para biçiminde ödediği kiraya dayanır. 
Böyle bir toplumda küçük el zanaatlarına, ürünlerin değişimine, iç ve denizaşırı ticarete yer vardır; ancak ticaret ve sanayi, toprak sahiplerine ve onların devletine bağımlıdır ve onlar tarafından yağmalanır. 
Ticaret sermayesi : feodalizmin bağrında, üretim biçimini değiştirmeden gelişebilir; eski egemen sınıfa ve onun devletine yönelik bir meydan okuma yalnızca sanayide ve tarımda kapitalist üretim biçiminin gelişmesiyle ortaya çıkabilir. 
Devam edecek… 
Konunun son yazısında, Uzun yıllardır sorgulanan ancak, tatmin edici bir cevap alınamayan şu soruya da açıklama getirilmeye çalışılacaktır. 
Osmanlı neden Batı Avrupa’nın gerçekleştirdiği sanayi devrimini yapamamıştır? Bunun cevabının Fransız ve İngiliz devrimlerinde saklı olduğunu ifade edebiliriz. 

Cumhuriyet ve kalkınma gerçeğimiz. Cumhuriyet düşmanı! İngilizlerin sanayi devrimi (4)

Cumhuriyet ve kalkınma gerçeğimiz. Cumhuriyet düşmanı! İngilizlerin sanayi devrimi (4)
Cumhur-iyet’in Cumhur’unu krallarının önüne getirerek ‘Cumhurkral’ (kral halktır) yönetimi kurmuş

İngilizler, iç savaştan sonra kovdukları krallarının hasretine sadece on yıl dayanabilmişler geri çağırdıklarında Cumhur-iyet’in Cumhur’unu krallarının önüne getirerek kendilerine özgü bir ‘Cumhurkral’ (anlamı, kral halktır.) yönetimi oluşturmuşlardır. Bu nedenle olsa gerek bizler Cumhuriyeti kurarken, ortada bir cumhur kalmadığı için kendimize özgü bir ‘Cumhur-suz-iyet’ kurmak zorunda kalmışız. Şimdi kaldığımız yerden, yazılanları özetle İngilizlerin sanayi devrimi
Takvimler 1640’lı yılları göstermektedir. İngiltere’nin içerinde bulunduğu ekonomik ve siyasi şartlar; ülke halkını bir tarafta, Kral I.Charles, Klise ve büyük toprak sahipleri; diğer tarafta, kent ve köylerde ticaret ve sanayi ile uğraşanlar, küçük toprak sahipleri, ilerici eşraf ve parlamento olmak üzere ikiye ayırır. 
Kamplaşmanın görünür önemli nedenleri arasında; İngiliz Kralı I. Charles’ın yüksek harcamaları karşılamak için vergi artırma önerisinin Parlamento tarafından kabul edilmemesi vardır. 
… 
İngiliz Devrimi, toplumsal bir harekettir. Önemi mevcut iktidarın yeni bir sınıfın eline geçmesindedir. İktidarın yeni bir sınıfın eline geçmesi özgürlüğü; özgür ortamlar üretime daha çok sayıda kişinin katılmasını sağlayarak sanayi devrimine giden süreci hızlandırır. 
… 
Kral ve taraftarları ile köylü-tüccar-sanayiciler arasında geçen İç Savaş sonucunda krallık devrilir. Bunun yerine önce parlamento idaresinde (1649–1653) sonra da Oliver Cromwell iktidarında (1653–1659) kısa süren bir cumhuriyet kurulur… 
Cromwell'in ölümünün ardından parlamento iç karışıklıkları önlemek için sürgündeki kral 2. Charles'ı krallığı yeniden kurmak üzere İngiltere'ye davet edecektir. 
… 
Ve ibretlik bir olay… 
-“Kral II. Charles yeniden tahta çıkınca, babasının idamının öcünü gayri-insanî bir şekilde almıştır. Oliver Cromwell'in tahnit edilmiş cesedi 1661'de mezardan çıkarılarak zincirlere bağlanmış ve türlü işkencelerin ardından suçluların idam edildikleri Tyburn'da asılmış, başı kesilmiştir. Cesedi darağacının altına gömülmüştür. Kafası ise Westminster Hall'un tepesinde bir kazığa geçirilmiş ve II. Charles'ın hükümdarlığı süresince burada kalmıştır. (1) 
… 
1640 İngiliz Devrimi’nin, 1789 Fransız Devrimi gibi, kapitalizm geliştikçe zenginleşen ve güçlenen orta sınıf, burjuvazi tarafından siyasal, ekonomik ve dinsel iktidar için verilen bir mücadele olduğu doğrudur. 
… 
Kapitalizmin daha fazla gelişebilmesi için feodal devletin devrilmesiyle bu boğucu asalaklığın sona erdirilmesi gerekiyordu. Kapitalizmin özgür gelişmesine izin verilmesi nüfusun geniş kitlelerinin yararınaydı. 
I640’tan önceki yüzyılda, eski düzende, sanayi ve tarımdaki işçilerin reel ücretleri yarıdan fazla düştü; 1640’tan sonraki yüzyılda ise iki katından fazla arttı. 
…. 
O zaman “din” bugün olduğundan çok daha geniş bir alanı kaplardı. Ortaçağ boyunca ve on yedinci yüzyıla kadar kilise, bugün kilise dediğimiz şeyden çok farklıydı. 
Kilise vaftizden cenaze törenine kadar insanların bütün hareketlerini yönetirdi ve bütün insanların hararetle inandığı gelecek hayata giden geçitti. Kilise çocukları eğitirdi; insanların çoğunluğunun okuma yazma bilmediği köylerde rahibin vaazı güncel olaylar ve sorunlar hakkındaki temel bilgi kaynağını, ekonomik davranışlara ilişkin temel yönlendirmeyi oluştururdu. 
Papazlık bölgeleri, yöresel yönetimin önemli bir birimini oluştururlar ve yoksullar için sadaka toplar ve dağıtırlardı. Kilise insanların duygularını denetler, onlara neye inanmaları gerektiğini söyler, onlara eğlentiler ve gösteriler sunardı. 
… 
Bugün, basın, BBC, sinema, klüp vb. gibi çok sayıda ve daha etkili pek çok kurumun üstlendiği haber ve propaganda hizmetlerini kilise üstlenmişti. İnsanların vaazlarda not tutmasının nedeni buydu; Yönetimin genellikle vaizlere tam olarak ne vaaz etmeleri gerektiğini söylemesinin nedeni de buydu. 
İngiliz devriminin ekonomik temeli  
On yedinci yüzyılın başında İngiltere esas olarak bir tarım ülkesiydi. Nüfusun ezici çoğunluğu kırlık alanlarda yaşıyordu veya bütünüyle ya da kısmen besin ve yün üretiminde çalışmaktaydı. İngiliz toplumu yüzyıllardır kendi tüketimleri için üretim yapan ve aralarında çok az ticaret olan yalıtılmış yöresel topluluklardan oluşan feodal bir toplum olagelmişti. 
Fakat on beşinci ve on yedinci yüzyıllar arasında bu tarımsal topluluğun yapısı yavaş yavaş değişmeye başladı. Köyün ürettiği besin ve yün uzaklarda satılmaya başladı; ihtiyar kızlar ve çiftçiler ulusal Pazar için üretim yapan meta üreticileri haline geldiler. 
Dahası, 1492’de Christopher Columbus Amerika’yı keşfetmişti. İngiliz tüccarları onu izleyerek oraya gittiler ve ayrıca denizi aşarak Hindistan’a ve Rusya’ya ulaştılar. 
Sanayi ve ticaret geliştikçe, İngiliz dokuması için uluslararası Pazar genişledikçe ekonomik olarak kendine yeterli olmaktan çıkan bazı bölgelerin beslenmesi ve dokuma tezgâhlana yün sağlanması gerekti
Böylece uzmanlaşmış bir işbölümü başladı. İngiltere’nin güneyinde (o dönemde ülkenin ekonomik olarak daha gelişmiş bölgesinde) farklı bölgeler belli ürünlerin üretiminde yoğunlaşmaya başladı. Parası olanlar ya kendi mülklerinde ya da kiraladıktan topraklar üzerinde bu geniş Pazar için büyük koyun sürüleri beslemeye ve tahıl ekmeye başladılar
Ve bundan çok büyük kazançlar elde ettiler. Çünkü fiyatlar yükseliyordu. 
Ticaretin yaygınlaştığı ve toprak sahibi ile kiracı, işverenle işçi arasında para ilişkilerinin mal ya da angarya ile ödemeye dayanan eski ilişkilerin yerini aldığı bir dönemde Amerika’da gümüş keşfedilmiş ve Avrupa’ya akmaya başlamıştı. 
Bütün on altıncı yüzyıl boyunca fiyatlar yükseldi; 1510 ve 1580 yıllan arasında İngiltere’de besin fiyatı üç kat, tekstil fiyatı ise yüzde 150 arttı. Bu, günümüzdeki bir enflasyonun yapacağı etkiyi yaptı. 
Sabit gelirliler yoksullaştı, ticaretle ve Pazar için üretimle uğraşanlar zenginleşti. Dolayısıyla orta sınıflar zenginleşti, (kralı ve piskoposları da içeren) yüksek feodal aristokrasi, küçük köylülük ve ücretli işçiler, kargaşadan yararlanabilecek kadar şanslı olan birkaç kişi dışında, göreli olarak yoksullaştı. 
Bir unsur daha vardı. Reformasyon diye adlandırılan 1536- 1540 döneminde İngiliz manastırları ortadan kaldırılmış ve mülklerine el konmuştu. 
Bu, Katolik Kilisesi’nin iktidarına ve sömürüsüne karşı İngiltere’nin ulusal bağımsızlığını kurduğu mücadelenin bir parçasıydı ve dolayısıyla burjuvazi ve parlamento tarafından hararetle desteklenmişti. 
Daha önce erişilmez olan çok miktarda değerli toprak kilisenin elinden alınınca piyasaya çıktığı için de bu kesimler bundan çok yararlandılar.  
Bütün bu olanlar İngiliz kırsal toplumunun yapısını değiştiriyordu. Toprak, sermaye yatırımı için çok çekici bir alan haline geliyordu. Parası olanlar toprak satın almak istiyordu ve parası olanların sayısı gittikçe artıyordu. 
Feodal İngiltere’de toprak babadan oğula miras yoluyla geçer, çağlar boyunca bir ailenin tüketiminin karşılanması için geleneksel yöntemlerle işlenir ve çok az el değiştirirdi. 
Şimdi ise hukukun toplumun ekonomik gereksinmelerine ayak uydurmasıyla birlikte toprak, rekabetçi bir piyasada alınıp satılan bir meta haline gelmeye başlıyordu. Böylece şehirlerde yığılmış olan sermaye kırlık bölgelere doğru taştı. (2) 
Devam edecek… 
İngiliz devrimini tetikleyen nedenler açıklandıkça, Tarihe ve ekonomiye meraklı olanların kafasında da, Osmanlının neden sanayi devrimine ayak uyduramadığının sebepleri şekillenmeye başlamış olsa gerek….  
Resim;investigations.4-lom.com 
(1) Vikipedi 
(2) İngiliz devrimi, 1640, Christopher Hill 

Cumhuriyet ve devrim gerçeğimiz. Devrimler gerçekte bir paylaşım kavgası mıdır? (5)

Cumhuriyet ve devrim gerçeğimiz. Devrimler gerçekte bir paylaşım kavgası mıdır? (5)
-Ne yani devrim, darbe, ihtilaller işin hikâyesi mi?

Kısa bir özetten sonra İngiliz Sanayi devriminin ekonomik temeline devam edilmektedir. 1640’lı yıllardayız. İngiltere’nin içerinde bulunduğu ekonomik şartlar ülke halkını; Kral, Kilise ve büyük toprak sahipleri ile Tüccar, Sanayici, küçük toprak sahipleri, eşraf ve parlamento olmak üzere ikiye ayırır. Yapılan bir İç Savaşla birlikte iktidar değişir. Kısa süren bir cumhuriyet denemesinden sonra parlamento iç karışıklıkları önlemek için sürgündeki kral 2. Charles'ı krallığı yeniden kurmak üzere İngiltere'ye davet eder. “1640 İngiliz Devrimi, 1789 Fransız Devrimi gibi, kapitalizm geliştikçe zenginleşen ve güçlenen orta sınıfın, burjuvazinin tarafından verilen siyasal, ekonomik ve dinsel iktidar mücadelesidir.”  
Tarih kitaplarının çoğu böyle yazmaktadır. Peki, gerçekte durum böyle midir? Bunun cevabı serinin kapanışında verilecektir. 
 
On yedinci yüzyılın başında İngiltere bir tarım ülkesidir. Kendi tüketimleri için üretim yapan ve aralarında çok az ticaret olan yalıtılmış yöresel topluluklardan oluşan feodal bir toplumdur.  
Fakat on beşinci ve on yedinci yüzyıllar arasında bu tarımsal topluluğun yapısı yavaş yavaş değişmeye, Köyün ürettiği besin ve yün öncesinden uzaklarda satılmaya başlar…  
Bu arada 1492’de Christopher Columbus Amerika’yı keşfetmiş ve İngiliz tüccarları da onu izleyerek oraya gitmişlerdir. Tüccarlar bununla da yetinmezler, uzak denizleri aşarak Hindistan’a ve Rusya’ya ulaşırlar.  
Sanayi ve ticaret geliştikçe, iç pazarda üretilen yün, İngiliz dokuması için kendine yeterli olmaktan çıkar ve İngiltere dış pazarlardan ithal etmek üzere yün aramaya başlar… 
Bu arada iç pazarda yüne olan talep yoğunluğundan, Parası olanlar ya kendi mülklerinde ya da kiraladıktan topraklar üzerinde büyük koyun sürüleri beslemeye ve tahıl ekmeye başlarlar.  
Yüksek talep dolayısıyla çok büyük kazançlar elde edilir. Çünkü yüksek talep fiyatları yükseltmektedir. (Bu esnada Osmanlılardan da yüksek fiyatla, üstelikte kaçak yollardan yün ve başka hammaddeler alırlar. )  
Ticaretin yaygınlaştığı ve toprak sahibi ile kiracı, işverenle işçi arasında para ilişkilerinin mal ya da angarya ile ödemeye dayanan eski ilişkilerin yerini aldığı bir dönemde, (Latin) Amerika’da gümüş keşfedilmiş ve Avrupa’ya akmaya başlamıştır.  
…  
Latin Amerika’nın zengin ve bakir hammadde kaynaklarını keşfeden İspanyollar, binlerce ton gümüş-altını Avrupa’ya taşırlar. Bu dönem İngilizlerin açık denizlerde gümüş taşıyan bu İspanyol gemilerini yağmalamaları da bir hayli ünlüdür. Yağmacıdan, mal yağmalamak!  
Bu öyle bir yağma dönemidir ki, Osmanlının sömürgecilik anlayışı olmaması nedeniyle üç yüzyılda elde edemediği ekonomik zenginlik, Avrupalılarca otuz yılda elde edilmiştir. Adeta çalınan, yağmalanan paraları koyacak yer bulamamaktadırlar.  
Ekonomik hareketlilik sonucunda, Londra çevresindeki kazalarda yeni tip bir çiftçi, “Kapitalist çiftçi” ortaya çıkmıştır. Bu bir korsan, bir köle tüccarı, kuş üzümü ticaretinde başarılı olmuş saygıdeğer bir kent taciri, ya da dokuma üreticisi bir yerel kapitalisttir.  
…  
Ancak 1640’a kadar bütün işler istedikleri gibi gitmedi. Toplumun yapısı, yasaları ve siyasal kurumları hâlâ esas olarak feodaldi. Toprakta serbest ticaretin, toprak mülkiyetinin kapitalist kullanıma bütünüyle ve engelsiz bir şekilde açılmasının önünde hâlâ pek çok yasal kısıtlamalar vardı.  
Bu kısıtlamalar krallığın, feodal toprak sahibi sınıfın ve daha az oranda da eski sabit vergileri ödeyerek eski güvenli biçimde yaşamak isteyen köylülüğün çıkarına olarak korunuyordu.  
Kırsal kapitalizmin köylük bölgelerin kaynaklarını bütünüyle geliştirebilmesi için bu yasal ağın parçalanması gerekiyordu.  
“Yetersiz haberleşme, ulusal pazarın tam gelişmesini engellemekte, işbölümü ve tarımda kapitalist gelişme olanaklarını kısıtlamaktaydı. Dolayısıyla güney ve doğu İngiltere’nin pek çok bölgesinde ve bütün kuzey ve batı İngiltere’de mülklerini yeni biçimde işleme için gereken yetenekten, sermayeden, ruh halinden ya da fırsattan yoksun toprak sahipleri hâlâ vardı. Hâlâ feodal debdebe ve törenleri sürdürmeye çalışıyorlar, hâlâ mülklerini geleneksel biçimde işletiyorlardı.  
Şatoları, toplumda hiçbir üretici işlevleri olmayan fakat hâlâ dünyanın onları yaşatmak zorunda olduğuna inanan mavi-kanlı çanak yalayıcılarla, yoksul akrabalarla ve maiyetle tıklım tıklım doluydu. Burjuva broşür yazarları onlara daha önce keşişlere verdikleri “hazır yiyiciler” adını takmışlardı; bu büyük mülklerden birinin akıllı kâhyası onları şöyle nitelendirmekteydi:  
-“Gereksiz ve başıboş hizmetçiler, eski yüzbaşılar, eski dalkavuklar, işe yaramaz âlimler ve kafadarlar.”  
Bu toplumun odağı kralın sarayıydı. Bu tür toprak sahiplerinin en büyüğü, daima sermayesi kıt olan krallığın kendisiydi. Mülklerinin gelişmesi kiracıları sayesinde olan piskoposlar da ılımlı toprak sahipleri olarak tanınmışlardı. Bir yazar şu gözlemi yapıyordu:  
-“Onlar (piskoposlar), soylular ve soylu beyler gibi kirayı son haddine kadar yükseltmeye bakmazlar, topraklarını yüz yıldır olduğu gibi kiraya verirlerdi.”  
Bu asalaklar ve rantiyeler için zor günlerdi. Fiyat artışları eski yaşam düzeylerini sürdürmelerini ve tüccar prenslerle zevk ve sefa yarışına girmelerini olanaksızlaştırdı. Sürekli olarak borç içindeydiler; alacaklıları genellikle, mülkleri üzerinde ipotek talep eden ve borç ödenmediğinde de el koyan becerikli bir kent işadamıydı.  
Devlet iktidarı ulusal pazarın büyümesini önlemek için kullanılıyordu.  
Var olan tarımsal değişmelerden kâr elde etmek konusunda bütün sınıflar arasında keskin bir mücadele vardı. Bu değişmeler genellikle üretkenliği artırıyor ve bazı zengin köylülerle küçük toprak sahiplerinin yükselmesini sağlıyordu. Fakat pek çok küçük üretici için buhran, kiraların ve çeşitli vergilerin artırılması, köylülerin yüzlerce yıldır sığırlarını ve kazlarını otlattığı ortak toprakların çitlenmesi anlamına gelmekteydi. Küçük mülkleri, büyük bir koyun çiftliği kurmak isteyen bir çiftçi için engel oluşturan pek çok köylü topraklarından zalimce atıldı.  
Philip Stubbes’ın dediği gibi:  
“Toprak sahipleri yoksul kiracılarını ticari eşya haline getirmekteydiler.”  
Bu tutuma karşı bütün dönem boyunca isyan ateşi için için yandı; 1549, 1607 ve 1631 yıllarında açık ayaklanmalara dönüştü, fakat her defasında köylülük yenilerek boyun eğmeye zorlandı. Devlet her zaman yönetici sınıfın elinde bir baskı aracıdır. Ve on altıncı yüzyıl İngiltere’sini toprak sahipleri yönetmekteydi.  
Bu yoksul kiracıların bir kısmı bir parça ekmek arayarak yollarda dolaşmaya başladılar, bunun üzerine serserilerin dağlanarak damgalanmasını ya da “omuzları kan içinde kalana kadar kırbaçlanması” emreden yasalar çıkarıldı.  
Marx’ın Kapitalde dediği gibi, “bu günkü işçi sınıfının ataları zorla serserileştirildikleri ve yoksullaştıkları için cezalandırıldılar. Yasama onları “gönüllü” suçlular olarak görüyordu.” Bazıları büyük mülklerde çalışan tarım işçileri haline geldiler. Bazıları ise genişleyen sanayiler için yararlı bir ucuz emek arzı oluşturdular.  
…  
Yeni kapitalist çiftçiler sınıfı, ortadan kaldırılmadığı sürece özgürce gelişemeyeceği feodal kalıntıların engellerine takılarak zorla ilerleme yolunu açıyordu; devrimde, kent burjuvazisi ile bağlaşıklık içinde, devleti ele geçirdi ve daha fazla gelişmesinin mümkün olacağı koşullan yarattı. 
Sanayi ve Ticaret  
1640’tan önce İngiliz halkının çoğu toprakta çalıştığı halde yukarıda anlattıklarımızdan daha az önemli olmayan ve tarımsal gelişmelere hız kazandıran değişiklikler ticaret ve sanayide de yer alıyordu. Manastırların ortadan kaldırılması ve yağmasıyla özgürleşen ya da ticaret, korsanlık ve yenidünyanın yağması ile ya da köle ticaretiyle elde edilen sermayenin etkisiyle on yedinci yüzyıl içinde, 1640’tan önce sanayi devrimi benzeri bir şey gerçekleşti.  
İngiltere uzun süredir hammaddeyi Hollanda’ya kumaş haline getirilmek üzere ihraç eden büyük bir yün yetiştirici ülke durumundaydı. Şimdi ise İngiliz dokuma sanayisi büyük bir hızla gelişmeye ve İngiliz tüccarları çok daha büyük ölçeklerde işlenmiş ya da yan işlenmiş kumaş ihraç etmeye başladılar. Aynı sıralarda kömür madenciliğinde büyük bir gelişme oldu.  
Kömür üretimindeki gelişmeler, İngiltere’nin (sanayi) ticaret hacminde büyük bir genişlemeye yol açtı ve hammadde ihracından işlenmiş mal ihracına doğru kayma da bu ticaretin yönünü değiştirdi.  
İngiltere yalnızca Batı Avrupa ülkeleri için bir hammadde kaynağı olmaktan çıktı, onların mamul mallarıyla rekabet etmeye ve dolayısıyla Pazar için, hammadde ve lüks mal ithali için gittikçe daha uzak ülkelere –Rusya’ya, Türkiye’ye, Doğu ve Batı Hint Adaları’na- el atmaya başladı.  
İşte ticareti geliştirmeye ve ekonomik olarak sömürmek amacında olduğu bölgeler üzerinde siyasal denetim tekeli kurmaya yönelik İngiliz sömürgeciliğinin başlangıcı. (1) 
…. 
Fransız ihtilali ve İngiliz devriminin temeline inildiğinde, ikisinde görülen ortak noktanın, ülke kaynaklarının üç-beş kişi tarafından değil, çoğunluk tarafından paylaşılma isteği, kavgasının olduğu görülmektedir. 
Ve… 
Avrupa’nın Özellikle Batısının son beş yüzyılına biraz yüksek bir yerden bakar, 1640 İngiliz, 1789 Fransız, 1908 İttihatçı hareketlerini yüzeysel olarak değerlendirirsek;  
İlk ikisinde, görünür nedenin; Kralların artan harcamaları için vergileri artırmak istemesine karşı, ülke gelirinden daha fazla pay isteyen; tüccar-üretici-köylünün başkaldırısı olduğu anlaşılmaktadır.  
1908 İttihatçı darbeye gelindiğinde…  
İttihatçı yapılanma tüccarın bol olduğu Selanik’ten doğmuştur. Yaygın ifadesi ile ittihatçılara Masonların desteği vardır. İlginçtir, Bu iddia Fransız ihtilali için de geçerlidir.  
İttihatçıların görünür tarafında askerler vardır. Görünmeyeninde de Tüccarlar…  
Özetle, 1640, 1789, 1908 hareketlenmelerinin ve daha niceleri sanki bir paylaşım kavgasıdır…  
-Ne yani devrim, darbe, ihtilaller işin hikâyesi mi?  
Devam edecek...  
İşte karşınızda Muhteşem bir medeniyet ve Muhteşem bir İmparatorluk, Koca Osmanlı... 
Resim;tulumba.com'dan alıntıdır.  
(1) 1640, İngiliz Sanayi Devrimi  


İngiliz, Fransız sanayi devrimini yaptı da Muhteşem Osmanlı neden yapamadı? (6)

İngiliz, Fransız sanayi devrimini yaptı da Muhteşem Osmanlı neden yapamadı? (6)
Osmanlı, Kuşların barınması için kuşevleri, yazın ağaçların sulanması için dahi vakıf kurmuştur.

Duygu yoğunluğu yüksek bir milletiz. Sevdiğimizin hatasını görmez ve onunla birlikte göz göre göre batarız. Ancak, gelişme özeleştirinin mükâfatıdır. Osmanlı hepimizin gurur duyacağı, muhteşem bir medeniyet, muhteşem bir imparatorluk kurmuştur. Örnekleriyle anlatılacaktır. Bunlarla birlikte 1550 yıllarına doğru rüzgar tersine dönmüş, dünyada ve Avrupa’da oluşmaya başlayan yeni tarihsel koşullar, bazı ülkelerin görülmemiş bir sıçrama yapmasına ve bütün bir doğu medeniyetini tehdit etmesine; Amerika’ya, Afrika’ya ve yeni topraklara yayılmasına yol açmıştır. 
… 
Anlatacaklarımız genelde akademisyenler ve araştırmacılar tarafından bilinmesine rağmen Osmanlı aleyhine estirilen Tarih terörü! Nedeniyle yaygın olarak kamuoyu ile paylaşılmamış bilgilerdir. 
… 
Rüzgâr Tersine mi dönüyor? 
“Deniz yollarının birden önem kazanmasında gemi yapımı tekniğindeki gelişmenin büyük etkisi olmuştur. Modern araçlar deniz yolunun hem güvenliğini hem de hızını arttırmıştır. Ancak bu gelişim, Anadolu’daki transit yollarının tarihî görevine son vermekte, onları kaçınılmaz bir şekilde durgunluğa mahkûm etmektedir. 
Oysa, baharat ve ipek yolları, daha önce görüldüğü gibi, Osmanlı ülkesi için bir candamarı niteliğindedir. Kervanların taşıdığı mallardan alman çeşitli harç ve resimler uzun süre devlet gelirinin önemli bölümünü meydana getirmiştir. 
Transit yolları boyunca kervanların neden olduğu bir ticaretle, kervanların ihtiyacını karşılayan zanatlaar gelişmiş; çok sayıda han ve kervansaray yapılmıştır. Bu yollar binlerce kişiye iş sağlamış, çok önemli bir ekonomik canlılığın nedeni olmuştur. 
Deniz yollarının keşfedilip tarihî kara yollarının gözden düşmesiyle, Osmanlılar için çok değerli bir kaynak yavaş yavaş kurumaktadır. Anadolu, artık, Doğu – Batı ticaretinin başlıca geçit yeri olmak önceliğini kaybetmiştir. 
Yol boyunca kurulmuş kervansaraylar ve hanlar birer birer kapılarını kapamaktadır. Kervanların ihtiyacını karşılayan uzmanlaşmış köylerde şimdi işsizlik başgöstermekte, o eski canlılık tarihe karışmaktadır. 
Anadolu topraklarındaki transit yollarının değerden düşmesi, Osmanlı dengesini sarsan ilk darbeyi meydana getirmiştir. 
Devlet büyük bir gelir ve hareket kaynağından yoksun kalmış; yolların çevresinde oluşan yeni işsiz yığınları, zaten patlama durumundaki nüfus artışını bir kat daha tehlikeli kılmıştır. (1) 
… 
Bunlarla beraber Osmanlı bir İmparatorluk olarak yaşamını devam ettirebilir; üç kıtaya, hatta dünyaya nizam vermeyi daha uzun dönem sürdürebilir miydi? 
… 
Osmanlı İmparatorluğunun duraklama ve gerilemesinin gerçek nedenleri, ders alınması ve tarihimizdeki olumlu ve olumsuz yanlarımızın tam, doğru ve tarafsız kaynaklardan öğrenilmesi için üstelik yanlışlar ayıklanarak anlatılacaktır. 
Örnek; “Köylü milletin efendisidir.” Bu ifade, Mustafa Kemal Paşa’ya ait olarak bilinir. Gerçeğinde bunu ilk seslendiren bir Osmanlı Sultanıdır. 
Peki, bu Osmanlı Sultanı kimdir? 
…. 
Prof. Enver Ziya Karal anlatıyor: 
-“Osmanlı Türklerinin kurduğu devlet idaresinin temel prensibi memleketi bayındır, halkı da refahlı bir halde tutmaktı. Reaya (tebaa- halk) Tanrı emaneti olarak kabul edildiği için devletin başlıca vazifesi onun durumunu düzenlemek ve refahını sağlamaktı: 
-Saltanat onlar ile onlardan tahsil olunan hazine ile ve memleketin bayındırlığı ile olur. Gerçeği ilke kabul edilmişti. 
Kanunî Sultan Süleyman bir gün meclisinde bulunanlara bu memleketin hakikî efendisi kimdir sualini sorunca,  
-“Zat-ı hazret-i Padişahîlerîdir” diye verilen cevabı kabul etmemiş ve 
-“Hakikî efendi reayadır.” (Devletin gerçek efendisi köylüdür.) demek suretiyle asırlarca sonra herkesçe idrak edilecek bir hakikati ifade etmişti. (2) 
Devam edecek… 
Resim;İnternet ortamından alıntıdır. 
(1) İsmail Cem, Türkiye’nin geri kalmışlığın tarihi, sahife, 75 
(2) Prof. Enver Ziya Karal, Osmanlı Tarihi, VI cilt,  

Batı Avrupa’da gerçekleşen sanayi devrimini Muhteşem Osmanlı neden yapamadı? (7)

Batı Avrupa’da gerçekleşen sanayi devrimini Muhteşem Osmanlı neden yapamadı? (7)
Maksat paylaşan değişsin, halk mı? Kimin umurunda?

Osmanlıyı “ileri devlet” yapan rüzgâr, 1550 yıllarına doğru tersine döner ve dünyada oluşmaya başlayan yeni koşullar, Batı Avrupa ülkelerinin ekonomilerinde sıçrama yapmasına yol açar. Osmanlının ilerlemesini durduran ilk olay, deniz yollarının önem kazanarak, Doğu ile Avrupa arasında mal akışı sağlayan Anadolu (transit) kara yolunun önemini kaybetmesidir. Osmanlı bu nedenle büyük bir gelirden yoksun kalır ve bu değişiklik Osmanlıyı durgunluğa mahkûm eden ilk neden olarak tarihe geçer. 
… 
Anadolu'da, Transit yolları boyunca kervanların neden olduğu bir ticaretle, kervanların ihtiyacını karşılayan zanatlaar gelişmiş; çok sayıda han ve kervansaray yapılmıştır. Bu yollar binlerce kişiye iş sağlamış, çok önemli bir ekonomik canlılığın nedeni olmuştur. 
Deniz yollarının keşfedilip tarihî kara yollarının gözden düşmesiyle, Yol boyunca kurulmuş kervansaraylar ve hanlar birer birer kapılarını kapamaktadır. Kervanların ihtiyacını karşılayan uzmanlaşmış köylerde şimdi işsizlik başgöstermekte, o eski canlılık tarihe karışmaktadır. 
Devlet büyük bir gelir ve hareket kaynağından yoksun kalmış; yolların çevresinde oluşan yeni işsiz yığınları, zaten patlama durumundaki nüfus artışını bir kat daha tehlikeli kılmıştır. (1) 
… 
16’ıncı yüzyılın ortalarından itibaren Osmanlı sonun başlangıç merdivenlerine tırmanırken, Bakalım Batı Avrupa ülkelerinde durum nedir? 
Dünyada deniz ulaşımının modern ve büyük gemilerle yapılmaya başlanması; başta İspanya, İngiltere, Fransa gibi ülke tüccarlarının uzaklara gitmesine, keşifler yapmasına ve onlara bugünkü manada; sömürgecilik- ihracat-ithalat kapılarının açılmasına imkân sağlayacak ve keşfedilen yerlerden temin edilen ucuz hammaddeler, mamul ürün haline getirilerek yüksek karla satılacak; keşfedilen ülkelerden yapılan yağmalardan da akıllara durgunluk verecek boyutta servet edinilecekdir. 
Sadece O dönemde Latin Amerika’dan yağmalanan gümüşün miktarı 18.000 tondur. 
... 
İlgili dönemlerde Osmanlılardan da özellikle kaçak yollardan yün ve benzeri hammaddeler alınmıştır. Bu şekilde bir taraftan Osmanlının iç ekonomik dengeleri bozulurken, diğer taraftan dengeleri bozulan ülkelere yüksek faizle borç vererek iki taraftan sömürülmeye başlanmıştır. 
... 
Yukarıda çok önemli noktalar vurgulandığında görülmektedir ki, Osmanlının duraklamasının altında, bizim okullarımızda ve çoğunluklu devlet tarafından yazılan tarih kitaplarında, hatta kimi akademisyenlerimizin ileri sürdükleri gibi, "Padişah-Harem-Rüşvet-Miskinlik-gericilikle", özellikle de İslam ile bir değil, hiçbir ilgisi bulunmamaktadır. 
… 
Osmanlı, uzun dönem Doğu-Batı arasındaki mal akışında Anadolu’nun transit yol olması nedeniyle büyük gelir elde etmektedir. Ancak bu gelir, yukarıda açıklandığı gibi mal taşınmasında deniz yolunun ağırlık kazanması ile kaybedilir. Bunlarla birlikte Avrupalılar bir taraftan modern gemilerle keşifler yaparken, bir taraftan da keşfettiklerinden yağmaladıkları maden ve hammaddeleri ülkelerine taşırlar. 
Ve İngiltere-Avrupa Sanayi devriminin yapılmasını sağlayan kaynağın temelinde, Latin ülkelerinden yağmalanan altın-gümüş vardır. 
.... 
Deniz ulaşımının yaygınlaşması ile ilk planda; 
-İngiltere’de (Avrupada'ki) ihtiyaç fazlası olan yün ve benzeri hammaddelerinin dışarıya satılması,  
-İkinci planda; ihracattan kazanılan paralarla, bu kez hammaddeler mamul haline dönüştürülerek ihraç edilmesine, servet kazanılmasına imkan sağlamıştır. 
Ve bu kazanılan paralar bakınız neleri tetiklemiştir… 
… 
“1640 İngiliz Devrimi’ni 1789 Fransız Devrimi gibi, kapitalizm geliştikçe zenginleşen ve güçlenen orta sınıf, burjuvazi tarafından siyasal, ekonomik ve dinsel iktidar için bir mücadele olduğu bilinmektedir. Bu devrimin temelinde daha fazla sayıda halkın zenginleşmesi vardır… 
… 
Okuyucuyu sıkmadan ve detayla boğmadan özetlediğimizde, Osmanlının gerilemesi ile Avrupalıların sanayi devrimini yaparak zenginleşmesinin aslında çok karmaşık bir olay olmadığı, bir adım ötesinde, koparılan yaygaralarla da olduğu gibi, bunların; "kilise, laiklik, krallık, cumhuriyetle" doğrudan bir ilgisinin olmadığı ortaya çıkmaktadır. 
… 
Avrupa’da önceleri Kral-Kilise-elitler (derebeyleri) halkı sömürmektedir. Ancak, halk zenginleştikçe ülke yönetiminden ve kazancından pay istemeye başlar… 
…. 
Tüm devrimlerin altında yatan ana neden; paylaşım ile, paylaşımdaki aslan payının kime ait olacağıdır… 
Bunun dışında her şey kuru, boş laftır. 
…. 
Bakınız adına devrim denilen tüm hareketlere, çeşmenin başındaki kenara alınmakta, onun yerine geçenler, daha fazla bir şatafatla kalınan yerden devam etmektedirler. 
Ve Devrim yapılan tüm ülkelerdeki iş başına gelenler, Pazar tabiri ile “malı götürmekte”.... Giyim-kuşam-yedikleri-bindikleri anında lüks anlayışına kaymaktadır… 
Halk mı? Boşveeerin! Kimin umurunda? 
Her zaman altta kalan, gücü olmayanlardır. 
… 
Peki, Bu Osmanlıda da böyle olmamış mıdır? 
Hayır, olmamıştır. Ta ki, kuruluş felsefesinin dışına çıkılmayana kadar… 
… 
Devam edecek; önce Muhteşem Osmanlıdan örnekler, sonra da, Osmanlının aldığı ilk ekonomik darbenin arkasında başına gelenler… 
Resim;buyutec.net'ten alıntıdır. 

Kaynaklarımız,  
(1)İsmail Cem, Türkiye’nin geri kalmışlığın tarihi,  
(2)Christopher Hill, “İngiliz devrimi” ,  
(3) Prof. Enver Ziya Karal, “Osmanlı Tarihi, ” 
(4)M. Sencer, “Dinin Türk toplumuna etkileri, ” 
(5) Cevdet Paşa Tarihi,  
(6) Sabahattin Selek, “Anadolu İhtilâli” ve değişik anlayışta onlarcası.... 

Ne Osmanlı Batılılaşabildi, ne de Cumhuriyet. Bu hiçbir zaman olmayacak. Neden? (8)

Ne Osmanlı Batılılaşabildi, ne de Cumhuriyet. Bu hiçbir zaman olmayacak. Neden? (8)
Peki, bütün iktidarlarımızın ortak «Kâbe»si olan Batı, genel çizgileriyle, ne demektir?

Osmanlının kurduğu “ileri devlet”, Muhteşem İmparatorluğa geçmeden, “Neden iki yüzyıldır çırpınmamıza rağmen bir türlü batılı olamıyoruz?” Sorusu, ilim, akıl ve zekâ ölçü alınarak açıklanacaktır. Bizler hiçbir zaman batılı olamayacağız. Yazıyı okuyanlar gerçeğinde bunun cevabını kendilerine de vereceklerdir. Peki, “Batılılaşmak” Nedir? Özgür, zengin, medeni olmak mı veya değişik bir kültürü yaşamak mıdır? Herkesin anladığı bir Batılılaşmak vardır. Bakalım gerçeğinde “Batılı” olmak, "batılaşmak" nedir? Gerek İmparatorlukta, gerek Cumhuriyette yöneticiler sosyal ve ekonomik sorunların çözümlenmesini hep aynı anlayışla değerlendirmişlerdir. 
-III. Selimin ıslahat hareketleri, idareye “Avrupai bir manzara vermek” amacındadır. 
- II. Mahmut, Batılı yaşayış tarzının ve kurumlarının memlekete ithali ile İmparatorluğun kurtulacağı kanaatindedir. 
-Tanzimat Paşaları batıya benzemek tutkusunu Avrupa devletlerinin maşası olacak kadar ileri götürmüşlerdir. 
-Jön Türklere göre Avrupaî "hürriyet" anlayışının aynen uygulanması tek çözüm yoludur. 
-İttihatçılar, aynı görüşleri "milliyet" çerçevesinde savunmaktadırlar. 
-Atatürk döneminde, “Batı medeniyetine yaklaşmak, ona benzemektir.” Atatürk’ün ıslahattan (anladığı), sonraki icraatından anlaşıldığına göre, Türk toplumunu Batı’ya yöneltmek için sosyal hayatımızda ve kültür vasıtalarımızda; bazı değişiklikler yapmaktır. 
-AP lideri Demirel’in de bu konudaki yorumu –gerçekçidir-: “Atatürk Batı medeniyetçiliğine gönülden bağlanmıştı. Onun gerçekleştirdiği hukuk reformu, medenî kanun ve onlarla birlikte getirilen kanunlar sistemi.Batı medeniyetinin ferde, ferdin haklarına büyük değer veren Atatürk’ün hayat görüşünün, başka yorumlara imkân bırakmayacak açık tezahürüdür.” 
Atatürk döneminin ilerici düşünürü Şevket Süreyya bile, «Batı medeniyetinden ayrılmak, Bilâkis ondan faydalanarak, onun seviyesine ulaşmak” görüşünü savunduğunu açıklamakta, “liberal bir inkişaf ümidinin uyuşturucu tesirinden çıkmak için bu lâzımdı” demektedir. (1) 
-İnönü’nün iktidarı, savaş yıllarının zorladığı bazı değişikliklerin çerçevesinde, fakat aynı hedefin peşinde olacak, Batı’dan ilk «yardım» bu dönemde alınacaktır. 
-Bayar-Menderes yönetimindeki Türkiye ise, NATO’ya girmesine kayıtsız bir Avrupa’ya, şımarık çocuk edasıyla, Batılı olduğunu ispat çabasındadır. Celâl Bayar durumu şöyle anlatıyor: «Atlantik paktına girmemize ilkin tereddüt gösteren İngiltere’ye, şunu sorduk: Bizi Avrupa medeniyetinden saymıyor musunuz…» (2) 
Menderes’in amacı “Türkiye’yi küçük Amerika yapmak” tır. Bu dönemde, «Batı» kavramı Avrupa yerine artık Amerika’ya temsil ettirilmektedir.  
-Demirel döneminin niteliği ise açık ve seçiktir. Batı sözcüğü dillerden düşmemekte, amaç her fırsatta tekrar edilmektedir. Başbakan Demirel, basın toplantılarının birinde şöyle demektedir: 
“Türkiye, Batı medeniyet dünyasının müesseselerini ve medenî usullerini almak, benimsemek ve bunlardan meydana gelen neticeleri de kabul etmek durumundadır. 
Türkiye bu yenilikleri bütün icaplariyle kabul ettiği, bunları tahammülle karşıladığı ölçüde, çağdaş ı çağdaş medeniyetin iktisadî, sosyal ve kültürel gelişmesinden ve nimetlerinden hissesini almayı başaracaktır.” (3) 
Görüldüğü gibi bütün iktidarların, iktidarı etkileyen bütün güçlerin «fikr-i müş’ir»i Batılaşmaktır. Çeşitli konularda görüş ayrılığına düşmekte, ancak hedef olarak hepsi Batı’yı almakta; Batı’ya benzeyerek onun yüksek yaşam düzeyine erişmeyi amaç edinmektedir. 
Peki, bütün iktidarlarımızın ortak «Kâbe»si olan Batı, genel çizgileriyle, ne demektir? 
Batı kültürü hangi kaynaklardan beslenerek bugüne gelmiştir? 
Batı kültürünün ilk kaynağı eski Yunan’dır. Avrupalıların «Batı medeniyetinin beşiği» olarak niteledikleri ve özel bir yakınlık duydukları Yunanistan, köleci toplum biçiminin en büyük örneklerindendir.  
Genel çizgileriyle bu toplum iki sınıftan kuruludur: Köleler ve hür insanlar. 
Üretim yapmak tabiatıyla kölelere düşmekte; ticaret, askerlik, yöneticilik ve benzeri işler hür vatandaşların tekeline bırakılmaktadır. 
Eski Yunan’ın bir anlamda ki vârisi ve Batı’ya hukuk sistemini kazandıran medeniyet Roma’dır. 
Roma’nın özel mülkiyet kavramı ise Gaius’ ün, Jüstinyen’in kanunları, Batı’nın hukukî temelleri olarak günümüze dek yaşamıştır. 
Eski Yunan gibi köleci bir toplum olan Roma’nın yanısıra Batı medeniyetinin üçüncü kaynağı Hıristiyanlık’ tır. Çok genel olarak denebilir ki, Batı’nın günümüze dek gelen ekonomi ve hukuk anlayışı Yunan - Roma medeniyetlerinde ilk biçimlerini almış; ahlâk, kişisel sorumluluk, kişinin önemi gibi kavramlarda Hıristiyanlıktan etkilenmiştir. 
Batı medeniyetinin ekonomik geleneği başlangıçtan beri ağır basan bazı niteliklere sahiptir. 
Kültürün insana aşıladığı özelliklerle uyum halindeki ekonomik nitelikler; herşeyden önce, özel mülkiyet anlayışının katı ve taviz vermeyen biçimde olması; değer ölçüleri arasında öncelik- kazanmış bulunmasıdır. 

(1) Şevket Süreyya Aydemir, “Suyu arayan adam” sahife, 472 
(2) Celal Bayar, “Başvekilim Menderes”, Hürriyet Gazetesi, 21.7.1969 
(3) Süleyman Demirel’in basın toplantısı, Son Havadis gazetesi, 6.7.1969 
Kaynak; İsmail Cem İpekçi, “Türkiye’nin geri kalmışlığın tarihi” 

Hiç yorum yok: