6 Ekim 2012 Cumartesi

Astırdığı adamın ismini sayıklayarak öldü! -İskilipli Atıf Hoca ve Lozan Antlaşması.. -Atıf Hoca'yı neden astılar? -Abdullah Muradoğlu


Astırdığı adamın ismini sayıklayarak öldü!

Meşrutiyet ve Cumhuriyet devrinin meşhur simalarından Ahmet Ağaoğlu'nun oğlu Samet Ağaoğlu “Babamın Arkadaşları” isimli kitabında bir devre imzasını atan istiklal Mahkemesi'nin yargıçlarını ve kurbanlarını anlatıyor. Samet Ağaoğlu, işittiklerini, gördüklerini ve bildiklerini tarihi gerçeklerle harmanlayarak İstiklal Mahkemesi reislerinden Ali Çetinkaya, Topçu İhsan ve yargıçlardan Dr. Reşit Galip'in portrelerini çiziyor.
“İstiklal Mahkemeleri “ bir devrin en korkulan sembollerinden biriydi.
Savcıları ve yargıçları olağanüstü yetkilerle donatıldıkları için bu mahkemelerden korkanlar arasında Başbakanlar bile vardı.
“İzmir Suikasti” davasına adları karıştırılan, Kazım Karabekir başta olmak üzere “Milli Mücadele”nin en kudretli paşalarını bile gözaltına aldırabiliyorlardı.
Samet Ağaoğlu Cumhuriyet dönemindeki İstiklal Mahkemeleri'ni siyasi davaların görüldüğü yerler olarak niteler. Buna göre İstiklal Mahkemeleri, Milli Mücadele içinde ve sonra oynadığı roller bakımından Fransız devriminin orduları yanındaki siyasi komiserlerine ve inkılap mahkemelerine benzemektedir. Ağaoğlu, Dr. Reşit Galip'in yüzüyle “Fransız devriminin Saint Just'u”nun yüzünü biribirine yaklaştırır.
Mahkeme reisleri, savcıları ve yargıçları, kendisi de İzmir Suikasti davasında yargılanan Ahmet Ağaoğlu'nun yakın arkadaşlarıydı. Ahmet Ağaoğlu hem Meşrutiyet hem Cumhuriyet döneminin önemli simaları arasındaydı.
ESKİ ARKADAŞLAR
Oğlu Samet Ağaoğlu 1909'da doğduğundan Cumhuriyet dönemindeki İstiklal Mahkemeleri'ni hatırlayabilecek yaştaydı.
Meşhur siyasetçilerin, fikir adamlarının ve üniversite hocalarının sık sık uğradığı evlerine İstiklal Mahkemesinin reis ve yargıçları da, bu yargıçların idam ettirdiği şahsiyetler ve onların yakınları da gidip geliyordu. Pek çok konuşmaya, şikayete, ağlamalara ve yakınmalara tanık olmuştu.
Samet Ağaoğlu, “Demokrat Parti” döneminde bu partiden milletvekili seçilmiş ve Bakan da olmuştu.
O da “27 Mayıs” darbesiyle tutuklanmış ve dört yıl kadar hapis yattıktan sonra serbest bırakılmıştı. Siyasi kişiliğinin yanı sıra edebiyatçılığı ile de tanınıyordu.
“Babamın Arkadaşları” isimli kitabında yer verdiği 27 isimden üçü İstiklal Mahkemeleri'nde görev yapmıştı.
Bunlar Ali Çetinkaya, Dr. Reşit Galip ve Topçu İhsan(Eryavuz) idi.
27 isimden Dr. Nazım, İstiklal Mahkemesi kararıyla idam edilen meşhur İttihatçılar arasındaydı. Prof. Hüseyin Alizade, Hüseyin Cahit Yalçın da aynı mahkemede yine eski arkadaşları tarafından yargılanmışlardı. Ahmet Ağaoğlu'nun arkadaşlarından Kara Kemal de aynı davadan aranırken intihar etmişti.
SİYASİ TASFİYELER
Samet Ağaoğlu, gördüklerini, işittiklerini tarihi gerçeklerle harmanlayarak, işe biraz da hayal gücünü katarak anlatmıştı.
Ali Çetinkaya için bakın ne diyor:
“Onun İstiklal Mahkemesi reisliği bir devrin sembolü sayılabilir. Buna 'Tasfiyeler Devri' demek münkündür. İttihat ve Terakki'nin tasfiyesi, İkinci Grubun tasfiyesi, Milli Mücadele'de muntazam ordular kuruluncaya kadar Milli Kuvvetlerin bir kısmını teşkil etmiş eski çete reislerinden son kalanların tasfiyesi, nihayet 1908-1918 arasında bazısı yokluklar, sefaletler içinde yaşayan milletin gözü önünde muhteşem hayat sürmüş, bir kısmı da aynı sınıftan beraber çıktıkları arkadaşlarını iltimaslarla, şanslarla, tesadüflerle fersah fersah geçerek kıskançlıklar doğurmuş, bir kaçı da şu veya bu zamanda söyledikleri sözlerle, yaptıkları işlerle gizli tasavvurların, saklı emellerin gerçekleşmesini geciktirmiş insanların tasfiyesi..”
Samet Ağaoğlu sözkonusu kitabında en yakın arkadaşlarını bile idama göndermenin yollarını arayan inkılapçı psikolojisini analiz ediyor. Öyle ki bu gerçek hikayelerde yargıçlar kimi zaman, sessizce ve dehşete kapılmış olarak haklarında verilmiş hükümleri bekleyen eski arkadaşlarına suç aramaktadırlar.
İNKILAP OLUYOR
Samet Ağaoğlu, “İnkılap oluyor” başlıklı bölümünde Ali Çetinkaya'yı şöyle anlatıyordu: “Günün birinde eski İstiklal Mahkemesi Reisinin Nafia Vekili(Bayındırlık Bakanı) tayin edildiğini görenlerin çoğu hayretler içinde kaldı. O, mizacı, karakteri, itiyatları bakımından alışılmış vekil tiplerinin dışında insandı. Fakat Nafia Vekaleti koltuğuna ne memurların, ne bu vekaletle işi olanların hoşuna gitmeyecek birisinin oturtulması için de ciddi sebepler vardı. Onu bu vekalete İstiklal Mahkemesi reisliğine getirir gibi getiriyorlardı.
Bu tayindeki isabet kısa zamanda görüldü. İtiraf etmek lazımdır, Halk Partisi iktidarı zamanında bayındırlık sahasında yapılmış el ile tutulur, gözle görülür ne varsa hemen hepsi babamın bu arkadaşının eseridir.
(..)Bayındırlık Vekaleti'nde gösterdiği bu gayretin altında acaba İstiklal Mahkemesi Reisi olarak hafızalarda yer etmiş geçmiş devirlerini unutturmak gibi bir arzu, bir heves de yatıyor mu idi? İsminin tarihte yalnız 'Korkunç adam' olarak kalmasından mı ürküyordu?
Babamın arkadaşının vicdanında böyle bir hesaplaşmanın geçtiğini düşünmek mümkündür. Fakat heyhat! Ölümlerin, şiddetlerin, zulümlerin yol açtığı izler iyiliklerin açtığından çok daha derin oluyor. İnkılap tarihimizin sahifelerinde babamın arkadaşının ismi İstiklal Mahkemesi ile beraber anılacak. Bayındırlık Vekilliği'ndeki güzel işleri belki de hiç hatırlanmayacaktır.
Son seneleri vicdanı ile kafası arasında beliren hayallerin, başlangıçta zaman zaman, sonraları gece gündüz, hatta şuurunu büsbütün kaybettiği ölümünden önceki haftalara kadar tehditleri, kavgaları, kahkahaları, mimikleri arasında geçti.
Bütün hayatını yalnız hatırlamakla kalmıyor, sanki içinde yaşadığı hadiseler, çevreler durmadan tekrarlanıyordu. Yatağından fırlıyor, Meclis'e gideceğim diyordu. Giydiriyorlar, bir arabaya bindirerek biraz dolaştırdıktan sonra yine evine götürüyorlardı. Fakat o kendisini Meclis'e gelmiş sanıyor, bir sedire bir zamanlar etrafında mebusların ayakta halka yaptığı Meclis koridorunun sağ köşesindeki kanepelere oturuyorum diye çöküyordu. Sonra hayalindeki insanlarla konuşuyor, kimini azarlıyor, kimine gülüyor, bazısını tehdit ederek bağırıyordu. Etrafını sarmış bu hayaller arasında idamı için kafi görülmüş bütün suçu, eski İttihatçıları toplayarak yeni bir partinin programını hazırlamaktan ibaret, İttihat ve Terakki devrinin çok meşhur nazırlarından birisi de vardı. Altında imzası bulunan kararları ile bu dünyadan göçüp gitmiş birçok insanın, hatta bu arada en yakın arkadaşlarının hatıraları bile ne kafasında, ne vicdanında bu hayalin yaptığı korkunç, dayanılmaz, perişan edici baskıyı göstermediler.
Önce asılan nazırın(Cavit Bey) geriye bıraktığı karısı(Aliye Nazlı Hanım) ve çocuklarını(Şiar Yalçın) gizli gizli takibe başladı. Bu aileye yakın ve kendisinin bu merakını kimseye söylemeyeceğine emin bulunduğu bazı kimselerden onlar hakkında haberler topladı:
'Nasıl yaşıyorlar? Ne ile geçiniyorlar?'
Daha ileri gitti. Bir gün Yalova'ya Süreyya ablama, gidip bu aileyi görmesini, çocuklarının tahsil masraflarını üzerine almayı düşündüğünü söylemesini rica etti. Ablam babamın arkadaşının kendisine verdiği vazifeyi yerine getirdi. Fakat aldığı cevap acı oldu:
'Ben onun yardımı ile çocuklarını okutacak kadar sefil değilim!'
Bu adamın vicdanında kendisini gösteren ne idi? Asılanın masum olduğuna inanabilirdi. Fakat aynı zamanda asılması lazım gelmeseydi o kararı verebilir miydi? Belki kararı vermekte inkılabın müdafaası bakımından kendisini haklı görüyor, buna karşılık masumun çocuklarının istikballerini sağlamak suretiyle vicdanında bir muvazene kurmak istiyordu. Yahut da vicdanında nazırın yalnız masum olarak değil, sebepsiz yere de asılmış olduğu hakkında şüpheler, tereddütler uyanmıştı. Ruhunun erişilmesi çok zor derinliklerindeki bu hesaplaşmayı bilmeye, öğrenmeğe artık imkan yok. Yalnız ölümünden önceki son aylarının bu hesaplaşmanın acıları içinde geçtiği söylenebilir. Hatta, hastalığının şuurunu tamamen kaybettirerek yaşadığı son günlerinde sık sık ve titremeler içinde Nazırın ismini sayıkladığı ve 'geliyor, geliyor' diye haykırdığı anlatılmaktadır. Bir gün de bu korkular, bu vehimler, bu hayaller arasında gözlerini dünyaya kapadı.”
Sitare Hanım haklıymış!
Samet Ağaoğlu “Babamın Arkadaşları” kitabının “Topçu Binbaşılığından Bahriye Vekilliği” kısmında “İstiklal Mahkemesi” reislerinden İhsan Eryavuz'u anlatır.
Topçu İhsan, Bahriye Vekilliği sırasında “Yavuz Zırhlısı”nın onarımıyla ilgili bir yolsuzluk davasında rüşvet aldığı gerekçesiyle “Yüce Divan”da yargılanarak mahkum olmuştu.
1928'deki bu dava nedeniyle milletvekilliği de düşürülmüştü. Önce “düşürenler” arasındaydı, sonra kendisi de “düşenler”den olmuştu.
Ağaoğlu'nun kitabından Topçu İhsan ile ilgili kısmından bir alıntı şöyledir: “Birinci Büyük Millet Meclisi'nin kesin selahiyetli, hayata ve ölüme hakim İstiklal Mahkemeler'inin azametli reisi ne hale gelmişti!
Babam öldüğü zaman eski Bahriye Vekili ıztırap günleri yaşadı. Ölenin şahsında tam on yedi senelik bir geçmişin, kendi geçmişinin hatıraları vardı. Bir akşam vaktini hatırlıyordu. Keçiören'deki evimizin salonunda, o, karısı, beraberce mahkum olduğu Sapancalı Hakkı'nın hanımı, annem, kardeşlerim oturuyorlardı. Bir gün önce idam edilmiş merhum Cavit asılırken şuurunu kaybettikten sonra yaptığı bazı hareketlerden gülerek bahsettiler. Cavit'in iskemleye çıkarken Allah'ın zalimleri cezalandıracağını söylediğini anlatarak, 'haydi bakalım' demişti, 'Allah'ın intikamını alsın da görelim!'
Annem(Sitare) birden ayağa kalktı. Yüzü sapsarıydı, gözlerinde yaşlar vardı. Titrek bir sesle, 'gülmeyiniz, gülmeyiniz' diye bağırdı, “bu haliniz Allah'ın hoşuna gitmez! Hepinizin başına aynı felaket gelebilir!”
Samet Ağaoğlu, kitabında Topçu İhsan'ı “Sitare Hanım'ın hakkı varmış! İnkarlarımın cezasını buldum” diye konuşturmuştu.
İstiklal Mahkemeleri'nin Saint Just'u zaten ölmüştü!
Samet Ağaoğlu'nun Saint Just'a benzettiği Dr. Reşit Galip, Atatürk ile Mersin'de tanıştığında Türk Ocakları mensubu genç bir doktor idi.
Atatürk'ün muhabbetine mazhar olduğu için “Halk Fırkası”ndan mebus seçilmişti.
Sonra “İstiklal Mahkemesi” azalığına aday olmuştu.
Samet Ağaoğlu'nun kaleminden bu safha şöyle anlatılıyor:
“Onun İstiklal Mahkemesi azalığına aday olduğunu duyan bir dostu, böylesine bir iş için akla nasıl geldiğini şeflere sorduğu zaman aldığı cevap şu oldu..
'Ne yapalım,kendisi istedi!'
Bu tarafını bilmeyen başka dostları bu vazifeyi kabul etmemesini söylediler, 'Sen bir doktorsun, inlılabın öldürücü kuvvetleri arasında değil, yaşatıcı saflarında olmalısın' dediler. Genç adam onlara küçümseyerek baktı:
'Neden? İnkılabın müdafaasında vazife almayayım mı?'
Yürüyüp gitti.”
Dr. Reşit istiklal Mahkemesi azalığından sonra Maarif Nazırlığı'na, yani Milli Eğitim Bakanlığı'na getirilmişti.
Darülfunun(İstanbul Üniversitesi) ıslahatını da o yürütmüş, yeni sisteme uygun görülmeyen pekçok profesör tasfiye edilmişti.
Bunların arasında Bakanın arkadaşlarından Ahmet Ağaoğlu da vardı.
Samet Ağaoğlu'nun dediği gibi, Mersin'in Ocaklı genç doktoru şimdi de manevi idamların vasıtası oluyordu.
Dr. Reşit Galip, her sabah ilköğretim okullarında okutulan “Öğrenci Andı”nı da bu bakanlığı sırasında kendisi kaleme almıştı.
1932'de getirildiği bakanlık görevinden 1933'te azledilmişti.
Yükselişi kadar düşüşü de hızlı olmuştu.
Hakiki bir cezbe içinde her gün, her dakika, her saniye varlığını hissettirmeğe çalışıyor, bunun için hiçbir fırsatı kaçırmıyordu.
Yeni üniversitenin inkılap tarihi profesörlüğünü üzerine almak gibi bir gaflete düşmüştü.
İlk dersi verdiği gün üniversite öğrencilerinin yaptığı tezahürat kıskançlıklara neden olmuştu.
Üstüne üstlük Bakanlık tarafından çıkarılan bir dergide Darülfünun reformundan bahseden bir yazının başına yalnız kendi resmi konulmuştu.
Bardağı taşıran son damla olmuştu bu, onu yemek için beklenen fırsat gelmişti.
İki gün sonra Ahmet Ağaoğlu'nun geceyarısı kapısı çalındı.
Ziyarete gelenler İstanbul Üniversitesi ıslahatında Dr. Reşit'e yardımcı olanlardan Prof. Fuat Köprülü, Prof. Neşet Ömer ve Atatürk'ün “Çankaya Sofraları”nın müdavimlerinden Cevat Abbas idi.
Ahmet Ağaoğlu 1930'da talimatla kurulan ve yine aynı yıl bir talimatla feshedilen “Serbest Fırka”ya girmişti.
O günden beri Ahmet Ağaoğlu'nun kapısını çalmamış olan bu ziyaretçiler Dr. Reşit'ten şikayet ediyorlardı.
Olayın devamını Samet Ağaoğlu şöyle anlatır:
“Profesörler aynı sözleri, aynı zamanda söylediler..
'Ahmet Bey, bu adam zıvanadan çıktı. Seni ve diğer arkadaşlarımızı kadro dışı bırakan bu insan, şimdi de daha ileri gidiyor, kendisini Üniversitenin başı yapmak istiyor! Biz buna dayanamayız. Profesörlükten istifa ettik!'
Daha bir çok şey anlattıktan sonra gittiler.
Ertesi sabah bütün gazeteler iki profesörün istifasını büyük puntolarla yazdılar. Birkaç gün sonra da Maarif Vekili'nin yerini bir başkasına bıraktığını ilan ettiler.
Bu ikinci darbeden yaralanan yalnız ihtirasları, hülyaları, emelleri değildi. Haysiyeti, onuru da çok ağır tokat yemişti. Bütün dostlar bir anda etrafından çekildiler! Yanında yalnız ailesi ve çocukları kalmıştı. Onlar da bu alev ve ateşten ihtirasın hüsranını, kırıklığını dindirebilmek imkanından mahrumdular.
Bir gün öğleden sonra Kalamış'ta çocuklarıyla bindiği sandal devrildi. Sular küçük kızları derinlere doğru çekiyordu. Kendisini denize attı, uzun mücadeleden sonra çocuklarını kurtardı. Fakat çok yorulmuştu, halsiz evine götürdüler.
Aradan günler geçti. Bir sabah Cumhuriyet gazetesinde birinci sahifenin altında küçük bir sütun üzerinde “Acı bir zıya” başlıklı bir yazı ve bir resim gördüm. Resim Sent Jüst'ü ölüm döşeğinde gösteriyor, altında birkaç satırla da zatürreeden vefat ettiği yazılıyordu.
Beni ölüm tehlikesi geçirdiğim günlerde sözleri, hikayeleri, telkinleriyle hayata kavuşturmağa çalışmış adam daha otuz yedi yaşında yokluğun kucağına düşmüştü. Ölüm döşeğindeki resmi ona yakışıyordu. Sakalı hafif uzamış, gözleri kapalı uyur gibiydi. Gerçekten acı duyarak babamın yanına girdim, gazeteyi uzatım:
“.........Ölmüş baba!”
Babam gazeteyi almadan gözlerimin içine donuk nazarlarla baktı, dudaklarında acı bir gülümseme, “zaten ölmüştü” diyerek omuzlarını silkti.”

İskilipli Atıf Hoca ve Lozan Antlaşması..

Dünkü yazımda İskilipli Atıf Hoca'nın 'Şapka Kanunu'ndan önce neşrettiği 'Frenk Mukallitliği ve Şapka' risalesinden ötürü 'İstiklal Mahkemesi'ne sevkedildiğini yazmıştım.
Mahkemede 1920'de İstanbul hükümetinin baskısıyla 'Teal-i İslam Cemiyeti' namına (ama Cemiyetin kararı dışında)düzenlenen Milli Mücadele aleyhindeki bir beyannamenin de gündeme geldiğini belirtmiştim.
Atıf Hoca'nın esasen Şapka Kanunu'na tepkilerin önünü kesmek için idama mahkum edildiğine değinmiştim.
Atıf Hoca'nın torunlarından Ahmet Faruk İmal ve İstiklal Mahkemesi reislerinden 'Kel Ali' lakaplı Ali Çetinkaya'nın torunlarından Anayasa Mahkemesi üyesi Osman Paksüt 'Hürriyet' yazarı Ahmet Hakan'a mektup göndermişler.
Atıf Hoca'nın torunu dedesinin Şapka meselesinden değil Milli Mücadeleye karşı çıktığı için idam edildiği iddialarını yalanlayarak, 'iade-i itibar' için ellerinden geleni yapacaklarını belirtmiş..
Ali Çetinkaya'nın torunu ise Atıf hoca'nın şapka kitabından beraat ettiğini ancak Milli Mücadele aleyhine Teal-i İslam Cemiyeti adına hazırlanan beyannameleri Yunan uçaklarıyla cephe gerisine attırdığından ötürü yargılanıp idam edildiğini iddia ediyor.
Beyannamenin nasıl hazırlandığını dünkü yazımda anlattığım için tekrar üzerinde durmayacağım.
***
Osman Paksüt'ün açıklaması ise maalesef yakın tarihimiz hakkında bilgisizliğimizi gözler önüne seriyor.
Sözkonusu düzmece beyanname 1920'de hazırlanmıştı, Atıf Hoca'nın tutuklanması ise 1925'dedir.
Eğer gerçekten de Atıf Hoca bu beyannameden ötürü yargılanıp idam edilmişse, dönemin hükümeti açıkça 'Lozan Antlaşması' hükümlerini çiğnemiştir.
Çünkü 24 Temmuz 1923 günü imzalanan 'Lozan Antlaşması'nın 'Genel Affa ilişkin açıklama ve protokol' metninde 1 Ağustos 1914 ile 20 Kasım 1922 arasındaki yıllarda işlenen askersel ya da siyasal davranışı yüzünden kimsenin yargılanmayacağı hüküm altına alınmıştı.
Bu çerçevede Yunan Hükümeti de, Türk Hükümeti de tam ve eksiksiz bir genel af çıkarılmasını kabul etmişti.
Türkiye sadece '150' kişiyi bu protokol dışında tutacağını bir ek protokol ile bildirmişti.
Bu 150 kişiden Türkiye'de oturanlar yurt dışına çıkarılacaklar, yurt dışında olanlar ise Türkiye'ye giremeyeceklerdi.
Türkiye genel af çıkarmış ve sözkonusu 150 kişinin tespit edilip af kapsamı dışında tutulmaları da Haziran 1924'de gerçekleşmişti.
Dolayısıyla Atıf Hoca'nın 1920'de işlediği iddia edilen suçtan ötürü yargılanmasının hiçbir hukuki temeli yoktur.
***
İstiklal Mahkemeleri üzerine bir parça çalışmış bir gazeteci olarak şunu rahatlıkla söyleyebilirim..
Bu mahkemelerde yargıçların bir sanığı mahkum etmek için esasen delile falan ihtiyaçları yoktu.
Bir kere yargıçlar, siyasi kişilikleri olan milletvekillerinden seçiliyorlardı, çoğu hukukçu bile değildi.
İstiklal Mahkemelerinin verdiği kararlar kesindi ve sanıkların temyiz hakkı bulunmuyordu.
Temyiz hakkı olsaydı, sanıkların hukuki delillere dayandırılarak cezalandırılması gerekecekti.
Uzatmadan söylemek gerekirse, Cumhuriyet dönemindeki İstiklal Mahkemeleri büyük ölçüde 'siyasi' nitelikteydi.
Bu yüzden bu mahkemelerde verilen kararlar sonradan çokça tartışılmıştır.
1926'da' İzmir Suikasti' davasında yargılanan bazı İttihatçı sanıklara, Meşrutiyet döneminde işledikleri cinayetler yüzlerine karşı ifade edilmiş ama çıkarılan aflar nedeniyle bu suçlardan yargılanmalarına yer olmadığı belirtilmişken Atıf Hoca'nın 1920'de gerçekleşen bir düzmece beyannameden idam cezasına çarptırılması tuhaf kaçmıyor mu?

Atıf Hoca'yı neden astılar?

“Hürriyet' yazarı Rahmi Turan, 1926'da idam edilen İskilipli Atıf Hoca'ya değindiği yazısında resmin bütününü göstermek yerine sadece bir parçasını tercih etmiş.
'Teal-i-İslâm Cemiyeti' adına bastırılan bir bildirinin Yunan uçakları tarafından Anadolu'ya atıldığını, bildiride Mustafa Kemal ve silah arkadaşlarının padişaha başkaldıran asiler olarak nitelendiğini belirtmiş.
'İstiklal Mahkemesi' zabıtlarına göre Atıf Hocanın 'vatana ihanet' suçundan idam edildiğini dile getirmiş.
'Geçmişte uğraşmak yerine önümüze bakalım' türünden yaklaşımı bir parça anlayışla karşılamak mümkün ama olaylar çarpıtılarak aktarıldığında vicdanlar da buna razı gelmiyor.
Sözkonusu bildiri 1920'de yazılmıştı.
Rahmi Bey'in yazısından Atıf Hoca'nın bu bildiri yüzünden arandığı ve 5 yıl sonra yakalandığı gibi bir anlam çıkıyor.
İşin gerçeği şudur..
1925'de 'Şapka Kanunu' çıkarılmış, bu kanuna yurdun bazı bölgelerinde tepkiler gösterilmişti.
Bu tepkilerle Atıf Hoca'nın Şapka Kanunu'ndan 1,5 yıl önce neşrettiği 'Frenk Mukallitliği ve Şapka' risalesi arasında bağ kurulmuştu.
Atıf Hoca, risaleyi neşreden matbaacı, bu risaleyi dağıtanlar, yanı sıra Şapka Kanunu aleyhinde bulunmakla suçlanan birkaç hocaefendi 'İstiklal Mahkemesi'ne çıkarılmışlardı.
***
Mahkemede sanıkların aleyhindeki havayı köpürtmek için 5 yıl önceki bu bildiri de gündeme getirilmişti.
Aslında bu bildiride Atıf Hoca'nın bir dahli de yoktu.
Tahir'ul-Mevlevi 'İstiklal Mahkemeleri' isimli hatıratında işin gerçeğini tafsilatıyla anlatır.
Buna göre Şeyhülislam Mustafa Sabri Efendi'nin İstanbul Hükümeti'nin baskısıyla vücuda getirdiği bir bildiriydi bu.
Üstelik Cemiyet adına hazırlanan bu bildiri Cemiyetin İdare Heyetinin bilgisi dışındaydı.
Mustafa Sabri Efendi, Atıf Hocadan bildirinin cemiyetin mührü ile mühürlenmesini istemişti.
Atıf Hoca da İdare Heyetine danışmadan böyle bir şeyi yapamayacağı cevabını vermişti.
Cemiyetin İdare Heyetinden Tahir'ul-Mevlevi ile birlikte Mustafa Sabri Efendi'nin yanına çıkan Atıf Hoca, 'Biz buna razı olmayacağız. Çünkü Teal-i İslam siyasi değil ilmi ve dini bir cemiyettir. Biz hükümetin işine karışmayacağımız gibi hükümet de bizi karıştırmasın' demişlerdi.
Konu Cemiyetin toplantısında da gündeme gelmişti. .
Hükümet taraftarları itirazlara rağmen bildirinin Anadolu'ya gönderileceğini söylediklerinde Atıf hoca ve arkadaşlarından 'gazetelerde tekzip ederiz' cevabı almışlardı.
Bu sözlere Hükümet taraftarları 'Edemezsinin, Matbuat Müdürlüğüne emir verilmiştir' diyerek karşılık vermişlerdi.
Atıf Hoca ve arkadaşları bunun üzerine toplantı çıkışında itirazlarını şifahen ilan edeceklerini söylemişlerdi.
Sonunda beş üye 'kabul', beş üye de 'hayır' cevabı vermişti.
Reis Atıf Hoca'nın da 'hayır' oyu vermesiyle birlikte bu bildirinin yok hükmünde sayılmasına ekseriyetin görüşü ile karar verilmişti.
***
Aradan 5 yıl kadar geçtikten sonra Ankara İstiklal Mahkemesi tarafından tutuklanan Atıf Hoca, mahkemede Cemiyetin Anadolu'ya hiçbir vakit beyanname (bildiri) göndermemiş olduğuna dair 'Vakit' gazetesi ile yapılan ilanı da göstermişti.
Savcı, Atıf Hoca hakkında 10 yıl hapis cezası istemişti ama mahkeme heyeti idam cezasına hükmetti.
İstiklal Mahkemesi kararlarının temyizi yoktu.
Prof. Ergun Aybars'ın dediği gibi Cumhuriyet sonrasındaki İstiklal Mahkemeleri devrimlerin gerçekleşmesi amacıyla kurulmuştu.
Şapka Kanununa itirazların önünü kesmek için Atıf Hoca kurban edilmişti.
Durum budur.


Hiç yorum yok: