18 Mayıs 2012 Cuma

Son Padişah ve Son Padişah Nasıl Öldü - Yavuz Bahadıroğlu


Sultan Vahideddin, hiç kuşkusuz en çok tartışılan padişahlardan biridir. Ona “hain” diyen vardır, “büyük vatansever” diyen vardır, “alim” ve de “zalim” diyen vardır…
Kimilerine göre o, İstiklal Savaşı’mızın gerçek organizatörü, kimilerine göre de Kurtuluş Savaşı’mızı hezimete uğratmak üzere kurulan “Yeşil Ordu” fikrinin mimarıdır. Yani tam anlamıyla “iki arada bir derede” kalmış bir padişahtır.
Bu da normal: Zira yakın tarihimiz, tarihsel zemininde değil, “siyasal zemin”lerde tartışılıyor. Ve öyle bir hava veriliyor ki, Sultan Vahideddin haklı çıkarsa Mustafa Kemal haksız çıkacak, Sultan Vahideddin haksız çıkarsa, Mustafa Kemal haklı çıkacak! Bu anlayış içindeki kitleler “Atatürkçüler” ve “Vahdettinciler” diye bölünüyor! Sonra da taraflar başlıyorlar yeni bölünme odakları icat etmeye:
Laikler-şeriatçılar… Cumhuriyetçiler-hilafetçiler… çağdaşlar-mürteciler, vesaireler… Tabii bu son derece yapay bir bölünmedir: Yıllardır yapay bölünmelerde gücümüzü tüketen kavgalar üretiyoruz. Bu kavgalar yüzünden çağı ıskaladık ve maalesef Kıbrıs Rum Kesimi’nin bile gerisinde kaldık.
Yani yapay bölünmelerde ürettiğimiz kavgaların faturası çok ağır oldu. Tarihi yapan insanları tokuşturarak, güç, ideoloji, ya da şahsi gelecek inşa etmeye çalışanlar, hepimize büyük zararlar verdiler.
Halbuki tarih bir bütündür ve içindeki tüm isimler tarihimizi inşa eden isimlerdir. Tarihçinin, takım tutar gibi, bunlardan bazılarını tutup bazılarını tutmaması, bazılarına dost bazılarına düşman olması ve onları kullanarak tarihle kavgaya tutuşması diye bir şey olamaz. Bu tarihçinin görevi değil, yalnızca ideoloji simsarlarının işidir! Tarihe, belgelerin ışığında bakmakla mükellefiz.
Sultan Mehmed Vahideddin, 4 Temmuz 1918 tarihinde atalarının tahtına oturdu. Daha tahta oturduğu gün, Birinci Dünya Savaşı’nın korkunç sonuçlarıyla karşı karşıya kaldı. Aradan dört ay bile geçmeden uğursuz Mondros Mütarekesi imzalandı (30 Ekim 1918). Ardından Osmanlı toprakları İtilaf Devletleri tarafından işgal edilmeye başlandı.
Kasım 1918′de İngiliz ordusu Musul’a girdi. 1920 yılının 16 Mart’ında da, Müttefik Donanması İstanbul’u işgal etti. Yunanlılar İzmir’i, İtalyanlar Güneybatıyı, Fransızlar da Güney Anadolu’yu aldılar. Osmanlı Ordusu ortadan kaldırıldı. Silahları depolara kilitlendi, kapılara İngiliz nöbetçiler dikildi…

Sultan Vahideddin
Yalnızca, Padişah’ın şahsını korumak için, yedi yüz kişilik “Maiyyet-i Seniyye Kıtası” silahlıydı. Onu da, Padişah, Ayasofya çevresine mevzilendirip, Ayasofya’ya çan takmaya kalkışacak İngiliz askerlerine (böyle bir söylenti çıkmıştı) karşı camii savunmalarını emretti. Belli ki, Padişah, Ayasofya’nın “cami” kimliğinin korunmasını, kendi varlığının korunmasından daha fazla önemsiyordu.
Başta İstanbul olmak üzere tüm ülke, “işgal”ın yakıcılığını ve yıkıcılığını yaşamaya başlamıştı. (Şunu vicdan borcu olarak hemen belirtmeliyim ki, Başkent İstanbul işgal edildikten sonraki gelişmelerden Padişah’ı sorumlu tutmak haksızlık olur. çünkü her hareketi kontrol ve müthiş bir baskı altındadır. İngiliz Donanması’nın tüm toplarını saraya yöneltmiş olarak Dolmabahçe’de demirli olduğunu unutmayalım. Buna rağmen Sultan Vahideddin, Anadolu’nun galip devletler arasında bölüşülmesini öngören Sevr Andlaşması’nı imzalamamıştır.)
Padişah, işgal altındaki İstanbul’dan vatanın kurtarılmayacağını biliyordu. Bu yüzden Anadolu’ya gitmeyi düşündü, ancak İngilizler, Anadolu’ya geçip bir hareket başlatması halinde İstanbul’u Rumlara teslim edeceklerini söylediler. Bu katliam demekti. Böylece Anadolu’ya geçme fikrinin önü tıkandı. O da güvendiği komutanları Anadolu’ya göndermeye karar verdi. Almanya ve Avusturya seyahatinde kendisine eşlik ederken yakından tanıdığı yaverlerinden Mustafa Kemal’i bu karar çerçevesinde saraya çağırdı ve dedi ki: “Paşa Paşa! Şimdiye kadar devlete çok hizmet ettiniz. Bunları tarih yazacak. Ama asıl şimdi yapacağınız hizmet hepsinden mühim olabilir: Siz devleti kurtarabilirsiniz! Cenab-ı Allah muvaffak etsin.” (Osmanlı arşivlerinden başka, kendisi de bir “Atatürkçü” olan araştırmacı Murad Bardakçı’nın yayınladığı “Şah Baba” isimli eser de konuyu bu şekilde aktarıyor)
Masrafları için bir miktar para verdi, İşgal Kuvvetleri’nden izin aldı ve “çürük müydü, sağlam mıydı?” tartışmalarında kavgalar ürettiğimiz meşhur “Bandırma Vapuru”yla Anadolu’ya gönderdi. Böylece İstiklal Savaşı’mız başlamış oluyordu.
İstiklal Savaşı zaferle sonuçlandıktan sonra, Türkiye Büyük Millet Meclisi Hükümeti, 1 Kasım 1922′de hilafet ile saltanatın ayrıldığını ve saltanatın kaldırıldığını bir kanun ile kabul ve ilan etti. Vahideddin Han’ın adı hutbelerden kaldırıldı. İstanbul ve Anadolu basınında aleyhinde yazılar çıkmaya başladı…
Bu arada saray nazırlarından (bakan) ve meşhur Osmanlı gazetecilerinden Ali Kemal Bey, bazı kimseler tarafından İzmit’e kaçırılarak linç edildi. Bu olay, Sultan Vahideddin’in Ankara’daki havayı sezmesine yardımcı oldu… Ankara, Saltanatın devamını istemiyordu.
Bu durumda Sultan Vahideddin, hem yeni kurulacak olan cumhuriyete zorluk çıkartmamak, hem de öç alma sendromuna düşenlerden “halife” sıfatını korumak için, 17 Kasım 1922′de, “Malaya” isimli bir İngiliz savaş gemisiyle İstanbul’u terk etti. Allah izin verirse devam ederiz.

Son Padişah nasıl öldü?

Sultan Vahideddin’in neden İngiliz donanmasına ait “Malaya” isimli bir savaş gemisiyle yurtdışına gitmek durumunda kaldığını kavrayabilmek için, o devrin Millet Meclisi’ndeki hakim havaya bakmak gerekiyor.

Sultan Mehmed Vahideddin
Buyurun, tarih 3 Mart 1924. Yer Türkiye Büyük Millet Meclisi…
Rize Milletvekili Ekrem Bey kürsüde: Hilafetin kaldırılmasının gerekliliği konusunda bağıra bağıra şunları söylüyor:
“Efendiler, Millete hizmet etmiş, tarihimizde birçok sadrazamlar gösterebilirsiniz. Fakat padişah göstermek için müşkülat çekersiniz. Bunların tahta bağlı olmalarının sebebi yalnız menfaat, ihtiras; bundan ibarettir… Türk milletinin bu kadar geri kalmasına sebep padişahlardır… Bu padişahlar bidayet-i saltanatlarında hiçbir şey yapmamışlardır… Bu tarihi (yani Osmanlı tarihini) yukarıdan aşağı tetkik ederseniz, hep cinayet ve şahsi ihtiras görürsünüz…
Sultan Fatih’ten mi bahsedeceksiniz? Benim gözümün önüne, onun, sırf bir arzusu için, en kıymetli sadrazamımız olan Mahmud Paşa’yı katlettirmesi geliyor… Devri baştan aşağı cinayettir… Mazisi cinayetlerle dolu ve Türk milletine hizmet etmemiş bulunan bu aile…” (İkinci Meclis Zabit Ceridesi, cilt 7, s. 31′den özet olarak)
5 Kasım 1922′de Ankara’da 101 pare top atılarak saltanat kaldırılmış, o andan itibaren Sultan Vahideddin’in padişahlığı zaten sona ermiştir. Bu durumda yurtdışına kaçan “Sultan Vahideddin” değil, “Vatandaş Vahdettin”dir!
İlk durağı Malta oldu. Oradan Melik Hüseyin’in daveti üzerine Mekke’ye gitti. Hicaz ve Mısır’a uğradıktan sonra, İtalya’nın San Remo kentine yerleşti. Kiraladığı bir villada, yakın maiyetiyle yaşamaya başladı. O sırada İtalya Kralı Emanuel, Padişah’a bir yaveri aracılığıyla şu teklifi yaptı:
“Ülkenin muhtelif yerlerinde saraylarımız var. Zatialilerinin ikameti için, nerede oturmak istiyorlarsa, orada derhal bir saray verilecektir. Ayrıca, yüksek müsaadeleriyle, Zat-ı Şahane’nin emrine her ay takdir buyuracakları miktarda bir meblağ tahsis edilmiştir.”
Sultan Vahideddin bu teklifleri münasip bir lisanla ve teşekkür ederek reddetti. Oysa yurtdışına çıkarken, emrinde hazineler olduğu halde, şahsi parasının ve hanedan armasının dışında tek kuruş almamış, (bu konuda muhalifleri iftira atmaya bile cesaret edemediler) okumak üzere hazine dairesinden aldığı kıymetli bir kitabı dahi makbuz mukabili iade ettikten sonra yurtdışına çıkmıştı. Millet malına bu kadar hassastı…
Bu hassasiyeti yüzünden kısa süre içinde parasız kalacak, hanedan armasının üstündeki kıymetli taşları söküp sattırarak bir süre daha yaşayacak, böyle bir zaruret içinde yaşarken bile İtalya Kralı’nın teklifine benzer tüm teklifleri geri çevirecekti.
Hala “Müslümanların Halifesi” unvanını taşıdığına inandığı için, kimseden karşılıksız bir ikram kabul etmiyordu. Bir gün, para işlerine bakan Fahri Bey, bu tavrını eleştirdi:
“Bu kadar ikramı reddediyorsunuz. Herhalde mutfağınızda kuru soğan dahi kalmadığını bilmiyorsunuz” dedi.
Bunun üzerine Sultan Vahideddin ağlamaklı oldu: “Fahri Bey” dedi, “Maiyet-i saniyemde bulunmaya mecbur değilsiniz. Bu hayat size zor geliyorsa ayrılınız. Ben Müslümanların halifesi sıfatıyla bir gayr-i Müslim (Müslüman olmayan) hükümdarın ihsanını kabul edemem.”
16 Mayıs 1926 tarihinde San Remo’da vefat ettiğinde şehrin kasaplarına, bakkallarına ve sair mağazalarına önemli miktarda borçları vardı. Alacaklılar, Padişah’ın öldüğünü duyunca koşup alacaklarını istediler. Aksi gibi hiç kimsede borçları ödeyecek kadar para yoktu. O zaman da cenazesini haczettiler…
Bu, sözün tam manasıyla bir hicran ve hüsran sayfasıdır. Hatası, sevabıyla Osmanlı Devleti’ni yönetmiş bir “Halife-i Rû-yi Zemin”in cenazesi, gurbet ellerde ortada kalmıştı. çocukları hıçkırarak ağlaşırken, ona ücretsiz hizmet eden adamları, derin acılarını içlerine atarak, para bulmak için sağa-sola koşturuyorlardı. İsteseler elbette İtalya hükümetinden gereken parayı alabilirlerdi, ama gayr-i Müslimlerden sağlığında almadığı yardımı, ölümünden sonra alarak ruhuna ihanet edeceklerini düşünüyorlardı.
Başka çare kalmayınca, arka kapıdan cenazeyi kaçırdılar. Selahaddin Eyyûbî Türbesi’ne defnetmek üzere, vasiyeti gereği Şam’a götürdüler. (Daha sonra Suriye ve Mısır Müslümanlarından toplanan parayla Padişah’ın borçları kuruşuna kadar ödendi) Ama adı geçen türbede yer kalmadığından, Yavuz Sultan Selim Camii haziresine defnedildi.

Sultan Vahideddin mezarı - Günümüz Türkçesiyle: Sonu olmayan daimi hayat sahibi “O”dur.(Allah’tır.)Sultanoğlu Sultan olan Altıncı Sultan Muhammed(Mehmed) Vahideddin Han’ın ruhuna Fatiha. Doğumu 21 Şubat 1861-Ölümü 16 Mayıs 1926
Öldüğü güne kadar, gelip giden herkese Türkiye’den haberler soruyor, Cumhuriyet’in kurucuları hakkında ileri-geri konuşmaya yeltenenleri sert bir hükümdar bakışıyla susturup, “Onlar bizim paşalarımızdır, gıyaplarında konuşulmasını arzu etmeyiz” diyor, “Saltanat ve sarayın yıkılması önemli değildir, önemli olan milletin kurtulmuş olmasıdır” şeklinde konuşup şükrediyordu.
Bugünkü Cumhuriyet Türkiye’sine yakışan, Sultan Vahideddin’in cenazesini ülkeye getirmektir.



Hiç yorum yok: