2 Temmuz 2013 Salı

İslamcılık mı, Müslümancılık mı?İslamcılara ittihad-ı İslam Akif Emre

İslamcılık mı, Müslümancılık mı?

Tekrardan İslamcılık tartışması alevlenir gibi oldu. Aslında İslamcılık yapmayanların İslamcılık üzerinde konuşmalarından ibaret olması nedeniyle aldatıcı bir tartışma. Oysa halihazırdaki durum, İslamcılık atfedilen bir siyasal kadronun, İslamcılığın gerektirdiği ilkelere değil ama kadrolara yaslanması durumundan ibaret. Yani İslamcılıkla prensipleri itibariyle ilgisi olmayan ama şu veya bu şekilde Müslümanları kollamayı amaçlayan bir kadro tarafından Müslümancılık yapılması söz konusu. Bu duruma bakarak İslamcılığın öldüğünü veya siyasal iktidarın İslamcı olduğunu ileri sürmek abesle iştigaldir.


İslamcılık-Müslümancılık farkına vurgu yapan 8 Mayıs 2001 ve 26 Ağustos 2008 tarihli yazılarımdan bu tezi yeniden hatırlatmak için ve zihin karışıklığına karşı önemli bir hatırlatma olacağından dolayı aşağıya alıntılar yapıyorum. 1995 yılından bu yana bu gazetede sürekli yazan biri olarak ilk kez kendi yazımdan alıntı yapmak zorundayım.

'Müslüman-cı'lık vs. İslamcılık

İslamcılığın siyasal iktidara yürüdüğü, iktidar aygıtlarını (gücünü demek daha doğru) ele geçirmek üzere olduğu varsayıldığı son on yıllık süreç sonunda; kendi tanımının ötekine teslim edilmesi, hatta kendisinin ötekiyle özdeşleştirilmesi gibi ibretlik bir son/uca doğru gidilmektedir. Ödünç kavramlarla başlayan kendini ifade tarzı ödünç kadroların, ödünç ideologların istihdam edilmesine kapı açmış bulunuyor.

'Postmodern darbe'nin soft darbesi karşısında pes ediveren ilkesizlik, ödünç kavramlara sığınmanın durumu kurtarmaya yetmediğini farketmekte gecikmeyecekti. Ve nevzuhur durum burada kendini gösterecek; ödünç kadrolar devşirilerek, ödünç kavramların ödünç ideologlarca dillendirilmesi gibi nerede duracağı kestirilemeyen bir sürece girilecekti. Devşirilen 'öteki'ler (kadro ve kavramlar) için durum hiç de bu kadar felsefi mülahazalara imkan tanıyacak kadar karmaşık, çapraşık değildi. Oynadıkları rolün farkında olarak duruma uygun bir iş ve misyon icat etmekte gecikilmeyecekti.

Yeni ideolojinin adı icat edilmişti bile: 'Müslüman-cı'lık. O artık bir Müslüman-cı olarak kendisine biçilen yeni rolü ateşin biçimde oynamaya hazırdı. Gerçi merkezde tükettiği itibarı nedeniyle gidecek başka kapısı da yoktu. Böylece İslamcılık yapmadan İslamcılar'ı kollama misyonu, bize özgü bir pratik akılla formüle edilmiş oluyordu.

Postmodern darbeyle kavga bitmese de kavgaya neden olan kimlik tanımı buharlaşacak, yeni tanımlar, yeni kimlikler içselleştirilmeye başlanacaktı. Ödünç kadrolar bu anlamda hayli işlevseldi. 'Kim demiş bu kızlar...' ya da 'kim demiş falan partililer' 'şunun düşmanı, bunun taraftarı' şeklinde başlayan savunma görünüşte hayli etkin ve bela savan türdendi. İslamcılar'ı savunurken onlara yeni bir kimlik biçmenin, bu kimliği (gönüllü) benimsetmenin bundan daha pratik ve risksiz yöntemi olamazdı.

'Müslümancılık' ya da klan siyaseti

Önce şunu belirtmekte yarar var; belli bir dünya görüşünü temsil eden siyasi bir akım olarak İslamcılık belli iddialara sahiptir ve yeni bir dünya düzeni peşindedir. Bu anlamda İslamcılık hayata ve dolayısıyla siyasete dair kendine özgü proje sunan duruşun, iddianın adıdır.

Tarihsel tecrübesi, dünya tasavvuru, siyasete ilişkin iddialarıyla zengin bir birikimin hülasasıdır. Osmanlı'nın son döneminden bugüne Türk siyasetini belirleyen ve birbiriyle çatışan üç tarzı siyasetten en önemlisidir. Her zaman aktif siyaset tarzı olarak sahnede görünmese de en azından entelektüel ve toplumsal bir hareket olarak gündemimizde olmuştur. Tüm zaaf ve kazanımlarıyla beraber toplumsal bellekte yeri olan canlı bir dinamizmdir.

AKP'nin muhafazakar sağ bir hareket olarak iktidar oluşunu bu anlamda İslamcı bir siyasetin iktidarı ele geçirmesi olarak yorumlamak çok yanlış bir okuma biçimidir. Zira bu hareketin lider kadrosunun, siyasal programlarının ve söylemlerinin, hepsinden önemlisi de bunca yıllık icraatlarının İslamcılıkla bağdaştırılması mümkün olmadığı ortada. Bunun tartışılmayacak kadar açık olduğunu kabul etmek gerekir.

Mevcut iktidarın İslamcı bir siyaset değil, olsa olsa 'Müslümancı' bir siyaset izlediği iddia edilebilir.

'Müslümancılık' son derece pragmatist bir siyasi tavrın adı olarak İslamcılığın tam da muhalifi bir duruşu temsil eder. Bugünkü siyasi iktidara en fazla yüklenebilecek iddia 'Müslümancı' siyaset tarzı olabilir. İktidar açısından çok kısıtlayıcı ve kabul edilemez olan bu tanımlama en azından onu destekleyen ve İslamcılıkla karıştıran kitleler ve kadrolar için daha isabetli görünüyor.

'Müslümancılık' tam bu noktada bir klan siyaseti olarak ortaya çıkmaktadır. Kültürel anlamda dini rengin ağır bastığı bir gelenekten beslenen, sosyolojik olarak belli bir ekonomik seviyenin altını temsil eden, merkez dışı toplumsal kesimlerin siyasette konum arayışlarının adıdır. Bunu, ideolojik gerekçelerden çok, dayandıkları toplumsal tabanın çıkarlarını, güç arayışlarını siyasete taşıyan bir iktidar arayışı olarak okumalıdır.

Türkiye'deki Batıcı çevreler bu kesimlerle iktidarı, kamusal alanı paylaşmaya niyetli olmadıkları için her türlü kültürel ve toplumsal aidiyeti İslamcılıkla eş görmeleri tam bir yanılsamadır. Bunların İslamcılığı siyasi iktidar için bir itham aracı olarak kullanmaları İslamcılığın talep ve tasavvurunu da teslim almakta, belli bir kesimin iktidar özlemini, her ne pahasına olursa olsun iktidardan pay alma talebini bir dünya tasavvuru olarak İslamcılık yerine ikame etmelerine yol açmaktadır.

İslamcılara ittihad-ı İslam

Son dönemde yeniden canlanmaya başlayan İslamcılık tartışmalarının işaret ettiği tarihsel geçmişi ile içinden geçmekte olduğumuz dönemsel şartlar arasındaki benzeşmeye pek dikkat etmiyoruz. İslamcılık kavramsallaştırmasından ne anlaşılması gerektiğinden başka tarihsel bir olgu olarak siyasi düşünce tarihinin bir nesnesi olmaya indirgenmesi ile Müslümanların özne olmaktan çıkması arasında tuhaf bir ilişki var gibi geliyor.
İslamcılık tartışmaları etrafında öne sürülen en zıt fikirlerin bile buluşacağı ortak zemin, herhalde her şeyden önce ittihad-ı İslam ana fikri olsa gerek. İslamcılık sadece ittihad-ı İslam fikrinden ibaret olmasa da, ittihad-ı İslam tezi olmadan bu konuyu müzakere etme zemini hiç olamaz.
İslam dünyasının Batılı sömürgeciler tarafından sömürgeleştirilmeye başlandığı, Osmanlı binasının temelden sarsılmaya başladığı dönemde Güney Afrika'dan Java adasına, Türkistan'dan Libya çöllerine kadar karşılık bulan bir çığlık olarak Boğaziçi'nde yankılanan çağrıydı. Hilafet fikrinin o dönem dünya Müslümanları için anlamının, bugün için tasavvur bile edilemeyecek derinlikte olduğu ortada. Pratikte İslam dünyasının, Osmanlı'nın durumunu ne kadar etkileyebildiği tartışılabilir ama bugüne kadar süregelen, evrensel boyutu olan, yegane, yerli düşünce olarak görmek gerekir.
İttihad-ı İslam fikri Abdülhamit tarafından siyasi bir proje olarak sahiplenildiğinde bunun sadece dış saldırılara karşı bir savunma, emperyalistlere karşı sömürgelerindeki Müslümanları bir tehdit, hatta blöf olduğunu düşünmek eksik bir okuma olacaktır. İttihad-ı İslam aynı zamanda Osmanlı'nın tebaası Müslümanlar-arası çatışma ihtimaline karşı da geliştirilmiş bir siyasetti. Özellikle Necef, Basra gibi bugünkü Irak sınırlarındaki Sünni-Şii gerilimine, hatta hızla yayılan Şiileşmeye karşı Osmanlı Hilafeti adına bir tedbir boyutu olduğunu da unutmamak gerek.
'İslamcılık öldü' söylemine karşılık tam da bugünlerde İslamcılığın, en azından ittihat fikri etrafında, yeniden diriltilmesi, tahkim edilmesi gereken son derece önemli tarihi bir süreçten geçiyoruz. Ortadoğu önce küresel hegemonların müdahalesiyle kan gölüne çevrildi. İşgal, yağma, acı ve kan kokan bir ortamda adeta bölgenin varoluş kodlarıyla oynandı, kendi varlık gerekçelerine yabancılaşır oldu bölgenin insanı.
Afganistan; Sovyet işgalinin, Amerikan müdahalesinin perişan ettiği bir ülke. Irak'ta Amerikan ambargosu ve işgaliyle bozulan dengeler adeta mezhep savaşı çıkması için dizayn edilmiş gibi. Bu coğrafyanın aşina olduğu farklılıkları yabancısı olduğu etnik ve sekter savaşa dönüştürmek için, insanlar birbirine kan davası gütsün diye sofistike yöntemler geliştirildi adeta.
Şimdilerde işgal olmaksızın Suriye'de yaşanan iç savaş, bölgesel etkileriyle birlikte bir mezhep çatışmasına doğru evrilme istidadı gösteriyor. Her gün yüzlerce Müslüman birbirini katlediyor.
Irak'ta son bir ay içinde beş yüzden fazla insan öldü. Kimin, kimi, niçin katlettiğini sormanın bile anlamını kaybettiği bir kaos yaşanıyor. Bağdat'ta gün geçmiyor ki masum insanlar pazar yerinde, müminlerin bedenleri camide bombalarla parçalanmasın…
Suriye'de gelinen noktada kimin mazlum, kimin zalim olduğunu bile anlamsızlaştıracak bir vahşet yaşanıyor. Kudüs'ü kurtarmak şiarıyla yola çıkan, Sünni, Şii tüm Müslümanların gönlünde yer edinen Hizbullah, Müslüman kardeşlerine yönelik cephe açıyor.
Muhalifleri özgürlük adına cesaretlendiren ülkeler, milyonlarca silahsız insanı zalim bir diktatörün füzeleri karşısında çaresiz, yalnız bırakıyor. Kendi saltanatlarını, küresel işbirlikçiliklerini sorgulamayan şeyhlikler, tiranlar; güdümlü stratejilerini on binlerin kanı üzerinde inşa edip masum insanları çaresiz bir şekilde gökten yağan füzelerin insafına terk ediyor.
Emperyal projeleri bozmak adına Amerikan stratejisine karşı çıkan İran, akan kanı yüksek stratejik hesaplarına tercih ediyor. Hem bölge ülkeleri ve şeyhlikler hem İran kan siyasetini vicdanlarda masumlaştırmak için mezhep taraftarlığına sığınıyor adeta. Siyonist sömürgeciler tüm bu boğuşmayı zevkle izliyordur. Doğulu ve Batılı güçler küresel politikalarını, rekabetlerini bu kan havuzunda deniyor; mütekebbir halleriyle basiretsiz, bilinçsiz Müslümanların düştüğü duruma bakarak eski günlerin hazzını tadıyor.
Tüm bu yaşanan acı verici insanlık halinden çıkmak, insanları, milletleri, devletleri sarsmak için güçlü bir sese ihtiyacı var İslam dünyasının… Adeta sur üflenircesine inandıkları dini yeniden hatırlatacak, ihtar edecek bir güçlü soluk… Yeniden ittihad-ı İslam vakti. Entelektüel kaygılardan çok daha öncelikli olarak zulmete karşı yeniden kardeşliğe, umuda, ittiad-ı İslam'a çağırma vaktidir.

Hiç yorum yok: