21 Mayıs 2013 Salı

Tarihi hangi hikâyeci yazar? Metin Boşnak


“Tarih” okumayı, örneğin hikâye ya da roman okumaktan daha ciddi bir iş sananlarımız çoktur. Oysa ikisi de birer anlatıdır. Masallar ise anonimdir. “Halk hikâyesi” denmesi biraz da ondan. Üstelik İngilizce “history” kelimesi “story” kelimesi aynı kökten gelir. Yani zamanla bir milletin hikâyesine “tarih”, bir veya birkaç kişinin anlatısına ise “hikâye” denilmiştir. Meselâ, eski romanlara bakınız. Size “History of Tom Jones” derken, Henry Fielding aslında “Story of Tom Jones” demek istemektedir.

İşte bu nedenledir ki, yaklaşık iki asırdır --aradaki anlam farklılaşır gibi görünse de-- “hikâye” tarihleşmektedir. Batı dillerindeki “tarih” ile “hikâye” kelimesi aynı kökten gelmektedir (“history” ve “story”). Farklı disiplinlermiş gibi görünür, ama bugün de geçerli olan bir şey var ki: tarih yazarı ile anlatı yazarının söylem evreni aynıdır. Herhangi bir hikâye ile herhangi bir tarih vakası arasında gerçeklik açısından hiçbir fark olmayacağı gibi, tarihin kurgusal hikâyeselliği düşünülürse, hikâyenin gerçekçiliği daha da ağır basabilir.


Dilde anlamlar bazen genişler, bazen daralır. Hatta dilde, toplumlardaki yozlaşmalarla doğru orantılı olarak, kelimeler de yozlaşmanın aynası olurlar. Yine İngilizcede “Gay” kelimesi, aslında “neşeli, mutlu demektir. Arapçada “İbn” kelimesi ise, aslında “oğul” demektir.

Çoğu insan, tarihi kendi varlık alanı doğrultusunda içselleştirir: Sağlam “gerçek” ve “verilere” dayalı bir bilim dalı olarak görür. Hâlbuki tarih, ideoloji ve çıkar ilişkileri içinde kişisel tercihlerin ürünü bir anlatıdır. Öne çıkarma, geri bırakma, veri uydurma, veri çarpıtma, veri göz ardı etme gibi unsurlardan dolayı, tarih yazımı aslında bir hikâye yazımından öte değildir.

“Tarihin babası Herodot”un anlattıklarının çoğu, kendinden önce yazılan mitolojik eserler ve benzeri anlatılara dayanır. O yazdıktan sonra ise, tarih olmuştur. Kendisinden sonra gelenler de Herodot’u referans alarak yazınca, tadı tarihe sürülen bir anlatı çıkar ortaya.

Bu dönüşümün 15. yüzyılda William Caxton’ın matbaayı icadı ve sonrasında özellikle 18. yüzyılda gazetelerin çıkmaya başlamasıyla birlikte yeni bir yüz kazandığını gözlemleriz. Joseph Addison ve Richard Steel’in çıkardığı The Spectator, doğası itibariyle birçok kurgu içeriyordu. Sonraları  çok taklitleri çıkan Tatler dergisi ise ayrı bir tarihsel kurmaca ürünüydü.

Yani tarih dediğiniz de aslında bir kurgulama işidir. Sokrat bundan dolayı “kurgu”ya “yalan” der ve bu yüzden şair ve edebiyatçıları ideal devletinde istemezdi. Onlar kurgucuydu onlar. Ve Sokrat’a göre, kurgu yalandı; unuttuğu ise, kurgunun kendi içinde oluşturduğu “gerçeklik”  idi.

Olaylar vardır, kişiler ve kahramanlar vardır, gazeteler vardır arşiv olurlar zamanla. Yalan dahi, yazıldıktan sonra artık gerçek olmuştur, yazılı referans olmuştur. Hele bir de görsel unsurları eklerseniz, katil ile maktul yer bile değiştirebilir. Fotoğrafın içinde olan ayrı olabilir. Ancak fotoğrafın altını yazan kendi objektifiyle yeniden çekimleyebilir fotoğrafı.

Onun içindir ki, her yorum aslında bir yeniden yazmaktır. Her tercüme bir yeniden yazmaktır. Hatta her okuma bir yeniden yazmaktır. Okurken bizleşen kelimeler, bizdekine tercüme eder kendilerini.

Tarih değerlendirmelerinde yapılan tasniflerden bir kısmı “Mistik Çağ”, “Kahramanlar Çağı”, “Aristokrasi Çağı”, “Halkın Çağı” ve tekrar “geriye dönüş” çağıdır.Türkiye'nin yaşadığı zihinsel reşarj, bir entelektüel, kültürel ve semantik deşarj dönemidir. Bir başka deyişle, Türkiye hâlâ ideal bir dil arıyor; “her biri daima diğerinin peşinde olan, ama bulamayan, başa çıkamadığı bir dil.” Bu dilin önündeki engel, Matrix’in tayin ettiği algılama ve müstemlekeci eleştiri yaftalarıdır.Doğunun hikâyesini en az üç asırdır Batı yazmakta, adına da tarih demektedir.

Harflerin eprimeleri, seğirmeleri, cilt kapağı ve sayfa marjinleriyle olduğu kadar, kendi iç dinamikleriyle de ilgili imlâ hatalarıyla çıkan zafiyetler de eklenince geriye kitaba giydirilen anlamı suhulet ile kabullenmekten başka bir şey kalmamaktadır.

Hâlbuki dil, onunla kitap yazmak isteyeni de ona anlam vermek isteyeni de aşan, ne onlarla başlamış, ne de onlarla bitecek olan oligarşik bir manevra alanı değil, kurumsal ve toplumsal katılımı zorunlu kılan anlamını ancak böyle bulması gereken bir iştiraktir.

Dil, ister sese dökülsün, isterse ventrilog marifetiyle saklansın veya sırf zihinsel mekanizmalara ve klik aşinalıklarına aracılık etsin, kalıplaşmış anlam merkezlerinin dayatmalarına meydan okur. Bilinenle bilinmeyen, var olanla yok olan, sabit olanla değişken olan arasındaki ilişkidir anlamı tayin eden.

Jacques Derrida’nın ifade ettiği gibi, hiç bir anlam ebediyen mutlak ve değişmez değildir. Gelen anlam, hâlde giydirilmiş olan anlamı öteleyerek, monolojik telaffuzların ve kakafonik seslerin vurdumduymaz, aldırışsız anlamlarını bastırır ve kendi hareket alanı içinde bir senfoninin mahur harmonisine bırakır yerini. O halde herkes, “bütün yazıların metinler arası yapısı ve tarihini” iyi bilmelidir. Mutlak, kati ve katı olmayan “anlamlar ağı” tayin edecektir kitabın anlamını.

Tarih böyle bir kitaptır. Anayasa ve özgürlükler böyle kitaptır. Uzlaşmaya önce tarihten başlamak lâzım; tarihi hikâye etmeden. Bunun anahtarı da sorgulamaktır; takıntısız, saplantısız ve korkusuzca. Edward Said’in dediği gibi, tek merkezli bir bakış, bir fikrin sadece “bir tek fikir olduğunu düşündüğümüz zaman ortaya çıkar.” Hâlbuki her fikir, tarihteki birçok fikirden sadece biridir. Monolojik doğası icabı tek merkezli bakış “çoğulculuğu inkâr eder” ki israfın olduğu yerde kazancı görmektir bu.

Totaliter tabiatı  olan siyasi, içtimai, iktisadi her anlamlar silsilesi, kitaptaki imlâ işaretleri kalktığı an omuz omuza, saf saf olur ve aralarına sokulan cilde giydirilen her anlamı bir gün kusarlar dışarıya. Öznenin giydirdiği anlam, sessiz harflerin seddi ve karşı duruşuyla meydana gelir.

Okumanın düğümlendiği nokta şudur ki; insanların dünyaya verdiği anlamla, gerçeklere verdiği anlamlar paralel gitmesi ve dolayısıyla, monolojik kendi realitesine hapsolması ve bu nedenle, yorumların (1) sadece tek anlam olduğu, (2) başka anlamlar olamayacağı şeklindedir. Bu, yorumların ötesinde metni, kelimeleri aynı kalsa da yeniden yazmak anlamına gelir ki, burada okuyan kişi veya kurum onu aslında yeniden yazmak eğilimindedir. Ve yorumlamak suretiyle yeniden yazmaktır. Yorumlamak, yeniden yaratmaktır da...

Sergei Eisenstein’ın Ekim filmi Bolşevik Devrimini konu alır. Sinematografi şaheseri bu filmdeki sahnelerden birinde halk, artık Çarlığın zulmüne dayanmayıp ayaklanmaya başlamıştır. Yönetmen işte bu halktaki şahlanış anını yansıtmak için, üsteleme (superimposition) tekniğini kullanır. Duvardaki aslan heykelinin başına teksif eder kamerayı.

Aslan heykeli tabiatı itibariyle cansızdır. Ancak öncelikle önden, sonra alttan, sağdan ve soldan yapılan hızlı çekimleri ustaca birleştiren yönetmen, aslanı, görkemli başı ve yelesiyle kükrer hâlde yansıtmıştır izleyiciye. Sonuçta izleyici donuk bir heykel değil, özündeki aslanlık cevherini kuvveden fiile geçiren, kükreyen ve kükredikçe insanlarla özdeşleşen bir hâl alır. Bir aslana döner kamera, bir halka ve artık hangisi hangisidir fark edilemez hâle gelir.  Her şeyin Çar’a ait olduğu, onun hizmetinde sanıldığı Rusya’da ne Çar’ın kendisi ne de avanesi o aslanın, aslanlaşan halkı, halklaşan aslanı iyi okuyamamışlar, vitrin malzemesi ve tezyinattan öteye varmadığını sanmışlardır.

Algılama ve okuma melekleriyle körlüğün, sağırlığın rahatlığıyla yaşamışlar, kendileri kör ve sağır olunca başkalarının konuşmadığını ve görmediğini sanmışlardır. Fakat Eisenstein aslanı iyi okumuş ve yorumlamıştır. Yine Eisenstein denizaltındaki insan hissiyatlarının Potemkin zırhlısını yukarı çıkıp nasıl alt ettiğini de görebilen insandı.

İdeolojisi kimilerine farklı gelebilir, ama o bir sanatçı idi. İnsana melekelerini, meleklere havale etmeden, insanın hukuku ve insan olmanın onuruna nüfuz eden bir anlayışla ortaya koymuştur. Ve yapılan tarihle, yazılan tarihlerin anlamını iyi okumuştur. Tarih ne ezberle başlar, ne de yenilenen ezberle biter. Sadece öyleymiş gibi yapar.

Milletimiz tarihi kurgusal gözle bakınca sevdiğine göre, kurgu tarih üzerinde sultasına devam ediyor.

Hiç yorum yok: