1 Aralık 2012 Cumartesi

Yakın tarihten ibret dersleri-Osmanlı'nın sancılı, sarsıntılı yılları-"Nizâm–ı devlet"ten "isyân–ı devlet"e -Islâhat ve yenilik hareketleri - M.Latif Salihoğlu


Yakın tarihten ibret dersleri
Yakın tarihi nereden başlatmalı?

Yakın tarihimiz, kimine göre İstanbul'dan (d)emir alan Bandırma Vapurunun Samsun Limanına ulaştığı 19 Mayıs 1919'dan başlıyor.
Keza, yakın tarihimizin başlangıç noktasını bazıları II. Meşrûtiyete (1908) dayandırırken, bazıları da otuz üç yıl daha geriye giderek, Sultan II. Abdülhamid'in tahta geçmesiyle beraber ilân edilen I. Meşrûtiyet dönemine (1876) kadar götürüp dayandırıyor.
Kimi fikir sahiplerine göre de, yakın tarihimizin başlangıç safhasını Tanzimat–ı Hayriye (1839) teşkil ediyor.
Biz ise, bu tezlerin tamamını içine alan bir yaklaşım tarzıyla yola çıkarak, yakın tarihimizi Tanzimat'ın da alt yapısını teşkil eden çalkantılı, hatta sarsıcı hadiseler zincirinin ilk halkasını teşkil eden Sultan III. Selim'in gidişi ve Sultan II. Mahmud'un tahta çıkışı safhasından (1807–1808) başlatarak ele almak istiyoruz.
* * *
Evet, sebep ve neticeleri itibariyle tesirleri günümüze de yansıyan büyük çaplı fikrî, siyasî, hukukî, ticarî, iktisadî, sosyal, fennî, medenî ve askerî hadiselerin en güçlü halkaları, bu dönemde zuhûr etmeye başladı.
Bir taraftan yenilik (cedit, teceddüt, tanzimat, ıslahat...) hareketleri, bir taraftan askerlerin, paşaların, şehzâdelerin, hatta padişahın kanıyla ve katliyle neticelenen kışkırtma ve isyan hareketleri (Yeniçeri isyanları), bir yandan Saltanat'ın devamı ve selâmeti için hem İstanbul halkından, hem taşradaki birimlerden (vâli, âyân, eşrâf…) daha fazla katkı ve destek sağlama çabaları (Sened–i İttifak) gibi önemli gelişmeler, yine özellikle Sultan III. Selim'in gidişi ve Sultan II. Mahmud'un tahta çıkışı devresinde yaşandı.

Yenilikte halef–selef Padişahlar: Sultan III. Selim ve Sultan II. Mahmud
1761 doğumlu olan III. Selim, 28. Osmanlı Padişahı olup 1807 Mayıs'ında çıkan bir isyan (Kabakçı Mustafa isyanı) neticesi tahttan indirildi. Temmuz 1808'de ise, henüz 47 yaşında iken katledildi. Ona karşı askerde diğer bürokratik çevrelerde kabaran öfkenin sebebi yenilik (teceddüt) taraftarı olmasıdır. Bilhassa, yeni ve modern bir askerî düzenleme olan Nizâm–ı Cedidin kurulması, ona karşı yürütülen muhalefetin en belirgin istismar konusu haline geldi.
Sadece Osmanlı'da değil, hemen her devlette yenileşme hareketleri sıkıntılı ve sancılı olmuştur. Nitekim, benzer sancılar daha sonraki dönemlerde de devam etti.
Sultan III. Selim'i tahttan indiren ve bilâhare katleden zorbalar, kendilerine yakın gördükleri Şehzade Mustafa'yı (Sultan IV. Mustafa) tahta geçirdiler. Ancak, kargaşa bütün şiddetiyle devam etti. Sonunda yeni bir darbe daha yapıldı ve Osmanlı'nın tek erkek vârisi Şehzade Mahmud'un Saltanat tahtına oturması sağlandı.
* * *
Sultan II. Mahmud, Sultan III. Selim'in yenilik hareketlerini önce yumuşak geçişlerle sağlamaya çalıştı. Nizam–ı Cedit yerine Sekbân–ı Cedidi ikame etti. Ancak, muhalefetin baskısına dayanamayarak bunu da kaldırarak Asakir–i Mansure–i Muhammediyeyi kurdu. İleriki yıllarda ise, dizginleri tamamen ele geçirdi ve Yeniçeri Ocağını çok kanlı bir baskınla söndürdü. Fes ve kılık kıyafet hususunda da inkılâplara imza atan Sultan II. Mahmud, halk ve ulema tarafından fazla sevilmemekle beraber, ona alternatif olacak bir başka aday (şehzade) bulunamadığı için, yapmış olduğu bütün icraatlere mecburiyet tahtında rıza getirildi. 1839'daki Nizip Bozgunu, Sultan Mahmud'u üzüntüye boğdu. Aynı sene içinde vefat etti.
Asrın Bediî nasıl bakıyor?
Bizim açımızdan fevkalâde ehemmiyet arz eden bir başka husus da, Bediüzzaman Said Nursî'nin tarihin bu devresine dair âyet ve hadisler ışığında yapmış olduğu tahlil ve değerlendirmelerdir.
Üstad Bediüzzaman, ileriki bölümlerde daha etraflıca değineceğimiz gibi, 19. ve 20. asırda (1800 ve 1900'lü yıllarda) vukua gelen sarsıcı hadiseleri "müddeti uzundur" dediği "Âhirzaman"ın küçük ve büyük alâmetleri mânâsında görüp öyle tevil ediyor.
Rumûzât–ı Semâniye isimli eserinde, "küçük Deccallerin ileri karakolu" şeklinde tâbir ettiği mason ve zındıka komitelerinin tâ 1800'lü yılların başlarından itibaren Yeniçeri Ocağına sızdıklarından ve gizli faaliyetlerle askerleri kışkırtıp isyan/ihtilâl çıkartarak elim hadiselere sebebiyet verdiklerinden söz ediyor, Bediüzzaman Hazretleri. (Aynı bahiste, Kevser Sûresindeki bir âyetten cifrî ve ebcedî mânâlar istihraç edilerek, büyük Deccallerin o tarihten yüz sene sonra ortaya çıkacaklarına dair yorumlar yapılıyor.)
Konuya bu cepheden baktığımızda, "Yakın Tarih" bir cihetiyle "Âhirzaman Tarihi" şeklinde görünürken, Said Nursî de karşımızda "Âhirzamanın Bediüzzaman'ı" mânâ ve mahiyetinde tezâhür ediyor.
İşte, bunlar gibi daha başka sebep ve gerekçelerle, yakın tarihimizin başlangıç safhası için 1800'lü yılları esas almayı, 1900'lü yıllarda yaşanan hadiseler üzerinde ise, daha ciddî ve daha etraflıca durmayı tercih ettik.
Bu girizgâhtan sonra, önemli birkaç noktaya da temas ederek, bugünkü bölüme nokta koyalım.

Kısa Kısa
Önümüzdeki dönemde, çalışmalarımızın ağırlıklı kısmını "Günün Tarihi"nden ziyade "Yakın Tarih"in önemli hadiselerine dair tetkik ve tahliller teşkil edecek.
Bunu yapmaktaki en önemli gayemiz, "hakikatin sadık şahidi" olan tarihî bilgileri, dolayısıyla tarih sevgisini kitlelere mal etmek ve bilhassa gençleri bu mecrâya teşvik ile yaşanmış gerçekleri öğrenmeye sevk etmektir.
Zira, bir nesil, geçmişi hakkında ne ölçüde doğru ve lüzumlu bilgilere sahip olursa, geleceğine de aynı ölçüde bir cesaret, emniyet ve vukûfiyet ile bakabilme şansına, imkânına sahip olur.
Evet, yazılarımızda bir yandan aktüel gelişmelere yer ayırırken, bir yandan da yakın tarihimizden tesbit ettiğimiz ibret derslerini sizlerle paylaşmaya inşallah devam etmek arzusundayız. Gayret bizden, duâ sizden, tevfik Allah'tan.
Osmanlı'nın sancılı, sarsıntılı yılları
İnsan gibi, devlet de yaşlanır

On dokuzuncu asır olan 1800'lü yıllar, ihtiyarlamış bulunan şanlı Osmanlı Devletinin en sıkıntılı, en sarsıntılı, en buhranlı döneminin başlangıcıdır.
Evet, şanlı devlet ihtiyardır; zira, beş asırlık bereketli ömrü geride bırakmıştır. Artık, ömrünün son asrına girmiş bulunmaktadır. Hazin âkıbet kaçınılmazdır.
Doğumdan sonra gelen çocukluk, gençlik, ihtiyarlık ve ölüm hakikati sadece insan için değil, devletler için de geçerli.
Kezâ, hayatın bu safhaları, insanlar için olduğu gibi devletler için de uzayıp kısalabiliyor.
Bu durum, yaşadığımız hikmet ve sebepler dünyasının değişmez mukadderatıdır. İnsanlar gibi, devletler de fâni olmaktan kurtulamıyor.
İşte, devletler tarihine bakıp değerlendirme yaparken, zahirî sebeplerin yanında İlâhî mukadderatın hissesi de nazardan uzak tutulmamalı.
Aksi takdirde, hem işin kolay tarafına kaçılmış olur, hem de kimi tarihî şahsiyetlere, hatta topluluklara haksız ve gereksiz yere suçlamalarda bulunulmuş olur.
Önemli olan, tarihî vakıaları olduğu gibi yansıtarak, yaşananlardan gerekli dersleri çıkarmak ve bunları tecrübe hanesine kaydedip ileriye doğru daha güvenli, daha istikrarlı adımlar atabilmektir.
İşte, burada asıl konumuz olan Osmanlı tarihinin sancılar ve sarsıntılarla dolu son yüzyılına bakıp değerlendirmelerde bulunurken, bizlerin de söz konusu zahirî ve kaderî cihetteki ölçü ve kıstasları mutlak sûrette nazar–ı itibara alması gerekir.
Bu husus, aynı zamanda hayata ve hadiselere "dengeli bakış"ın da bir anahtarı hükmündedir.
Altın mesabesindeki bu anahtarı usûlünce kullanmayanlar, ya tarih hazinesinin kapısını kırdırıp hırsızlara ve yağmacılara bayram ettiriyor, ya da binanın dışındaki motiflere, süslemelere dikkati çekmekle yetinip gelecek nesilleri o hazineden mahrûm bıraktırıyor.
Böylelerinin çoğu ya peşin hükümlüdür, ya da ideolojik saplantılar içindedir. İçlerinde, ayrıca tarih cahili, tarih tâciri, tarih yalancısı ve tarih magazincisi olan da var.
Bunlar, gerek övgüde ve gerekse yergide toptancı davranışlar. Padişahları, sadrâzamları, şeyhülislâmları, askerleri (özellikle Yeniçeri Ocağı), yahut yenilik hareketlerini değerlendirirken, ya insafa sığmaz suçlamalarda bulunurlar, ya da abartılı övgüler düzmeyi mârifet sayarlar.
Tuhaftır, ancak bu zümreden olanların yazıp neşrettiği tarih kitaplarından, piyasada ne yazık ki mebzul miktarda mevcut.
Burada, "dengeli bakış"ı esas almanın ehemmiyetini nazara veren birtakım genel ölçüleri hatırlattıktan sonra, şimdi 19. asrın (1800) başlarındaki Osmanlı devletinin içinde bulunduğu genel tablonun ana hatlarına şöyle bir nazar gezdirelim.

Sıkıntılı zamanda çetin isyanlar
Evet, 1800'lü yılların başlarında geniş Osmanlı coğrafyasının hemen her bölgesinde dinî, millî, fikrî, siyasî ve mezhebî kaynaklı kıpırdanmalar alenî şekilde başgöstermiş durumdaydı.
Avrupa'dan esen milliyetçilik kasırgası bereketli Balkan ve Rumeli bostanlarını kasıp kavururken, mukaddes beldelerin bulunduğu Arabistan taraflarında esen Vehhabî rüzgârı da özellikle Hicaz bölgesini toza dumana boğuyordu.
Öte yandan, devletin idare merkezi olan İstanbul, iç isyan odaklı sancılarla kıvranırken, özerklik ve yarı bağımsızlık yolunda ciddî adımların atıldığı Mısır'da ise, merkezin uykularını kaçırtan gelişmeler yaşanıyordu.

Osmanlı Devletinin hem en zayıf olduğu, hem de en şiddetli buhranla sancılandığı bir dönemde ortaya çıkan iç ve dış gaileler, devleti zaman zaman çöküşün eşiğine getirdi. Başta Mısır olmak üzere Ortadoğu coğrafyasındaki diğer Osmanlı merkezleri, önce Fransızların efsanevî lideri Napolyon'un (sağda), ardından Mısır valisi Kavalalı Mehmed Ali Paşanın hakimiyet mücadelesine sahne oldu. 1800'lü yılların başlarında buralarda yaşanan kanlı çatışmalar ve idarî gel–gitler, Osmanlı otoritesini iyiden iyiye zaafa uğrattı.

Peşpeşe yaşanan bütün bu iç ve dış gaileleri maddeler halinde özetlemek gerekiyorsa, şunları ifade etmek mümkü:
1) On dokuzuncu asra girildiğinde, Mısır, Napolyon'un liderliğindeki donanımlı Fransız birliklerinin saldırısına, ardından işgaline uğramış; dahası, yerli halktan bazı gruplar Osmanlıya karşı ayaklanmaya ikna edilmiş (!) durumdaydı.
2) Milliyetçilik dalgasının yükseldiği Balkanlar'da Sırp isyanları başlamış, Belgrad elden gitmişti. Bu vahim durum, haliyle bölgedeki diğer etnik unsurların iştahını kabartıyordu.
3) Sırpları Yunanlılar takip etti. Girit'te Belgrad'tan şiddetli bir gaile başgösterdi. Mora taraflarında ise, isyan hareketleri ayyuka çıktı.
4) Osmanlı'ya isyan eden Vehhabiler, Arabistan yarımadasında hakimiyeti ele geçirme mücadelesine giriştiler. Taif'i muhasara altına aldılar. Ardından, Nisan 1803'te Hicaz'a (Mekke–Medine) yöneldiler. Bu mübarek beldeler, ara ara el değiştirse de, çatışmalar bitmek bilmedi.
5) Osmanlı devletinin, Mısır'ı işgal eden Fransa dışında ayrıca Rusya ile de bir savaş gailesi vardı. 1806 yılı sonlarında yeni bir Osmanlı–Rus savaşı patlak verdi. Kargaşadan istifade eden İngilizler de, donanmalarını Çanakkale Boğazı önlerine sevk ettiler. (Boğazı geçen bazı savaş gemileri, 20 Şubat 1807 günü İstanbul önlerine kadar geldi.)
6) Çetin mücadeleler neticesinde Fransızlardan kurtarılan İskenderiye (Mısır), 20 Mart 1807'de bu kez İngilizlerin işgaline uğradı.
7) Bütün bu sıkıntı ve gaileler yetmezmiş gibi, bir de merkezî otoriteyi sarsan "Kabakçı Mustafa İsyanı" patlak verdi. (25 Mayıs 1807) Bir anda, diğer bütün gaileleri bastıran ve onları geride bırakırcasına alevlenen bu isyan hareketi, Sultan III. Selim'in halli ile neticelendi. Dahası, zincirleme çalkantılarla iş padişahın katledilmesine kadar tırmandı.
* * *
İşte, bunlar gibi daha başka iç ve dış faktörlerin de etkisiyle, beşinci asrı geride bırakan şanlı Osmanlı Devleti, artık ömrünün son asrını yaşama ve mukadder olan hayat müddetini tamamlama sürecine (vetiresine) girmiş bulunuyordu.
Koca bir devletin bu son safhasını, bazı şahıs ve zümreleri suçlama kolaycılığına gitmeden objektif bir nazarla inceleyip anlamaya ve bundan lüzumlu dersler çıkarmaya devam edelim.


"Nizâm–ı devlet"ten "isyân–ı devlet"e
Devletin hantallaşan yapısını yenilemek, pörsüyüp çürümeye başlayan çarklarına yeniden işlerlik kazandırmak maksadıyla, 1793'te Nizam–ı Cedit hareketi başlatıldı.

Devletin hemen her kademesinde köklü reformlar yapılmasını hedefleyen bu hareket, zamanla ve hatta günümüzde dahi sanki sadece askerî düzenlemeden ibaretmiş gibi anlaşıldı. Böylelikle, dikkatler askerî ocaklar üzerinde yoğunlaşmaya başladı.
Oysa, Nizam–ı Cedit, bir bakıma "Nizam–ı Devlet" hükmündeydi.
Dolayısıyla, Padişah III. Selim ve onun seçmiş olduğu devlet erkânı başta olmak üzere, vizyonu geniş aydınlar ile ufku açık ulema kesimi, Nizam–ı Cedit hareket ve politikalarının başarıya ulaşmasını istiyor ve bu uğurda büyük gayret sarf ediyordu.
Ne var ki, buna mukabil körüklenen fitne–fesat hareketi de dinmek, durmak bilmiyordu.
Fitnenin kol gezdiği yerlerin başında ise, ne yazık ki gizli komitelerin içine sızdığı Yeniçeri Ocağı geliyordu.
1807 senesine gelindiğinde, Ocak, fokur fokur kaynamaya başlamıştı.


Nizam–ı Cedit Ordusunun merkezi, bugün hâlâ kullanılmakta olan Üsküdar'daki Selimiye Kışlasıydı.

Yeniçeri, yeniliğe karşı
Mazide büyük fetihlerde bulunan, muazzam zaferlere imza atan, savaş meydanlarında düşmanın korkulu rüyâsı olan Yeniçeri ordusu, 1800'lü yılların başı itibariyle, bir fecî âkıbete doğru adeta sürüklenir hâle gelmişti.
Beş asırlık ömre sahip bu şanlı Ocağın içinde çürüme, bozulma emareleri görünürken, hariçten de bozgunculuk ateşi alevlendirilmeye çalışılıyordu.
Kısaca, kendisi için bir yenilenme ihtiyacının artık zaruri hale geldiği Yeniçeri Ocağı, iç ve dış kaynaklı fitnelere alet olduğu için, yapılan bütün yenilikleri engellemeye çalışan muarız bir unsura dönüşmüş gibiydi.
Sultan III. Selim zamanındaki Yeniçeri Ocağının genel tablosuna bakıldığında, şu hususlar bilhassa dikkat çekiyor:
* Askerler, sefere gitmede, savaşa katılmada eskisi kadar istekli görünmüyor. Katıldığı savaşlarda da, çoğu kez hezimet yaşanıyor.
* İstanbul'daki (merkezdeki) Yeniçeri Ağaları ticaretle, Anadolu ve Rumeli'de bulunanlar ise ziraatle meşgul olmayı tercih ediyor.

* Yeniçeri subayları, hariçten yapılan menfî telkinlerin tesiri altına giriyor. Başta İngiliz, Fransız ve Rus asıllı olmak üzere, İstanbul'daki yabancı sefirler (elçiler), Yeniçeri Ağalarından bazılarını etkileyerek Ocağın fitilini sinsice ateşliyor. Osmanlı Devleti, diplomatik yollarla hangi ülke ile bir yakınlaşma içine girse, bundan kıskanan bir başka ülkenin temsilcileri kendi menfaatleri doğrultusunda Yeniçeri askerlerini kışkırtmaya çalışıyor. Bunda da büyük ölçüde muvaffak olabiliyor.
* Yeni ve profesyonelce tâlime, büyük ve köklü düzenlemeye kendileri de tabi tutulan Yeniçeri Ocakları, kısa bir müddet sonra bu uygulamayı terk ediyor. Ardından, Nizam–ı Cedit talimlerine de karşı gelerek yapılan şu tarz propaganların etkisi altına giriyor: "Yeni tâlim şekli, kâfirlerin tâlimine benziyor. Yeni kıyafetler de gavurların libası gibi. Biz bunu kabul edemeyiz, zinhar buna razı olamayız!"
İsyan ile nizam bozuldu
Çeşitli iç ve dış unsurların birleşmesiyle, Yeniçeri'den başlayan hoşnutsuzluk havası genele yayıldı ve önemli ölçüde taban buldu.
İsyan ve ihtilâl sesleri ayyuka çıktı. Nizam–ı Cedit'e karşı ayaklanan kalabalık çetenin başına ise, Kabakçı Mustafa isminde dengesiz bir adam bulup monte edildi.
Kabakçı'nın liderliğindeki isyan hareketine, Akka yenilgisini (Lübnan, 1799) bir türlü hazmedemeyen Fransızların İstanbul'daki sefiri Sebastiani de el altından destek sağlıyordu.
Ayrıca, Sadâret Kaymakamı makamında bulunan Selanikli Köse Musa da ikili oynuyordu. Bir yandan Padişah'ı ve ordu komutanlarını teskin edecek telkinlerde bulunuyor, bir yandan da âsileri tahrik edici bir tutum sergiliyordu.
Boğaz tabyalarındaki askerlerle yamakların da iştirakiyle sayıları beş yüzü aşan isyancılar, Mayıs (1807) ayı sonlarında Sarıyer Büyükdere Çayırında toplanarak, merkeze doğru yürüyüşe geçtiler.
Levent Çifliğindeki Nizam–ı Cedit birlikleri bu kalabalığı rahatlıkla durdurup dağıtabilecekken, Köse Musa'nın araya girmesiyle hareketsiz kalındı.
İsyanın çığ gibi büyüdüğünü ve tehlikeli bir vaziyet aldığını fark eden Sultan III. Selim, yine Köse Musa'nın telkiniyle Nizam–ı Cedit ordusunu kaldırdığını bir fermânla ilân etti.
Ne var ki, âsileri durdurmak artık imkânsız hale gelmişti. Zira, Unkapanı İskelesine vardıklarında, onlara kalabalık Yeniçeri Ocağı piyadeleri de dahil olmuş ve önüne geçilmez yıkıcı bir kuvvete dönüşmüştü.
Topkapı Sarayına doğru yürüyüşe geçen ve hükûmet merkezini basan âsiler, yenilik taraftarı diye bildikleri devlet adamlarını katlettiler.
Ardından "Padişahı da istemezuuuk!" diye bağırmaya başladılar.
Bu vahim durum karşısında, yeni bir karar aşamasına geldiğini hisseden halim ve şefkatli padişah Sultan III. Selim, son çare olarak tahttan çekilmeye razı olduğunu duyurdu. (29 Mayıs 1807)
Bu kararının en mühim gerekçesi şuydu: Daha fazla kardeş kanı dökülmesin.
Böylelikle, on beş yıl önce çok büyük ümitlerle başlatılan Nizam–ı Cedit hareketi, çok hazin, kanlı ve kargaşa yüklü derin bir kırılmayla sonlanmış oldu.




Islâhat ve yenilik hareketleri  
Gelişen dünyaya kayıtsız kalınamazdı

Sultan III. Selim'in doğum tarihi 1761. Osmanlı tahtına çıktığında ise (1789), 28 yaşındaydı.

Yani, tam da Büyük Fransız İhtilâlinin olduğu sene devletin başına geçti.
Bu esnada, Osmanlı Devleti hem Avusturya, hem de Rusya ile savaş halindeydi.
Yeni Avrupa'da yıldızı giderek parlayan Fransa ise, Osmanlı'yı her yönüyle tehdit eden yeni bir güç merkezi haline gelmişti.
Bir yandan Fransa'dan çıkıp önce Avrupa'ya, ardından dünya geneline yayılan milliyetçilik dalgası, bir yandan da önüne kattığı toprakları (İtalya da dahil olmak üzere) işgal ile imparatorluk yolunda büyük adımlar atan Napolyon'un Balkan ve Ortadoğu coğrafyasına da gözünü dikerek ilerleme kaydetmesi, Osmanlı devlet erkânını hem tedirgin ediyor, hem de derinden derine yeni düşüncelere, yeni arayışlara ve yeni yeni tedbirler almaya sevk ediyordu.
O tarihte duyulan endişenin, yapılan yeniliklerin ve alınmak istenen esaslı tedbirlerin ne derece doğru ve yerinde bir davranış biçimi olduğu, kısa zaman sonra daha belirgin şekilde anlaşıldı.
Napolyon Bonapart liderliğindeki modernize olmuş Fransız kuvvetleri, fazla zorlanmadan Mısır'ı işgalden sonra da ilerlemeye devam ederek tâ Lübnan sâhillerine (1799, Akka) kadar gelip dayandı.
Napolyon'un Akka Kalesi önünde hezimete uğrayarak geri çekilmesi, büyük ölçüde Osmanlı'nın yenilenmiş, modernize edilmiş ordu birlikleri (Nizam–ı Cedit) sayesinde mümkün olabildi.




Akka Kalesi (Lübnan) önünde Fransızların efsanevî kahramanı Napolyon Bonapart'ı 1799'da hezimete uğratan Cezzar Ahmed Paşanın emrindeki ordu, aynı zamanda Nizam–ı Cedit sistemi içinde tâlim görmüş birliklerden, günümüz tâbiriyle "profesyonel ordu"dan teşkil edilmişti.


Her sahada yenilenme ihtiyacı

Sultan III. Selim'in tahta geçtiği ilk yıllarda devam edegelen savaşlar (Avusturya, Rusya...), ne yazık ki mağlûbiyet ile neticelendi.

Uzun süredir gözlemlenen bu başarısızlık hali, bazı yorumcuların ileri sürdüğü gibi sadece ordunun ve bilhassa Yeniçeri Ocağındaki askerlerin laçkalığından, moralsizliğinden ve sefere gitme isteksizliğinden kaynaklanmıyordu.
Gerçekte, devletin hemen bütün kurum ve kuruluşlarında (müesseselerinde) bir bozulma, bir laçkalık, bir yeknesaklık vaziyeti hasıl olmuştu.
Hayatın vazgeçilmezleri olan yenilenme, tazelenme, geliştirme, inkişâf denilen insana has kılınmış büyük nimetler, bırakın fiiliyatta, fikriyatta dahi adeta görünmez, hissedilmez olmuştu.
İşte, bu umumî durgunluğun farkına varan Sultan III. Selim, devletin bekası için, bazı yenilikler yapmaya ve bir dizi tedbirler almaya karar verdi.
Bu yenilikler, her ne kadar "Nizam–ı Cedit" ismiyle şöhret bulmuş olsa da, yapılan büyük ıslâhat hareketi sadece askerî sahayla sınırlı değildi.
Dolayısıyla, asırlara sinen bir yanlış algılamayı, öncelikle zihinlerden silip atmak gerekiyor. Aksi takdirde, pekçok kimsenin yanlış anlayıp öyle de lanse ettiği üzere, sanki koca Osmanlı tarihi sırf askerî hareketlerden, kanlı isyanlardan ve savaşlardan ibaretmiş gibi anlaşılır.
Ki, böylesi bir yaklaşım, hem temelden yanlış, hem de son derece sakıncalıdır.
Ara ara tekrarlama ihtiyacını duyduğumuz bu hatırlatmadan sonra, Sultan III. Selim emir ve iradesiyle yapılan (sonunda da hayatına mal olan) önemli bazı yeniliklere kısaca bir göz atalım.

1) En büyük yenilik hareketinin "Nizam–ı Cedit" ismiyle askerî sahada olduğu görünüyor. Bu isim ile günümüzde kullanılan "profesyonel ordu" tâbiri arasında büyük mânâ paralelliği var.

O dönemde, Sipahiler (ağır silâhlı süvari birlikleri) ve özellikle Yeniçeri Ocağının itirazından çekinildiği için, Nizam–ı Cedit müstakil bir ordu şeklinde değil, "Bostaniyan–ı Hassa Ocağı"na bağlı bir birim olarak kuruldu. Tatbikatta ise, zamanla ayrı ve padişaha doğrudan bağlı bir ordu hüviyetine büründüğü görüldü.
Nizam–ı Cedit için, önce Levent Çiftliğinde büyük talimgâhlar açıldı. Modern eğitim maksadıyla Avrupa'dan subaylar getirtildi. Aynı şekilde, silâh ve mühimmat işinde de modernizasyona gidildi. Zaman içinde, başarılı neticeler sağlandı.
Nitekim, Akka Kalesi önünde modern Fransız ordusunu perişan ederek (1799) Asya'yı işgale niyetlenen Napolyon'u sukût–u hayale uğratan Cezzar Ahmed Paşa komutasındaki Osmanlı ordusu da Levent Çiftliğinde tâlim görmüş Nizam–ı Cedit birliklerinden teşkil edilmişti.
Levent'ten sonra Nizam–ı Cedit için Üsküdar'da da pek büyük bir askerî kışla inşa edildi: Halen kullanılmakta olan Salimiye Kışlası.
Burası bilâhare merkez haline getirtilerek, Anadolu ve Rumeli'de de Nizam–ı Cedit'in şubeleri kuruldu.
Ne var ki, bu yeni ordu birlikleri kuvvetlenip sahasında yeni başarılara imza attıkça, gizli komitelerin kışkırtmalarla tahrik ettiği Yeniçeri Ocağındaki rahatsızlık da artmaya başladı.
Esasında, umumî ıslâhat çerçevesinde Yeniçeri Ocağı için de yeni düzenlemeler yapılmış ve uygulamaya geçilmişti. Ancak, bu yeni tedbirlerin de ihtiyaca kâfi gelmediği, hatta bir kısmının hatalı olduğu zamanla ortaya çıktı.
Donanma, Tershane, Kumbarahane ve Baruthane gibi bağlantılı sahalarda yapılan yeniliklerle ilgili konulara ileriki bölümlerde tekrar değineceğimizi hatırlatarak geçiyoruz.


2) Mühendishanelerin geliştirilmesi ve yenilerinin kurulması, yine III. Selim'in belli başlı teceddüt hareketleri arasında yer alır.

Daha evvelden, medrese usûlü eğitime ilâveten, ayrıca bir “Hendese Odası” kurulmuştu (1776); 1782 yılında ise, buranın ismi "Mühendishane–i Bahr–i Hümayun" şeklinde değiştirildi.
Sultan III. Selim, mevcutları yeterli görmeyerek, ayrıca Mühendishane –i Berrî–i Hümâyûn'un (1795) kurulmasını ferman etti. Bu üniversitenin alt birimleri olarak da, birçok mühendislik fakültesi açıldı.
(Bugünkü İstanbul Teknik Üniversitesi, işte bu tarihî mühendishanelerin devamı mahiyetinde sayılır. Hatırlatma: Berr, kara; Bahr ise deniz anlamındadır.)
* * *
Padişah III. Selim'in saltanat yıllarında, ayrıca savaş taktik ve stratejileri, basın ve yayın, siyaset ve diplomasi, iktisadî ve ticarî sahalarda da mühim yeniliklere ve değişikliklere imza atıldı.
Bu tür konulara da ileriki günlerde kısa da olsa temas etmeye çalışırız.

Islâhat ve yenilik hareketleri (2)
"Yeni hâl"lerin bedeli
Her yenilik hareketinin şüphesiz kendine has bir bedeli vardır. Ancak, ihtiyaçlar zaruret derecesine çıktığı halde, bir yenilenmeye yahut yeni bir düzenlemeye gidilmediği takdirde, ödenecek bedel çok daha ağır olabilir.
Bu cümleden olarak, Sultan III. Selim devrinde yapılan reform niteliğindeki yeni düzenlemelerin de kendine göre bir faturası olmuştur. Lâkin, devleti ayakta tutabilmek ve hükûmet çarkını döndürebilmek için de ıslâhat veya teceddüt denilen yeni düzenlemelere gitmekten başka çare kalmıyor.
Özetle: Değişen zaman, mekân ve şartlar içinde "izmihlâl"e uğramamak için, "yeni hâl"e uygun politikalar geliştirmek kaçınılmaz olmaktadır.
Bu kısacık hatırlatmadan sonra, Sultan III. Selim'in hem tahtına, hem de hayatına mal olan yenilik/reform hareketlerini anlatmaya kaldığımız yerden devam edelim.
3) Diplomasi ile savaş taktik ve stratejileri hususunda kayda değer gelişmeler yaşandı.
Bir taraftan, harp halindeki devletlerle sulh/barış yapma cihetine gidildi. Bir taraftan da nisbeten dost görünen Avrupa devletleriyle diplomatik temaslar sıklaştırılmaya çalışıldı. Meselâ: Paris, Londra, Viyana ve Berlin'de daimî elçilikler açılarak, diplomaside önemli ataklar yapıldı.
Öte yandan, bilhassa ordunun modernizasyonu ve askerin talimi konusunda büyük gayretler gösterildi.
Avrupa'da sahasında uzman olmuş subaylar askerin eğitimi için getirtilip görevlendirilirken, ayrıca harp sanatına (fenn–i harp) dair birçok kitap da Türkçe'ye tercüme edilerek matbaalarda basıldı merkez ile taşradaki ordu birliklerine dağıtıldı.
Bazılarının isimi haylice uzun olan bu kitapların, ilgili komutan ve devlet adamlarınca okunması, Padişah III. Selim tarafından ayrıca tavsiye ediliyordu. Meselâ, Müstahkem Mevkilere Taarruz ve Müdafaa isimli kitap hakkında padişahın şu sözlerle tavsiyede bulunduğu kaydediliyor: "Bu kâfirlerin muharebeleri acaiptir. Meydana çıkıp merdane muharebe etseler, hiç mülâhaza etmem. Lâkin öyle etmiyorlar. Benim tercüme ettirdiğim Goban (Vauban) nâm kitap, mütalea edilse mâlum olur." (Enver Ziya, Osmanlı Tarihi–V/63.)
4) Matbuat sahasındaki durgunluğa son verilerek, kitap basımına işlerlik kazandırıldı.
İbrahim Müteferrika'nın kurmuş olduğu matbaa, uzun süredir muattal vaziyette duruyordu.
Sultan III. Selim zamanında, hem bu matbaa faaliyete geçirildi, hem de yeni matbaalar tesis edildi: Hasköy'de kurulan Mühendishane Matbaası ile Anadolu yakasında kurulan Üsküdar Matbaası gibi.
Hemen hatırlatmak gerekir ki, bu matbaalarda sadece Avrupa'dan tercüme edilen harp sanatına dair eserler değil, aynı zamanda hem Türkçe telif olunan, hem de Arapça ve Farsça'dan tercüme edilen kamus ve lûgatnâmelerin basımı da yapılıyordu. Ayıntaplı Asım Efendinin tercümeleri gibi...
Böylelikle, İstanbul ve taşradaki kütüphaneler yeni yeni eserler, kàmuslar ve lûgatlarla zenginleştirilmiş oluyordu.
5) Uzun zamandır laçkalaşmış bulunan devletin merkez ve taşra teşkilâtında da bazı değişikliklere gidilerek önemli yenilikler yapıldı.
Hasıl olan laçkalıklar sebebiyle, vezirler, valiler, paşalar, hatta kadılar gibi yüksek seviyedeki bazı memurlar, yetkilerini kötüye kullanarak haksızlık, yolsuzluk, zorbalık, rüşvet ve benzeri suçları irtikâb ediyordu.
Bu irtikâbın önüne geçmek, hiç olmazsa hataları asgariye indirmek maksadıyla, devlet katında yeni bir takım tedbirlerin alınması kararlaştırıldı.
Öncelikle, yeni ordu politikasının maddî (finans) cihette sekteye uğramaması için, yeni bir kànunnâme ile "İrad–ı Cedit Defterdarlığı" kuruldu. Bu yeni teşkilât, daha evvel kurulmuş bulunan "Tâlimli Asker Nâzırlığı"na bağlandı.
Bunun yanı sıra, geniş devlet teşkilâtının "mülkî idare"sinde de yeni bir düzenlemeye gidildi.
Özetle, Anadolu ve Rumeli coğrafyası, yekûn 28 vilayete taksim edildi. Vazirlerin sayısı da buna göre yeniden ayarlandı.
Devletin en yüksek mevkideki idareci memurları statüsünde olan vezirler için, öncelikli olarak ahlâk, sabır, sadâkat ve metanet normları esas kabul edildi.
Padişah ile Sadrâzamın ittifakı ile seçilecek olan vezirlerin ehliyetsiz, derebeyi ve menşei belirsiz kimselerden olmamasına dikkat ve hassasiyet gösterilmesi hususu da, ayrı bir kànunnâme ile resmiyete kavuşturuldu.
Aynı mülkî islâhat çerçevesinde, vazife mahalline gitme tenezzülü göstermeyen kadılar (adlî otoriter) için de şu hüküm getirildi: Şer'î bir mâzeretleri bulunmadıkça, vazife yerine gitmemezlik edemezler.

Hiç yorum yok: