24 Mayıs 2013 Cuma

Geniş aile- Yeniden inşa ve ihya için ne yapmamız lâzım?-İnsan “tevazu” ile yücelir-Aileler ıssız-Yavuz Bahadıroğlu

Geniş Aile
Daha önce de yazdım: 1800’lerde Osmanlı Devleti’ni gezen ve “İstanbul’da 9 yıl” isimli bir kitap yazan Fransız gezgin Brayer’in Osmanlı insanı hakkında gözlemi şu: “Osmanlılar Peygamber Hazret-i Muhammed’e hayrandır… Hayatlarını O’na göre düzenlemeye çalışırlar, sadece O’nu örnek alır ve sadece O’nu taklit ederler…”
Osmanlı’yı “cihan örneği” yapan sır, bu tespitte saklı. Sorunlarımızın temelinde ise, Peygamber Efendimiz’den kopmamız yatıyor.
Çocuklarımızı uzun zamandır “sünnet ekseni”nde terbiye etmiyoruz. Kullandığımız metod Batılı. Batı Hıristiyanlık temelinde kendini inşa ettiği için, metodu bize uymuyor. Yürek başka tarafta kalıyor, mantık başka yerde: Paramparça olup savruluyoruz!


“Modern hayat”ın dayatmaları, Peygamberimizle aramıza girmiş, “Modern Müslüman” olma takıntısı, geçmişle aramızdaki tüm irtibatları koparmış: En derin tahribatı ise aile yapımızda meydana getirmiş. Düne kadar Kur’an sesleri gelen evlerimizden bugün pop müzik sesi geliyor!
Bu durumda, boşanmaların artmasına hayret edene hayret etmek gerekiyor! Çünkü boşanma, Batılı aile tipinin ayrılmaz parçasıdır.
Konuya “geniş aile”, “çekirdek aile” kavgasından bakabilir miyiz acaba? Bendenizin yıllardır savunduğum “geniş aile” kavramını, nihayet Aile ve Sosyal Politikalar Bakanı Fatma Şahin’in de dillendirmesi (5 Nisan 2013 tarihli Akit’in manşetiydi), bir umut ışığı olabilir mi?
Olabilir. Zira “geniş aile”, hayat tecrübesi olan büyüklerin nezaretinde yürüyen bir ailedir ki, bu aile yapısında hem yeni evli gençlerin ufak-tefek problemleri hallolur, hem de çocuklar bir tecrübe ummanı içinde kendilerini geliştirme fırsatı bulurlar.
Brayer, bu noktaya da temas ederek şöyle diyor: “Çocuklar yetişip adam oldukları zaman, analarıyla babalarını yanlarında bulundurmakla iftihar ettikleri ve küçükken onlardan gördükleri şefkate mukabele etmekle bahtiyar oldukları halde başka memleketlerde çok defa çocuklar, olgunluk çağına girer girmez analarıyla babalarından ayrılmakta, ekonomik menfaatleri hususunda onlarla çekişe çekişe tartışmakta, hatta bazen kendileri refah içinde yaşadıkları halde anne-babalarını sefalete yakın bir hayat içinde bırakmakta, zavallılara karşı âdeta yabancılaşmaktadırlar...”
Şimdi bizim ailelerde de durum aynı: Anneler, babalar, nineler, dedeler aile dışında, kalan ömürlerini yalnız yaşamaya mahkûm… Bu da iki yönlü dram yaşanmasına sebep oluyor: Bir taraftan genç evliler ufak-tefek sorunlarını çözecek tecrübeden mahrum kalırken, diğer taraftan yaşlılar yalnızlığa itiliyor.
Eskiden çocuklara birlikte göz-kulak olurlardı. Çocuklar anne babalarından yeni dünyayı, nine ve dedelerinden yeni dünyanın tarihsel köklerini öğrenirlerdi. Tabii “kökü mazide olan âti” türünden insanlar yetişirdi. Tartışmalar ise çatışmaya dönüşmeden çözülürdü.
Ne yapmamız gerektiğini Avusturya Başbakanı Prens Metternih söylemişti, (1840’lı yıllar), ama sözünü Tanzimat yöneticilerine dinletememişti. Bence aynı temelde ailemizi yeniden yapılandırabiliriz…
Prens Metternih şöyle diyor: “Avrupa medeniyetinden sizin kanun ve nizamlarınıza âdet ve maişet tarzınıza uymayan kanunları almayınız. Zira Batı’nın kanunları, hükûmetinizin temelini teşkil eden kanunların dayanağı bulunan usul ve kaidelere (İslâm) asla benzemeyen kaideler üzerine kurulmuştur. Garp medeniyetine esas olan şey, Hıristiyan kanunlarıdır... Siz İslâmiyet’e yapışınız...”
Umarım hem bu tavsiyeleri, hem de Sayın Bakan’ın “Geniş aile” vurgusunu tekrar değerlendiririz.
Zira ailelerimizi bugün sağlamlaştıramazsak, yarın yeni teröristlerle tekrar burun buruna geliriz!
Yeniden inşa ve ihya için ne yapmamız lâzım?

Bir röportaj sırasında “Yavuz Bahadıroğlu kimdir?” diye sorulunca, şöyle bir cevap vermiştim:
“Hz. Ebubekir kadar fedakâr, Hz. Ömer kadar âdil, Hz. Hamza kadar sert, ama mert; Hz. Osman kadar mülayim; Hz. Âli kadar cesur; Mevlâna kadar âşık; Yunus kadar karmaşık; Gazali kadar âlim; Bediüzzaman kadar minnetsiz; Evliya Çelebi kadar gezgin, Sadi kadar hayalperest, Nasreddin Hoca kadar komik olmak isteyen biri…”


Çünkü eskilerimiz bu isimlerden hız ve ilham alır, bu isimler gibi yaşamaya çalışırdı.



Erkekler erkek sahabelere, kadınlar kadın önderlere benzemeye çalışırdı…

Osmanlı kadınının örnek aldığı kadınlardan biri, yaradılış sürecinin ilk kadını, sabrın ve direncin timsali Hz. Havva idi: Tamamen yabancısı olduğu bir dünyada, duyguları sayesinde hayatta kalabilen Hz. Havva’dan her şart altında ayakta kalmayı öğrenirlerdi… Bu bağlamda her kadın bir Havva’ya dönüşür, varlığını ve ailesini savunurdu. Bu duruş “Osmanlı kadını” deyip hâlâ saygıyla andığımız kadın tipini inşa etti.



İkincisi, Hz. Hacer’di: Hacer, çölde yalnızlaştırıldığı demde umudunu yitirmeden su aramaya çıkan ve bu canhıraş çabası Zemzem’le ödüllendirilen kadındı…

Osmanlı kadını, hayata Hacer’ce yaklaşır, pes etmeyi, vazgeçmeyi bilmezdi.
Üçüncü örnek, Firavun’un sarayında Hz. Musa’yı büyüten aklın ve iradenin timsali Hz. Asiye idi…


Hz. Asiye, Firavun gibi kuşkucu birinden kaynaklanan tüm zorlukların üstesinden gelmiş, aklı ve zekâsıyla sorunları aşıp bir büyük Peygamber’e “annelik” etmişti… Her Osmanlı kadını Asiye gibi olmak ister, o örneğin ışığında ailesine yönelik tüm saldırıları püskürtmeyi başarırdı…



Üçüncü örnek Hz. Meryem’di: Horlanıp dışlanmasına rağmen, oğlunu doğurup büyütmüş, “anne” kimliğiyle tüm hayata meydan okumuştu. Osmanlı kadını da, yeri geldiğinde tüm hayata meydan okur, bir anda Meryemleşip tüm tehdit ve tehlikeleri göğüslerdi…



Dördüncü örnek Hz. Hatice idi: Efendimiz’in Peygamberliğini ilk o öğrenmiş, ilk o tabi olmuş, maddi-mânevi tüm varlığını Peygamber-i âlişan’ın emrine tereddütsüz tahsis etmiş, bu teslimiyeti ve kararlılığıyla da Allah’ın selâmına mazhar olmuştu…

Efendimiz, ondan şöyle bahsediyor: “Bütün insanlar beni yalanlarken, o beni tasdîk etti; insanlar benden kaçarken, o beni malı ile destekledi...”
Kız çocuklarının “ihtiyaç fazlası” sayılarak diri diri toprağa gömüldüğü bir dünyada, Hz. Hatice âşık olduğu erkekle evlenme iradesini gösteriyor…
O devirde, evlilik gibi, kuralları son derece belirgin bir konuda “kadın iradesi”yle şartları zorlamak, toplumun hışmına uğramaya sebepti. Bunu göze aldı ve bu uğurda toplumun yerleşik düzeniyle savaştı.
Hz. Hatice Validemiz’in bu tavrı, erkek egemen bir dünya düzenine derin ve anlamlı bir meydan okuyuştu; bu bakımdan, sadece Müslümanlığıyla değil, meydan okuyan kadınlığıyla da Osmanlı kadınına örnek ve önder oldu.
Ve Hz. Ayşe: Erkeklerin iftirasına (meşhur IFK Olayı) uğrayıp herkes tarafından terk edildiği dönemde bile dimdik ayakta kalabilmişti.
Örneklerimiz bunlardı. Bunları örnek alırken, aileler “doğru insan” yetiştirirdi. Sonra ne olduysa oldu, Batılılaşma rüzgârı, Tanzimat sürecinde fırtınaya dönüştü: Erkeğimiz kadınımızla savrulurken, örneklerimizden de koptuk. Müthiş bir boşluk ve loşluk oluştu. Terör ve uyuşturucu başta olmak üzere, her türlü olumsuzluk o boşluğa yerleşti.


Kalıcı örneklerimize yeniden dönmemiz ve kendimizi o eksende tekrar inşa etmemiz gerekiyor.


İnsan “tevazu” ile yücelir

Fransız yazar A. Brayer, 19. Yüzyıl’da Paris’te yayınlanan “İstanbul’da Dokuz Yıl” isimli eserinde, Türk tevazuu konusunda şunları yazıyor:

“Türkler arasında kibir ve gurur adeta bilinmez. Kur’an’ın en şiddetle yasakladığı temayüllerin biri de budur: ‘Yeryüzünde sakın azametle yürüme, insanlardan nazarlarını gururla çevirme… Kibirli ve mağrur olanı Allah sevmez... Hareketlerinde mütevazı ol, yavaş sesle konuş... Kibir cehaletten ileri gelir, âlim asla mağrur olmaz.’
Mütemadiyen tevazu telkin edilir: ‘Tevazu Cennet kapısının anahtarıdır… Tevazu saadetin süsüdür… Tevazu insana asalet katar… Herkese karşı daima mütevazı ol!’
İşte bundan dolayı Müslüman Türk’ün yürüyüşünde vakar ve ihtişam olmakla beraber, katiyen kibir ve azamet yoktur.
Daima yavaş sesle konuşur, el ve kol hareketlerinde hiçbir zaman zorbalık taslayan bir eda sezilmez. Hizmetinde tatlılık ve kolaylık vardır. Yalnız bir şeyle, diniyle mağrurdur. Onun her emrini yerine getirmeyi borç bilir. Bütün dünyanın İslâmiyet’i kabul etmesini ister.” (1836 Paris, cilt 1, s. 198-199).
1791’de yayınlanan “Tableau General de L’Empire Otoman” isimli eserin dördüncü cildinin birinci kısmının 315. sayfasında ise şöyle yazar:
“Osmanlı Türkleri, umumi ve ferdi ahlâklarının ciddiyetini İslâmiyet’in iffet ve hayâ ahkâmına medyundurlar. Ahlâkî ve dinî bir hukuk sisteminin zaruri bir neticesi olan bu hâli örf ve âdetlerinden milletin göçebeliğinden ve kocalarının kıskançlığından mütevellit göstermek haksızlıktır.”
Osmanlı insanında gurur yok, vekar var…
Yabancı gezginler, yazarlar ve araştırmacıların Osmanlıların vakarından çok etkilendiklerini görüyoruz...
Ağırbaşlılığın, “her kesimden ve her yaştan Osmanlı’nın ortak vasfı” olduğu çeşitli eserlerinde ifade edilmektedir…
Gelin, M. d’Ohsson’un yazdıklarına bakalım: “Osmanlı Türklerinin milli seciyesini teşkil eden vakarın, ağırbaşlılığın tasviri kolay değildir. Dünyada huzur ve sükûna bundan daha müptela millet yoktur...
Olağanüstü bir şey, meselâ garip kıyafetli bir ecnebi ya da  tuhaf bir hayvan görse biraz durur, soğukkanlılıkla bakar, sonra gülümser ve daha fazla oyalanmaya lüzum görmeyerek yoluna devam eder…
Sokakta toplanmak, birini kovalamak, sevinç veyahut hayret taşkınlıklarına kapılmak gibi haller hiçbir Müslüman Türk şehrinde halk arasında bile hiçbir zaman görülmeyen hareketlerdir.” (Tableau General de I’Empire Ottoman, s. 356).
Ya çocuklar?..
Onları A. Ubicini anlatıyor: “Türk çocukları başka memleketlerdekilere benzemezler. Ne gürültü ederler, ne de ağlayıp dururlar. Şarkta geçirdiğim üç seneye yakın zaman zarfında, hiçbir Türk çocuğunun bağırıp çağırdığını işitmedim. Mektebe gittiklerini gördüğüm yavruların tavırları sakin, yürüyüşleri tıpkı yaşlı başlı Osmanlılar gibi vakurdu.” (La Turquie Actuelle, Paris 1855, s. 283).
Kısacası “vekar” ve “tevazu”, Osmanlı insanının ortak vasıflarıydı…
Böbürlenme, büyüklenme, gurur ve kibir bilmezlerdi…
Şimdiki gibi, kimse makamını ayaklarının altına almaz, işgal ettiği koltuğu “basamak” olarak kullanmaya kalkışmazdı.
Bu da yönetenlerle yönetilenler arasında “uçurumlar” oluşmasını engellerdi.


Aileler ıssız

Batı’dan gelme “çekirdek aile” kavramı, aile algımızı değiştirdi. “Çekirdek aile” içinde “dede” ve “nine”nin öğretisinden mahrum kalan çocuklarımız, “vicdan” çekirdeğinden yoksun büyüyor.


Büyüyünce de ya boş şeylerle uğraşıyorlar ya da şiddete kapılıp sağa-sola tosluyorlar.

Okuldaki kavgaların artması, öğrencilerin öğrenciden başka her şeye benzemeye başlaması, bir yere kadar öğrenci dizilerinin etkisiyle olabilir, ama gerisi aile içinde verilmesi gerekirken verilemeyenlerle ilgilidir…
Bunların başında da “sevgi”, “vicdan”, “paylaşım” ve “irade” gelir…
Sevgi, ama herkese ve her şeye yönelik bir sevgi… Böyle bir sevginin alt katmanlarında “şefkat”, “merhamet”, “hamiyet” vardır.
“Vicdan”, zaten varlığı “insan” yapan temel değerdir…
“İrade” hata ve yanlışa düşmeyi büyük ölçüde engeller…
“Paylaşım” ise, dini ve tarihi duruşumuzun önsözüdür…
Osmanlı büyümesinin özündeki sırdır…
“Paylaşım”, Osmanlı ailesindeki ilk öğretilerden biridir. Çocuk, elindekini başkalarıyla paylaşmayı dünyaya geldiği andan itibaren öğrenmeye başlar.
Osmanlı toplumunda kırk bin civarında vakıf işte bu çerçevede kurulmuş sosyal dayanışmada zirveye çıkılmıştır.
¥
Eskiden, çocuklarımıza nine ve dede tarafından aktarılan, çoğu Kur’an eksenli “menkıbe”lerimiz vardı: Şimdi dizi dizi filmlerimiz var…
Çocuklarımız her akşam, yaşanmamış hayatları seyrede ede ve onlara özene özene büyüyor.
Nine ve dedelerin aileden uzaklaştırılması, her biri hayat tecrübesinin imbiğinde damıtılmış “kıssa” ve “hisse” arasındaki muhteşem ilişkiyi de kopardı…
“Kıssa” olmayınca, “hisse” alınamaz oldu. Asırlar boyu bu ilişki çerçevesinde yeşeren çocuklar, artık ne “kıssa”dan haberdar, ne “hisse”den; hayatları tıka basa televizyon ve internet...
Genç anne-babaların zaten çocuklarına anlatacak, anlatıp yüreklerini titretecek hikâyeleri yok! Bu durumda her akşam televizyona kaçmaktan başka çareleri kalmıyor.
Bu durumda kadınlarımızın rol-modelinin (12 ilde yapılan bir araştırmaya göre) Hülya Avşar, erkeklerinkinin Acun Ilıcalı olmasına şaşmamalı…
Bütün şehirlerimizin kendilerini yiyecek-içecekle (kayısı, çay, ekmek, tantuni, mantı, pastırma-sucuk, pişmaniye, şeftali, zeytin-peynir, kebap, lahmacun, ciğer, v.s.) tanımlamalarına da şaşmamalı…
“Övünülecek insan” yetiştiremeyen toplumların şuuru mideye düşer ve mideye sunduklarıyla övünmeye başlarlar…
Türkiye de yıllar boyu “şiş kebap” ve “lokum”la övünmemiş miydi?
Diyeceğim şu ki, “övünülecek insan” yetiştirmemiz lâzım. Ama nasıl? Sımsıcak aile sohbetlerimizi “televizyon” ve “internet” çaldı. Çocuksu meraklar televizyon ekranındaki şiddet ve cinsellik içeren “dizi”lerde tükenip gidiyor. “Bir kıssa”dan “bin hisse” çıkarma anlayışı, televizyon programlarının yapay dünyasına kurban: Zıtlıklar çocuk beyinleri keşmekeşe çeviriyor…
Aileler sessiz ve ıssız! Bu ıssızlıkta büyüyen çocukların yürek olgunluğuna erişmesi çok zor… Çünkü yürekler sohbetle olgunlaşır, mantık ve duygu ilişkisi kitapla kurulur.
Evler hem sohbetsiz, hem kitapsız kaldığına göre, nesillerin hamlığına (nezaketsizlik, duygusuzluk, bilgisizlik, v.s) şaşmamalı!

Hiç yorum yok: