9 Mayıs 2013 Perşembe

Demokrasiye kerhen geçiş-Bir dönüm noktası olarak ‘dörtlü takrir’-Sopalı seçimden nâmuslu seçime-Siyasette Fevzi Paşa faktörü-Vali Tandoğan, başından buldu-Demokratları bölme hareketi-M.Latif Salihoğlu

Demokrasiye kerhen geçiş
Hangi bahane ileri sürülürse sürülsün, hangi gerekçe ifade edilirse edilsin, tartışmasız olan gerçek şudur ki: 1923’ten sonra ülkenin yönetimini ele geçiren Halk Partisi kadroları, karşılarına ikinci bir partinin çıkmasını istemiyordu. 

Bunların bir muhalif fikre, bir muhalefet partisine zerre kadar olsun tahammülleri yoktu. 
Buna göre, bu partinin kurmayları hakkında aşağıdaki hükmî ifadeleri kullanmak hak ve hakikate ters düşmese gerektir.


BİR: Baskıcı, despot, totaliter ve diktacı bir zihniyete sahip idiler.

İKİ: Demokrasiye inanmadıkları gibi, demokratik bir sisteme geçmek için de herhangi bir çaba göstermediler.

ÜÇ: Kendilerine muhalefet eden herkesi komünist, faşist, gerici, yobaz, yıkıcı, bölücü, vatan haini... olmakla itham ettiler.

DÖRT: 1924'te ve 1930'da kurulan ve ömürleri çok kısa olan Terakkiperver ve Serbest Fırka gibi partilerin varlığı, tamamiyle göstermelik bir demokrasiden ibarettir. Dahası, Halkçılar, muhaliflerini bu metotla belirleyip onları kökten biçmeye yöneldiler.

1923'te başlayan baskıcı diktaya dayalı tek parti rejimi, 22 yıl müddetle (1945’e kadar) aralıksız şekilde, 1950’ye kadar ise, kısmî yumuşama ile aynen devam etti.

BM'ye üyelik şartı

1945'te, yani İkinci Dünya Savaşının nihayetine gelindiğinde, Avrupa ve dünyadaki konjonktürel şartlar büyük ölçüde değişmeye başladı. 

Savaştan bunalan ve artık bitap düşmüş olan dünya devletleri, düşmanlıkları bir tarafa bırakarak, çok hızlı adımlarla huzura, barışa ve demokrasiye yönelmeye başladı. 

Bu arada, yeniden doğabilecek muhtemel global felâketlerin önüne geçebilmek için, büyük ittifakları kurma çabalarına girişildi. Dünya çapında Birleşmiş Milletler ile Avrupa ve Amerika ölçekli NATO ittifakları gibi, başta güvenlik olmak üzere, insanlığın huzur ve barışına hizmet edecek büyük teşkilâtların kurulması kaçınılmaz hale geldi. 

İşte, tam bu geçiş devresinde Türkiye'nin de bu ittifaklara şiddetle ihtiyacı vardı. Zira, üzerimizde “Kızıl tehlike” diye de isimlendirilen Sovyet Rusya'nın askerî ve politik baskısı had safhadaydı. 

Komünist Rusya, 1936'daki Montrö Antlaşmasına rağmen, Boğazlar üzerindeki hakimiyet emelleri devam ediyordu. 

Ayrıca, Türkiye'nin Kars, Artvin ve Ardahan vilayetlerini içine alan toprağını gasp etme hevesleri ikide bir nükseden Rusya, sahip olduğu Kızıl Ordu ve dünyanın ikinci süper gücü kozlarını da oynayarak Türkiye'yi ciddî mânâda tehdit altında tutmaya çalışıyordu. 

İşte, bu büyük tehdit ve tehlike altında bulunan Türkiye'nin, Batı ittifakına dahil olmak ve Amerika ile dostane münasebetler geliştirmekten başka çaresi yoktu. 

Bu sebeple, II. Dünya Savaşının galipleri tarafından kurulmak istenen Birleşmiş Milletler'e Türkiye'nin de "kurucu üye" sıfatıyla dahil olması istenir. 

BM'ye kurucu olma teklifini Türkiye'de olumlu karşılar. Ancak, bu "şerefe nail olmanın" bir bedeli ve bazı şartları vardı. Sıralanan şartların başında ise, çok partili rejime geçiş, yani demokratik sisteme geçiş mecburiyeti geliyordu. 

Türkiye, bu şartı kerhen de olsa kabul etti. Dolayısıyla da, 24 Ekim 1945'te 51 bağımsız ve demokratik ülke tarafından kurulan Birleşmiş Milletler'e kurucu üye sıfatıyla dahil oldu. 

Kendini kısaca "Adâlet ve güvenliği, ekonomik kalkınma ve sosyal eşitliği tüm ülkelere sağlamayı amaç edinmiş global bir kuruluş" şeklinde tarif eden Birleşmiş Milletler, zaman içinde gelişti, kökleşti ve tüm dünya ülkelerini (193 ülkeyi) içine alacak kadar büyüyerek bugünkü halini aldı.

Çok partili hayata doğru

Sovyet Rusya (Kızıl Komünist) tehlikesine karşı Batı ittifakına ihtiyaç duyan ve BM'ye kurucu üye olan Türkiye, 1945'te çok partili hayata—evet, kerhen de olsa—merhaba demek zorunda kaldı. 
Cumhurbaşkanı İsmet İnönü, 19 Mayıs (1945) törenleri esnasında yapmış olduğu konuşmasında, ilk kez Türkiye'de çok partili hayata geçilebileceğinin sinyallerini verdi. 

Bu konuşmadan cesaret alan bazı fikir ve siyaset adamları, Temmuz ayında Millî Kalkınma Partisini kurdu. (MKP, seçimlerde bir varlık gösteremediği için, 1950'li yıllarda siyasî hayattan çekildi.) 

Bundan bir ay kadar önce ise (Haziran'da), CHP'nin içinden dört kişilik (Bayar, Koraltan, Köprülü, Menderes) bir grup, "dörtlü takrir" vererek, partilerinden istifa etmişlerdi. 

İstifa gerekçesinin de yer aldığı takrirde (yazıda) dile getirilen sıkıntıların giderilmesi bir yana, CHP'li jakobenlerin baskısı daha da ziyadeleşti ve ortada bir uzlaşma imkânı kalmadı. 

Bu durumun tamamen anlaşılması ve netlik kazanması üzerine, dörtlü takrir sahiplerinin öncülüğünde 1946 yılı Ocak ayının başında (7 Ocak) Demokrat Parti kuruldu. 

Kuruluşunda Celal Bayar'ın başkanlığını yaptığı Demokrat Partinin zaman içinde gelişip serpileceğine ve dört–beş yıl sonra Türkiye'nin en güçlü partisi haline geleceğine, başta İnönü olmak üzere Halk Partisinin kurmay kadrosu inanmıyordu ve hiç ihtimal vermiyordu. 

Onların tahminî hesabına göre, Demokrat Parti, göstermelik bir teşekkül olmanın ötesine gidemez ve iktidara alternatif olacak kadar asla büyüyemezdi. 

Nitekim, 1950'ye gelinceye kadar da aynı hesap ve aynı beklentinin devam ettiği anlaşılıyor. Üstelik, her ihtimale karşı Fevzi Paşa faktörü devreye sokulmuş ve çeyrek muhalefet gücüne sahip olan Demokrat Partinin hem Meclis grupu parçalanıp dağıtılmış, hem de tabandaki seçmen kitlesi adeta ortadan ikiye bölünmüş durumdaydı.

Ne var ki, Halkçıların hesabı, milletin hür iradesiyle örtüşmedi. 14 Mayıs 1950’te ortaya bambaşka bir tablo çıktı. 

Fevzi Paşanın seçime 35 gün kala ölmesi, seçmen oylarının bölünmesini büyük ölçüde engellemiş oldu.


Bir dönüm noktası olarak ‘dörtlü takrir’


Yakın tarihimizin, daha doğrusu demokrasi tarihimizin önemli bir dönüm noktasını teşkil eden gelişmeleri biraz daha yakından incelemeye devam ediyoruz.

7 Haziran 1945’te, Türkiye'de hürriyet ve demokrasi sahasında ciddî adımlar atılması gayesine yönelik olarak, adına "dörtlü takrir" denilen dört imzalı bir önerge hazırlandı. 

CHP grubuna verilmek üzere hazırlanan bu önergenin altında İzmir milletvekili Celal Bayar, İçel milletvekili Refik Koraltan, Kars milletvekili Fuat Köprülü ve Aydın milletvekili Adnan Menderes'in imzası bulunuyordu. 
* * * 
Bu dörtlü takrir, 12 Haziran 1945’te parti grubunda görüşmeye açıldı. Konu üzerinde uzun uzun konuşmalar yapıldı. 

Konuşmalar çoğu zaman seyir ve makas değiştiriyordu. Öyle ki, takrir sahiplerine hakaret edercesine şiddetli hücumlar yapıldı. Hatta, imza sahiplerinin üzerine yürüyenler bile oldu. 

Takrir sahipleri ise, bilhassa Menderes’in takririni izah etmeye çalıştı. 
Bu kaotik ve hakaretli gergin durum, yaklaşık 7 saat sürdü. 

Nihayet, parti adına konuşmak üzere kürsüye Şükrü Saraçoğlu geldi. Saraçoğlu, Halk Partisinin takrirde yazılı olduğu şekilde ıslâha muhtaç olmadığını, hatta partilerinin sağlam bir demokratik temele dayanmış olduğunu bile söylemekten çekinmedi. Sonunda ise, önerge sahibi dört milletvekilinin takrirlerini geri almaları tavsiyesinde bulundu. 
* * * 
Bütün bu sert ve de bed muameleye rağmen, takrir sahipleri gevşemedi ve isteklerinden vazgeçmedi. 

Grup adına yapılan açıklamada şöyle denildi: “Biz verdiğimiz takriri geri alacak insanlar değiliz.” 
Evet, bir bakıma ok yaydan çıkmış ve geri dönüş ihtimali ortadan kalkmış gibiydi. Yine de oylamaya geçildi ve önerge ezici oy çoğunluğu ile reddedildi. 

Ancak, sıkıntı bitmiş, sancı dinmiş değildi. Zira, genel konjonktür, demokratikleşmeden, serbest seçimlerden ve hürriyetlerin genişletilmesinden yanaydı. Nitekim, öyle de oldu. 

Dörtlü takrir sahipleri, kısa sürede hür basının ve halk ekseriyetinin adeta gözdesi oldular. Her gittikleri yerde büyük itibar gördüler. 

Hatta, Halk Partisinden ayrılarak yeni bir parti kurmaları halinde, halktan fevkalâde bir destek görecekleri noktasında tatmin ve ikna oldular bile, denilebilir. 
Zaten, genel gidişat da bu istikametteydi. 

Bu arada, Ulus ve Cumhuriyet gazetesinden farklı bir politika izlemeye başlayan Milliyet ile Vatan gazetesi, dörtlü takrir sahiplerine sempatiyle yaklaşmaya, fikir ve görüşlerine sayfalarında yer vermeye başladı

Milliyet Bayar'a, Vatan ise Menderes'e yakınlık gösteriyordu. 
Bu da, doğrusu o tarihte hayli cesaret verici bir gelişmeydi. 
* * * 
CHP Genel Başkanlık Divanı, Menderes'in Vatan gazetesinde "dörtlü takrir" istikametindeki neşriyatı ve Meclisteki konuşması üzerine 21 Eylül 1945 Cuma günü Şükrü Saraçoğlu’nun başkanlığında toplandı ve Adnan Menderes ile Fuat Köprülü’nün oybirliği ile partiden ihraç edilmesine karar verildi. 

Bunun üzerine, Celal Bayar da partiden ihraç edilen iki arkadaşıyla beraber olduğunu söyleyerek 26 Eylül günü CHP'den ayrıldı
Bu tarihten sonra, yine Celal Bayar, Refik Koraltan, Fuat Köprülü ve Adnan Menderes'in başında bulunduğu yeni bir parti kurma çalışmalarına hız verildi. 

Nihayet, çalışmalar 7 Ocak 1946'da tamamlanarak, yeni parti kurulmuş oldu. Halkın büyük teveccühle karşılamış olduğu bu yeni siyasî hareketin ismi ise, "Demokrat Parti" şeklinde resmen ve alenen ilân edildi. 

Tek parti rejimi, böylelikle ilk kez bir ciddî rakiple, yahut alternatif olacak bir siyasî cephe ile karşı karşıya gelmiş oldu.
DENİZ KAZASI Refah Fâciası: 167 şahit
Türk Deniz Kuvvetlerine ait Refah Şilebi, Akdeniz'de seyrederken meçhûl ellerin attığı bir torpidoya (patlayıcı ve imha edici bir sualtı silâhı) mâruz kaldı.

Torpidonun isabet ettiği Refah Şilebi, Akdeniz'in sularına gömülmeye başladı.
Bu esnada tam bir can pazarı yaşandı. Şilepte bulunan 195 kişiden ancak 28 kişi canını kurtarabildi. Geri kalan 167 subay, öğrenci ve mürettebat vefat etti.
* * *
İkinci Dünya Savaşının en kritik günlerinde, Mersin'den hareket eden Refah Şilebi, önce Mısır'ın İskenderiye Limanına, oradan da İngiltere'ye doğru gidecekti.

Ancak, 23 Haziran'da hareket eden 40 yaşındaki şilebe gece saat 22.30 civarında kimin attığı tesbit edilemeyen bir torpido fırlatıldı ve bu sûretle koca gemi batırıldı.

Gemiden atlayan 28 kişi, bir kurtarma filikasına bindiler ve 36 saat sonra ancak karaya çıkabildiler.
* * *
Türkiye'ye maddî-mânevî çok ağır kayıplar verdiren bu büyük fâcianın faili uzun müddet araştırıldı.

Sonunda, şüpheler Fransızların üzerinde yoğunlaştı. Fransa da, bu işin yanlışlıkla olabileceğini ileri sürerek, cinayeti bir yönüyle kabullenmiş oldu.

İki ülke arasında sürdürülen gizli pazarlıklar sonucu, Fransa Türkiye'ye iki adet savaş gemisi vermeyi kabul etti.

Sopalı seçimden nâmuslu seçime

Yirmi iki yıllık tek parti iktidarı, demokrasiye geçişi istemeden (kerhen) kabul ettiği için, 21 Temmuz 1946'da yapılacak ilk genel seçimler öncesinde-kendince iyi bir tedbir olarak-seçim sistemini tamamen kendi anlayışına göre ve dünyada benzeri olmayan gayet bencil bir biçimde dizayn etmeye çalıştı. 


Genel seçimden bir ay kadar evvel değiştirdiği seçim kànununa göre, sandık başına giden vatandaşlar oylarını alenen kullanacak, yani hangi partiye oy verdiğini açıkça belli edecek; ancak, oyların sayım ve dökümü gizli ve bilhassa seçmene kapalı şekilde yapılacak. 

Sistem, maalesef aynen öyle işletildi. Üstelik, bu da yetmezmiş gibi, devletin sivil–resmî (emniyet, jandarma...) bütün imkânları iktidardaki Halk Partisi lehinde kullanıldı; daha açık bir ifade ile, devletin kuvveti sandık başında alenen sûistimal edildi.

1946 seçimleri, bu sebeple süngülü, sopalı ve zorbaca yapılan bir seçim olarak tarihe geçti. (Tıpkı, İttihatçıların ayıbı olan 1912 yılı seçimleri gibi.)

İşte, bu derece zor ve ağır şartlar altında yapılan seçimlerin sonuç tablosu şu şekilde gerçekleşti: CHP 397, Demokratlar 61 ve bağımsızlar 7 milletvekilliği kazandı.

DP, adeta bir “çeyrek muhalefet” konumunda Meclis’teki yerini aldı.

Ne var ki, bunu bile çok görenler çok oldu. Bu sebeple, kısa süre sonra “muhakemede zayıf dostlar”da kullanılmak sûretiyle muhalefetteki çeyrek partiyi parçalama manevralarına başlandı.


Ara seçimi boykot ve DP’nin bölünmesi

Demokrat Parti, yaklaşık iki yıl sonra (1948) yapılan ara seçimleri boykot etme kararı aldı. Zira, bazı mahallerde dayanılmaz derecede baskı ve yıldırma politikaları uygulanıyordu. 

Özetle, partiler arasındaki eşitlikten söz etmek imkânsızdı. Demokratlar, iki yıldır Halkçılar ve jandarma tarafından şiddetli bir baskıya mâruz kalmış, birçok yerde fiilî müdahale görmüş, yani açıkça, hakaretten, dayaktan, işkenceden geçirilmişlerdi. 
1948 yılında, siyasî tarih açısından felâket ve fecaat olarak nitelenebilecek bir başka hadise daha gelişti.

Bu tarihte, DP sayesinde Meclis'e giren Fevzi Paşanın (Çakmak) fahrî başkanlığı altında Millet Partisi kurduruldu. Kurulması bir yana, zaten zor–belâ Meclis'e girebilmiş olan Demokrat Partili milletvekillerinin hemen yarısı bu partiye transfer edilerek Meclis'te yeni bir grubun daha kurdurulması cihetine gidildi.

Böylelikle, iktidar yerine muhalefetle mücadele edildi ve zaten zayıf durumda olan Demokratlar, büsbütün zaafa uğratılarak müstebit iktidarın ekmeğine yağ sürülmüş oldu.

Millet Partisini kuran ve kurduranların niyeti ne olursa olsun, bu teşebbüs, doğrudan doğruya Demokratları parçalama ve tam ortadan ikiye bölme hüviyetine bürünmüş göründü.

Belliydi ki, bu işin arkasında geleceğini tehlikede hisseden İsmet Paşanın da dahli vardı. Kendine esas rakip olarak gördüğü Demokrat Partiyi bölmek istiyordu. (Tıpkı, ileriki tarihlerde, meselâ 1970'lerde AP'yi böldürmek için MSP'ye yeşil ışık yakması gibi...)

Millet Partisi, iktidara ciddî bir alternatif şeklinde ortaya çıkmak yerine, Demokratlar'dan aşırmış, araklamış olduğu transferlerle ismini duyurmayı tercih etti.

Hemen ardından, bir başka gelişme daha yaşandı. O günkü şartlarda neşriyat yapan dinî tandanslı hemen bütün gazete ve dergiler (Büyük Doğu, Serdengeçti, Sebilürreşad, Ehl–i Sünnet, Yeşil Bursa, Büyük Cihad...) Millet Partisini hararetle savunma noktasında adeta birbiriyle yarışa girdiler.

1950 yılı genel seçimleri yaklaştığında, Meclis'te grup kurabilen partilerin sayısı böylelikle üçe çıktı: CHP, DP ve MP.


‘Namuslu seçim’le demokrasi bayramı

İktidar avantajını elinde tutan Halk Partisi, 14 Mayıs 1950 seçimlerine kısa bir süre kala seçim kànunu bir kez daha değiştirdi. Buna göre, bir seçim bölgesinde en çok oy alan parti, milletvekillerinin tamamını alabiliyordu.


Bunun ismi "nisbî çoğunluk sistemi"ydi.

Seçim kànunundaki bir başka değişiklik ise, "açık oy, gizli tasnif" maskaralığının terk edilmesi ve bunun tam tersine çevrilmesi şeklinde oldu. Yani, oylar artık gizli şekilde verilecek; ancak, oyların sayım, döküm, tasnif işlemi açık surette yapılacak.

Dönemin bazı gazeteleri, bu kànunu "Namuslu bir seçim kànunu" şeklinde isimlendirerek demokrasiye arka çıktı. 
* * *
İsmet Paşa, bir önceki seçimlerin sonucuna bakarak, yine kendi partisinin en yüksek oy oranına sahip olacağını, dolayısıyla birkaç istisna dışında vilâyetlerin çoğunda CHP'nin rakibi durumunda olan Demokrat Parti ile Millet Partisini geride bırakacağını düşünüyordu.

Bu düşünceden yola çıkarak, "nisbî çoğunluk sistemi"yle aslında rakipleri için bir bakıma "seçim tuzağı" kurmuştu.

Ne var ki, İsmet Paşanın hazırlatmış oldukları bu korkunç tuzağa yine kendisi düşmüş bulundu. Üstelik, bir daha da buradan çıkamadı. Tâ ki, imdadına 27 Mayıs (1960) Darbesi gelip yetişene kadar...


Ortaya çıkan şaşırtıcı tablo

Nisbî sistemin ne tür sonuçlar doğurduğunu birkaç örneklemeyle netleştirmeye çalışalım. 

1) Trabzon'da Demokrat Partinin oyu 60.871 iken, CHP'nin aldığı oy ise 63.684. Aradaki fark, üç bini dahi bulmuyor. Bu arada, bağımsız adaya giden oy miktarı da 6.839. Bugünkü sisteme göre milletvekillikleri iki parti arasında bölüşülmesi gerekiyor iken, o tarihte geçerli olan nisbî sistem icabı, milletvekillerinin tamamını CHP almış oldu. 

2) Pekçok ilde olduğu gibi İstanbul'da da durum Trabzon’un tam tersine oldu. 
İstanbul'da oyların partilere dağılımı şu şekilde gerçekleşti: DP 238.763; CHP 110.299; MP 72.737.

Bu tabloya göre, DP İstanbul'daki milletvekilliklerin tamamını almış oldu.

3) Ülke genelindeki tabloya bakacak olursak, genel durumun şu şekilde neticelendiğini görürüz: 
O tarihte geçerli olan "Her elli bin seçmene bir milletvekili düşer" hesabına göre, Türkiye genelinde seçilen milletvekili sayısı 487 oldu. Neticede, oyların yüzde 52.68'ini alan Demokrat Parti, Meclis'te 408 üye ile temsil edildi.

İkinci sıradaki CHP, oyların yüzde 39.45'ini almasına rağmen, Meclis'te ancak 69 vekil ile temsil edilebildi.

Üçüncü parti konumundaki MP ise, oyların yüzde 3.11'ni alarak sadece Kırşehir'de birinci parti oldu ve Meclis'te bir tek sandalye ile (Osman Bölükbaşı) temsil olundu.

Ortaya çıkan sonuç tablosu, İsmet Paşa ve partidaşlarını dehşete düşürdü. Zira, seçim kànunu hazırlanırken, böylesi bir neticenin ortaya çıkacağına hiç mi, hiç ihtimal verilmiyordu.

Hatta, seçimlere iki–üç ay kalıncaya kadar da, durum farklı görünüyordu. İsmet Paşa, Nisan ayı başlarına kadar da bir derece ümitliydi. Zira, MP'nin fahrî başkanı olan Fevzi Paşa henüz hayattaydı.

İsmet Paşanın seçim denklemine göre, kendisine muhalif olan cephedeki oyların DP'nin başkanı Bayar ile MP'nin fahrî başkanı Fevzi Paşa arasında esaslı bir şekilde bölünecekti. Böylelikle, kendisi de aradan sıyrılarak partisini yine birincilik konumunda tutabilecekti.

İsmet Paşa, CHP'nin her halükârda yüzde 35–40 civarında oy alacağını hesaplıyordu. (Ki, bu hesap esasen yanlış da değildi.) Paşa, geriye kalan yüzde 60–65'lik oranın ise, rakipleri olan DP ve MP arasında üstelik eşite yakın bir seviyede bölüneceğine inanıyordu. Seçime dair bütün planlar bu denkleme göre yapılmış, stratejiler de ona göre geliştirilmişti.

Ne var ki, DP'nin oylarını bölmede en kuvvetli faktör olarak görülen Fevzi Paşanın seçimlere bir buçuk ay kala hastalanması ve 10 Nisan günü ölmesi, İsmet Paşanın bütün hesaplarını altüst etti. Ölüm hadisesi sonrasında, MP'ye meyyal olan seçmen kitlesi büyük oranda Demokrat Partiye yöneldi ve bilindiği gibi nihaî tablo 408–69 şeklinde tecelli etti.

İsmet Paşa, rakipleri için kurmuş olduğu seçim tuzağına kendi ayaklarıyla düştüğünü, ancak 14 Mayıs (1950) seçimlerinden sonra anlayabildi.


Siyasette Fevzi Paşa faktörü

Mutlak istibdat devrinde 22 yıl kesintisiz şekilde Genelkurmay Başkanlığı görevini yürüten Fevzi Paşa, 1944'te kerhen de olsa emekliye sevk edildi. (Ayrıca, 3. Cumhurbaşkanı olarak seçilmek emelindeydi.)

O tarihte CHP'nin ikinci adamı konumundaki Hilmi Uran, istemediği halde emekliye zorlanan Fevzi Paşanın İsmet Paşaya kırgın olduğunu, fakat bu kırgınlığı ilk başlarda dışa vurmadığını Hatırat’ında etraflıca anlatıyor ve özellikle şu noktaları nazara veriyor:


* Mareşal'in bir siyasî beklentisinin olup olmadığını sordum, müsbet bir cevap vermedi.
* 1946'da DP'nin listesinden bağımsız aday oldu, Meclis'e girdi. Aynı sene İsmet Paşaya karşı DP'nin cumhurbaşkanı adayı oldu.


* 1948'de DP'yi adeta sattı ve yeni kurulan Millet Partisine geçti. Bu partinin fahrî başkanı oldu. Partililer onun karizmasını tepe tepe kullandılar. (Hatıralarım, s. 467-470)
* * *
Fevzi Paşa, hakikaten hiçbir zaman DP'li olmadı. Onlardan yararlanmaya çalıştı. Sonra da gidip MP'lilerin seçimlerde fahrî taşeronluğunu yaptı.


Öyle ki, Demokratlara yönelmiş olan seçmenlerin önemli bir kesimi (bilhassa dindar kesimi) Milletçilere kaymaya başladı.


 Zira, MP'li Fevzi Paşa, DP lideri Celal Bayar'a nazaran daha dindar, dolayısıyla daha tercihe şâyân biri olarak kabul ediliyordu.


Doğrusu, 1950'deki genel seçim sürecine girildiğinde, vatandaşın tercihi, birbiriyle yarışan üç büyük parti arasında dağılmış durumdaydı. Bunlar CHP, DP ve MP idi.


Aynı zamanda, parti ismi lider ismiyle birlikte yâdediliyordu: İsmet Paşanın partisi, Fevzi Paşanın partisi ve Bayar'ın partisi gibi...


Dindar kitlenin Fevzi Paşayı tercihe yönelmesi, CHP karşısındaki DP'yi bir hayli zorlamaya başlamıştı. MP'li Bölükbaşı'nın hararetli ve etkili konuşmaları da, işin tuzu biberi olmuştu. Seçmen, ilk aylarda MP ile CHP arasında sıkışmış ve adeta ikisinden birini tercihe zorlanmış gibiydi.


Seçime 35 gün kala...

14 Mayıs 1950 seçimleri öncesinde, Üstad Bediüzzaman'la görüşen ve ondan siyasî ders ve ölçüleri alan Nur Talebeleri, mutlak ekseriyetle tereddütlerden kurtularak, "Demokratlara nokta-i istinat" olma yönünde esaslı bir duruş sergilediler
.
Bediüzzaman, Demokratların Meşrûtiyet zamanındaki Ahrarların devamı olduğunu, o zaman mânen İttihad-ı Muhammedî'den olan Nurcular Ahrarlar'a nokta-i istinad olduğu gibi, bugün de aynen İttihad-ı İslâmdan olan Nurcuların Demokratlara nokta-i istinad olmaları gerektiğini talebelerine ders veriyordu. (Emirdağ Lâhikası, s. 271.)


Buna rağmen, Fevzi Paşa hakkında sair dindarların tereddüdü, hatta bir kısmının teveccühü devam ediyordu.


Derken, genel seçimlere yaklaşık bir ay kadar kısa bir zaman kalmıştı ki, MP'nin fahri başkanı Fevzi Paşa aniden öldü.


Onun ölmesiyle birlikte, Millet Partisinin yıldızı da aniden sönüverdi.
Meclis'e büyük bir grup ile girmeyi tahayyül eden MP'liler, ancak yüzde üç buçuk oy oranı ve bir tek genel başkan Bölükbaşı ile girebildiler.


Evet, Fevzi Paşanın anî ölümü, bir bakıma demokrasi tarihimizin de seyrini değiştirdi.
Gerçekten de, anî ve beklenmedik ölümlerin, tarihin seyrini değiştirdiği de bir vakıadır. Meselâ, 1921'de bütün Anadolu'yu istilâya hazırlanan Yunan Kralı I. Aleksandros'un bir maymun tarafından ısırılarak ölmesiyle, o dehşetli planın akim kalması gibi...


İşte, Fevzi Paşanın ani ölümü de, iç siyasî dengeler açısından çok önemli bir hadise olmuştur.
Onun ölümü, aynı zamanda DP'nin önündeki en büyük handikapın aşılmasını netice vermiştir ki, seçim sistemini kendi hesabına göre tanzim eden İsmet Paşanın bütün hesapları da bir anda altüst olmuştur.



SAYGISIZLIK


Barbaros Hayreddin’e heykel darbesi


Ruhuna rahmet yağdırmak niyet ve arzusuyla asırlar boyu duâlarla, hatimlerle, mevlidlerle anılan "Denizler Hakimi" ünvanlı Barbaros Hayreddin Paşa, 25 Mart 1944'ten itibaren, ne yazık ki heykeliyle ve heykelinin önündeki dünyevî törenlerle anılmaya başlandı.

Bu tarihte, İstanbul Beşiktaş Meydanında, türbesine yakın yerde, sözde onun hatırasına yapılan bu heykel, aslında onun ruhunu muazzeb etmektedir.


Zira, o hayatının hiçbir safhasında heykelci olmadı, heykel yapılmasını tasvip etmedi; dahası, heykelcilik adeti, onun asıl mücadele etmiş olduğu ecnebî cephenin inanç ve hatta tapınak figürleri arasında yer alıyordu.


Dolayısıyla, onun heykelleri sevmesi, imkân ve ihtimal haricidir. Buna rağmen, tutup bir de o büyük zâtın heykelini dikmek, hem onun şahsına bir hürmetsizlik, hem de onun taşıdığı inanç değerlerine alenî bir hakaret mânâsını taşımaktadır.


O halde, bu ucûbe heykel, niçin yapıldı?


Acaba, aynı yerde bulunan türbesinin başında rahmet duâlarıyla ve dinî merasimlerle anılması ihtiyaca kâfi gelmiyor muydu?


Acaba, bir tarihî şahsiyeti anmak için, illâ da onun heykelini dikmek mi gerekiyor?
Cevabı havada kalacak daha bir dizi soruyu sıralamak mümkün. Çünkü, heykelcilik namına verilecek tatminkâr hiçbir cevap olamaz.


Demek ki, bu işte bir kasıt var: Mukaddes değerlerle fetihlere imza atmış bir eşsiz kahramanı, aynı değerlere yüzde yüz zıt bir işgüzârlıkla, ona ruh ve mânâ cephesinden yıkıcı bir darbe vurma kastı.


Evet, bir ismi de Hızır Reis olan Hayreddin Paşa, maalesef 1944'ten bu yana söz konusu heykelin önünde anılmakta ve bu sebeple ruhu azap içinde bırakılmaktadır.


Onun ruhunu bu azaptan kurtaracak gelişmelere bir kapı açılması ümit ve temennisiyle, Yahya Kemâl'in onu derhatır ettiren mânidar bir şiirini takdim ediyoruz...


Deniz ufkunda bu top sesleri nerden geliyor?
Barbaros, belki donanmayla seferden geliyor.
Adalar'dan mı, Tunus'tan mı, Cezayir'den mi?
Hür ufuklarda donanmış iki yüz pare gemi,
Yeni doğmuş aya baktıkları yerden geliyor.
O mübarek gemiler hangi seherden geliyor?

Vali Tandoğan, başından buldu

Komünist diktatör Tito liderliğindeki Yugoslavya'nın baskıcı yönetimi altına giren Bosnalı Müslümanlar için Türkiye’de 1945 senesinde bir yardım kampanyası açılır.
Ne var ki, bu yardımlar yerine bir türlü ulaştırılamaz.
Dahası, yardım paralarının miktarı gibi âkıbeti de o gün bugündür bilinemiyor.
Yardım paralarını toplayan şahıs, itimat tekin eden bir doktor. Ankara'da muayenehanesi var; aynı zamanda Rus elçiliğinin de doktoru. 
İşte bu tanınmış doktor, 6 Ekim 1945 günü akşamı, bir genç tarafından yedi kurşunla vurularak öldürülür. 
Genç katilin, dönemin Genelkurmay Başkanı Kâzım Orbay'ın oğlu Haşmet Orbay olduğu, 1946 Temmuz’unda anlaşılır ve mahkeme kararıyla da kesinlik kazanır. 
Aynı mahkeme, Ankara Valisi Nevzat Tandoğan'ın cinayeti kasten örtbas ettiğine ve suçu başkasının üzerine yıktığına hükmeder. 
Kendini Ankara’nın “ikinci adamı” konumunda gören Tandoğan, bu duruma kahırlanır ve bunalıma girerek intihar eder.
Şimdi, filmi biraz daha geriye sararak, hadiselerin gelişme seyrini daha bir dikkatle takip etmeye çalışalım.

Sarık düşmanı ceberrut vali

Tarih, 20 Eylül 1943. Sekiz yıldır Kastamonu'da sürgün bulunan Bediüzzaman Said Nursî, polis nezaretinde Çankırı yoluyla Ankara'ya getirtilir. Buradan alınarak Denizli Ağır Ceza Mahkemesine sevk edilecek. 
Ankara'nın iki numaralı adamı, 14 yıllık Vali Tandoğan, Üstad Bediüzzaman'ı cebren makamına getirtir. Gayesi, sarığını çıkarttırmak ve başına fötr şapkayı zorla geçirmek. 
Nitekim, bu maksatla fiilî teşebbüste de bulunur. Ancak, gayesinde muvaffak olamaz. 
Şapkayı Vali Tandoğan'ın elinden alan Said Nursî, ona şöyle seslenir: "Bu sarık bu başla beraber çıkar. Ben sizin bin senelik ecdadınızı temsil ediyorum. Başından bulasın Nevzat!"

Hadiseler zinciri

Ankara’da vuku bulan bu hadisenin üzerinden iki yıl kadar bir zaman geçer ve 1945-46 senelerinde aşağıda sıralamış olduğumuz hadiseler ardı sıra yaşanır.

* Halk arasında kazanmış olduğu itibarla, muhtaç durumdaki Bosnalı Müslümanlar için yardım parası toplayan Ankara'nın tanınmış şahsiyetlerinden Dr. Neşet Naci Arzan, 16 Ekim 1945'te muayenehanesinde öldürülür. Onu silâhla vuran genç, yüzü maskeli şekilde kaçarak kayıplara karışır.

* Cinayette kullanılan tabanca, Genelkurmay Başkanı Kâzım Orbay'a aittir. Katil, gerçekte Kâzım Paşanın oğlu Haşmet Orbay'dır. Doktorun toplamış olduğu paraları istiyor. Red cevabıyla karşılaşınca da, çekip onu öldürüyor.

* Haşmet, gece eve gidince, olup bitenlerden aile büyüklerini haberdar etmek durumunda kalıyor.

* Hadisenin bir şekilde patlak vereceğini ve halkın gözünde itibar kaybına uğrayacağını öğrenen katilin ailesi, gelişmelerin seyrini değiştirecek alelacele hazırlanmış bir planı devreye sokar. Haşmet'in annesi—ki, çok dişli bir kadındır kendisi—tek parti döneminin değişmez şefi İsmet Paşanın eşi Mevhibe Hanımı telefonla arayarak kısaca şunları söyler: "Sizin oğlunuz Ömer de katil. Taksim'de konsomatris Olga isimli kadının kocasını öldürmüş diyorlar. Ama, ne yaptınız ettiniz, onu kurtardınız. O halde, benim oğlumu da bu cinayetten kurtarın. Aksi halde, bütün bildiklerimi açıklarım."

* Bunun üzerine, Mevhibe Hanım da Vali Tandoğan'ı arayarak "Lütfen bu işi halledin" der. Tandoğan, işin içine bu şekilde girer.

* Vali Tandoğan, Haşmet'in Robert Kolej"den arkadaşı olan ve onunla aynı evi paylaşan Reşit Mercan'ı ayağına getirtir. Ona bu cinayeti mutlaka üstlenmesi gerektiğini söyler. Mercan da, çaresiz istenileni yapar ve ertesi gün karakola gidip teslim olur. "Cinayeti ben işledim" der.

* Mahkeme kurulur. "Katil benim" diyen Mercan'a 20 yıl, Haşmet Orbay'a da "Ona silâhı ben verdim" dediği için, sadece 1 yıl ceza verilir.

* Ne var ki, Türkiye’de demokrasinin havasını henüz teneffüs etmeye başlayan basın, bu hadisenin peşini bırakmaz. Cinayetle ve dâvâ ile bağlantılı konular gazetelerin baş sayfalarında geniş şekilde nazara verilmeye devam eder.

* Bunun üzerine Yargıtay, mahkemenin ilk kararını bozar ve dâvayı da Ankara'dan alarak Bolu Ağır Ceza Mahkemesine gönderir. Bolu'daki yargılamalarda, mahkemede katilin Haşmet Orbay olduğu ortaya çıkar. 
* Aynı anda, bu cinayetin Vali Tandoğan tarafından kasten örtbas edildiği, hatta cebren başkasına yüklenildiği de ortaya çıkar. Cezalar, bu yeni duruma göre kesilir.

* Buna sinirlenip kahırlanan Tandoğan, 9 Temmuz 1946 gecesi kafasına kurşun sıkarak intihar eder.

* Fevzi Paşadan sonraki Genelkurmay Başkanı Kâzım Orbay (uzun yıllar orada kalacağını umarken), henüz yeni atanmış olduğu bu makamdan derhal istifa eder.

* Mahkemenin kararını Yargıtay'da bozduran ve gelişmelerin seyrini Tandoğan aleyhine olacak şekilde değiştirmeye sebep olan dönemin Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısı Fahrettin Karaoğlu, kısa bir süre sonra otomobili içinde ölü bulunur.

* Cumhurbaşkanı İsmet Paşanın oğlu Ömer İnönü'nün ismi, benzer mahiyette bir başka cinayet hadisesiyle irtibatlandırılmış olarak gazetelerde konu edilir.

Aynı dönemde zincirleme daha başka gelişmeler de yaşandı. Ancak, şimdilik bu kadarı yeterli.


Demokratları bölme hareketi

Daha evvelki kandırmaca denemeleri saymazsak, çok partili sisteme geçiş yılları olarak 1945–50 arasındaki dönem esas alınıyor.

O yıllara ait siyasî gelişmeleri ise, genellikle yine o günlerin siyasî aktörleri tarafından kaleme alınan hatıra notlarından okuyup öğrenmekteyiz.
1950’den önceki dönem itibariyle, gazetelerin tam serbest olduğunu, gazeteci, yazar ve araştırmacıların hür ve serbest şekilde çalışabildiğini söylemek inandırıcı olmaktan hayli uzaktır. (Gazeteler, hükümetin rızası dışında yayın yapamaz durumdaydı. Çoğu, resmî gazete ağzıyla konuşurdu.) 
Halkın ekseriyeti de, olup bitenlerin ne mânâya geldiğini, kimin ne yapmak istediğini henüz tam olarak bilmiyor, bilemiyor. 
Geriye, kala kala bir tek hatıra notları kalıyor.  Ama, onların da çoğu güvenilir değil, ne yazık ki... 
Zira, bilhassa 1945–50 yıllarında yaşanan gelişmelere dair İsmet Paşanın söyledikleriyle Celal Bayar'ın anlattıkları birbirini tutmuyor. 
Aynı şekilde, DP kurucularından Fuad Köprülü'nün, CHP Genel Sekreteri Hilmi Uran'ın, Başbakanlardan Recep Peker'in, 1948'de Millet Partisi tarafına geçen emekli General Sadık Aldoğan, Hikmet Bayur'un aynı mesele hakkında yazıp anlattıkları, çoğu yerde birbiriyle örtüşmüyor. Hatta, yer yer tamamen ters düşüyor. 
İşte, üzerinde bu derece tersleşmelerin, zıtlaşmaların, hatta sürtüşme, kavgaların ve dahi bölünmelerin yaşandığı meselelerden biri, meşhûr "12 Temmuz Beyannâmesi"nin sebep ve tetiklemiş olduğu gelişmelerdir. 
Cumhurbaşkanı İsmet Paşa, iktidardaki CHP ile tek muhalefet partisi olan DP arasında giderek tırmanan gerilimi güyâ dindirmek maksadıyla, bu partilerin liderleri ile ileri gelen aktörlerini sık sık Çankaya Köşkü'ne dâvet ederek çeşitli konulara ilişkin yatıştırıcı görüşmelerde bulunur. 
Yapılan bir dizi görüşmeden sonra, İsmet Paşa, 11 Temmuz 1947'de bir beyannâme metni hazırlatır. Bu metin, günlük gazetelerde 12 Temmuz'da yayınlandığı için, ismi "12 Temmuz Beyannâmesi" şeklinde kayıtlara geçer. 
İsmet Paşa, bu beyannâmede, özetle kendisi halen CHP Genel Başkanı sıfatını taşımasına rağmen, cumhurbaşkanı olarak, bütün siyasî partilere eşit mesafede duracağını, taraf tutmayacağını, haksızlığa daima karşı geleceğini, bundan da kimsenin bir şüphesinin olmaması gerektiğini söyler. 
Beyannâme, kendi partisi içinde de lokal bir rahatsızlığa yol açmakla beraber, asıl büyük darbeyi muhalefetteki Demokrat Parti yedi. 
Tam bir sene önce yapılan genel seçimlerde 60'ın üzerinde milletvekili çıkaran DP, ne yazık ki, söz konusu beyannâme yüzünden şiddetli sancılar çekmeye başladı ve kısa bir süre sonra, parti adeta ortadan çatlayarak ikiye bölündü. 
DP'den ayrılanlar, Fevzi Paşa'nın da teşvikleriyle, Prof. Hikmet Bayur'un başkanlığında kurulan Millet Partisine geçti. Bir grup da, ayrıca Müstakil Demokratlar Partisini kurdu. 1950'den önce, bu parti de MP'ye katıldı. MP, Meclis'de grup kurdu ve temel siyasetini CHP'den çok DP'ye çatmak üzerine bina etmeye başladı. 
Demokrat Parti'de "12 Temmuz Beyannâmesi"ni bahane ederek ayrılanların söyledikleri şuydu: "Partimiz, CHP karşısında pasif kalıyor. Daha sert, daha şiddetli bir muhalefet yapılması lâzım. Demek ki, İsmet Paşa Celal Bayar'ı görüşmeler sonucunda iyice yumuşattı. Bu da, muvazaa demektir, danışıklı muhalefet yapmak demektir. Böyle pasifçe hareket etmekle, muhalefet yapılmaz. Bu sebeple, bu partiden ayrılmak ve daha sert politikalar izleyecek iktidar adayı bir parti kurmak gerekir." 
Ayrılan grup aynen öyle yaptı. 1948'de 28 kadar milletvekilini transfer ederek Millet Partisini kurdu. 
İşte, Demokrat Parti bünyesinde o gün meydana gelen derin çatlak, bir daha hiç kapanmadan tâ günümüze kadar devam edip geldi. 
İsmet Paşa, tarafsızlık görüntüsü altında yapmış olduğu bir siyasî manevra ile, maksadına ulaşmaya çalışıyordu. Esasında, karşısındaki muhalefeti bölmek istiyordu. Aralarına bu yüzden ihtilâf soktu ve muhaliflerini birbirine düşürdü. 
Ne var ki, hayatının sonuna kadar hiç terk etmediği bu maksadına o dönem itibariyle nail olamadı İsmet, Paşa. 
Zira, DP'li milletvekillerinin yarısına yakın kısmı Millet Partisine geçtikleri halde, hatta, Kudret gazetesi başta olmak üzere, dinî tandanslı hemen bütün gazete ve dergileri aynı safa çekmelerine rağmen, Milletçiler cephesi, 1950’li yıllardaki seçimlerde, yine de ciddî bir varlık gösteremediler.
Zira, Demokratlara çok sağlam bir şekilde “istinat noktası” teşkil eden Bediüzzaman ve talebeleri vardı.
Gariptir ki, o tarihlerde oyları yüzde 3-5 civarında görünen Milletçilerin, Halkçılardan ziyade bir “iktidar potansiyeli”ne sahip olduğunu fark eden Üstad Bediüzzaman, iki ayrı mektupta şu dikkat çekici ifadeyi kullanır: “Demokratlar düşerse, Milletçiler gelir.”

Dergiler DP’ye ateş püskürüyor

İleriki bölümlerde daha etraflıca temas edeceğimiz gibi, Milletçiler cephesinin yayın organları, başta B. Doğu ve Sebilürreşad olmak üzere, bu kesimin hemen bütün dergi ve gazeteleri Demokrat Partiye karşı son derece saldırgan bir yayın politikası izliyorlardı.
Öyle ki, arşivimizde mevcut olan bu dergilerın sayfalarında, iktidara doğru yürüyen Demokrat Partinin Halk Partisinden daha fenâ, daha muzır bir parti olduğuna dair pekçok yazı ve yorumlu haber neşredildi.
Tuhaftır, Demokratların iktidarı döneminde de bu mevkutelerin aynı saldırgan ve karalayıcı mahiyetteki yayın politikasının devam edip gittiğini görmekteyiz.

Hiç yorum yok: