6 Mayıs 2013 Pazartesi

‘Değişmez lider’lik, diktatörlüktür-İnönü işi aldı ele; Gündoğdu Âli Yücel'e-İnönü’yü kurtardı, başbakan oldu-Şeflik dönemi, yahut bitmeyen musîbetler-Meddahlara ömür boyu vekillik-M.Latif Salihoğlu

‘Değişmez lider’lik, diktatörlüktür

Cumhuriyet ve demokrasinin olduğu yerde diktatörlüğün varlığından söz edilebilir mi?

Normalde söz edilememesi lâzım.

Normal hal ve şart altında, bir yerde cumhuriyet ve demokrasi varsa eğer, diktatörlüğün esâmisinin dahi okunmaması icap eder.

Amma ve lâkin, aşağıda sıralayacağımız anormal şartlar/durumlar ve bilhassa anlayışlar sebebiyle, demokratik cumhuriyetlerde bile sultacılıktan, diktacılıkdan, militerlikten, totaliterlikten, yahut faşizan bir demokrasiden pekâlâ söz edilebilir.


BİR: Cumhuriyet ve demokrasi, eğer lâfızdan ibaret ise, eğer mânâsız bir isim ve resimden ibaret ike, eğer kâğıt üstünde yazılı olmaktan ibaret ise, o rejimde hakiki demokrasiden söz edilemez.

Hatta, böylesi bir rejimden “mutlak istibdat” işleyişi dahi çıkabilir.

Nitekim, güya demokrasinin var olduğu “İttihat-Terakki” hükümetleri (1908-18) zamanında  “şiddetli istibdat” ve güya cumhuriyetin var olduğu “tek parti” hükümetleri devrinde de memleket “mutlak istibdat” ile yönetiliyordu.

Bu tarz bir rejimin nihaî tarifini Üstad Bediüzzaman’ın şu ifadesinde görüyoruz: “...Muarızlarımız olan zındıklar ve münafıklar, istibdad-ı mutlaka ‘cumhuriyet’ namı vermekle, irtidad-ı mutlakı rejim altına almakla, sefahet-i mutlaka ‘medeniyet’ ismi vermekle, cebr-i keyfi-i küfrîye ‘kanun’ ismini takmakla hem sizi iğfal, hem hükûmeti işgal, hem bizi perişan ederek, hakimiyet-i İslâmiyeye ve millete ve vatana, ecnebî hesabına, darbeler vuruyorlar.” (Tarihçe-i Hayat, s. 364)

Kezâ, otuz-kırk yıldır, Irak, Suriye, Libya, Mısır gibi ülkelerin de kâğıt üstündeki rejimlerinin adı “cumhuriyet” idi. Ancak, uygulamada hep istibdat ve diktacılık hakim oldu. Şimdilerde, bu mendebur illetten kurtulmak için, ağır bedeller ödeyerek büyük Çaba harcıyorlar.


İKİ: Bir yerde eğer iktidarın alternatifi yoksa, hele hele iktidara alternatif olabilecek siyasî misyon hareketleri bastırılıyor ve açık-gizli manevralarla bu misyon hareketlerin önü kesilmeye çalışılıyorsa, o yerde de gerçek bir demokrasiden söz edilemez.

Böylesi bir tablonun hakim olduğu yerde, olsa olsa bir “faşizan demokrasi”den söz edilebilir. Zira, faşizm ve sair diktacı yapılanmalar, bazan “demokrasi gömleği”ni giyerek sultasını devam ettirir.

İşte, bu gibi durumlar karşısında yine Üstad Bediüzzaman’ın şu sözleri harikulâde bir ölçü teşkil ediyor: “...Hakîki meşrûtiyetin müsemmâsına ahd ü peymân ettiğimden, istibdat ne şekilde olursa olsun, meşrûtiyet libası giysin ve ismini taksın; (her nerede) rast gelsem sille vuracağım.” (Divân-ı Harb-i Örfi, s. 40)

Evet, "Tebeddül-ü esmâ ile hakaik tebeddül etmez." Ve, “En büyük hatâ, insan kendini hatâsız zannetmesidir.” (Age)

Bir partinin veya bir liderin alternatifi elimine edilmiş veya ortada görünmez bir hale getirilmişse, hele hele alternatifleri bertaraf edilmiş bir liderin ağzından çıkan sözler esasa alınarak gelişmeler onun sözlerinin etrafında şekilleniyorsa, artık ne o partinin içinde, ne de o liderin hükmettiği yönetim şeklinde demokrasinin hakiki çehresini görebilir ve gösterebilirsiniz.


ÜÇ: Aslolan hürriyettir. Bir yerde eğer hürriyet yoksa, cumhuriyetin de, meşrutiyetin (demokrasinin) de kıymet-i harbiyesi yoktur.

Meselâ, Türkiye’de “Kemalizm” denen tabu hakim ve hükümran olduğu müddetçe, siz  hürriyeti de, cumhuriyet ve demokrasiyi de hakiki hüviyetiyle göremez, gösteremez, yaşayamaz ve yaşatamazsınız.

Öncelikle, bu gibi tabu ve totemlerden kurtulmanız gerekiyor.

Bu üç maddelik izahattan sonra, şimdi de yakın tarihimizin unutulmaz bir devresine damgasını vurmuş kaskatı bir diktacılık örneğini gözler önüne sermeye çalışalım.


Müthiş bir rastlantı: 
İnönü, Millî Şef ilân edildiği 
günün yıldönümünde öldü


İsmet Paşa, 25-26 Aralık 1938’de toplanan CHP Kurultayı'nda "Millî Şef" ve "Değişmez Genel Başkan" olarak ilân edilmişti. (Kayd-ı hayat şartıyla...) 

Ne gariptir ki, tam 34 sene boyunca bu ünvanı taşıyan paşa, 1972 senesinin yine  25/26 Aralık akşamı saatlerinde öldü. Üstelik, partisinden ayrılmış ve küsmüş bir vaziyette...

Şimdi, o zamanki gelişmelerin arka plânına şöyle kısaca bir göz atalım.

M. Kemal'in ölümünden bir buçuk ay sonra olağanüstü şekilde toplanan CHP Kurultayı, İsmet Paşayı partinin genel başkanlığı makamına getirdi. 

İşte, tarihinde ilk kez olarak toplanan bu “olağanüstü kurultay”da, ayrıca M. Kemal'in "Ebedî Şef", İsmet Paşanın ise "Millî Şef" ve "Kayd-ı Hayat Şartıyla Değişmez Genel Başkan" olmasına karar verildi. 

Bu karar, esasında diktatörlüğün dikâlasını tarif ediyordu. Zira, devir tek parti devridir. İkinci bir partinin (hatta rakip adayın bile) hayat hakkı dahi yoktur. 

Tek parti rejiminin başına "Değişmez Genel Başkan" getirdiğiniz takdirde, elbette ki diktatörlüğün yolunu açmış olursunuz. Bunun başka türlü bir izâhı mümkün değildir. 
* * * 
1945'ten sonraki çok partili dönemde de, İsmet Paşa, Cumhurbaşkanı olmasına rağmen, yine de CHP'nin genel başkanı sıfatını taşıyordu. 

Bu durum, 30 Haziran 1972'deki CHP 21. Olağan Kongresine kadar devam etti. Kongrede, parti tüzüğünün 35 maddesi toptan değiştirildi ve rakip başkan adayı için yol açılmış oldu. 

Kurultayda, İsmet Paşaya rakip olan Ecevit, oyların ekseriyetini alarak, CHP'de "Millî Şef"in saltanatına son verdi. 

Bu mânâdaki bir değişim bile, 1950’den sonra bir parça hayat bulan hürriyet ve demokrasi nimeti sayesinde ancak mümkün olabilmiştir.

Üstad Bediüzzaman’ın bakış açısına göre, hürriyet, meşrûtiyet ve cumhuriyet gibi sosyal nimetler sıralamasını şöylece özetlemek mümkün:

1) Hakiki hürriyet: İmanın hassâsıdır. İnsanlara karşı hür, Allah’a karşı hakkıyla kul olmayı gerektirir ve öyle de netice verir.

2) Meşrûtiyet: Şeriat nâmına alkışlanır, Zira, lâfzı gibi mânâsı ve ruhu da şeriattendir.

3) Cumhuriyet: Mânâ-yı dindar bir cumhuriyeti savunmalı, sahip çıkmalı. Büyük halifelerin her biri aynı zamanda birer Reisicumhur idiler.


İnönü işi aldı ele; Gündoğdu Âli Yücel'e
Tek parti döneminin en şöhretli siyasilerinden biri olan Hasan Âli Yücel, 28 Aralık 1938’de Millî Eğitim Bakanlığına (MEB) getirildi. 

Tam 8 sene müddetle bu makamı işgal eden Yücel, M. Kemal'e olduğu kadar, İsmet Paşaya da âdeta taparcasına bağlıydı. 

Bu bağlılığını da eğitim sahasındaki icraatleriyle, bilhassa büyük tartışmalara yol açan Köy Enstitülerini kurup işletmesiyle ispat ettiğini, yine kendisi ifade ediyor. 
* * * 
Yücel'in MEB'e getirilmesi, Cumhurbaşkanı İsmet Paşanın isteğiyle oldu. Başbakan Bayar bu isteğe karşı koyamadı. Zaaf gösterdi. Ancak, bu zaaf ona yaramadı. Yaklaşık bir ay kadar sonra Bayar da görevden alındı. Kabinenin başına Dr. Refik Saydam getirildi.

Saydam, M. Kemal’in ölümcül hastalığını öğrendiği andan itibaren İsmet’in bendesi oldu. Hatta, bir cihette İsmet’in hayatını kurtardığı dahi söylenebilir.

M. Kemal, kendisinden sonra İsmet’in başa geçmesini istemediği için, onun bir şekilde bertaraf edilmesi gerektiğine inanmıştı. Bunun farkına varan Saydam, İsmet Paşayı koruyup kollamaya başladı, ortalıkta görünmemesi yönünde ciddî tedbirlerin alınmasını sağladı. Bu iyiliğine mukabil olarak, ilk fırsatta başbakanlık makamına getirildi. (Detaylı bilgiler ileriki bölümlerde.)
.* * * 
Biz yine sadede dönelim ve Hasan Ali Yücel’in durumunu biraz daha yakından görmeye çalışalım.

Vaktiyle İzmir ve İstanbul gibi büyük şehirlerde edebiyat ve felsefe öğretmenliği, müfettişlik ile genel müdürlük görevlerinde bulunan Yücel, dikkat çekici bazı özelliklerin de sahibidir. 

Özetle: Kendi çapında şair ve edebiyatçıdır. M. Kemal ile birlikte aylar süren yurt gezilerinde bulundu. 1934'te İzmir milletvekili olarak Meclis'e girdi. 

Defalarca mebus seçildi, daha doğrusu seçtirildi. M. Kemal'in ölümünden bir buçuk ay kadar sonra da Millî Eğitim Bakanı yapıldı. 

Bu makamda iken, 1940'ta Köy Enstitülerini kurdu. Kendince, yeni bir ınkılâp hareketini ateşlemiş oldu. 

Altı Ok şeklinde ifade edilen CHP'nin temel gayesini hayata geçirmek için büyük çaba sarf etti. 
* * * 

Hasan Ali Yücel, "Altı(n) Ok" isimli şiirinde kişiliğini, fikriyatını ve nihaî maksadını şu mısralarda dile getiriyor:


Ben bir Türk'üm; soyum, ırkım uludur. 
Göğsüm millet sevgisiyle doludur, 
Tuttuğum yol Atatürk'ün yoludur. 
Hep o yoldan yürümektir dileğim. 
Böyle doğdum, Cumhuriyetçiyim ben; 
Hem halkçıyım, hem milliyetçiyim ben; 
İnkılapçı, laik, devletçiyim ben; 
Her birini bir okla göstereyim!
Bu Altı Ok Kemalizmin özüdür; 
Altısı da Anayasa sözüdür. 
Atatürk ki milletinin gözüdür. 
Bu inanla yüceliğe ereyim... 
* * * 

Evet, tek parti döneminin en önemli isimlerinden biri olan Hasan Âli Yücel'i en iyi anlatan, yine kendisi olup, bir başka şiirinde şu mısraları döktürür:


Harp çıkmıştı, orduya akıyordu bütçemiz; 
Maarif örgütümüz kalmıştı pek desteksiz. 
İşi Devlet Başkanı İnönü aldı ele; 
Gün doğdu bu tutuşla o zamanlar Yücel'e. 
Bin sıkıntı içinde kuruldu enstitüler, 
Bu ateşli çalışma göreni hayran eder. 
Köyden akın başladı, geliyordu çocuklar; 
Kıraç yurdun yüzünde doğdu yeni bir bahar. 
Kız erkek kardeş gibi çalıştılar beraber, 
Müdürü, öğretmeni, gece gündüz döktü ter. 
İki yılda mevcutlar vardı on altı bine, 
Bir ucunda Kars durur, bir ucunda Edirne. 
Kapladı dört bir yandan yirmi enstitü yurdu; 
Köyden gelen çocuklar kurdu yeni bir ordu. 
Kepirtepe, Akçadağ, Gölköyü, Pazarören, 
Akpınar, Beşikdüzü, Dicle, Ortaklar, Gönen, 
Ne kaldı, Pamuk Pınar, o meşhur Hasanoğlan; 
İftihar duymalıdır bunlardan, her Türk olan. 
* * * 
Netice: Hasan Âli, eğitimde komün sisteminin (kadın–erkek karma eğitim öğretim düzeni) Türkiye versiyonu kurucusu ve uygulayıcısı olup, tıpkı, uzun yıllar İçişleri Bakanlığı yapan Şükrü Kaya gibi, o da tek parti döneminin mukaddesat düşmanı en şöhretli bakanlarından biri olarak tarihe geçti. 

Kurucusu olduğu ve ona göre "Her Türk'ün iftihar etmesi gereken” Köy Enstitüleri, ayyuka çıkan fuhşiyat dedikoduları ve kısır eğitim tarzı sebebiyle, 1946'dan itibaren, yani kendi partisinin iktidarı zamanında kapanmaya yüz tuttu. Bir süre sonra resmen kapatıldı.



En zengin lider “Atatürk’ün serveti” CHP’ye


Menkul ve gayr–ı menkulleriyle büyük bir servete sahip olan M. Kemal, ölümünden 5 ay evvel yazmış olduğu bir vasiyetnâme ile bu büyük mirasın varisini belirlemiş oldu. 

Servetinin ve mirasının hemen tamamını CHP'ye bağışlayan M. Kemal, 11 Mayıs 1938'de Meclis'ten bu yönde bir kararın çıkmasını sağlayarak, miras devrini bir bakıma garanti altına almış oldu. 

Yaklaşık bir sene kadar evvel bu yöndeki resmî işlemlerin başlatılmasını talep eden M. Kemal, 11 Mayıs'ta ise Meclis vasıtasıyla son noktayı koydu. Servetin dökümü ve devrine dair bilgiler, ana hatlarıyla şöyledir:


Araziler

Arazilerinin toplam büyüklüğü 154 bin 729 dönümü geçiyordu. Ankara, Silifke, Tarsus, Dörtyol ve Yalova’da büyük çiftlikleri vardı. Bu çiftliklerin gelirini 1927'den beri CHP’ye bırakmıştı. Son olarak mülkiyetini devretmiş oldu.

Maaş ve nakit paralar

M. Kemal'in İş Bankasında birikmiş olan para, toplam 73 bin lirayı geçiyordu. Bunun dışında 1,5 milyonu aşan nakit paralar da vardı. Bu servetin tamamı CHP’ye miras olarak kaldı.

Gayr–ı menkuller

M. Kemal, sahibi olduğu Ulus Matbaası ile çevresindeki bütün bina ve arsaları CHP’ye, Hipodrom ve Stad çevresindeki arsaları ve Ankara’daki otel ile altındaki dükkânları da Ankara Belediyesine bağışladı... CHP'ye, ayrıca 45 daire, 7 ağıl, 6 mandıra, 8 ahır, 7 ambar, 4 samanlık, 6 hangar, 4 lokanta ve gazino ve 2 fırın ile 2 sera hibe edildi.

Menkuller

M. Kemal, kendisine ait 13 bin koyun, 443 sığır, 69 at, 2450 tavuk, 16 traktör, 13 biçer–döver, 5 kamyon, 2 otomobil, 19 araba ve 1 adet deniz motorunu da yine Halk Partisine bağışladı.

Şahsî yardımlar

M. Kemal, çevresindeki Hanımlardan Makbule, Afet, Sabiha Gökçen, Ülkü, Rukiye ve Nebile’ye para yardımı ile İsmet İnönü’nün çocuklarına eğitim yardımının yapılmasını vasiyet etti. (2006'da Ülkü Hanımın eline aylık 5 bin lira civarında nakit para geçtiği tesbit edildi.) 

NOT: Daha geniş bilgi için 20.02.2006 tarihli Tempo dergisine bakınız.


İnönü’yü kurtardı, başbakan oldu

Celal Bayar'dan şahsî ve hissî sebeplerle hiç hazzetmeyen Cumhurreisi İsmet Paşa, nihayet onu Başbakanlıktan istifa ettirmeyi başardı.

Bayar’ın 25 Ocak 1939 tarihinde (M. Kemal’in ölümünden sadece 75 gün sonra) istifa etmesinin ardından, İnönü, onun yerine "can dostu" olarak bildiği Dr. Refik Saydam'ı getirtti.

Refik Saydam, ölüm tarihi olan 8 Temmuz 1942'ye kadar bu makamda kaldı.

İsmet Paşanın Bayar'a büyük hıncı vardı. Çünkü, kendi kabinesinde İktisat Veliki olan Bayar, M. Kemal tarafından 25 Ekim 1937'de onun yerine getirilmiş ve Başbakan yapılmıştı.

İsmet Paşa, tam 12 yıl müddetle (1925–37) kesintisiz Başbakanlık yaptığı halde, bu makama başkasının getirilmesini bir türlü kabullenemiyordu. M. Kemal'le arası açılınca, o makamı terk etmek zorunda kalmıştı. Ne var ki, yerine geçen Bayar'dan intikamını almak için de uygun bir fırsatın doğmasını bekliyordu.

İşte, M. Kemal'in 9/10 Kasım'da (1938) ölmesi, İsmet Paşa için de fırsatın başlangıcı sayılıyordu. Fakat, o dizginleri tamamen ele geçirmek için bir müddet daha beklemeyi tercih etti.

Bayar ve özellikle Fevzi Paşa sayesinde M. Kemal'in yerine geçen ve koltuğuna oturan İnönü, en yakın dostu Dr. Refik Saydam'ı gizliden Başbakanlığa hazırlamaya çalıştı. Saydam'ın bu işe hazır olduğu kanaatine vardığında ise, hiç beklemeden Bayar'ı dışladı ve onun yerine kendi adamını atayarak Başbakanlığa getirdi.
* * *
İsmet Paşanın, gerçekte Dr. Saydam'a bir "can borcu" vardı. Bu can borcunun hikâyesini ise, Can Dündar'ın 10.11.2001 tarihli köşe yazısından takip edelim...


İnönü'yü kim, niçin vurmak istedi?


Atatürk ölüm döşeğindeyken, Ankara iktidar kavgasındaydı. 

Pembe Köşk'ün üst katında İsmet Paşa ile Mevhibe Hanım'ın yatak odasında geniş bir yatak ve başucunda da komidin üzerinde eski siyah bir telefon var.

Özden Toker, bize bu "müze ev"i gezdirirken "İşte bu telefon..." diyor; "Refik Saydam aradığı gün, bu telefondan konuştular."

O gün İsmet Paşa, ölüm döşeğindeki dostu Atatürk'e bir "veda ziyareti" için bavullarını toplamış, İstanbul'a yola çıkmaya hazırlanıyormuş. Özden Hanım ise hemen yandaki odasında ders çalışıyormuş.

Telefonun çaldığını duymuş. Telefonu annesi Mevhibe Hanım açmış. Paşanın kulakları az işittiği için yüksek sesle, telefondaki konuşmaları İnönü'ye iletiyormuş.

"O yüzden ben de duydum ve çok iyi hatırlıyorum" diyor Özden Hanım:

"Refik Saydam 'Paşam' diyordu, 'Biz sizin İstanbul'a gitmenizi kesinlikle istemiyoruz. Bunun sizin için tehlikeli olacağını biliyoruz. Eğer gitmeye kalkarsanız ben trenin önüne yatarım, ancak benim üzerimden geçerek gidebilirsiniz.'

...Saydam bunun üzerine koşarak Pembe Köşk'e gelmiş ve aynı yatak odasına çıkmıştı. Erdal İnönü koridordan geçerken içeriden yine aynı sesi duymuştu: "Paşam, cesedimi çiğnemeden geçemezsiniz!" (www.candundar.com.tr)
* * *
Bu meselenin özeti şudur: 

Mustafa Kemal, yakalandığı amansız hastalığın ölümcül olduğunu başındaki doktorlardan öğrendikten sonra, haliyle kendisinden sonraki muhtemel gelişmeleri düşünmeye başlamıştı. 

O kritik günlerde vasiyetini kaleme alması, bu realitenin bariz bir delilidir.

M. Kemal, kendisinden sonra yerine “ikinci adam” olarak da olsa İsmet İnönü'nün geçmesini istemiyordu.

Bundan dolayı da, İsmet’in bir şekilde bertaraf edilmesini istemiştir. 

İşte, gizliden vermiş olduğu direktiften sonra, kendisine "Tamam efendim, gereği yapıldı" denildikten sonra o mâlum vasiyetnâmesini kaleme aldı. 

Nitekim, bu vasiyetnâmenin 5. Maddesinde, yetim kalmış diye bildiği İsmet Paşanın çocuklarına da para yardımı yapılmasını istemiş.

İşte kendi el yazısıyla kâğıda dökmüş olduğu o 5. maddedeki ifadeleri: "İsmet İnönü'nün çocuklarına yüksek tahsillerini ikmâl için muhtaç olacakları yardım yapılacaktır." 

Düşünmek lâzım: Pembe Köşkün sâkini olan İsmet babaları hayatta diye biliniyorsa eğer, çocuklarına niçin ayrıca M. Kemal’in mirasından yardım yapılma gereği duyulsun.?

Şeflik dönemi, yahut bitmeyen musîbetler

Daha evvelki yazılarımızda da kısaca değinmiştik: Tek parti diktatöryasının hükümfermâ olduğu dönem, bilhassa günahkârlıkla zulümkârlığın birikerek had safhaya çıktığı 1939-44 yılları, Türkiye’nin kendi içinde yaşadığı ağır musîbetler dönemi olarak tarihe geçti: Zelzele, yangın, kıtlık, bir yanda sel, bir yanda kuraklık, vesaire…

İşte, bir başka yönüyle “kaht û galà yılları” olarak da bilinen o zulümatlı dönemin bir başka özelliği de, ekmeğin karneye bağlanmasıdır. Şöyle ki:

Şeflik hükûmetinin 19 Aralık 1941 tarihinde almış olduğu olağanüstü bir kararla, ekmek sarfiyatı karneye bağlandı. 

1942 yılı Ocak ayı başlarında Türkiye genelinde fiilen uygulanmaya başlanan bu karara göre, isteyen istediği kadar fırınlardan ekmek alamıyor. Her aileye düşen ekmek miktarı, aile reislerinden alınan ve muhtarlıkların tasdikinden geçen beyannamelere göre belirleniyor. 

Bu beyannameler esas alınarak, her aile adına bir "ekmek karnesi" düzenleniyor ve ekmek miktarı fırınlardan ona göre veriliyor.


Yüzde 106 zam

Gariptir ki, aynı gün içinde hükûmetin almış olduğu bir başka kararla da, ekmek fiyatlarına % 106 gibi çok yüksek oranda zam yapılıyor. 

Buna göre, 19 Aralık’a kadar 8 kuruş olan ekmeğin fiyatı, o günden itibaren 16.5 kuruşa çıkartılmış oldu.


Hububata el konuldu

O günkü hükümetin bir diğer icraatı da şu oldu: Yurt genelinde yetiştirilen arpa, yulaf ve özellikle buğday gibi temel hububat miktarı, ilgili devlet ünitelerine mutlaka bildirilecek. Bildirmeyenler veya yanlış bilgi verenler hakkında cezai işlem yapılacak. 

Bu arada, 25 Aralık günü İstanbul çevresinde yetiştirilen yulaf, buğday ve arpaya devlet tarafından el konularak, bir başka tekelciliğe imza atıldı.


Beş yıl süre kaht û gàlâ

Türkiye'nin hemen her tarafında uygulanan bu "karneli ekmek" politikası, yaklaşık beş sene müddetle aralıksız devam etti. 

İlk rahatlama belirtisi 9 Eylül 1946'da görüldü. Bu tarihte, üç büyük şehirde (İstanbul, Ankara ve İzmir'de) "karne ile ekmek" uygulamasına son verildi. 

Sıkı ekmek politikası, o yıllarda başgösteren kıtlık ve kuraklığın yanı sıra, Türkiye dışında cereyan eden II. Dünya Harbi sebebiyle tatbik ediliyordu. 

Ne var ki, o dehşetli savaş sona erdikten sonra da, yaklaşık bir yıl müddetle aynı sıkı politikaya devam edildi. 

İşin en acıklı tarafı ise, hükümetin zorla toplattırdığı buğday ve sair hububatın depolarda, silolarda çürümeye terk edilmesiydi. 

Tek parti hükümeti, bu büyük nimetin çürümeye başladığını gördüğü halde, bunları aç ve sefil durumdaki vatandaşa dağıtma cihetine gitmedi, olduğu yerde çürümesine seyirci kaldı.


Sahte karneler

Yaklaşık beş yıl süren karneli ekmek döneminde, ayrıca pek çok yerde sûistimaller yaşandı.

Bir yandan, kalbur üstü kimseler bol miktarda ekmek bulup tüketebiliyor ve hatta "bale ve opera" gibi oyunların kesintisiz devamını "gururla ve iftiharla" sağlama başarısını gösterebiliyorken, bir yandan da "sahte karne" basıp dağıtanlara şahit olunuyordu. 

İşte bir misâl: 08.02.1945 tarihli Yeni Asır gazetesinde çıkan "Sahte ekmek karnesi basımına iki yıl hapis" başlıklı haberde aynen şu ifadeler yer alıyor: "Millî Korunma Mahkemesi, hakikisinden ayrılamayacak kadar mükemmel sahte 'ekmek karnesi' basan ve bunları piyasaya süren beş kişilik şebekeyi, ikişer sene hapse mahkûm etmiştir. Sahtekârlar, fırınlara muhtarların halka dağıttığının çok üzerinde karne gelmesiyle harekete geçen polisin haftalar süren takibiyle yakalanmıştır." 

Evet, bugün için çok garip, çok tuhaf karşılansa da, yakın tarihimizde böyle bir vak'anın aynen yaşandığını bilmemiz gerekir.


ZELZELE


Kuzey Anadolu fay hattı kırıldı


Türkiye'nin Kuzey Anadolu hattında, 27 Kasım 1943 tarihi itibariyle pek büyük bir sarsıntı yaşandı. 


Amasya, Çorum, Tokat, Ordu ve Kastamonu'da meydana gelen deprem sonucu 4016 kişi vefat ederken, 23.785 ev ve işyeri de yıkılarak kullanılamaz halde geldi. 

Eylül ayı ortalarında Kastamonu’dan alınarak götürülen ve zelzele tarihinde Denizli Hapishanesinde bulunan Bediüzzaman Hazretleri, yaşanan bu büyük felâketten haberdar edildikten sonra yazdığı bir mektupta şunları ifade ediyor: 

"Risâle–i Nur, Anadolu’yu Cebel–i Cûdî’de sefine gibi ve Isparta ve Kastamonu’yu âfât–ı semaviye ve arziyeden muhafazalarına bir vesile oldu. Risâle–i Nur’a ilişmesinler, yoksa yakında bekleyen âfetler geleceklerini bilsinler, akıllarını başlarına alsınlar. 

“Bu musîbetten biraz evvel, tekrarla söylüyorum, size de o mektuplar gönderilmişti. 

“Şimdi aldığım haber: Kastamonu, civarı, kalesi, Risâle–i Nur’un matemini tutmuş gibi ağlamış ve zelzeleyle sıtma tutmuş. 

“İnşaallah yine Risâle–i Nur’a kavuşacak ve gülecek ve şükredecek.” (Şuâlar, s. 274)


Büyükler için ayrı, çocuklar için ayrı verilen “ekmek kartı/karnesi”nin alt kısmında da şu 4 maddelik şartnâme yazılı:

1- Yurdun her yerinde muteberdir.
2- Gününde kullanılmayan kupon geçmez.
3- Bir sonraki dönem kartı alınırken, önceki geri verilir
4- Tahrif ve taklidi (sahte kart, kupon kullanılması), Millî Koruma Kànununun tayin ettiği cezayı gerektirir.


Meddahlara ömür boyu vekillik


Tek parti diktatöryası devrinde dikkat çeken uygulamalardan biri de şudur: Kim ki baştakilere yaranmaya çalışıyor, yahut yalakalık yapıyorsa, onun için makam vardır, ikbâl vardır, gelecek vardır.

Öyle ki, M. Kemal veya İsmet Paşa için meddahlık yapanların çoğu, adeta ömür boyu vekillik, bakanlık, müdürlük, müsteşarlık gibi yüksek makamlarla, mevkilerle taltif edilmişlerdir.

İşte o meddahlardan biri de Mahmut Esat Bozkurt’tur.

Şimdi, çarpıcı bir örneklik teşkil eden bu şahsiyeti biraz daha yakından tanımaya çalışalım.

1892 Kuşadası doğumlu olan Mahmut Esat Bozkurt, Millet Meclisi'nin ilk kuruluşundan (1920) tâ öldüğü tarihe (21 Aralık 1943) kadar hep milletvekili olarak kalmış. 

Aynı şekilde, 1922'den itibaren çeşitli bakanlıklarda bulunduktan sonra, 1925'in başından itibaren de Adâlet Bakanlığına getirilmiş. 

İşte, özellikle "hukuk reformu"nu yapmaya bu dönemde başlamış ve dolu dizgin gitmekte bir beis görmemiş. 

Bozkurt, bütün bu yaptıklarının arka planında Mustafa Kemal'in bulunduğunu ise, yine M. Kemal'in sahibi olduğu Hakimiyet–i Milliye isimli gazetede ifade ediyor. 

İşte, bu gazetenin 7 Şubat 1926 tarihli sayısında yayınlanan reformist Adliye Bakanı M. Esat Bozkur'tun kendi ifadeleri: 

"Cumhuriyet kànunlarında bir muvaffakiyet ve bir güzellik görülüyorsa, bu şahsıma değil, doğrudan doğruya Türk İhtilâlinin büyük lideri Gazi Mustafa Kemal Paşa Hazretlerine aittir. Büyük liderden aldığım maddî ve manevî feyz ve ilhamladır ki, bu kànunları hazırladım. 

“Memleketimizi sevenler, bizden olanlar, Türk inkılâbına iyilik dileyenler, namuslu insanlar, bu sert ceza kànununda kendilerine bir sığınma yeri bulacaklardır. Bu ceza kànunu, namuslu insanlar için dokunulmazlık belgesidir”. 

Son olarak, 1943 yılı sonlarında İstanbul'da beyin kanaması sebebiyle ölen Bozkurt'a ait olduğu bilinen "Cumhuriyet savcılığı" tâbiri hakkındaki izahına yer verelim. 

Bu hususta, "Neden başbakan, müsteşar, vali, vs... için değil de, sadece savcılar için 'cumhuriyet savcısı' tâbirini resmileştirdiniz?" diye soranlara şu cevabı veriyor: "Çünkü, öyle zaman olur ki, cumhuriyeti koruyup kollamak için başbakandan, bakandan, müsteşardan, validen, büyükelçiden bile hesap sormak gerekebilir. İşte o hesabı soracak olan Cumhuriyet Savcısıdır."
 
 
BÜYÜK HEYECAN
Raman Dağı’ndan petrol fışkırdı
 
Türkiye'nin en büyük petrol rezervine sahip olan Batman'ın 1300 metre rakımlı Raman Dağı bölgesinde yapılan sondaj çalışmaları netice verdi ve 22 Nisan 1940 tarihi itibariyle 1042 metre derinlikte petrol bulundu.

Maden Tetkik ve Arama Müdürlüğü tarafından sürdürülen çalışmalar neticesinde bulunan petrolün hem bol miktarda, hem de yüksek kalitede olması, ülke genelinde büyük bir sevinç ve heyecan dalgası uyandırdı.

* * *
Bu bölgede petrol bulunduğu ümidiyle, tâ 1934 yılından itibaren muhtelif noktalarda jeolojik etütler yapılmaktaydı.

Beş yıl kadar devam eden bu etütler neticesinde, 24 Temmuz 1939 tarihinde burada ilk sondaj çalışması yapıldı.

"Raman–1" adı verilen bu kuyunun derinliği 1042 metreye ulaştığında, ümit verici bir petrol damarı bulundu.

Bu dağda bulunan ham petrol, aynı zamanda Türkiye'nin ekonomik ve ticarî anlamdaki ilk petrolü olma özelliğini taşıyordu.

1052 metrede tamamlanan kuyudan düzenli ilk pompalama çalışmasına ise, 3 Haziran günü başlandı.

Bu kuyudan elde edilen ham petrolün günlük miktarı, yaklaşık 10 ton civarındaydı.

Petrol bulmanın sevinciyle faaliyetlerine hız veren TPAO, Raman Dağının muhtelif noktalarında sondajlama çalışmasına başladı.

Kısa sürede, petrol fışkıran onlarca kuyu açıldı.

İlk başlarda bir köy hüviyetinde olan Batman (İluh köyü), elde edilen petrol ve burada kurulan rafineri sayesinde hızla gelişti. (Batman, sırasıyla 1950'de bucak, 1957'de ilçe ve 1990'da da il oldu. 2000’li yıllarda nüfusu 300 bini aştığı tahmin ediliyor.)
* * *
Batman Rafinerisinin inşaatına 1948 Temmuzunda başlandı ve aynı yılın Kasım ayında 200 ton arıtma kapasiteli ilk üretime geçildi.

1951'de Garzan bölgesinde de petrol sahasının bulunmasıyla birlikte, Batman Rafinerisinin kapasitesi de genişletildi ve yıllık üretimi 330 bin tonu aşan modern bir rafineriye dönüştürüldü.

Batman il sınırları içinde bulunan Raman ve Garzan çevresi, Türkiye'nin en çok petrol üreten bölgesi olma özelliğine sahip.

Buradan elde edilen ham petrolün bir kısmı Batman Rafinerisinde arıtılırken, bir kısmı da boru hatlarıyla İskenderun Körfezine (Dörtyol) pompalanıyor. Buradan da, gemilerle (Kırıkkale'ye yine boruyla) Türkiye'nin başka merkezlerinde kurulmuş bulunan rafineri tesislerine gönderiliyor.
* * *
Raman ve Garzan bölgesinde elde edilen petrol, Türkiye genelinde elde edilen petrolün yaklaşık yüzde altmış–yetmişine tekabül ediyor. 

Bugün itibariyle, yüzlerce kuyudan yıllık milyonlarca varil petrol üretilmekte.

Petrolün net üretim miktarı sürekli olarak değişiyor. Zira, eski kuyuların bir kısmı kapanırken, bir taraftan da yeni yeni kuyular açılıyor.

Türkiye geneli için belirtilen rakamlara göre, yıllık üretim iki buçuk milyon ton civarında.
Bu miktar, ihtiyacın ancak yüzde 8–9 kadarını karşılamakta. Geri kalan büyük kısım ise, petrol üreten muhtelif ülkelerden ithal edilmekte.


Hiç yorum yok: