Neden medeniyet tasavvuru?
Cumartesi günü Kanal 24'te 'Kafa Dengi'ne denk geldim. Önemsediğim ve sevdiğim -Gökdemir İhsan, Tarık Tufan ve Selahattin Yusuf'tan oluşan- üç 'kafadar'ın, medeniyet meselesini işlerken sergiledikleri performans, bir hayli düşündürttü beni.
Bir şeyler söylemeye çalıştılar, medeniyet meselesi dışında güzel şeyler de söylediler ama sonuçta üç kafadarın medeniyet meselesini, ne yazık ki, tam olarak kavrayamadıklarını gözlemledim.
Gökdemir de, Tarık da bir şeyler söyleyecek gibi oldular; Selahattin'in ilk bakışta haklı gibi görünen sözleri medeniyet meselesinin, Kafa Dengi gibi Türkiye'de benzerleri pek olmayan bir programda güme gitmesine neden oldu.
Üstelik de Sezai Karakoç üzerinden konuşulmasına ve bendenize ait 'medeniyet tasavvuru' kavramlaştırmasının etrafında dolaşılmasına rağmen!
MEDENİYET BAHSİNDE KAFAMIZ KARIŞIK!
Medeniyet meselesinde kafamız çok karışık; bu kesin. Bu kafa karışıklığı, elbette ki, biraz da, medeniyet meselesinin bizatihî kendisinin karmaşıklığından kaynaklanıyor.
Medeniyet bahsinde, kimin kafası karışık değil ki? Ama asıl kafa karışıklığının kaynağı, çağ körleşmesine dönüşen, çağ'ın ağlarının ve bağlarının hem farkına varamayışımızdan, hem de dışına çıkamayışımızdan kaynaklanıyor; ki, bu iki yakıcı sorunu tespit edebilmiş bile değiliz henüz.
O yüzden medeniyet meselesini, -kitaplar demlenirken, yayımlanmadan önce- yeniden ele almak vacip oldu.
UYGARLIK, HADARİYE VE MEDENİYET
Öncelikle 'medeniyet' kavramıyla 'civilization'ın / sivilizasyon'un karşılığı olarak gördüğüm 'uygarlık' kavramı aynı şeyler değil.
Osmanlı münevveri, 'medeniyet' kavramını 'sivilizasyon'un karşılığı olarak üretti. Ama sivilizasyonun tam karşılığının 'medeniyet' değil, 'hadariye' olduğunu unutmayalım.
O hâlde soru şu: Osmanlı münevveri, 'sivilizasyon' karşılığı olarak 'hadariye'yi değil de 'medeniyet' kavramını üretti?
OSMANLI MÜNEVVERİ, NEDEN HADARİYE'Yİ DEĞİL DE, 'MEDENİYET'İ KULLANDI?
Bugün, Arap dünyasında 'medeniyet' kavramı değil, 'hadariye' kavramı kullanılır. Ama Osmanlı münevverânı, hadariye'ye itibar bile etmemişti.
Bunun nedeni şu: Hadariye kavramı, doğrudan kentleşmeyle ilgilidir. Modernliğin hayat hâline gelmesinin kaynağı sivilizasyonun motoru kentleşme süreci, genel anlamda, seküler alanların genişletilmesi, metafiziğin, fiziğe indirgenerek, yer'e, yeryüzüne düşürülerek buharlaştırılmasıdır.
Medeniyet kavramında da 'şehirleşme' anlamı vardır; ama medeniyet kavramında, hadariye kavramında olmayan çok daha esaslı bir hakikat gizlidir: Medeniyye kavramı, din ve medine sözcükleriyle etimolojik olarak da, semantik olarak da, tarihî olarak da aynı anlam haritasına aittir. Ama aynı şey, hadariye için sözkonusu değildir.
OSMANLI MÜNEVVERİNİN İSLÂMÎ VASAT'I / 'HABİTUS'U
Osmanlı münevveri, 'medeniyet' kavramını, iki temel gerekçeyle kullanmayı tercih etmiştir: Birincisi, Osmanlı münevverinin yaşadığı vasat / habitus, her şeye rağmen İslâmî anlam haritalarının hayatın her alanına sirayet ettiği, çeki düzen verdiği bir vasattır. Osmanlı münevveri, sivilizasyon kavramını çevirirken bu vasat'ın / habitus'ün filtresinden geçirerek aktarmıştır.
İkinci olarak, Almanların 'kültür' dediği şeyle, Fransızların 'uygarlık' dediği şey, az çok aynı şeydir: Modernliğin anlam dünyası.
Kültür kavramı, bizim entelijansiya tarafından her ne kadar 'lokalize' edilerek kullanılırsa da, bu Alman düşünce geleneğinde böyle değildir. Sivilizasyondan farklı olarak daha derûnî alanları ihata edecek şekilde kullanılır 'kültür' kavramı Alman düşünce geleneğinde. Özellikle de Husserl'le, Herder'le, Goethe'yle birlikte.
İşte Osmanlı münevveri, kuvvetle muhtemel, bu gerçeği DE az çok gözönünde bulundurarak, 'medeniyet' kavramını, hem 'sivilizasyon'u, hem de 'kültür'ü karşılayacak şekilde aktarmıştır. Bu konuda somut veriler yok elimizde.
Ama en önemli veri, Osmanlı'nın İslâmî bir vasat'ın / habitus'ün içinde yaşıyor olması, o pencereden dünyaya bakıyor olmasıdır. Bu da öyle yabana atılacak bir mesele değildir.
MEDENİYET MEYDAN OKUMAMIZ HENÜZ BAŞLAMADI!
Osmanlı münevveri'nin medeniyet kavramını tedavüle sokması, aslında modern Batı uygarlığının meydan okumasına cevap üretecek bir zemin inşası çabasıdır. Bu çabanın özellikle meşrutiyetlerde Cevdet Paşa'larla, Filibelilerle, Said Halim Paşalarla, Bediüzzaman'larla, Elmalılılarla vesaire zirve noktasına çıktığını görüyoruz.
Bu cevap üretme çabasından Osmanlı'da tam sonuç alınacakken, Osmanlı durduruldu.
Osmanlı bilfiil çöktü ama bilkuvve yaşıyor: Bunu da unutmayalım. Bu birikimin kendisini de, çapını da henüz kavrayabilmiş değiliz.
Osmanlı medeniyeti, esas itibariyle, geri çekildi; ama ortaya konan tecrübenin derinliği, zenginliği, inan-ı kâmil eksenli bir tecrübe olması, uygun zamanı, zemini bulduğunda yeniden ve yenilenerek bir meydan okumaya dönüşebileceğini gösteriyor bize. Bunu iliklerime kadar hissediyorum.
Bunun olmazsa olmaz şartı, nasıl bir çağın içine düştüğümüzü görebilmemizdir: Dolayısıyla gökkubbemizin neden çöktüğünü idrak edebilmemiz ve çağın bizi çağ körleşmesinin eşiğine fırlatan, algı kapılarımızı kapatan ağlarını yarabilmemiz, aşabilmemiz, bir de.
Yani ümmîleşebilmemiz. Zihnen, bedenen ve lisanen çağın ağlarından ve bağlarından arınabilmemiz: Çağı tanıyarak tanımadığımızı ilan edebilecek bir düzleme çıkabilmemiz…
ÜÇ PSİŞE BOZUKLUĞU: SAVUNMA, YENİLGİ VE YAMA/N/MA PSİKOLOJİLERİ
Medeniyet meselesinde de, İslâm'ın anlaşılmasında da, çağın kavranabilmesinde de bir mesafe katedebilmemizi engelleyen üç psişe bozukluğu var: Tanzimatla başlayan savunma psikolojisi, Cumhuriyet'le yerini yenilgi psikolojisine terketti.
Ve biz yenilmedik aslında. Yenildik dediğimiz andan itibaren yenildik.
Cumhuriyetin yerleşmesiyle birlikte, yenilgi psikolojisi, özellikle İslâmî çevrelerde, yerini, yamama / yamanma psikolojsine terketti.
Bu üç psikoloji de, bizim asıl sorunumuzun 'yer/sizlik' sorunu olduğunu, yersizleşme-yurtsuzlaşma sorunu olduğunu gözler önüne seriyor ama bu yakıcı ve yıkıcı gerçeği görebilecek gözlerimizin yerinde yeller esiyor, ne yazık ki.
ÇAĞSIZ ÇAĞRI'LARIN AĞ'I: DEMİR KAFES
Çağını kur/a/mayan bir çağrı'nın varlığından, yaşayabildiğinden ve varlığını sürdürebildiğinden sözedilebilir mi? Hele de yaşatabildiğinden, hayat bulabildiğinden, hayat olabildiğinden ve hayat sunabildiğinden peki?
Burada sorduğum soru, hayatî bir soru. Ama bu soru'nun da, bu soru'nun dikkat çektiği yakıcı sorun'un da farkında değiliz henüz.
Farkında değiliz, çünkü burada değiliz; bugün, burada değil. Dün, buradaydı, hayat bulabilmişti, hayatımız olabilmişti ve herkese hayat sunabiliyordu. Ama bugün, burada değil.
Burada değil; çünkü çağrı'mız ne hayat bulabilmiş, ne hayatımız olabilmiş, ne de hayat sunabilecek durumda. İyi de neden?
Şundan: Burada, adeta demir kafes'e hapsedilmiş vaziyetteyiz; bura'nın mahkûmlarını oynuyoruz; ama bununsa hiç farkında değiliz.
BİLDİĞİMİZ DEMİR KAFESLERE BENZEMİYOR!
Görünüşte buradayız, burada yaşıyoruz, burada nefes alıp veriyoruz. Ama gerçekte, çağrı'mızın çağ'ının sunduğu havayı solumuyoruz. Bir çağımız yok çünkü.
Çağrı'mız var diyoruz ama çağrımızın burada, bu dünyaya, bugüne hükmeden, şeklini veren çağ'ın ağlarının ve bağlarının içine, demir kafes'ine düştüğünü, hapsolduğunu, yutulduğunu göremiyoruz bile.
Dolayısıyla, demir kafes, aslında bizim yersiz-yurtsuz olduğumuzu, evsiz olduğumuzu, bizim yaptığımız, yaşadığımız, nefes alıp verebildiğimiz bir yerimizin ve hayatımızın olmadığını gösteriyor bize.
Paradoksal ve ürpertici nokta şu burada: Bütün dünya, bütün insanlık, tek bir çağ'ın çağrı'sının ağlarına hapsolmuş durumda. Tek bir çağ var artık: Tek bir çağrı. Bizi, bütün çağları, bütün çağrıları ağlarının içine alan, ağlarının içinde yutan, uyutan, öğüten ve tüketen devâsâ bir ağ'a dönüşen bir demir kafes bu.
Ama bu demir kafes, bildiğimiz demir kafeslere benzemiyor: Ayartıcı, ironi yüklü, baştan çıkarıcı. Estetize yöntemlerle her şeyi tüketici, bütün'ü parçalayarak insanları atomların (yani ertelenemeyen arzuların, fetişlerin, bencilliklerin ayartarak yok edici) dünyasına hapseden bir postmodern zamanlar kafesi bu.
Duyma, düşünme, yaşama ve varolma biçimlerimizi körleştiren, iptal eden, algı kapılarımızı kapatan, -iyi ile kötü, doğru ile yanlış, güzel ile çirkin arasındaki- mesafeyi ortadan kaldırarak bizi pornografik algı/sızlık biçimlerine mahkûm eden bir çağ körleşmesi ağı: Semantik intihar.
O hâlde, çağını kuramayan bir çağrı'nın varlığından ve bizi varebildiğinden sözedebilmek mümkün mü?
Soru şu: İyi de, bir çağrı, ayartıcı demir kafesin ağlarını nasıl kırılabilir ve kendi çağını nasıl 'kurabilir'?
İKİ TEMEL VAROLUŞ ALANI
Genelde bir din'in, bir düşünce sistemi'nin, bir medeniyetin, özelde ise, insanın hakikatle ve hayatla ilişkisini sürgit sürdürmesini sağlayacak iki temel varoluş alanı vardır: Dikey eksen ve yatay eksen. İç dünya ve dış dünya. Bâtın ve zâhir. Öz ve kabuk. Hakikat ve suret. Asıl ve usûl. Norm ve form. Etika ve estetika. 'Dil' ve üstdil. Birinci alan aslî, ikinci alan ise arızî'dir.
Aslî alan'ı oluşturan dikey eksen, iç dünya, bâtın, öz, hakikat, asıl, norm, etika ve 'dil' insanın bu dünyada yaptığı / yapacağı yolculuğunun ne/reye olduğunu gösteren temeller veya hayat kaynaklarıdır. Kısaca tenzîhî / aşkın düzlem'dir.
Arızî alan'ı oluşturan yatay eksen, dış dünya, kabuk, usûl, form, estetika ve üstdil ise yolculuğun NASIL yapılacağını gösteren yöntemler veya hayatiyet kaynaklarıdır. Kısaca teşbîhî / içkin düzlemdir.
Burada paradoksal gibi görünen hayatî mesele şu: Birinci / aslî alan, hakikat alanıdır. İkinci / arızî alan ise, tecellî alanıdır: Hakikatin hayat bulması, hayat olması ve hayat sunması, ancak bu ikinci alanda ve ikinci alanla gerçekleşebilir.
Fakat, ikinci alan'ın varoluşa gelebilmesi, birinci alan'la dolaylı değil doğrudan ve dolayısıyla doğurgan bir irtibat kurabilmesiyle mukayyettir.
Eğer estetik etik'le, form norm'la, usûl asıl'la irtibat kuramazsa, kuramıyorsa, estetiğin etiği, form'un norm'u, usûl'ün asıl'ı yutması önlenemez, mukadderdir.
Asıl, vahiydir; usûl ise Hz. Peygamberdir. Asıl, din'dir / İslâm'dır; Usûl ise, bizatihî Hz. Peygamber'in kendisi, yapıp ettikleri, yani medeniyetin kaynağı (biliş / akval / söz; oluş / ef'al; varoluş / ahvâl süreçlerinden oluşan) sünnet-i seniyye'dir.
SÜNNET-İ SENİYYE: MEDENİYET TAAVVURUNUN ÜÇ VAROLUŞ VE HAYATİYET ALANI
Burada sözünü ettiğim kurucu ilkelerin hayata ve harekete geçirilmesi, bulunduğumuz yerin belirlenebilmesine, terkedilebilmesine ve taze bir yerin inşa edilebilmesine bağlı: Ama önce zihnî bir arınma / ümmîleşme şart.
Bunun için de, Sünnet-i Seniyye'nin, yukarıda çok kısaca özetlemeye çalıştığım çerçevede bizi bir varış noktası, bir de kalkış noktası fikrine ulaştırmasına ihtiyacımız var. Medeniyet fikrinin üç sacayağını oluşturan Sünnet-i Seniyye olmadan bu fikre ulaşabilmemiz de çok mümkün değil.
Çağımız, formların norm hâline getirildiği, entelektüel merkezi'ni de, varoluş dinamiklerini de yitiren ve bizi ayartıya, estetize yok oluş biçimlerine mahkûm eden bir çağ.
İşte Sünnet-i Seniyye, hem biliş / epistemolojik / ilme'l-yakîn / Mekke / hakikatin hayat bulma / dalga kırma ve ilim sürecini; hem oluş / fenomenolojik / ayne'l-yakîn / Medine / hakikatin hayat olma / dalga kurma ve irfan sürecini, hem de varoluş / ontolojik / hakka'l-yakîn / Medeniyet / hakikatin hayat sunma sürecini AŞAMALI ve KATEGORİK olarak değil, EŞZAMANLI, ARDIŞIK ve bir BÜTÜN olarak harekete ve hayata geçirecek, bizi atomların / parçaların ayartıcı ve körleştirici 'pornografisinden' / algı kapılarımızı kapatmasından, o ayartıcı 'demir kafes'ten kurtaracak yegâne HAYATİYET / USUL kaynağımız.
Yerim kalmadı maalesef. Cuma günkü yazıda devam ederiz nasipse…
Yer/siz
Medeniyet meselesinde kafamızın ziyadesiyle karışık olduğunu söylemiştim. Bunun çeşitli nedenleri var. En öncelikli neden, içinde yaşadığımız çağ'ın bizi tek bir zeitgeist'a, yani tek bir duyma, düşünme, yaşama ve varolma biçimine mahkûm etmesi.
ÇAĞ KÖRLEŞMESİ, NE/RE/Yİ ÖRTÜYOR?
Çağ körleşmesi diye tarif ettiğim bu açmaz, bizi, semantik intiharın eşiğine fırlatıyor ve sadece Müslümanlar olarak değil, Batı dışındaki bütün insanlık olarak iki esaslı varoluşsal sorun üretiyor: Çağ'a mahkûmiyet ve kendi'nden mahrumiyet.
İnsanlık tarihinde yaşanmamış bir varoluş bunalımı bu. Bu bunalım, bizatihî Batı uygarlığının entelektüel temellerinin sorunlu olmasından kaynaklanıyor: Tanrı, insan ve kâinât'tan oluşan büyük varlık zincirini tepetaklak eden tek tecrübe olmasından.
Bu bunalım, Batı uygarlığının ürettiği çağın, dünya üzerinde hükümran olan tek ç/ağ olması nedeniyle başka medeniyetlerin hem varoluş alanlarını yok ediyor, hem de biliş, oluş ve varoluş biçimlerini.
Sonuçta, insanlık, çağa mahkûmiyet ve kendi'nden mahrumiyet gibi iki esaslı varoluş sorununa maruz kaldığı için Batı uygarlığının dışındaki medeniyetlerin çocuklarının ben-idraklerini, zaman idraklerini, tarih idraklerini de Batılı seküler-kapitalist algılama ve uygulama biçimleriyle tanınamaz hâle getirerek tarumar ediyor: Algı kapılarını kapatıyor, zihinlerini ve duyargalarını körleştiriyor.
PSİŞE BOZUKLUKLARININ MARİFETLERİ
Çağ körleşmesi, Müslüman toplumların hem İslâm algılarını, hem de dünya algılarını, hem Batı algılarını, hem de spesifik olarak da medeniyet algılarını 'yaralı bilinç'lerle, psişe bozukluklarıyla gerçekleştirmelerine yol açıyor.
Üç temel psişe bozukluğundan sözetmiştim: Osmanlı modernleşmesinde ortaya çıkan savunma psikolojisi, Cumhuriyet'le birlikte belirginleşen yenilgi psikolojisi, Cumhuriyet'in yerleşmesiyle birlikte ise, yamama / yamanma psikolojisi. Bunları biraz açmamız gerekiyor öncelikle.
Savunma psikolojisi, Müslümanlar, çağı da, kendi'lerini de tam olarak anlayamadıkları hâlde, İslâm'ın her şeyi açıklayabileceğini; Batı uygarlığının kurucu dinamikleri, akıl'ın, bilim'in, tarih'in, devlet'in, toplum'un, 'uygarlık'ın ve nihayet demokrasi'nin İslâm'la çelişmediğini, aksine, bütün bunların 'en mükemmel şekilde' zaten İslâm'da varolduğunu; modern Batı uygarlığının temellerini atan Rönesans'ın, Aydınlanma'nın kaynağının aslında İslâm olduğunu söyleminin merkezine oturtuyor.
Yenilgi psikolojisi, İslâm'ın / Müslümanların, 'geri kaldığını' varsayıyor ve modern Batı'yı, özellikle de bilimini tanıyamadığı ve takip edemediği için bir atılım gerçekleştiremediği hurafesini söyleminin merkezine yerleştiriyor; Müslümanların bir mesafe katedebilmeleri, 'geri kalmışlıklarını' yenebilmeleri için 'uygarlık mücadelesi' vermeleri gerektiğini vehmediyor.
İslâmî çevrelerin dışında gözlenen yenilgi psikolojisi ise daha berbat bir psişe bozukluğu: Onlara göre, İslâm, geri kalışımızın yegâne nedeni. Dolayısıyla İslâm'ın bu dünyaya söyleyeceği bir şey yok. Bu durumdaki bir insanın, öncelikle bir kendi sorunu, bir ben-idraki kaybı meselesi olduğunu kavrayamaması, bütünüyle aşağılık kompleksiyle malul olması ve yalnızca ithal kavramlarla, ithal bir dünyada yaşamaktan başka bir şey yapamadığını bile görememesi elbette ki kaçınılmaz.
Yamama / yamanma psikolojisi ise, Batı'dan gelen modernlik, liberalizm, sosyalizm, demokrasi, insan hakları, özgürlükler gibi kavramları ve söylemleri İslâm'a yamayarak, aslında, İslâm'ı Batılı söylemlere yamama işinden başka bir şey yapmıyor.
Müslüman toplumların medeniyet algılarını belirleyen 'dinamit', bu üç psikolojisi aslında. Bu üç psikolojiye zaman zaman bir de reaksiyoner bir psikolojinin eşlik ettiğini, hatta bastırdığını da gözlemliyoruz. Ancak reaksiyoner psikolojinin, zor zamanlarda, çok çabuk çarkederek yama/n/ma psikolojisine dönüştüğünü görebiliyoruz. Bugün İslâm dünyasındaki bütün radikal / reaksiyoner hareketlerin, 'demokrasi, insan hakları ve özgürlükler' söylemine kolaylıkla eklemlenmeleri bunun en bâriz göstergesi.
Bu psişe bozuklukları, aslında, Batı uygarlığını, tersinden, bizzat Müslümanlar eliyle, hem meşûlaştırmış, hem tartışılmaz kılmış, hem de yeniden üretmiş ve Batı uygarlığını özneleştirerek İslâm'ı nesneleştirmiş ve tanınamaz hâle getirmiş oluyor.
BURASI NE/RESİ, BİZ NE/RE/YE DÜŞERİZ?
Sonuçta, ortaya yakıcı ve yıkıcı bir sorun çıkıyor: Yersizlik, evsizlik sorunu bu. Nerede yaşadığını, yaşadığı yerin / çağın neresi olduğunu bilmeden ve belirlemeden bir yere gidilebileceği hamhayaline kapılınması çıkmaz sokağı yani.
Burası neresi ve biz neden buradayız? Sahi, biz, burada mıyız? Bugün, burada mı? Bugün, burada değilse, bizim burada olduğumuzu nasıl söyleyebiliriz? Eğer çağ, bizim çağrımızın kurduğu bir çağ değilse, bizim çağrımız ne/rede? Çağrımız burada değilse, bizim burada olduğumuz söylenebilir mi? Bu durumda, çağrı'mızın ve bizim, çağ'ın ağlarının pençesinde kıvrandığımızı bile göremeden ne/re/ye gidebileceğimizi ne/re/ye dayanarak iddia edebiliriz peki?
Peki bu çağ körleşmesi ve psişe bozukluklarıyla medeniyeti nasıl algılıyoruz acaba? Bu sorunun cevabını Pazar günkü yazıda tartışalım artık. Yerim kalmadı çünkü…
'Medeniyet', nasıl dinin yerine yerleşti?
Arap dünyasının fikir hayatını yakından takip ediyorum. Özellikle de son 6-7 yıldan bu yana.
Ürpertici bir yönelim gözlemledim: Tırnak içinde 'medeniyet' kavramı, Arap dünyasında neredeyse dinin yerini almış; din gitmiş, yerine, tırnak içinde 'medeniyet' gelmiş, yerleşmiş durumda.
ÇIKMAZ SOKAK
Soru şu: Din var mıydı ki, zaten; kalmış mıydı; yaşıyor muydu; hayattan uzaklaştırılmamış mıydı çoktan?
Oysa hayat aslâ boşluk kabul etmez. Din gitmişse, birileri gelir, hakîkî dinin yerine yeni sahte dinler icat eder.
'Medeniyet'in neredeyse din katına yükseltilmesi, sadece Arap dünyasıyla sınırlı kalmadı elbette. Türkiye'de de, İslâm dünyasının bütününde de, medeniyet, dinin yerini aldı.
FÜTÛHÂT-I MEDENİYYE YOLCULUĞU
Dikkat buyurulsun lütfen: Bu satırları, özelde Müslümanların, genelde insanlığın varoluş bunalımını ancak medeniyet fikriyle aşabileceğini söyleyen bir yazar olarak yazıyorum.
Bu durumu görünce ürktüm ve kendi açımdan iki önemli karar aldım: Birincisi, yazılarımda 'medeniyet' kavramını olabildiği ölçüde az kullanmaya başladım.
İkincisi de, Sezai Karakoç'un medeniyet fikri ve külliyatı hâriç, aslında mevcut medeniyet algılarının külliyen yanlış, yanıltıcı ve yanılsatıcı olduğunu bütün boyutlarıyla gördüğüm için sarsak, savruk ve sahte medeniyet fikirlerinin hepsini çöp sepetine atabilecek, dinin yeniden hayat bulmasını, hayat olmasını ve herkese hayat sunmasını sağlayacak, bir hayat kaynağı değil, hayatiyet kaynağı olarak Sünnet-i Seniyye'nin silbaştan bütün insanlık tecrübelerini anlamamı/zı sağlayacak şekilde okunmasında, idrak edilmesinde temellerini bulan, köksalan esaslı bir medeniyet tasavvurunun çerçevesini çizmeye, yollarını, güzergâhlarını belirlemeye, çatışını çatmaya yoğunlaştırdım kendimi.
Bunun için önce zaman kaybından başka bir şey olmadığını, üniversiteden bir 'halt' olmayacağını farkettiğim için, üniversiteyi terkettim. Ardından etrafımdaki arkadaşların, beni putlaştırmaya başladıklarını görünce dağıttım hepsini ve inzivaya çekildim; kendi 'mağarama'…
Arapça'yı hallettim. İbn Arabî'den ve Râzî'den iki kitap çevirdim. Ardından Kur'ân'dan bir hayli hıfz yaptım; hadis külliyatını devirdim; İslâm tefekkür tarihini, kurucu metinlerinden yolan çıkarak silbaştan ve bir bütün olarak yeniden çalıştım. Ve bu arada Latince, Grekçe, Almanca ve Fransızca öğrendim, okuduklarımı anlayabilecek kadar.
Ortaya cilt sayısı kabarık, adına 'Fütühât-ı Medeniyye: Sünnet-i Seniyye' dediğim bir proje çıktı. Bu çalışma tamamlandı; şimdi demleniyor. Zamanı gelince, nasipse, yayımlarım.
***
Bunları, şimdiye kadar yazmadım; zaman zaman hissettirdim ama yazmadım. Şimdi yazıyor olmamın nedeni, İslâm dünyasının bütününde tırnak içinde 'medeniyet'in din katına yükseltilmesine yönelteceğim eleştirilerin tabansız, yersiz olmadığını az biraz hissettirebilmek içindir.
Daha önemlisi de, 'medeniyet' adına yapılan bütün çalışmaların, aslında sivilizasyon / uygarlık algısına dayandığını, 'medeniyet'ten anlaşılan şeyin esas itibariyle Batı uygarlığının 'hayat-dünyası', zihin haritaları ve kodları olduğunu; dolayısıyla onca âyet, hadis ve İslâm düşüncesi külliyatı alıntısı yapılmasına rağmen İslâm'a yeniden hayatiyet kazandıracak sahici ve özgün bir medeniyet tasavvuruyla, zihin ve anlam dünyaları ve kodları bakımından neredeyse, hiçbir irtibatının, ilgisinin olmadığını hatırlatmak içindir.
'MEDENİYET'LE İNTİHAR!
Arap dünyasındaki yazarların, fikir erbabının medeniyetle ilgili yazdıkları kitapların hemen hemen hepsine ulaştım.
Vardığım sonuç çok net: Arap dünyasındaki entelijansiyanın 'medeniyet' meselesini mesele edinmesinin en temel nedeni, psişe bozuklukları yani.
Özetle şunu demek istiyorlar: 'Biz de medeniyiz; barbar, terörist filan değiliz. Hatta asıl medeniyetin kaynağı İslâm'dır. İslâm olmasaydı, Rönesans olmazdı. Biz olmasaydık 'siz' olmazdınız (!) Varlığınızı, düşüncenizi, biliminizi, aklınızı bize borçlusunuz!'
Ne demek bütün bunlar? Elbette ki, intihar etmek ve dolayısıyla Müslümanların / İslâm'ın bu dünyaya söyleyecek bir şeyi olmadığını söylemektir.
Zira eğer Batı uygarlığının temellerini Müslümanlar atmışsa, bu, hem batı uygarlığıyla bir sorunumuz yok, demektir; hem de bizim Müslümanlar olarak varlığımızın bir anlamının ve yerinin olmadığını tersinden ilan etmektir.
FELÂKET VE ÇIKIŞ YOLU
Müslümanların başına bundan büyük felâket gelmedi. Gelmedi; çünkü böylesine ürpertici bir çağ körleşmesi ve semantik intihar daha önce Müslümanların tarihinde görülmedi, görülemezdi de.
O hâlde bu çıkmazdan çıkışın yolu ne? Bunun yolu, Sünnet-i Seniyye'nin biliş/SÖZ/ilim; oluş / FİİL/ irfan ve varoluş / HAL / hikmet süreçlerinin yalnızca epistemolojik / bilgilenme olarak değil, ontolojik / ayne'l-yakîn ve hakka'l-yakîn olarak hem dine hayatiyet kazandıracak mekke, medine ve medeniyet süreçlerini hayata ve harekete geçirecek, hem de bütün insanlık tecrübelerini anlamlandırmamıza imkân tanıyabilecek vahiy eksenli sahici bir medeniyet tasavvuru geliştirmekten geçiyor.
Çağ fikri bitti, dünya çölleşti; insanlık nerede peki?
İnsan, ilk kez çağ fikrini yitirdi. Başka bir çağ yok artık; başka çağlar, bütün çağlar tarih oldu, yok oldu.
İçinde yaşadığımız çağ, bir canavar gibi, bir makina gibi, canavarlaşan bir makina gibi ya da makinalaşan bir canavar gibi bütün insanlık çağlarını yuttu, unuttu ve unutturdu.
Bütün insanlık çağları silindi, yersiz'leştirildi; bütün insanlık çağlarının ve çağrılarının üzerinden bir silindir gibi geçildi.
Yarım asır önce Claude Levi-Strauss, 'kurtarılması gereken kültürlerin çeşitliliğidir' diye haykırırken, aslında bu günleri görüyordu, demek ki.
Cins adam Nietzsche de, bir asır önce, 'çöl büyüyor' diye haykırırken, insanlığı tektipleştiren, düzleştiren, yokoluşun eşiğine sürükleyen çağın ağlarının ve pençelerinin ne denli barbarlaşabileceğine dikkat çekiyordu.
İNSAN, KENDİ DÜNYASINI DEĞİL, BAŞKALARININ DÜNYASINI YAŞIYOR!
İnsan, özünü ve sözünü, dilini ve gözünü, idrak kapılarını ve görme biçimlerini yitirdi: Kendini de, dünyayı da başkalarının gözüyle, gözlüğüyle görüyor: Ödünç gözlerle, ödünç perspektiflerle, ödünç kavramlarla yaşıyor ya da yaşadığını sanıyor.
O yüzden kendini ve kendi dünyasını, kendinde ve dünyasında yaşamıyor, başkalarını ve başkalarının dünyasında yaşıyor.
Ödünç ve dolayısıyla sahte hayatları yaşıyor ç/ağdaş insan: Başkalarının sırtından yaşıyor.
Başkası olarak yaşıyor kendini. Kendinde değil başkasında insan. Çağda değil, devâsâ bir ağ'da! Kendi yerinde değil, başkasının yerinde ve başkasının yerine yaşıyor.
Bunun en fazla kanıksadığımız ama en ürpertici örneği tarih algısı insanlığın: Bütün insanlık, tarihe, 'eski çağ', 'orta çağ' ve 'yeni çağ' olarak bakıyor artık: Batılıların dışındaki bütün medeniyetlerin çocukları kendilerini, kendi dünyalarını, kendi tarihlerini bile kendi perspektifleriyle, kendi değerleriyle, kendi metodolojileriyle, kendi ölçüleriyle değil, bizi ağlarına alan, çepeçevre kuşatan ve kendisine mahkûm eden bu çağın perspektifleriyle, değerleriyle, metodolojileriyle ve ölçüleriyle görüyor.
Dolayısıyla hiç bir şeyi göremiyor: Her şeyi görülemez, bilinemez ve tanınamaz hâle getirerek tarumar ediyor.
ÇAĞ FİKRİ BİTMİŞSE, İNSANLIK FİKRİ DE BİTMİŞ DEMEKTİR
Baktığı yerin ya da durduğu yerin, gördüğü şeyi belirlediğini, görme biçimlerini şekillendirdiğini nasıl da çabuk unuttu insan!
Diğer insanlık çağlarının, çabalarının ve çağrılarının bir anlamı yok artık. Tek bir çağ var çünkü. TEK bir çağ varsa, başka çağların anlamı, karşılığı, insanlığa kattıkları bir şey yoksa, bu durumda, aslında ÇAĞ fikri bitti, demektir.
Buysa ürpertici bir şeydir. Tek çağ'da insanlar ne kadar çağdaşlaşıyorlarsa, o kadar ağdaşlaşıyorlar, ölçülerini ve bakış açılarını kaybediyorlar, dolayısıyla köleleşiyorlar ve özgürlüklerini de yitiriyorlar; üstelik de kendi elleriyle bitiriyorlar, demektir.
Sonuç: Çağ'a mahkûmiyet ve kendi'nden mahrumiyet: Yani, insanın tastamam çağ körleşmesi ve semantik intihar yaşaması, başka çağrıların insanlarının kendilerine özgü yerlerini, duruşlarını, algılama biçimlerini, dillerini, konuşma yetilerini, bakış açılarını ve görme biçimlerini yitirmeleri.
Çağ fikrinin bitmesi, başka çağlarla ve çağrılarla ilişkinin, irtibatın yitmesi, aslında insanlık fikrinin bitmesi, demek.
İnsanın, bütün insanlığın tek bir ses'e, tek bir algılama biçimine, tek bir düşünme biçimine, tek bir varolma biçimine mahkûm olması yani.
Dolayısıyla, kültürel zenginliklerin, farklı algılama biçimlerinin, farklı ifade, duyma ve düşünme biçimlerinin yok olması, kısacası dünyanın çölleşmesi, kuraklaşması, tek bir zamana ve mekana kapatılması: Evsizleşmesi ve yersiz-yurtsuzlaşması özetle.
DARWİNYEN DÜNYA: BARBARLIĞIN İNSANLIĞI!
Nedir bu peki, biraz düşünelim üzerinde lütfen.
Bu, elbette ki, insanı sadece tek bir çağa hapsederek kendisine mahkûm eden çağın, tastamam ağa dönüşmesi, insanlık tecrübelerini hiçe sayması, sonuçta insanı hiçe sayması ve nihayetinde kendisinden başka hiçbir şeyi dikkate değer bulmayarak tastamam barbarlaşmasıdır.
Bu durumda net olarak söylenebilecek şey şu: Sadece kendisini gerçek kabul eden ve diğerlerini hiçe sayan çağın -ve insanının-, ne kadar çok çağdaşlaşırsa, o kadar çok ağlarını öreceği ve barbarlaşacağı gerçeğidir. Her şeyi kendinden ibaret göreceği, kendisi dışındaki hiçbir çağa, zamana, çağrıya değer vermeyeceği yakıcı ve yıkıcı, ürpertici ve tüketici hakikati.
Başka bir ifadeyle: Eğer bütün diğer insanlık çağları ve tecrübeleri anlamsızsa, anlamsızlaşabiliyorsa, anlamsız görülebiliyorsa, bu durumda, bizim içinde yaşadığımız çağ da, yarın, anlamsızlaşacak, anlamsız görülecek demektir bu.
Yani, bu çağ da, insanın bütün çabası da anlamsız, demektir. İnsanın yaşaması anlamsız demektir. İnsan, boşuna yaşıyor, boşuna çırpınıyor demektir. Sonuçta insanın da, yapıp ettiklerinin de bir anlamı, değeri, kadri kıymeti yok, demektir.
Dolayısıyla bütün yapıp ettiklerimiz anlamsızsa, bu durumda, hayata vahşî Darwinyen yasaların egemen olması kaçınılmaz, demektir. Hayatın, 'gücü gücüne yetene' ilkesi/zliği/nin vahşî, barbar (günümüzde kapitalistçe) nitelikler arzeden anlamsız bir şeye dönüşmesi yani.
ÇAĞ, BİR GREK TANRISI GİBİ SANKİ!
Çağımız, diğer zaman dilimleri gibi bir zaman dilimi değil artık.
Evet, çağımız bir dilim değil, dilimleyen: Bütün insanlık çağlarını lime lime ederek parçalayan ve bölen, belirleyen ve bitiren bir Grek tanrısı gibi sanki.
Bizim de dilim dilim edildiğimizi, lime lime parçalanıp, bölünüp, belirlendiğimizi ve bitirildiğimizi, sonuçta paçavraya çevrildiğimizi ne zaman görebileceğiz, merak ediyorum doğrusu.
'VİDA'LARI GEVŞETELİM BEYLER!
Çağ, her şeyi kendine endeksleyen, kendine bağlayan bir BÜTÜN. Bütün olarak görüyor çağ, kendisini; her şey olarak. BİR KENDİNDEN ÖNCE, BİR DE KENDİNDEN SONRA VAR ARTIK. YANİ SADECE KENDİSİ VAR. TEK ŞEY, TEK GERÇEK, TEK ZAMAN, TEK MEKAN O.
Bizse, bütün insanlık olarak, o bütün'e işlerlik kazandıran birer parça, bu bütün'ün çarklarını döndüren birer vidayız, yalnızca!
O hâlde, vidaları gevşetelim beyler! Vidaları gevşetmediğimiz, gevşetemediğimiz sürece, çağ, çarklarını döndürmeye devam edecek.
Tam bir ağa dönüşen bu çağın çarklarının durması, durdurulması, insanlığın kendine gelmesi, kendi çağrılarına, kendi çağlarına da nefes alıp verebilecek bir yer, bir alan açması gerekiyor çünkü.
Çağsız çağrılar, çağını kuracak yerden mahrum. Yerinden edilen çağrılar, yer'e, yerlerde sürünmeye, buraya, burada oraya buraya itilmeye mahkûm!
'KÂİNÂTIN BÜTÜN SESLERİNE AÇIK' BİR DÜNYANIN İNŞASI İÇİN…
Oysa insanlık başka çağlara, başka çağrılara da açık olabilmeli. Açılabilmeli. Başka çağların, başka çağrıların sesleri, renkleri, zenginlikleri insanlığın varoluş serüvenine kendince tatlar, boyutlar ve zenginlikler katabilmeli.
İnsan, ancak insan olduğunu, insanca bir dünyanın kurulmasına kendi çağının, kendi çağını kurabilen çağrısının da katkıda bulunabildiğini görebilmeli ki, insanın varlığının da, çabasının da bir değeri, kıymeti ve anlamı olduğunu, insanlığa katkı sunabildiğini görülebilsin.
İnsanlığın, insanlığını sürdürebilmesinin başka yolu yok çünkü, kâinâtın bütün seslerine, bütün renklerine, bütün duyarlıklarına duyargalarını açmaktan başka.
Hakikatin meyvelerini toprağa düşürebilmenin ve keşfedilmemiş kıtaları keşfe çıkabilmenin başka yolu yok, insana, insanın çabasına, bütün insanlık çağlarına ve çağrılarına saygı duymaktan ve pergelleri açmaktan başka.
Çölü vahaya dönüştürebilmenin yolu bu çünkü.
Mâzînin de, âtî'nin yegâne anahtarı: Medeniyet dili
Sivilizasyon / uygarlık anlamında 'medeniyet' algısının din yerine yerleştirilmesine yönelik eleştirilerimden ötürü, benim medeniyet fikri'ni terkettiğime dâir tuhaf bir algı oluşmuş bazı okuyucularda! Hayret doğrusu!
Yalnızca Müslümanların değil, insanlığın, -tarihte karşı karşıya kaldığı ama ayartıcı nitelikler kazandığı için farkına bile varamadığı ürpertici- varoluş bunalımını aşabilmesinin en temel yolunun, 'Tanrı', kâinât ve insan'dan oluşan büyük varlık zincirinde özetlenen BÜTÜNLÜK ve dolayısıyla HAKİKAT fikrini yeniden kazanabilmesini sağlayabilecek, köklerini vahiyde, tatbikatını Sünnet-i Seniyye'de bulacak iyi temellendirilmiş esaslı bir medeniyet tasavvuru ile mümkün olabileceğini düşünen biri olarak çarpık, savruk ve Batı'dan aşırma 'medeniyet' algılarının dinin yerine yerleştirilmesine açıkça dikkat çekmeme rağmen medeniyet fikrinden vazgeçtiğim sonucunu çıkarmak ancak çağ körleşmesinin ürünü algı körleşmesiyle malul olmakla açıklanabilir herhalde!
ÜÇ TEMEL ELEŞTİRİ
Oysa temelde eleştirdiğim iki sorun var/dı: Birincisi, 'medeniyet' algılarının büyük ölçüde modern Batı'nın entelektüel temellerini atan ve modernliği kuran sivilizasyon / uygarlık algısına dayandığına dikkat çekiyor ve bunu eleştiriyorum.
İkincisi de, Batılı sivilizasyon / uygarlık algısının sorgusuz sualsiz 'medeniyet' olarak algılanması ve bu Batılı 'medeniyet' algısının dinin yerine yerleştirilmesi sapmasını eleştiriyorum.
Sivilizasyonun / uygarlığın varoluş alanı buradan, bu dünyadan ve dolayısıyla tek / yatay düzlemden ibarettir. Dolayısıyla uygarlık, Marcuse'ün de uzun uzadıya tartıştığı ve gösterdiği gibi 'tek boyutlu bir insan, tek boyutlu bir toplum ve tek boyutlu bir dünya tasavvuruna' dayanır.
Oysa medeniyet yatay / dış ve dikey / iç düzlemlerin medcezirinden teşekkür eder. Dolayısıyla Batı, medeniyet değildir, uygarlıktır sadece.
Hâl böyle olunca da İslâm'ın hayatiyet kaynağı medeniyeti, uygarlıkla / sivilizasyonla aynı şeymiş gibi algılamak ve sunmak, yanlıştır ve bizi çıkmaz sokaklara götürür.
Tam bu noktada üçüncü bir eleştiriye daha ihtiyacımız var: 'Medeniyet' eleştirilerinin eleştirisine. Bu meseleyi sonraki yazıda konu edineceğim.
MEDENİYET DİLLERİNE HÂKİM OLMADAN MEDENİYET YOLCULUĞU YAPILAMAZ
Ancak önce, önceki yazıda çok dil öğrenme faslında söylediklerimi biraz açmamda yarar var.
Arapça ve İngilizcenin yanısıra Latince, Grekçe, Almanca ve Fransızcayı (fazla değil, fazlası zarar çünkü) sadece metinleri okuyacak kadar öğrenme ihtiyacı duymamı duyurmam, yadırganmış bazı okuyucularca.
Bu dilleri öğrenme ihtiyacımı iki açıdan kısaca açıklamaya çalışmıştım: Birincisi, üniversitenin bir işe yaramadığını, özgün bir düşüncenin üniversitede geliştirilebilmesinin, geliştirmek için çaba sarfettiğim vahiy eksenli ve Sünnet-i Seniyye'yle hayat bulan, hayat olan ve hayat sunan medeniyet fikrinin -yeniden hayata geçirilmesi sürecinde- kurucu sütunlarını oluşturan ilim, irfan ve hikmet yolculuğunun mevcut üniversitede olmayacak bir iş olduğunu -örnek olsun- diye göstermek içindi.
İkincisi de, hem hâkim, hem de çağı her bakımdan belirleyen uygarlık, Batı uygarlığı olduğu için, Batı uygarlığını bihakkın öğrenebilmenin en temel yolunun, Batı uygarlığını kuran klasik dilleri (Grekçe ile Latinceyi) ve sürdüren / geliştiren çağdaş dilleri (İngilizce, Almanca ve Fransızcayı) öğrenmekten geçtiği gerçeğinin altını çizme kaygısı güdüyor/du.
ALMANCANIN DERİNLİKLİ 'ZAMAN' YOLCULUĞU
Bir örnek üzerinden gidelim isterseniz… 'Zaman' fikrini yücelten, gelinen nokta itibariyle de, zaman fikrini yok eden bir uygarlıktan sözediyoruz. Bildiğimiz anlamda dar, daraltıcı ve zamanı mekâna hapseden bir 'zaman' kavramı, Almancada yoktur meselâ.
Alman dili, tıpkı Arapça gibi, tıpkı medeniyet dili özelliklerini koruyabildiği ölçüde Türkçe gibi, zaman kavramını ben'le, öz'le, iç dünya'yla, gönül'le, psişe'yle ilişkilendiren derinlikli bir dildir.
Meselâ Almancadaki 'zeit' anlamında kullanılan ''zaman kavramı, 'Eigenzeit' kavramının bir parçasını oluşturur. 'Eigen', 'ben'e / öz'e ait olan' demektir. 'Eigenzeit' ise, 'öz-zaman', 'ben'e ait zaman' anlamlarına gelir ve zaman'a mekân ötesi, akışkan, geçişken nitelikler ve yanısıra da 'değer' ve 'işlev' boyutları kazandırır.
Modern ve postmodern Batı düşüncesinin en derin kaynağını oluşturan Alman düşünce geleneğinde 'zaman' kavramının parçalanmaması, kontrol ve kolonize edilmesi kolay bir mekân / geçicilik kavramına endekslenmemesi, bizi, hem hiç tahmin edemeyeceğimiz yerlere götürebilir, hem de bize hiç de yabana atılmayacak keşifler yapma imkânı sunabilir, en azından Batı uygarlık tarihi açısından.
Almanların Batı düşüncesinin Kant, Hegel, Schopenhauer, Nietzsche, Husserl ve Heidegger gibi en derinlikli düşünürlerini çıkarmayı başarmış olmalarının sırrı, Almancanın derinlikli bir dil olmasında gizlidir aynı zamanda. Bu derinlikliliğin hem dili de vareden, hem de dilin de varolmasına katkı verdiği diğer kaynakları apayrı bir tartışma konusu elbette. Bunu geçiyorum o yüzden.
MEDENİYET DİLİ: HEM KURUCU, HEM DE KORUYUCU KAYNAK
Medeniyet dili, hem kurucu, hem de medeniyetin ruhunu ve dinamiklerini koruyucu ana dildir: Medeniyet dilini yitiren toplumların dillerini ve kendilerini koruyabilmeleri de, sahici ve özgün bir dünya, muazzez ve muhkem bir hayat, derinlikli ve zengin bir düşünce dünyası ve hayatı inşa edebilmeleri de hayaldir.
Mesela Türkçedeki 'yazar' sözcüğü, bir medeniyet dilinin ve ruhunun sekülerleştirilerek içinin nasıl boşaltıldığını, yerle bir edildiğini gösteren ilginç sözcüklerden biridir. Birazdan bu 'yazar' sözcüğü üzerinden etimolojik, semantik ve zihnî bir kazı yapacağım.
Yine Türkçede felsefe çevrelerinde ısrarla 'ruh' yerine kullanılan 'tin' sözcüğü, bizim neden düşünce üretemediğimizin -ve böyle gittiği sürece de üretemeyeceğimizin-, yalnızca başkalarının gölgeleri olarak yaşamaya mahkûm olduğumuzun, onların arkalarından tin tin ederek sürüklendiğimizin traji-komik bir göstergesidir.
'Ruh' kavramının düşünce dilinden atıldığı, yerine hiçbir derinliği, müzikalitesi, sesi ve nefesi olmayan ruhsuz, kupkuru bir 'tin' sözcüğünün zorla ikame edildiği bir ülkede hayat da, düşünce de, felsefe de güdük kalmaya ve gülünçleşmeye, kurumaya ve çölleşmeye mahkûm olmaktan kurtulamaz/dı elbette.
DİLİN SEKÜLERLEŞTİRİLMESİ: MEDENİYET DİLİNİN YOK EDİLMESİ
Türkçenin sorunu, kültürü ve hayatı olmayan, tarihî derinlikten ve psişe'den yoksun, temelsiz, uydurma, nevzuhûr, nesepsiz ya da neseb-i gayr-i sahih bir dil icat edilerek dilimizin, sekülerleştirilmesi ve böylelikle medeniyet dili özelliklerinin yok edilmesi, yani kurucu ve koruyucu, yaratıcı ve kanatlandırıcı ruhunun, temellerinin ve sütunlarının yok edilmesi sorunudur.
Dil, yaşayan ve yeni ufuklar açan bir medeniyetin, hayatın ve düşüncenin yalnızca vasıtası değildir; aynı zamanda vasat'ının ve hayat şartının da şifre ve anlam haritasıdır.
Bir medeniyeti, hayatı ve düşünceyi çökertmenin ve yok etmenin yolu, o medeniyetin dilini yok etmekten geçer. Bizim yaşadığımız felâket, medeniyet dilimizi kaybetmemizdir.
Dilini yitiren toplumlar, bırakınız dünyaya esaslı şeyler sunabilmeyi, konuşma ve varolma vasıtalarını ve vasatlarını da yitirdikleri için hem konuşamazlar, hem de dünyaya dişe dokunur özgün şeyler veremezler.
Özetle… Medeniyet dilini yitiren toplumlar, varlıklarını da, hayat-dünyalarını da, düşünme biçimlerini de, idrak yetilerini yitirmekten ve başka dillerin ve medeniyetlerin taklitçileri, figüranları ve hatta palyaçoları olmaktan kurtulamazlar.
OTORİTE KAYNAĞI TANRI OLARAK 'YAZAR' VE 'YÖNETMEN'
Neredeyse bütün Frenk dillerinde 'yazar' anlamında kullanılan ortak kelimelerden biri 'author'dür. İngilizcedeki 'writer', herhangi bir alanda otorite olmayan 'yazıcı'ya-'gazeteci'ye denir.
Latinceden gelen ve bütün Avrupa dillerine geçen 'author' anlamında 'yazar' kavramı, bir alanın otoritesi olacak kadar o alanın kitabını yazan ve derinleşen yazar demektir.
Fakat, 'author' sözcüğü büyük 'A' ile 'Author' olarak yazıldığında, 'Tanrı' / 'Yaratıcı' anlamına gelir. Bu kelimenin Latincedeki 'Yaratıcı, Tanrı, Lider, Efendi, Rab' anlamlarına gelen 'auctor' sözcüğünden türetildiğini, Fransızcaya da 'auteur' olarak geçtiğini, Fransız Yeni Dalga Sineması'nın, yönetmen figürünün, 'Tanrısal' konuma yerleşmesinden ötürü, 'auteur sineması' olarak adlandırıldığını da hatırlatmak zihin açıcı olabilir.
Yine aynı kelime kökünden türeyen 'otorite' / 'authority' (Latincesi: auctoritatem) kavramının da, Tanrı'nın bir niteliği olması oldukça anlamlıdır.
Batı uygarlığı tarihinin entelektüel yolculuğunu bilirseniz, 'yazar'ın Batı'da neden 'Tanrı'nın yerini, işlevini ve rolünü üstlenmek zorunda kaldığını da, bireyin neden bu kadar bencilleştiğini, insanların kolaylıkla putlaştırıldığını, hatta bireyselliğin neden bu kadar zıvanadan çıkabildiğini de çözersiniz.
Ya da tersi de doğru: Heidegger'in ifadesiyle, 'insanın her şeyin ölçüsü ve ölçütü olması'yla, Grekçedeki anlamıyla 'ilâhlaşması'yla (apotheosis) birlikte, insanın neden Tanrı'nın 'otorite'sini üstlenen bir varlık katına yüksel/til/diğini kavramanız kolaylaşır.
MEDENİYET DİLİNİ YİTİREN TOPLUMLAR DÜŞÜNEMELER, DÜŞERLER
Düşünce, dille üretilir: Medeniyet diliyle… Medeniyet dillerini yitiren toplumlar düşünemezler, düşerler sadece: Hem başkalarının peşine düşerler, hem de yere, sere serpe…
Hâsılı kelâm, medeniyet dilini yitiren toplumların, dinlerini, hayat-dünyalarını ve düşünme yetilerini de yitirmeleri kaçınılmazdır.
Özetle, Batı uygarlığının temellerini ve sorunlarını, yanısıra da, insanlığı neden varoluşsal bir bunalımın eşiğine sürüklediğini anlayabilmek için, Batı düşüncesinin klasik / kurucu ve çağdaş / koruyucu dillerini öğrenmek de, kendi medeniyet dilimizin ana kaynağı Kur'ân'ın dili Arapçayı öğrenmek de ve Türkçeyi yeniden medeniyet dili konumuna yükseltecek yorucu ama zorlu bir yolculuğa çıkmak da, esaslı bir medeniyet fikri geliştirmek için imal-i fikir'de bulunan bir kişi için zorunludur.
Bu nedenle, Arapça bilmeden, İslâm tefekkürünü kurucu kaynaklarından okumadan, İslâmî ilim, irfan ve hikmet ufuklarını ve yolculuklarını derinlemesine kavramadan sahici bir medeniyet fikri geliştirilemez.
'HİKMET'İ NASIL YİTİRDİK?
Mesela ilim kavramı da, irfan kavramı da, hikmet kavramı da, vahyin başlangıcından günümüze gelinceye kadar çok büyük değişim geçirmiştir.
Hele de hikmet kavramı, Grek düşüncesiyle karşılaşmamızdan itibaren Kur'ân'daki anlamından bütünüyle koparılarak inanılmaz bir semantik intihar yaşamıştır.
'Hikmet'in, Greklerin 'felsefe'lerinin karşılığı olarak terimleşmesi, Müslümanların ilâhî hikmetin önlerine açacağı ufukları yitirmelerine yol açmıştır.
Hikmet kavramının yaşadığı bu anlam daralması, anlam kaybı ve uğradığı semantik intiharın, Grek düşüncesine en köklü eleştirilerden birini yapan Gazâlî ve Râzî gibi düşünürler ve onların izinden gidenlerce de az çok aynen devam ettirilmesi ise fazlasıyla düşündürücüdür.
Oysa hikmet kavramı, Kur'ân'daki zenginliği, derinliği ve boyutları korunarak geliştirilmiş ve hikmet kavramı üzerinden amelî ve nazarî bir yolculuk başlatılmış olsaydı, bugün Müslümanlar olarak çok farklı yerlerde olabilirdik.
YİTİK HİKMETİN İZİNİ SÜRMEK…
Kur'ân'daki ve kısmen de olsa İslâm tefekkür, tefakkuh, tezekkür tarihindeki hikmet kavramı, aslında 'ilim' ve 'irfan' kavramlarını da ihata eden bir varoluş muhît'inin tesis ve temininde kurucu, önaçıcı ve tahmin bile edemeyeceğimiz zihin açıcı ufuklara taşıyabilirdi bizi.
Meselâ Müslüman düşünürler, bu kapsamlı ve çok boyutlu Kur'ânî hikmet mefhumunun, vahyî kaynağı ve bu kaynağın nebevî menbaı ve pınarı Sünnet-i Seniyye'nin akval / söz, efal / fiil süreçlerini hem ihata eden, hem de onları vareden ve onlar tarafından varedilen ahval / hâl sürecinin aynı anda vasat'ı ve vasıta'sı, enfüs'ü ve âfâkı, zâhir'i ve bâtın'ı, dış dünyası ve iç dünyası, hâl'i ve mahall'i olduğunu kavrayabilmiş olsalardı, kolay kolay çökmeyecek, çökertilemeyecek ve dışarıdan gelecek saldırılara karşı da muhkem direnç noktaları geliştirecek muhkem bir medeniyet gökkubbesi inşa etmeye muvaffak olabilirlerdi.
Sünnet-i Seniyye'yi, 'dil' kavramı ve medeniyet fikrinin geliştirilmesinde kurucu, koruyucu ve kanatlandırıcı rolleri üzerinden şöyle açıklayabiliriz bu bakımdan: Hakikatin, sünnet-i Seniyye'nin süreçleri açısından Mekke sürecinde ilim diliyle dile geldiği, Medine sürecinde irfan diliyle dil olduğu ve nihayet Mekke ve Medine süreçlerinin toplamının hikmet diliyle hâl hâline gelerek hayat sunduğu bir medeniyet gökkubbesi inşasının hakikate dönüştürülmesi yolculuğu…
Görüldüğü gibi, sadece 'hikmet' kavramının yaşadığı anlam kaymasının aslında düşüncemizi ve eylemimizi Sünnet-i Seniyye ekseninde inşa edebilmemize nasıl ket vurduğunu ancak medeniyetimizin kurucu dili / anadili Arapçayı, bütün bir tefekkür ve tatbikat tarihimizi kavrayabilmemiz ve sahici, nebevî bir medeniyet tasavvurunun temellerini yeniden atabilmemiz için öğrenmek ve Türkçeyi yeniden medeniyet dili hâline getirmek gibi zorlu bir mükellefiyetle karşı karşıyayız.
Zira medeniyet dili olmadan, derin köklere de inilemez, geleceğe dönük derinlikli ve verimli bir yolculuk da yapılamaz.
***
Sünnet-i Seniyye ve Fütûhât-ı Medeniyye Manifestosu
Uygarlık yani sivilizasyon, tek boyutludur: Yalnızca yatay düzlemde varolur. O yüzden sadece yüzeyle ilgilenir, her şeyi yüzeyselleştirerek düzleştirir. Ve bitirir.
Uygarlık, bura'yla ilgilidir: bura'yı ele geçirmekle; burada hüküm sürmekle. O yüzden uygarlık, hakikati bütün yönleriyle kavrama melekelerinden yoksundur; zira hakikat diye bir derdi yoktur: Daha ürperticisi de, yalnızca kendisini hakikat olarak görür uygarlık. Ve tanrılaştırır, bir Grek tanrısı gibi.
MEDENİYET VAREDİCİ, UYGARLIK YOKEDİCİDİR
Oysa bura, geçicidir: Burada olan her şey, gidici. Geçici ve gidici olanı, sanki kalıcı ve köksalıcı bir şeymiş gibi görmek, insanın algı melekelerini de, zihin melekelerini de, düşünme melekelerini de ayartmakla ve körleştirmekle sonuçlanır kaçınılmaz olarak.
Uygarlığın dünyası, yalnızca mülk âlemidir: O yüzden her şeye mâlik olmak, sahip olmak, kontrol ve kolonize etmek ister. Melik'leşir. Melekleşmekten ürker: Ürker çünkü melekleştiği zaman, kahpe feleğin, bütün mülklerini, güçlerini elinden alacağını, geçersiz kılacağını vehmeder.
Uygarlık, yok etmesini bilir yalnızca. Her şeyi yok eder. Medeniyet ise, her şeyi varedicidir: Her şeye ve herkese kendi olarak hayat bahşeder.
MEDENİYET'İN ÖZ'Ü HİKMET, UYGARLIĞIN ÖZÜ ŞİDDETTİR
Birbirine bakan ve birbirine akan mülk âlemi ile melekût âleminin birbiriyle buluşması, birbiriyle konuşması, birbirini olgunlaştırması yolculuğudur medeniyet.
Medeniyet, özü, özsuyu hikmet olduğu için, hakikatin izini sürer. Uygarlık ise, özü ontolojik şiddet olduğu için, hakikatin izini siler, kendisini hakikat ilan eder ve bunu da marifet zanneder!
Uygarlığın kendisini hakikat ilan etmesi, hakikatin ve hayatın bitirilmesinin bütün yapı taşlarını döşer birer birer.
MEDENİYETİN MÂNÂ HARİTALARI, SÜNNET-İ SENİYYE'DE ŞİFRELENMİŞTİR
Medeniyetin tohumları, peygamberler tarafından ekilir. Peygamberler, Rahman'ın rahmet elçileri olarak, insanlığa hakikat haberleri getirirler: Ve insanı olgunlaştıran, aşkınlaştıran, tabiatı yeşerten, kâinâtı bütün varlıklarla birleştiren, insanı dirilten ve hayata ruh üfleyen bir merhamet ve adalet, kardeşlik ve hakikat şarkısı bestelerler.
Medeniyet'in kaynağı, vahiy; kurucusu Hz. Peygamber; kurucu sütunları ise ilim, irfan ve hikmet menzilleridir. İlim, irfan ve hikmet menzilleri, medeniyetin Efendimiz'in (sav) şahsında ve yaşadığı dünyada hakikatin Mekke sürecinde hayat bulduğu, Medine sürecinde hayat olduğu, Mekke ve Medine süreçlerinin hasılası ve mahsûlü olarak medeniyet sürecinde herkese ve her şeye hayat sunduğu Sünnet-i Seniyye'nin güzergâhlarında yapılan bir 'fütûhât' / açılım yolculuğudur.
Medeniyet, ilâhî şiarların nebevî şuurla buluşması, nebevî şuurun, hakikatle yoğrulan insan tarafından beşerî bir şiire durdurulması yolculuğudur.
NEBEVÎ SOLUK ÇEKİLDİ, İNSANIN SESİ KESİLDİ
Ne zaman ki, dünyadan nebevî soluk çekildi, işte o zaman, insanın yokoluş bileti de, hakikat nefesi ve sesi de kesildi.
İnsanın yeniden insanca bir hayata kavuşabilmesi için, bu kez derinden, ta derinden nebevî rahmet, adalet ve hakikatin sesine kulak kesilmeye ihtiyacı var.
İnsanın, Nebevî sesin bize sesleneceği, bizi dirilteceği, herkese ruh üfleyeceği Efendimiz'in kendisinde, dolayısıyla Sünnet-i Seniyye'sinde özetlenen biliş / ilim, oluş / irfan ve varoluş / hikmet süreçlerinden oluşan bütünlüklü / kâmil insan hakikatine kavuşabilmesinin yegâne yolu, fütûhât-ı medeniyye yolcuğunda gizli çünkü.
FÜTÛHÂT-I MEDENİYYE MİNİ MANİFESTOSU
Nebevî hakikat medeniyeti yolculuğunun bidayeti ilim, ortası irfan, nihayeti ve nihâî gâyesi hikmet'tir.
O yüzden, Hakikat, hikmetle kâimdir; hikmetse, hakikatle dâim: Hakikat, hikmet'le kıyam eder, varolur; hikmet'se hakikatle devam eder, yol olur: Hakikat yolculuğunun yolu.
Hikmeti yitiren hayat, bayatlar, solar. Hakikati yitiren hayatsa, insanı yalnızca ağlarına bağlar, soldurur.
İlim, hakikatin SÖZ hâli'dir. İrfan, hakikatin 'GÖZ' / KALP GÖZÜ hâlidir. Hikmet'se hakikatin ÖZ hâli.
İlim, çağrı'dır: İlâhî çağrı. İrfan, çağ'dır: Nebevî çağ. Hikmet'se, çağlayandır: İlâhî çağrı'yla buluşan, nebevî çağ'la oluşan insanın, hakikati çağlayana dönüştürme çabası.
İlim, SÖZ'ü zenginleştirir. İrfan, 'GÖZ'ü derinleştirir. Hikmet'se, ÖZ'ü gürleştirir.
İlim, ribat'tır: Hakikate bağlanma. İrfan, irtibat'tır: Hakikatin bağlarını birbirine bağlama. Hikmet'se, râbıta'dır: Bağ kurma, çağ kurma, çağrı'yı gürül gürül akan, insanı yıkayıp arındıran bir çağlayan'a kavuşturma.
İlim, bakış'tır. İrfan, akış'tır. Hikmet'se varış.
Hâsıl-ı kelâm, ilim, hakikatin toprağa düşürülen tohumudur. İrfan, hakikat ağacının tomurcuklanmasıdır. Hikmetse, filizlenen, yeşeren, tomurcuklanan hakikat ağacının meyveye durması.
Teklifsiz tenkit ve 'öz'süz 'söz'le nereye böyle?
Eleştiriyi, matah bir şey sanıyoruz. Oysa çağ körleşmesinin biliş ve duyuş, oluş ve varoluş biçimlerimizi körleştirdiği bir zaman diliminde, eleştiri, eleştireni, eleştirdiği şeyin kafesine tıkayan bir işlev görüyor: Eleştirenin, eleştirdiği şeyi -tersinden- pekiştirmesine, eleştirdiği şeyin yerini ve gücünü muhkemleştirmesine yarıyor genellikle.
SİSTEMİN NEFES BORULARI: SİSTEM-KARŞITLARI
Sistem, varlığını karşıtlarına borçlu.
Dikkatli bir 'göz', sistemin varlığını, anti-sistemik hareketler ve söylemler üzerinden meşrulaştırdığını, pekiştirdiğini ve yeniden-üretmeyi başardığını görebilir.
Bu nedenle, 'en tehlikeli adamlar', aslında sistemi içeriden eleştiren Noam Chomsky gibi adamlardır: Çünkü bu adamlar, hem sistem karşıtlarının 'gaz'ını alıyor, hem de sisteme -tersinden- 'gaz' veriyorlar! Sistemin arızalarını tamir etmesine imkân tanıyarak, sistemin nefes borusu gibi bir iş ve işlev görüyorlar.
Bu açıdan, meselâ sözümona Amerika'yı eleştiren Holywood filmleriyle, sistemi eleştiren Chomsky'nin 'marifetleri' aynı şeye hizmet ediyor: Sistemin, aksayan yönlerini tamir etmesine ve 'tam gaz' yoluna devam etmesine…
KAPİTALİZM'İ, ANTİ-KAPİTALİST HAREKETLER AYAKTA TUTUYOR!
Bu nedenle, kapitalizmi ayakta tutanlar, anti-kapitalist hareketlerdir. Zira anti-kapitalist hareketlerin söylemleri, şımarık, şişkin ve pişkin 'kapitalist çocuk'u doğuran liberalizmin, hiçbir zaman gerçekleşmeyen, sadece retorik olarak dillendirilen ve daha önemlisi de yeni-sömürgeciliğin keşif kolu gibi iş ve işlev gören ayartıcı 'özgürlükler, haklar ve demokrasi' vaatleri üzerine kuruludur.
Yani anti-kapitalist hareketlerin söylemleri de aslında liberalizmin ilkelerine ve vaatlerine dayanır. Dolayısıyla anti-kapitalist hareketlerin talepleri, 'kapitalist çocuk'un şımarıklığına, şişkinliğine ve pişkinliğine çeki düzen verilmesinden ve uysallaştırılmasından öteye geçmez.
Sonuçta, anti-sistemik hareketler, sistemin biliş ve duyuş, oluş ve varoluş alanlarının dışına çıkamadıkları için, sistemin güçlenmesine, pekişmesine ve yeniden üretilmesine katkıda bulunmaktan başka bir şey yapamazlar.
Sisteme karşıt ya da sistemin alternatifi olduğunu söyleyen bütün söylemler, aslında sistemin içinde konuşlanırlar, sistemin içinden ve sistemin diliyle konuşurlar.
ELEŞTİRİ AMA NEREDEN VE NASIL?
Soru şu burada: Eleştiri yapmayacak mıyız, peki?
Tenkit yapacağız elbette. Ama tenkidi harekete geçiren bir teklifimiz varsa, tenkit bizi çağın ağlarına ve bağlarına düşmekten kurtarabilir.
Teklifsiz tenkit, kişiyi, tenkit ettiği yer'e kilitler, eleştirdiği şeyin cenderesine hapseder. Eğer bir teklifiniz varsa, tenkidiniz, önce bir dalga-kırma hareketine dönüşür; sonra da, dalga-kurma hareketine.
Sonuç: Sistemin ve sistemin vareden söylemlerin dışına çıkılmadan yapılacak bütün anti-sistemik veya sistem-karşıtı hareketler, sistemin gerçek anlamda 'alternatifi' olamazlar. Sistemin ve söyleminin tersinden nefes borusu olurlar sadece. O hâlde, bu dünyaya söyleyeceğiniz bir söz varsa, bir teklifiniz varsa, sistemin / çağ'ın ağlarının dışına açılabilme imkânınız da var demektir.
VAHYİN RENGİNE BOYANAN BİR 'ÖZ' VE 'SÖZ' ARAYIŞI…
Hz. Peygamber (sav), gönderildiği toplumun / çağın tam ortasında nefes alıp vermişti. Şahit, mübeşşir ve nezîr sıfatlarının gereğini yerini getirmişti.
Efendimiz'in (sav) izlediği bu yol, ümmîleşme yoluydu. Yani, toplumdan / çağdan kaçmadan, aksine çağı tanıyarak, çağına tanıklık ederek, çağı da, çağın çağrılarını da tanımadığını ilan etme, ondan sonra, insanları hakikate davet etme yolculuğu…
O yüzden Mekke sürecinde dalga-kırmış,Medine sürecinde herkese hayat bahşeden birdalga kurmuştu. Çağrı'sı çağlar aşacak nebevî bir çağın temellerini atmış, bütün insanlığa, her zaman keşfedilmeyi bekleyen bir çağlayanarmağan etmişti.
Efendimiz'in bir teklifi vardı: Teklifini bizzat kendinde hayat hâline getirmiş ve bu nedenle başkalarına da hayat bahşedecek, vahyin rengine boyanan bir 'kendi / öz' ve 'yer / söz' 'inşa' etmişti. Peki, bizim vahyin rengine boyanan bir 'kendi'miz / 'öz'ümüz ve çağrısı çağını kuracak bir 'yer'imiz / 'söz'ümüz var mı?
Farkımızı farketmeden, farkımızı farketmek için fırak ateşiyle yanmadan, dolayısıyla bir oluş, varoluş ve fikir çilesine soyunmadan, özümüze ve sözümüze kavuşabilmemiz, sistemin / çağın 'öz'ünün / ağlarının ve 'söz'ünün / bağlarının dışına çıkabilmemiz mümkün mü?
Modern siyasî teoloji, 'medeniyet' algıları ve eleştirileri
Meselenin püf noktası şu: Türkiye'de de, İslâm dünyasında da, hatta dünyada da geliştirilen sözümona 'medeniyet' fikirlerinin de, 'medeniyet' eleştirilerinin de kaynağı Batı'dır.
Yani iki söylem de, tastamam çağ körleşmesinin ürünüdür; dolayısıyla çağ'a mahkûmiyet'in ve kendi'nden mahrumiyet'in bu iki söylemin sahiplerini sürüklediği çıkmaz sokaklardır.
Başka bir deyişle, bu iki söylem de muhkem dayanaklardan yoksundur: Dayanak'sız olduğu için de dayanıksız'dır.
REAKSİYONERLİK OLARAK MODERNLİK
Sanki birbirine zıtmış gibi görünen bu iki yaklaşımın zihin yapısı da, zihninin işleyiş biçimi de, hayatta eyleme geçiş biçimi de aynıdır: Reaksiyonerlik.
Oysa reaksiyonerlik, aslında modernliğin hem kendisidir, hem de bütün insanlığı, bütün insanlığın çağrılarını, eşiğine sürüklediği bir çölleşme biçimi.
Modernlik, evsizleşme ve unutma hâlidir. Dolayısıyla her şeyi yerinden etme, yersizleştirme eylemi: Ontolojik şiddet yani.
O yüzden modern insan, hem Tanrı'yı unutmuş, hem de Tanrı fikrini yitirmiştir. Hem hakikati unutmuş, hem de hakikat fikrini yitirmiştir. Tanrı'nın yerine sahte tanrılar, hakikatin yerine ise sahte 'hakikat'ler icat etmiştir.
İşte bu nedenledir ki, bütün medeniyetlerin, dinlerin, düşünme biçimlerinin kökünü kazımış ya da kurutmuş, kendilerine özgü idrak biçimlerini yok etmiş ve idrak kapılarını kapatmıştır modernlik.
Bütün bunların sonucu olarak da, modernlik, kendisi dışındaki bütün dinlerin, medeniyetlerin, düşünce sistemlerinin ve düşünme biçimlerinin evsizleşmesine, unutulmasına, anlamsızlaşmasına, bize bir şey söyleme imkânlarının yok edilmesine, kısacası yersizleşmelerine ve değersizleşmelerine yol açmıştır.
ASİMİLASYONLA ELİMİNASYON ARASINDA
Modernlik, varlığını ve hâkimiyetini iki tür ontolojik şiddet üzerinden üretir: Önce asimilasyon, sonra da eliminasyon.
Asimilasyon, eritme, kendine benzetmedir. Eliminasyon da, eritilmeye, kendine benzetilmeye direnenlerin yok edilmesi.
Modern Batı uygarlığının dünya üzerinde hâkimiyet kurmasını sağlayan iki temel itici güç budur.
UYGARLAŞMA, NEDEN BARBARLAŞMADIR?
Ancak burada dikkat edilmesi gereken nokta şu: Bu iki temel itici güç, sonuçtur; neden ya da kurucu temel değil.
O hâlde bu iki sonucu doğuran asıl kurucu temel nedir?
Form'un norm hâline getirilmesidir.
Cins adam Walter Benjamin, 'her uygarlaşma biçimi, aslında bir barbarlaşma biçimini / belgesini de içerir' demişti. Bu yakıcı gerçek, bütün formların toplamı uygarlığın / sivilizasyonun, tek norm hâline getirilmesinin sonucudur.
FORM'LARIN, NORM HÂLİNE GETİRİLMESİ VE HAYATIN BİTİRİLMESİ
Hakikatin ve hayatın kaynağı, norm'lardır. Her norm, kendi form'larını geliştirdiği, geliştirebildiği ölçüde varlığını sürdürebilir ve insan/lığ/a hayat sunabilir.
Norm'lardan yoksun bir hayat, formlara mahkûm ruhsuz bir hayattır; bayattır yani.
O hâlde soru şu: Modernliğin, formları norm hâline getirmesinin nedeni nedir?
'İyi, doğru, güzel' fikirlerinin kaynağı norm'ların, beşer icadı olması, form'laştırılması ve bu formların mutlaklaştırılmasıdır.
İnsan, norm geliştiremez. Norm koyamaz insan.
İnsan, norm koymaya kalkıştığı zaman kendini de bitirir, hayatı da.
İnsanın yapabileceği tek şey, normların hayat sunacağı ve hayat bulacağı formlar geliştirmektir. Normları açmak, vuzûha kavuşturabilmektir.
HAKİKATİN İZİNİ SİLMEK Mİ, İZİNİ SÜRMEK Mİ?
Batı'da norm-form arasında yaşanan bu gerilimi kendi medeniyet dilimizle ifade ettiğimizde mesele daha bir sarahat kazanabilir.
Hayat, hakikat ve sûret'lerden oluşur. İnsan, hakikati tam olarak idrak edemez. Yalnızca hakikatin izdüşümlerini, görünümlerini, dış yüzünü idrak edebilir ve hakikatin izdüşümlerinden hakikatin kendisine, içyüzüne, özüne doğru yolculuk yapabilir.
İnsan, sûretleri, yani hakikatin görünümlerini, hakikatin kendisi olarak görmeye başladığı zaman, görme / idrak yetilerini yitirir. Sûretleri / formları, hakikat olarak konumlandırdığı andan itibaren suratsızlaşır, azmanlaşır, kontrolden çıkar; ontolojik şiddete başvurmaktan kaçınamaz.
İnsan, hakikatin izini süren bir varlıktır. Daha doğrusu öyle yaratılmıştır insan.
Sûretleri / formları, hakikat katına yükselten insan, hakikatin izini süremez, yalnızca hakikatin izini siler. Bu durum, insanın, hakikatin izini sürme yolculuklarının önünü tıkamasıyla da sonuçlanır kaçınılmaz olarak.
MODERNLİK, VARLIĞINI GELİŞTİRDİĞİ SİYASÎ TEOLOJİ'YE BORÇLU
Modernliğin, kendisi dışındaki dinlerin, medeniyetlerin ve düşünme biçimlerinin hakikatlerini önce iğfal, sonra da iptal etmesinin nedeni, bir form olan siyaseti putlaştırması ve bütün insanlığı siyasetin vesayetine girdirmesidir.
Başka bir deyişle, modernlik, varlığını ve hükümranlığını, geliştirdiği siyasî teolojiye borçludur: Modernliğin siyasî teolojisi, siyaseti yani güç elde etme ve her şey üzerinde iktidar kurma çabasını putlaştırmayı esas alır.
Modernliğin Tanrı ve hakikat fikrini yitirmesi, ontolojik güvensizlik duygusu (yön ve anlam kaybı) sorununun zuhûr etmesine yol açmıştı.
İşte modernliğin geliştirdiği siyasî ilâhiyat, bu ontolojik güvensizlik duygusunu aşabilmek için, bütün güç üreten formların (bilimin, sanatın ve bilumum araçların) putlaştırılmasıyla (dolayısıyla epistemolojik güvenlik alanlarının ve hâkimiyet kurma biçimlerinin pekişmesiyle) sonuçlandı.
Sonuçta, modernlik, her şeyi yerinden eden seküler bir siyasî teoloji vaz'etti. Herkesi, bütün insanlığı da bu seküler siyasî teolojiye hem mahkûm etti, hem de boyun eğdirdi.
İşte genelde İslâm dünyasındaki, özelde ise Türkiye'deki 'medeniyet' fikirlerinin kaynağı da, 'medeniyet' eleştirilerinin dayanağı da, modernliğin formları / araçları, norm / amaç hâline getirmesine, insanlığı yalnızca güç ve iktidar çabası içine sürüklenen bir makinaya dönüştürmesine yol açan, yersiz-yurtsuzlaştırıcı bu seküler / modern siyasî teolojidir.
MODERN SELEFÎLİKLER, SELEFSİZLİK BİÇİMLERİDİR
'Medeniyet' fikrinden anladığımız şey, yalnızca güç üreten formları ele geçirme, böylelikle bizim de 'ileri' Batılılardan 'geri kalır' bir yanımızın olmadığını ispat etme savunma, yenilgi ve yama/n/ma psikolojilerini üreten modernliğin ürünü ve çocuğu reaksiyonerlik biçimleridir.
Reaksiyonerlik biçimleri, aslında, modern selefîliklerdir. Sadece İslâm dünyasındaki reaksiyonerlik biçimlerinden değil, bütün reaksiyonerlik biçimlerinden sözediyorum burada.
Başka bir deyişle, bütün çağdaş selefîlikler, moderndir, modernliğin ürünüdür; modern zihin kalıplarına sahiptir.
Bu nedenle, modern selefîlikler, gerçekte selefsizdir: Tâbiîn, tebe-i tabiîn, etbeü't-tâbiîn olan İslâm -düşünce- tarihindeki hakîkî selefîliğin aksine, modern selefîlikler köksüz, tarihsiz ve hafızasızdır.
Dolayısıyla modern selefîlikler, modernliğin içinde konuşlanan ve modernliğin içinden konuşan modernliği doğuran modern siyasî teoloji'nin güç devşirme, iktidarı ele geçirme seküler kaygısını temel kaygı hâline getiren yersizlik-yurtsuzluk biçimleri, zamanını şaşırma hâlleri, çağrısı çağını kuramayan ağ mahall'eridir.
İslâm dünyasında adına yanlış bir şekilde 'çağdaş İslâm düşüncesi' denen görünüşte Selefîlik karşıtı görünen entelektüel eğilimlerin dölyatağı, aslında tersinden de olsa işte bu modern / köksüz, selefsiz selefîlik biçimleridir.
Modern Selefîlik biçimlerinin bir ucunu oluşturan 'tûrâs / miras' hareketi ve söyleminin, bize çoktan aşılan modern, aydınlanmacı akıl projesini 'çağdaş İslâm düşüncesi' diye sunması da, bir başka ucunu oluşturan modern selefîliklerin, görünüşte modernliğe karşıymış görünmesine rağmen çağrısının çağını kuramadığını, çağın çağrısı'nın içinden konuştuğunu, dolayısıyla yersiz-yurtsuzlaştığını göremeyecek kadar selefsiz ve köksüz olduğu için tersinden modernliği üretmekten, pekiştirmekten başka bir şey sunamadığını da farkedemeyecek kadar zihnî arınmışlıktan ve ümmîleşme idrakinden uzaktır.
'MEDENİYET' ELEŞTİRİLERİNİN ÜÇ KAYNAĞI: KİLİSE, MARKSİZM VE TEOSOFİ
İşte İslâm dünyasında ve Türkiye'de geliştirilen 'medeniyet' fikirlerinin de, 'medeniyet' eleştirilerinin de, henüz göremediğimiz zihnî arkaplanı budur; selefsizleşme anlamında modern selefîliklerdir.
Bu nedenle, 'medeniyet' fikirleri de, 'medeniyet' eleştirileri de aslında Batı'da geliştirilen 'uygarlık' fikirlerinin -yani modernliğin ve modernlik- eleştirilerinin buralara aktarılmasından ibarettir.
Ancak esaslı bir ümmîleşme, zihnî arınma ve hicret yaşayamadığımız için, bu yakıcı ve yıkıcı gerçeği görebilecek zihnî bir yetkinliğe ulaşabilmiş değiliz henüz.
Batı'da geliştirilen uygarlık eleştirilerinin başlıca üç temel kaynağı var: Birincisi, kilise çevrelerdir.
Kilise çevreleri, modern siyasî teolojinin zihin kalıbına bürünmüştür ve bir zamanlar, Avrupa'nın otorite, hememonya ve meşrûiyet kaynağı olan Kilise'nin bu gücünü yitirmesine yol açan modern Batı uygarlığına karşı külliyatlı bir eleştiri literatürü ortaya koymuştur.
İkinci kaynak, Marksistlerdir. Bunlar da, modern uygarlığın kapitalist uygulamalarına yönelik eleştiriler geliştirmişlerdir.
Üçüncü kaynak ise, teosofik kaynaktır: Bunlar da esas itibariyle kökleri Batı'da yeşeren, modern bir kategori olarak gelenek fikri üzerinden işleyen, varlığını modern siyasî teolojinin aşırılıklarına borçlu olan söylemlerdir.
Belki burada bir dördüncü kaynaktan da sözetmek gerekir: Almanların Spengler'de tam ifadesini bulan ve Fransızların 'uygarlık / sivilizasyon' kavramlarının egemenliğini kırmak için geliştirilen ve 'uygarlık'ın yerine 'kültür' kavramını yerleştirmeyi hedefleyen 'milliyetçi'lik (Alman-Fransız) rekabetinin ürünü olan eleştiriler…
Hâsıl-ı kelâm, Müslümanların, kendilerine özgü, kaynağını vahiyden alan, sahici bir medeniyet fikirleri veya mefkûreleri yoktur.
'Medeniyet' fikirlerinin de, eleştirilerinin de kaynağı Batı'dır ve iki söylemin buluştuğu yer de, reaksiyoner hâlet-i ruhiyedir.
Oysa reaksiyonerlik bir aksiyon hâli değil, başkalarının geliştirdiği aksiyonun içinde/n üretilen bir yersizleşme, yurtsuzlaşma, zamanını / çağını şaşırma; başkalarının zamanlarının ve çağlarının ürettiği devâsâ ağın içinde/n konuşma çabalamasıdır.
Sözün özü: Zihnî bir arınma ya da hicret diye tarif ettiğim ümmîleşme sürecine giremediğimiz sürece, başka bir deyişle, çağrımızın çağını kurmasını sağlayabilecek bir yere kavuşamadığımız, her şeye oradan bakamadığımız, dolayısıyla çağın çağrısına mahkûm olmaktan da, doğrudan veya dolaylı olarak çağın çağrısının dilinin, bakış açılarının içinden konuşmaktan da kurtulamayacağımızı göremediğimiz sürece, geliştireceğimiz 'medeniyet' fikirleri de, 'medeniyet' eleştirileri de Batı uygarlığını meşrulaştırmaktan ve Batı hâkimiyetini pekiştirmekten başka bir işe yaramayacaktır.
son
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder