16 Nisan 2013 Salı

28 Şubat, Özal’ın ölümüyle başladı/ MUHSİN ÖZTÜRK


28 Şubat, Özal’ın ölümüyle başladı

28 Mayıs 2012 / MUHSİN ÖZTÜRK
‘Kampüste tek başına kalma' pahasına askerî vesayete karşı koymayı vicdani bir sorumluluk gören akademisyen, yıllar sonra olay yerine dönerken, ‘Beni o deftere kim kaydetti?' diye soruyor. Prof. Mustafa Erdoğan, 28 Şubat'ın hikâyeleri ortalığa dökülmüşken müdahil olmaya hazırlanıyor.
Anayasa profesörü Mustafa Erdoğan, her ne kadar bugünlerde popüler gündemin bilinen yüzü değilse de 28 Şubat'ın en sert geçtiği yıllarda ‘anayasacı' kimliğiyle yel değirmenlerine savaş açan Don Kişot gibiydi. Hakkında peş peşe açılan davalar, yazı ve konuşmalarından duyulan rahatsızlığın boyutunu gösteriyordu. “Baskı ve davalarla rehin alındık.” diyor o günler için ve şimdi 28 Şubat soruşturmasına müdahil olmaya hazırlanıyor. Erdoğan'ın 90'lı yıllarla ilgili o vakitler yaptığı analizlerin yerindeliği, söz gelimi Ahmet Necdet Sezer'in cumhurbaşkanlığı adaylığı konusunda uyarılarının perde arkası ve ‘sol'un zorunlu devletçiliğinin kökleri, söyleşiye dâhildi.
    -28 Şubat soruşturması asker ağırlıklı gidiyor. Sivillere uzanıp uzanmayacağı merak ediliyor. Siz ne dersiniz?
    Meseleye, nereye kadar uzanacağı değil, yargılamanın adil ve hakkaniyete uygun yapılıp yapılmadığı açısından bakmak lazım. 28 Şubat dönemini yargılıyoruz havası, vaktiyle bize “yan bakmış” olan herkesle bir tür hesaplaşma fırsatı olarak algılanırsa bu yanlış olur tabiatıyla. Bir olgu, sanki böyle bir kaygıya gerek yokmuş gibi gösteriyor. Başbakan, soruşturmanın dalga dalga gelmesinden rahatsızlığını dile getirdi. Yani sürecin arkasında her ne kadar siyasi irade varsa da bu, yargının inisiyatifinde ve yargı tarafından yürütülen bir süreç. Bu, bir bakıma güvence olarak görülebilir, yargının bu tür davalarda bazen ölçüyü kaçırdığı gerçek olsa bile…

    -Darbe soruşturmaları sivillere uzandığında muhalefetin bastırılması şeklinde bir algı oluyor. Bu, işi zorlaştırmıyor mu?
    Tanımladığınız kategoriye girebileceklerin hepsini hukuki olarak darbeci diye tanımlamak mümkün olmayabilir. Ama biz bunlara demokrasi ahlakı bakımdan “darbeci” diyebiliriz yine de. Mahkemeler açısından bir zorluk var. Hukuk tekniği açısından, bu tür süreçlerde yanlış pozisyon almış olanların hepsini yasanın tanımladığı anlamda o suçu işlemiş failler olarak görmek kolay değil. Ayrıca bu, yargının işi. Gerçekten darbeyi bilinçli olarak ve örgütlü bir şekilde, bu sonucu öngörecek şekilde kurgulayanlar içerisinde sadece askerlerin değil, sivillerin de yer aldığı ispatlanabilirse dava hâliyle onlara da uzanacaktır. Gazeteciler, iş dünyası vs… 28 Şubat sürecinde, bir yazımda onlara ‘memurlar topluluğu' dediğim için hakkımda dava açılan “Başbakanlık Takip Kurulu” var mesela önemli bir görev üstelenen…
    -Önce haber çıkıyor, sonra dava açılıyor, sonra içinde bulunduğunuz kurumda disiplin kovuşturması… Bir plan dâhilinde miydi bunlar?
    Ekim 98'de Konya'da bir panelde, Cumhuriyet'in 75. yılı münasebetiyle epeyce palavraların sıkıldığı bir dönemde, “Cumhursuz Cumhuriyet” diye bir konuşma yaptım. Cumhuriyetin gerçekte ne anlama geldiğini, Türkiye'nin cumhuriyet pratiğinin bununla pek uyuşmadığını anlattım. O paneli Radikal, “Cumhuriyet düşmanlığı” başlığıyla haberleştirdi, ardından dava açıldı. Haber bir tür suç ihbarı gibi olmuştu.
    -Tam da bahsettiğim buydu. Peki, bu olayda 28 Şubat'ın izini nasıl sürebiliriz?
    Bu haberin, o dönemde askerî vesayete muhalefet edenleri aşağılamak, kamuoyunun gözünde küçük düşürmek için yapılan genel bir planın parçası olduğu ispatlanabilirse o zaman suç olduğunu söyleyebiliriz. Ama yoksa yanlış bir gazeteciliktir. Bu konularda yargının işi o kadar kolay değil anlayacağınız.
    -28 Şubat net bir şekilde muhafazakâr kesimlerde ‘bu devlet bize düşman' hissi uyandırdı. Devlet kavramının kendisini sorguladılar. 28 Şubat'ta amaçlanan şeyler ne olursa olsun, çok farklı sonuçları oldu değil mi?
    28 Şubat'ın sonuçları paradoksaldı. Bir yandan resmî ideolojinin restorasyonu sağlanmış oldu, eski devlet anlayışı canlandırıldı. Sadece devlet elitlerini değil, toplumun belli bir kesimini devlet ideolojisi doğrultusunda mobilize etmeyi de başardı. Nitekim “Bin yıl sürecektir!” demeleri, kendilerine ne kadar güvendiklerini gösteriyor. Çünkü toplumun birçok alanını, üniversiteleri, medyayı, iş dünyasını kontrol ettiler. Batı Çalışma Grubu, Başbakanlık Takip Kurulu vesaire ile toplumun her yanına nüfuz eden, onları kontrol eden yeni bir mekanizma yarattıydı. Belli kişilerin hakkında seri davalar açılması da öyle. Bir örneği de benim. Şimdi kesin olduğuna kani olduğum izlenimim şu: Bir defa onların, “onlar” her kimse, defterine yazıldınız mı, adınız girdi mi oraya, ondan sonra sizi sıkı takip ediyorlar, nerede ne konuşuyorsanız hemen ihbarda bulunuyorlar ve dava açtırıyorlardı. Örgütlü ve bilinçli bir şekilde toplumu kontrol eden, yönlendirmeye çalışan, aykırı ses çıkaranı baskı altına almaya çalışan bir hava oluşturuldu. Ve bu resmî ideolojinin baskısından kurtulmak çok zaman aldı. Düşünün 1970'lerin ortalarında 12 Mart muhtırasına muhalefet eden ve daha sonra ‘halkçı” bir söylem ve “hakça yönetim” vaadiyle büyük popülarite kazanan, din-devlet ilişkileri konusunda ‘eski devlet'e mesafeli duran Ecevit, Merve Kavakçı'nın yemin töreninde “Devlete meydan okuyor, bu kadına haddini bildirin!” deme noktasına geldi. Bu şunu gösteriyor: Restorasyon çok başarılı oldu, ideoloji ve kurumsal yapı anlamında… Paradoksal olan konu şu ki bu, aynı zamanda İslami kesimin kendi kendisini eleştirmesini ve İslami siyasi hareketin yeni bir tarzda kendini örgütlemesini sağlayan bir gelişme oldu. O gelenek içerisinden yeni bir damar ortaya çıktı. Ve toplumun bu türden daha sivil, daha liberal ve demokratik söyleme daha iyi karşılık verdiği anlaşılmış oldu.
    -28 Şubat iyi bir restorasyon ise niye bin yıl sürmedi?
    Son söylediğim faktörden dolayı. Bir de sistem 2001 krizine girince iflas etti. Resmî ideolojinin yeniden yegâne meşru ideoloji olarak algılanmaya başlaması, bütün yolsuzlukların, yasa dışılıkların, antidemokratik ilişkilerin resmî ideolojiyle üstünün örtülmesine, maskelenmesine imkân hazırladı. Bankaların rahatça soyulması böyle kamufle edilebildi. Çünkü herkes kendisini “Atatürkçü”, “laikçi”, “çağdaş yaşam”cı olarak göstermek suretiyle, normalde toplumun hoş görmeyeceği davranışların meşrulaşmasını sağladı. Ve bu sistemi çökertti. Askerî darbelerin büyük maliyeti de doğrudan doğruya demokratik mekanizmaları kesintiye uğratmasının yanında toplumun refahından çalmasıdır aynı zamanda. Kamu kaynaklarının talan edilmesi böyle mümkün olabildi. Bu da toplumu uyandıran bir etken oldu. Toplum 2002 seçimlerinde tasfiye etti eski siyaseti…


    -28 Şubat'ı neden Özal'ın ölümünden başlatıyorsunuz?
    Özal'ın ölümü, Demirel'in de cumhurbaşkanı seçilmesiyle… Biliyorsunuz Özal, Türkiye'nin yerleşik geleneksel devlet kavramını dönüştürme yolunda birtakım adımlar attı. Daha çok iktisadi bakımdan Türkiye'nin önünü açan, dünya ile entegre olmasının ilk adımlarını atan tedbirleri aldı. Şüphesiz onunla paralel olarak Türkiye'deki devlet anlayışını sorgulayan, devleti eskiden addedildiği gibi sorgulanamaz, kutsal, dokunulamaz bir otorite gibi gören anlayışı zayıflatmaya dönük bir söylem de geliştirdi, bu yönde kimi adımlar attı. Hatta muhalif gazetecilerin ana konuşmacı olduğu panele başkanlık edecek kadar Türkiye'de ifade özgürlüğünü genişleten bir ortam yarattı. Hatalar da yaptı elbette. Terörle Mücadele Kanunu meselâ onun cumhurbaşkanlığı döneminde çıktı. Bir bakıma bir denge kurmaya çalıştı. Bazı şeyler yapmak için -141, 142, 163'ü hatırlayın- askerlere taviz verdi yani. Onun döneminde Türkiye'de geleneksel devlet ve siyasetin temelleri darbe almaya başladı. Türkiye'de muhalifler rahatça konuşmaya, tezlerini seslendirmeye başladı. Türkiye'de bayağı bir çoğulculaşma başlamıştı. Birçok konuyu konuşabilir hâle geldik. Kürt meselesini konuşmaya başladık. Fakat sistem buna tahammül etmiyordu. Ve Özal'ın cumhurbaşkanlığı bir tür denge unsuru, hatta siper oluyordu. Onun gitmesi ve devletin geleneksel duyarlılıklarına daha sempatik bakan, onlarla daha uyumlu davranma eğiliminde olan Demirel'in cumhurbaşkanı olmasıyla birlikte bu aradaki tampon kalktı. Devlet gitgide bugün “derin devlet” dediğimiz niteliğe, en azından ona yakın bir şeye dönüştü. Meydanlarda onun işaretlerini görmeye başladık. 94'te Kürt milletvekillerini parlamentodan yaka paça aldılar. Gitgide sistem daraldı. Ve yine 94'te İstanbul Belediye Başkanlığı'nı Refah Partisi'nden Tayyip Erdoğan kazandı. 95'te Refah, ortaklarıyla birlikte birinci parti olarak çıktı seçimlerden. Bir taraftan Özal'ın başlatmış olduğu benim bazen “Özal Tanzimatı” dediğim şeyin izleri silinmek isteniyor, öbür taraftan tam da o açılımın meyveleri ortaya çıkıyordu. İktisadi bakımdan “İstanbul sermayesi” denilen büyük sermayeye alternatif “Anadolu kaplanları” ortaya çıkıyor. Devletten bağımsız, kendi başına ayakta durabilen bu yeni sermaye grubu, İstanbul sermayesini paniğe itti. Bir de bu sermayenin desteklediği veya destekleyebileceği bir siyasi hareketin ön plana çıkması daha da büyük bir rahatsızlık yaratıyordu. Dolayısıyla sistemi toparlamak ve restore etmek gerekiyordu. 28 Şubat, Özal'ın ölümüyle başlamış olan sürecin son halkasıdır.

    -İsmi deftere kayıtlı kişisiniz artık siz. İzlenen bir kişisiniz. Bu nasıl bir histir? Neler yaşadınız o dönem? 28 Şubat sizin için neydi?
    28 Şubat benim için çok boğucuydu. Ama bu boğuculuk benim vicdanımı teslim etmeme yol açmadı yine de. O zamanlar bazıları bu adam ne kadar cesur falan diye düşündüler ama bu cesaret meselesi değil, o kadar da cesur bir adam değilim yani. Vicdanınız sizi her ne pahasına olursa olsun bir pozisyon almaya itiyorsa o riski alıyorsunuz. Benim burada doğruyu söylemem lazım diyorsunuz. Bunun bana epey maliyeti oldu. Kanaatimce ve sonradan bana ulaşan bazı bilgilere göre, merkezî bir el tarafından organize edildi bütün bunlar. Bunun esas olarak başlangıcı da 1999'da Kanal 7'de Ahmet Hakan'ın meşhur “İskele Sancak” programında yaptığım konuşmaydı. Fazilet Partisi hakkındaki meşhur kapatma iddianamesini Vural Savaş'ın basın toplantısı yaparak açıkladığı gün başka bir konuyu konuşmak için çağrıldığım programda geç vakte kadar bu gündemi konuştuk. Cepheden 28 Şubat'ın temel mantığına ve önermelerine karşı çıktım. Belki bu kendi başına bir süreç başlatmayabilirdi. Yaptığım büyük bir hata, bana göre değil tabii, Demirel'i de doğrudan doğruya işin odağına koymam oldu. Cumhurbaşkanı Demirel'in o zaman yaptığı çok tuhaf bir konuşma vardı, Fazilet Partisi ve İslami eğilim hakkında. Ben de Demirel'i eleştirdim, “Ben olsam Fazilet Partililerin yerinde, sonuna kadar bunun üstüne gider, her türlü hukuki yolu denerdim.” mealinde bir şey söyledim. Sonra duyduğuma göre, –bana hiç de makul değilmiş gibi gelmiyor şimdi– YÖK Başkanı Kemal Gürüz aracılığıyla bizim üniversiteye talimat vererek kendi üniversitemin hakkımda suç duyurusunda bulunmasını, ayrıca kendi üniversitemin hakkımda disiplin soruşturması başlatmasını sağladılar. Daha sonra davalar birbirini takip etti. Her konuşmamdan sonra hakkımda yeni bir dava açılıyordu. Anayasa Mahkemesi üyelerinin açtığı davada faiziyle 80 milyar ödemek durumunda kaldık. Bir tanesi bu. Hâlâ o türden davalar var. Birkaç tanesi de “Rahşan Affı”yla düştü. Rehin alındık bir şekilde yani.
    -28 Şubat bu kadar güçlü iken devamlı kovuşturulmak tedirgin edici değil miydi?
    Tabii, aile çevrem “Polis koruması iste.” diyor. Telefonlar dinleniyor, dikkatli konuşuyoruz vesaire. Üniversitedeki disiplin soruşturmaları psikolojik bir baskıya dönüşüyor. Üniversitede çoğu kişi selamı sabahı kesti tabiatıyla. Hatta beni böyle konuşmalar yapma diye uyaran, benim iyiliğimi düşünen (gülüyor) hocalar da oluyordu. Üniversiteden hakkımda ihbarda bulunanlar da olmuş. Kürtçü falan olduğumu ihbar etmişler. Bütün o dönemlerde en utanç verici olan, üniversitemden, daha doğrusu fakültemden, birkaç yakın arkadaş dışında, “Ya hocam, ne kadar üzülüyoruz, ne kadar ayıp bir şey, ifade özgürlüğünden dolayı böyle şey olur mu?” diyen hemen hemen hiç kimsenin çıkmamasıydı. Herkes bana mesafe koydu. Birkaç sefer üniversitedeki odama jandarma geldi. Bir defasında “Böyle gelmenize gerek yok, sabah ben giderim mahkemeye, sivil biri gelsin.” diye pazarlık yaptım. İlginç olan, mahkemenin beni böyle celbetmeye karar vermesiydi. Öyle ya, TV'lere çıkıyorum, gazetelere yazıyorum, üniversitede yerim, adresim belli… Yani özellikle takip ediyorlardı. Mahkemeye de talimat verilmiş olabilirdi. Üniversitem de ikide bir mahkemeye davanın sonuçlanıp sonuçlanmadığını soruyordu. Bekliyorlardı ki mahkûm edileyim de beni meslekten atsınlar. Benim şimdi tek merak ettiğim, bana olan tepkilerin, doğrudan ve yargı yoluyla psikolojik baskıların tek bir merkezden yürütülüp yürütülmediği ve planlı bir iş olup olmadığı. Ben öyle olduğunu tahmin ediyorum. Bu yüzden belki de 28 Şubat davasına müdahil olacağım.
    -Üniversitede ve yargıda bunlar olurken sokakta nasıl karşılandınız? 
    Üniversitede beni gördüğünde sempatisini belli eden daha genç akademisyenler vardı tabii. O “İskele Sancak” programından sonra havaalanlarında, otobüs terminalinde, metroda, caddede onlarca, yüzlerce insanın teşekkür etmesi, telefonla arayarak desteklemeleri en büyük kuvvetti benim için. Hiç tahmin etmediğim şekilde, entelektüel konulara vâkıf olmayan sokaktaki vatandaş ayırt edebilmişti hakkı, hakkaniyeti…
    99'da cumhurbaşkanlığı seçimlerinde Sezer'le ilgili rezervleriniz vardı ama pek dinleyen olmadı galiba…
    Fazilet Partililer çok heyecanlıydı o zaman. Çünkü Sezer, Anayasa Mahkemesi başkanı iken kuruluş yıldönümlerinde yaptığı iki konuşmada hukuk devleti vurgusu yapmıştı. Tabii çok teknik bir hukuk devleti vurgusuydu ve konuşmaların siyasi ufku yoktu. Fazilet Partililer bundan hareketle tarafsız, Türkiye'nin olması gereken istikametine katkı yapabilecek bir cumhurbaşkanı profili için iyi bir aday olabileceğini düşündüler. Ben de bu konuda çok heyecanlanmamaları gerektiğini söylemiştim. Ahmet Necdet Sezer öyle önemli hukukçu da değildi yani. Anayasa Mahkemesi'ne şans eseri başkan seçildikten sonra adı duyulmaya başlayan kişidir. Her cumhurbaşkanlığı seçiminde kriz oldu ama o dönemde gayet yumuşak geçiş oldu. Kimler Sezer'in adaylığını ilk ortaya attı, kimler bunda mutabık kaldı, kim kimi nasıl ikna etti, bu nereden çıktı kuşkuluydu. Muhtemelen de “Devlet”in adayıydı, onu söyledim. Bir hava oluştu ama ne anayasa meselelerinde ne de genel hukuk meselelerinde böyle bir adı daha önce hiç duymamıştık. Temayüz etmiş seçkin bir hukukçu kimliği olmayan birisini sadece seremoniyal konuşmalarına dayanarak “hukukçu cumhurbaşkanı” diye cumhurbaşkanı yaptık.  
    -Cumhurbaşkanı seçilmesiyle çok marjinal bir tarafa sürüklendi.
    Normal yerine döndü aslında. Bildiğiniz geleneksel “Cumhuriyetçi aydın”. Fazilet Partilileri yanıltan şey şu oldu: Yekta Güngör Özden'le Ahmet Necdet Sezer arasında bir rekabet vardı o zaman. Özden'in muhafazakâr tabanı fazlasıyla rahatsız eden agresif tutumu karşısında onunla kavgalı olan bir kişinin nasılsa iyi bir kişi olacağı izlenimi oluştu. Cumhuriyet Gazetesi'nin tipik okurlarını göz önüne getirirseniz, onlar kendilerini demokrat olarak nitelendiriyorlar. “Asayişin berkemal olduğu”, sistemin normal işlediği, sisteme tehdit algısının var olmadığı zamanlarda bu gibiler “sol demokrat” filan görünürler. Eğer sistemin dayandığı resmî ideolojiye tehdit algılarlarsa, birdenbire o demokratlık maskesi düşer. 28 Şubat bunu daha net bir biçimde gösterdi. AK Parti iktidara geldikten sonra bu kesimden gelen muhalefette de aynı halet-i ruhiye var. İşlerin rutin olarak ilerlediği bir durumda maliyeti olmayan bir demokratlık bunlarınki. Oysa demokrat olup olmadığınız asıl kritik dönemlerde ortaya çıkar. Sezer'in durumu da böyle; devlete İslami kesimden yönelik tehdit algılaması belirginleşmeye başladıkça teyakkuz psikolojisine geçti ve birden değişti tavrı.
    -AK Parti karşıtlığı dine alerjik solda müthiş savrulma doğurdu bugünlerde. Peki, solu normal zamanlarda demokrat, kritik zamanlarda darbe yanlısı ya da statüko taraftarı yapan şey nedir?
    Bu, Türkiye'de solun tarihsel olarak şekillenmesiyle, nerede, nasıl ve hangi dengeler içinde oluştuğuyla ilgili bir şey. Çok marjinal, sahiden sivil, 2. Meşrutiyet'te başlayan işçi hareketleri gibi bazı sosyalist eğilimleri bir yana bırakırsak sol Türkiye'de devletçi bürokratik elitler üzerinden türemiştir. Yani sol Türkiye'de, devletçi-bürokratik tahakküme karşı “çevre”nin bir tepkisi olarak ortaya çıkmadı büyük ölçüde. Devletçi elitin içinden çıktı sol. Onların çocukları genellikle devletin sağladığı avantajlardan yararlanarak özel okullarda ve yurtdışında okudular. O çocuklar özel okullarda ve Batı'da modaya uygun olarak sol sosyalist fikirleri tanıdılar. Ama Türkiye'deki konuşlanmaları zorunlu olarak devletle bir biçimde ilişkiliydi. Ve bunlar resmî ideoloji ile çocukluklarından itibaren endoktrine edilmişlerdi. Ve bu durumu sol, sosyalist, Batılı, daha evrenselci söylemlerle örtebildikleri “normal” durumlar geçip de alarm verici durumlar ortaya çıktığı zaman bu formasyonlarında saklı olan şey ön plana çıkıyor. Türkiye'de solun büyük kesimi devletin müttefiki olarak ortaya çıktı. Belki bu şekilde olması kader değildi, ama tipik bürokratik bir devlet partisi olan CHP'nin zamanla kendisini sol diye tanımlamaya başlamasıyla, bürokratik elitin “solcu” çocukları, çocukluklarından beri aldıkları eğitim ve ideallerle uyuştuğu için onunla kolayca uyum sağlayabildiler. CHP'ye karşı bir türlü mesafe alamadılar. İkincisi, Tek Parti döneminden itibaren Kemalizmi sol bir ideoloji olarak yorumlayan bir damar da vardı, Kadro hareketi gibi. Kemalizmi bu bağlamda yine devrimci bir hareket ve sosyalist topluma geçişteki aşamaları hızlandıracak bir ara dönem olarak gören bir perspektif o zamandan beri geliyor. Bu 27 Mayıs'ta, 12 Mart'ta, 28 Şubat'ta kendisini gösterdi. Sol, bu cumhuriyetçi temalarla iç içe gelişti. Aynı zamanda 19. yüzyıl pozitivizminin etkisi solda geleneksel olarak dine ve muhafazakâr değerlere karşı bir mesafe, hatta bir alerji ve antipati oluşturdu. Toplumun muhafazakâr kesimlerinde de “Sol budur, bunlar dine karşı mesafeli, hatta düşmandır.” diye bir yaklaşım yerleşti, doğru ya da yanlış. Bu solun sembolik değerler üzerinde odaklanan anlayışının sınıfsal analizin önüne geçmesine neden oldu. Türkiye'de normalde sınıfsal olarak dezavantajlı olan kesimlerin sözcüsü olmalıydı sol. Olsaydı, bugün AK Parti'nin tabanının büyükçe bir kısmı solda olurdu. Türkiye solu muhafazakâr toplum kesimleriyle hemhal olmayı, onların hissiyatını anlamayı birinci derece dert edinmedi. O ideolojik ve pozitivist perspektif, onlara muhafazakâr değerlerin kendi “ilerici” davaları önünde bir ayak bağı olduğu fikrini empoze ediyordu. Dolayısıyla tüm bunlar Türkiye'de solu yanlış bir yere konuşlandırdı. Ve onun için bütün bu darbelerde vesaire solun ana kütlesi ne yazık ki ya ön plandadır veyahut bazıları gönülsüz, çoğu da gönüllü olarak destekçisi olmuştur. Bugün AK Parti karşısındaki muhalefetleri de budur. Muhafazakâr kesime ve AK Parti'ye karşı kategorik olarak tutum almayanları solcu saymamaları da bu nedenledir.
    -AK Parti'yi ve onu destekleyen kesimleri her şeyiyle reddeden bir tavır. Çok tuhaf bir tarafa doğru gitmiyor mu?
    Bu tutum onları daha da marjinal olmaya mahkûm ediyor tabii. Düşününüz ki 12 Eylül rejiminin başlıca mağdurlarından biri olan solun büyük kısmı AK Parti'nin reform girişimine karşı 12 Eylül anayasasını savunan bir pozisyona savruldu. Keza 12 Eylül'ün yargılanması söz konusu olduğunda bundan hoşnut olmuyor solun büyük bir kısmı. Sahici değil, filan diyorlar. Cami mi, kışla mı? Biz niye caminin tarafını tutalım? Bazıları şöyle de düşünüyor olmalı: “Kışla” ne de olsa daha çağdaş, daha rasyonel, daha Batılı… Yani o pozitivist izler burada da ortaya çıkıyor. İlke olarak baktıkları zaman “Hayır, burada olmamamız lazım.” diye herhâlde düşünüyorlardır, bunu hissediyorlardır ama tarihsel formasyonları aksi tutum almaya pek müsait değil.
    -CHP'de iki damar var. Zayıf olan sosyal demokrat damar güçlendi gibi oldu. Şimdi ondan da pek emin değiliz, bu solun kendi iç krizi yüzünden…
    Benim kanaatime göre CHP'den bir sosyal demokrat damar çıkmaz. Yani onun içinde kalarak onu sosyal demokratlaştırmak mümkün değildir. Orada varsa sahiden o türden duyarlılıkları olan kişiler, bunların dışarıdaki sosyalistlerle başka bir oluşum meydana getirmesi lazım. CHP'den sol bir parti çıkmaz yani. CHP'nin bu anlamda bölünmesi hem solun hem de Türkiye'nin hayrınadır diye düşünüyorum.
    -Askerî vesayet kavramının literatüre yerleşmesinde sizin olmazsa olmaz katkınız var. Askerî vesayet için bitti diyebilir miyiz?
    Diyemeyiz. Bunun bir normatif yanı, bir de hükümetin tutumu ile ilgili tarafı var. Hükümette ve ona yakın çevrelerde şöyle bir hava var: “Biz şu anda iktidardayız, biz askerî vesayete karşıyız, bu yönde birtakım düzenlemeler de yaptık, artık bize güvenebilirsiniz, biz burada olduğumuz sürece böyle şey olmaz.  Asker de eski asker değil.” AK Parti ‘yandaşları', “Bu ordu eski ordu değil, eleştirmeyin.” falan diyorlar. Bu son derece yanlış bir tutumdur. Çünkü, aslında çok fazla şey değişmiş değil. Türkiye'de hâlâ askerî yargı var. Askerî Yargıtay, Askerî Yüksek İdare Mahkemesi var, Yüksek Askerî Şûra eski minval üzre devam ediyor. TSK Personel Kanunu, İç Hizmet Kanunu, Millî Güvenlik Kurulu Genel Sekreterliği Kuruluşu Hakkındaki Kanun, Genelkurmay Başkanlığı Kuruluşu ve Görevleri Hakkındaki Kanun, Milli Savunma Bakanlığı Kuruluşu ve Görevleri Hakkındaki Kanun ve şu anda aklıma gelmeyen birtakım yasal düzenlemeler var. Bunların temelleri anayasanın 118-119. maddelerinde var. MGK'da ufak bir değişiklik yapıldı ama ana yapıya dokunulmadı. Askerî yargı tamamen ortadan kaldırılmadı, yargı birliğine geçilmedi. Askerî vesayetin olmasını biraz da siyasiler ve akademisyenler sağlıyor. Askerlerin kendi görev alanlarını kendilerinin tanımlamasına izin veren ve onlar nasıl tanımlıyorsa öyle olduğunu kabul eden siyasetçiler ve akademisyenler olduğu sürece bu böyle.
    -“Bizi Kürtler Özgürleştirecek” yeni çıkan kitaplarınızın başlıklarından biri. Tam neyi kastediyorsunuz?
    Kürt meselesi akut bir sorun. Mutlaka çözülmesi gerekiyor. Bunu çözmek için, başka şeyler yanında, anayasal sistemi tümüyle yenilememiz lazım. Özgürlükçü ve demokratik yönde, çoğulculuğa imkân veren bir şekilde yenilememiz lazım. Böylece Kürt meselesini çözelim derken aslında tüm toplumu rahatlatmış olacağız. Sadece Kürtleri özgürleştirmiş olmayacağız, kendimizi de özgürleştirmiş olacağız böylece.
    -Son yıllarda analizle komplo birbirine karışır oldu. Siyasi olayların zannedildiği gibi bilinen aktörlerin eseri olmadığının ve arka planda türlü işlerin çevrildiğinin ortaya çıkması bunda etkili oldu. Ne dersiniz?
    Daha komploya kayan bir hava var. Hiç komplo olmaz demek doğru değil ama her şey komplo demek de doğru değil. Bu ikincisi bireysel sorumlulukları tamamen göz ardı etmeye yol açan bir şey. Şimdi 70'ler, 80'ler dizileri yayımlanıyor. “Efendim solda yer alanlar da sağda yer alanlar da aslında iyi niyetliydiler. Onun için bunların arasında aslında gerçek ihtilaflar yoktu, bunları derin devlet çatıştırdı.” falan... Bakıyorsunuz dizide solcu bir çocuk sağcı bir çocuktan bir şey rica ediyor; sen de yurtseversin, ben de yurtseverim gibi bir şeyler söylüyor. O dönemleri hepimiz yaşadık, böyle bir şey yoktu. Bunlar sonradan uydurulmuş şeyler. O zaman şiddete karışmış olanların, yanlış işler yapmış olanların bugün kendilerini tezkiye etmelerine yarayan bir şey bu. Bireysel sorumlulukları ortadan kaldırmaya yarayan bir sözde “geçmişle hesaplaşma” süreci. Öyle bir dönem yoktu, birbiriyle konuşma imkânı diye de bir şey yoktu. Bu şekilde oluşmasını sağlayan birtakım devlet odaklı kişi ve oluşumlar, bazı yabancı istihbarat örgütleri olabilir ama sonuçta aslında birbirleriyle kardeştiler diye bir şey de yoktu hiç.
    -Devlet meselelerinin analiz-komplo teorisi ayırımını nasıl yapıyorsunuz peki?
    Komplo denir mi bilmiyorum ama aşağı yukarı son 25 yıldır Türkiye'nin siyasal sisteminin temellerini tahlil ederken esas dinamik olarak bir devlet ideolojisinin, hikmet-i hükümet zihniyetinin etkinliğini, silahlı kuvvetlerin siyaseti manipüle ettiğini, iş dünyasının devletle entegre olmasını açıklarken arka planda zaten böyle temel bir kaygının olduğunu ve her şeyin sadece görünür aktörlerden ibaret olmadığını vesaire ben de varsayıyorum. Diyordum ve demeye çalışıyordum ki Türkiye'deki rejimin demokratik görüntüsü aslında sahici bir durum değil, demokratik görüntü altında otoriter bir arka plan var. Bu ortaya çıkmış oldu zaten.
    -90'lardan itibaren liberallerin devlet için tehdit olduğu daha belirgin bir şekilde ortaya çıktı değil mi?
    O şöyle oldu. Devlet her akımı kontrolünde tutmak istiyor. Komünizm gelecekse onu da biz getiririz zihniyetini hatırlayın. Eskiden bazı liberal temaları savunanlar devletle entegre olmuş durumdaydılar. 1950'nin sonlarındaki Hürriyet Partisi ve Forum Dergisi örneğini alırsak, bunlar Türkiye'deki bazı liberal temaları savunan insanlar, Şerif Mardin, Aydın Yalçın, Turan Güneş gibi. Yüzü Batı'ya dönük, daha “liberal” aydınlar. Fakat dikkat edin bunlar sonunda devletin müttefikleri oldular. Bu liberal akım Türkiye'de tabandan doğmuş bir akım değildi. Birkaç vesileyle Türkiye'de sahici bir liberal akım olacaksa, bunun Türkiye'nin geçirmekte olduğu sosyo-ekonomik dönüşüme paralel olarak “Anadolu”dan doğabileceğini yazıp söyledim. Devlet içinden gelen “liberaller”, o malum “solcular” gibi, eninde sonunda devlete entegre oluyorlar. O zamanki “liberaller” 27 Mayıs'a giden sürece katkı yapmakla büyük bir hata yaptılar mesela. Liberal Düşünce Topluluğu olarak biz bu yanlış tecrübenin farkındaydık. Eskiden bu şekilde “zararsız” liberaller vardı. Devlete karşı mesafeli duran ve devletin potansiyel tehditlerine dikkat çeken, devletin kutsallığını tahtından indiren anlayışa bağlı liberaller var bugün. Bu tabii devlet için bir risk oluşturuyor.
    -28 Şubat'ta liberal aydınların devletin hedefinde olmasını nasıl açıklıyoruz?
    Eskiden beri dindar-muhafazakâr kesim devlete bazı eleştiriler yöneltegeldi. Ama devlet onları kolaylıkla “dinci”, “gerici” diye yaftalayıp etkisizleştirebiliyor ve bastırabiliyor, o malum anlamdaki sol aydınların da yardımıyla… Oysa şimdi, “dinciler”den farklı referansları olan, “çağdaş” bir akımın sözcüleri, liberaller yani, çıkıyor ve devlete benzer eleştiriler yöneltiyorlar. Açıktır ki kurulu düzen için bu daha tehlikelidir. Benim 28 Şubat sürecinde MGK'ya, silâhlı kuvvetlere, Anayasa Mahkemesi'ne ve üniversitelere yönelttiğim eleştirilerin tehlikeli bulunmasının bir temel nedeni de budur. 28 Şubat'ın boğucu havası biz liberallerin derdimizi anlatmamızı bir ölçüde kolaylaştırdı tabii. Avrupa sosyal demokrasilerinde olsaydık biz bu kadar cazibe odağı olmayabilirdik. Devletin baskıcılığı insanların bazı şeyleri görmesini ve bizim söylemimizin gerçek hayatta bir karşılığının olduğunu anlamasını kolaylaştırdı Türkiye'de.


    KUTU…
    ANAYASA MESELESİNDE PARLAMENTO İPOTEK ALTINDA
    -Biraz hukuk konuşursak… Yeni anayasanın önündeki engel nedir şu anda?
    Şahsen geçen yıl yapılan seçimlerin bir anayasa kampanyasına dönüştürülmesini ümit ediyordum. Yani kampanyanın münhasıran yeni anayasa üzerinde odaklanması ve bütün partilerin kendi pozisyonlarını en azından ilkeler düzeyinde ortaya koymaları Meclis'in bir tür kurucu meclis olmasına imkân verirdi. O zaman partilerin şimdi olduğu kadar çok fazla mutabakat arayışı içinde olmaları da gerekmezdi. Ama olmadı. Şimdi ise Uzlaşma Komisyonu'nun oluşturulmasıyla en azından “Bu meclis anayasa yapamaz!” fikri çökmüş oldu. Meclis'teki tüm partiler anayasa yapılabileceğinde mutabık kaldılar. Ama şimdi işte asıl engel bu sürecin kendisi. Bir tanesi süreci yöneten kuralların katılığı, ikincisi yasama organının normal prosedürünün bir tür vesayet altına alınması söz konusu. Yani siyasi partiler parlamento dışında bir araya geliyorlar, ama sadece ilkeler düzeyinde mutabık kalalım şeklinde bir sonuca varmak üzere değil; bir taslak hazırlayalım, parlamentonun önüne sunalım ve bu değiştirilemesin diye. O usul kurallarını okuduğunuzda bu dediğimi ima eden şeyler var. Bir parti çekilirse süreç sona eriyor. Süreç iddia edildiği gibi saydam bir süreç de değil. İsterlerse açıklama yapacaklar, ne kadarını açıklayacakları da onlara kalmış bir şey. Hâlbuki bu sürecin, daha evvel çeşitli kesimlerden görüş alınmasının da ima ettiği gibi, aktif bir katılımla ve karşılıklı bir etkileşimle yürütülmesi gerekirdi. “Biz görüşleri, talepleri topladık; ona göre bir şey yazacağız, sonra parlamentonun önüne koyacağız, parlamentoda biz izin vermedikçe değiştiremesin.” gibi bir durumla karşı karşıyayız. Bunun sağlıklı bir yöntem olduğu kanaatinde değilim, buradan bir sonuç çıkma ihtimali zayıftır.
    -Niye?
    Şöyle. Tüm partilerin üzerinde mutabakata varması fevkalâde zor olan çok ciddi sorunlar var.
    -Bir B planına ihtiyaç var sanki.
    Sanki iktidar partisinin kafasında böyle bir plan var gibi. “Olursa olur, olmazsa bizden günah gitti.” diyerek referanduma götürebilecek kadar, herhâlde dışarıdan 5-6 milletvekilinin desteğini almak suretiyle esas itibariyle kendisinin hazırladığı ve kendi tercihlerini yansıtan bir metni halk oylamasına sunmak gibi bir alternatif. Gerçi bu şekilde oluşan bir anayasa halk oylamasında usulünce kabul edilmesi hâlinde hukuken meşru olur ama muhteva ve toplumsal psikoloji açısından problemli olur.
    -Yeni anayasa sıradan bireyin hayatında ne değiştirecek, neden önemli bu kadar?
    Türkiye'de toplum kendi iradesiyle bir anayasa yapamadı. 1921 hariç hep böyle.  24 Anayasası da aslında darbe anayasasıdır, darbeyle oluşturulan Meclis'in yaptığı bir anayasadır. Şimdi biz ne istiyoruz; tamamen kendimizin, toplumun büyük bir kısmının benimseyeceği, bizimdir diyebileceğimiz bir anayasa olsun. Böyle bir anayasayla kendimizi bağlı hissedebiliriz. Meşruiyet zemini anayasa olur ve çoğu ihtilafta anayasaya referans verildiğinde tartışma biter. Bugün böyle bir anayasa yapmamız ihtimali zayıflamıştır. Partiler süreçten çekilmez de ana noktalarda mutabık kaldıkları bir metni beraber üretebilirlerse o halk oylamasında bir sorun olmayabilir, ama tek bir partinin yaptığı anayasa olarak görülürse, halk oylamasında yüksek oy da alsa sorunlu olur. Benim asıl korktuğum, temel meselelerde mutabakat üretmek çok zor olduğu için, yürürlükteki anayasada 2011 kazanımlarını muhafaza eden ve ona belki biraz ilaveler yapan, ama onun dışında din-devlet ilişkileri, Kürt meselesi, yurttaşlık, askerî vesayet gibi temel meseleleri es geçen, resmî ideolojiyi tahtından indirmek gibi bir derdi olmayan sözde “yeni” bir anayasa ile sonuçlanması bu sürecin.

Hiç yorum yok: