8 Mart 2013 Cuma

Dersim’de insanlık katledildi-Dersim’de ekâbirlerin rolü-Dersim’de Ehl-i Beyt düşmanlığı -M.Latif Salihoğlu

Dersim’de insanlık katledildi

Elazığ’da kurdurulan uyduruk bir mahkemenin kararıyla, Dersim Hadisesinin baş sorumlusu olarak yargılanan Seyyid Rıza ve altı arkadaşı, gecenin zifiri karanlığında (araba farlarının ışığında) idam edildi. (15 Kasım 1937)
İdam edilenler arasında, Seyyid Rıza'nın en küçük oğlu Hüseyin de vardı. 
1862 doğumlu, yani 75 yaşını geçkin Seyyid Rıza'nın yaşı resmen küçültülerek, oğlu Hüseyin'in ise yaşı büyütülerek idam edildiler. 
Dahası, Seyyid Rıza'nın "Önce beni asın, sonra oğlumu" şeklindeki ricası dahi hiçe sayarak, tam tersi yapıldı. Canından aziz bildiği oğlu Hüseyin, gözlerinin önünde asılarak, ona azabın en dehşetlisi çektirildi. 
İnsanlık tarihinde, buna benzer gaddarlıkların örnekleri pek nâdirdir. Belki de yoktur.
Seyyid Rıza'nın, kendisini idama sevk eden zalimlerin yüzüne vurulmak üzere, ölmeden önce şunları söylediği rivâyet edilir: "Ben, sizin yalan ve hilelerinizle baş edemedim; bu, bana dert oldu. Fakat, ben de size boyun eğmedim, diz çökmedim; bu da size dert olsun."
Bu tablo, o devirde Dersim’de yaşanan trajik hadiseler zincirin sadece bir halkasını teşkil ediyor.
Şimdi de, bu dehşetli hadiseler zincirinin diğer bazı halkalarına bakalım.

Dersim’de neler oldu, neler...
Halk Fırkasının tekelindeki devletin "tunç eli", kahır ve gazap yüklü bir yönlendirmeyle Aralık 1935'te Dersim'i işaretlemeye başladı.
İsmi cebren "Tunceli" şeklinde değiştirilen Dersim mıntıkası, 1937 yılı başlarından itibaren de "orduların ilk hedefi" haline getirildi.
Türkiye tarihinde, belki de insanlık tarihinde eşi–benzeri olmayan bir ilk, işte o tarihte Dersim'de yaşandı.
Binlerce vatandaş, tek parti hükümetinin bilgisi ve sorumluluğu dahilinde vuruldu, öldürüldü, imha edildi...
Karadan kurşun yağdırıldı; havadan ise—yine ilk kez olmak üzere—mâsum ve sivil vatandaşların üzerine ölüm kusan bombalar boşaltıldı.
Hariçten saldıran düşmana karşı değil, çaresizlik içinde çırpınan vatandaşlara yönelik yapılıyordu, bu gaddarâne zulüm.
Sebep mi? Sebep yok; sadece ve sadece bazı bahaneler vardı orta yerde.
Yıllardır bir bahanenin çıkması için de, zaten fırsat kollanıyordu.
Maksat, imha etmek, katliâm etmekti Dersim'in Türk, Kürt, ve bilhassa Alevî halkını...
Nihayet, bekledikleri bahane çıkmıştı: Dersim bölgesinde "vergisini aksatan hainler ve de askerlik yapmaktan kaçınan âsiler(!)" zuhûr etmişti.
O halde, vakit tamamdı ve derhal harekete geçilmeliydi.

1937 yılı Mart ayı başlarında harekete geçen o günkü devletin başında üç "Mustafa Paşa"lar vardı:
1) Reisicumhur: Mustafa Kemal Paşa,
2) Başvekil: Mustafa İsmet Paşa,
3) Başkumandan: Mustafa Fevzi Paşa,
Bu şöhretli şahıslar, tâ 1925 senesinden (Şapka Devrimi, Şeyh Said Hadisesi...) beri aynı makamda bulunuyorlardı.
Buncağız zaman zarfında, yine on binlerce vatandaşın ölüm fermanına birlikte imza atmışlardı.
Öyle ki, artık "birler"in değil, "binler"in ölümü dahi, onların nazarında sıradan bir "vak'a–yı âdiye" halini almıştı.
"İsmet, bu kadar adam öldürdük..." sözünün, tarihin önemli kayıtları arasına geçtiğini de bu arada hatırlatmış olalım.
İşte, şimdi de benzer bir vak'a Dersim'de sahneye konuluyordu.
Karar kesindi: "Taş üstünde taş,  omuz üzerinde baş bırakılmayacak; dahası, hedefe giren canlı nâmına ne varsa vurulup imha edilecek"ti.
Eyvâh ki, eyvâh!
Demek ki, o güzelim Dersim Dağlarında çaresizlik içindeki mâsumların çığlığı yükselecek ve o berrak Munzur Deresi al kızıl kanlara boyanacaktı...

(Kürtçe ağıt tercümesinden)
Mevsim kış oldu, havalar soğuk,
Kar yağıyor, yağmur yağıyor.
Evimizi yakmaya, yıkmaya geldiler.
Hava karanlık, yolumuz uzak.
Bugün uykuya dalma yavrum.
Derelerden cesetler geliyor,
Fırtına dalları kırmış,
Evimizi de su bastı,
Haydi kalk gidelim,
Bugün uykuya dalma yavrum.
* * *
Evet, 1937 yılı başlarında, üç kolordudan müteşekkil 50 bin kişilik bir müsellâh kuvvet, operasyon için Dersim bölgesine gönderildi.
Sarp dağları aşmada zorlanan kuvvetlerin imdadına, bu kez başlarında (nesebi belirsiz) kadın pilot Sabiha Gökçen'in bulunduğu üç adet bomba yüklü uçak filosu gönderildi.
O uçaklardan, halkın üzerine acımasızca bombalar yağdırıldı.
Savaş uçakları, düşman mevzilerini değil, bu ülkenin vatandaşlarını hedef aldı.
Bu sûretle, bölgenin tamamına yayılan çatışma ve katliâma dönüşen saldırılar, aylarca devam edip gitti.
Karşılıklı vuruşmalarla ölenlerin sayısı on binleri aştı.
Neticede, Dersim halkının önder şahsiyetlerinden biri olan Seyyid Rıza, birkaç yakını ile birlikte "barış görüşmeleri"nde bulunmak maksadıyla Eylül ayı ortalarından Erzincan'daki Vilayet Konağına geldi.
Seyyid Rıza, burada derhal tutuklandı ve oradan Elazığ'a gönderildi. Tutuklananların sorgulaması da burada yapıldı.
Yapılan uydurma muhakemelerin ardından, sıra cezalandırmaya gelmişti.
Yazının başında da temas ettiğimiz gibi, yaşı 70'i geçkin Seyyid Rıza (yaşı 54'e düşürülerek) ve 17 yaşındaki oğlu Seyyid Hüseyin (yaşı 21'e çıkartılarak), altı kader arkadaşıyla birlikte, 15/16 Kasım (1937) gecesi, araba farları ışığında idam edildiler. Geriye kalan 11 kişi de çeşitli ağır cezalara çarptırıldı.
Diyarbakır'da bulunan M. Kemal ve beraberindeki heyet de, ertesi gün (bir rivayete göre tam da o gece) Elazığ'a gelip, ardından Tunceli taraflarına geçerek "âsilerden arındırılmış" bölgeyi teftiş etti.
Elazığ'da idam edilenlerin mezar yeri açıkça bilinemiyor; zira, bunlar devletin "sır kayıtları" arasında yer alıyor.
Bakalım, son gelişmelerin akabinde,  özelde idam edilen şahıs mezarları, genelde ise "Dersim hadisesi" üzerindeki sır perdesi aralanabilecek, yahut kısmen de olsa kaldırılabilecek mi?
Bakalım, iki-üç sene evvel bu konuyu Meclis Kürsüsünden en hararetli şekilde dillendirerek bütün günahı sadece bir tek şahsa yükleme çabasını sergileyen Başbakan Erdoğan, ileride bu mezalimin diğer hissedarlarından da söz edecek, onları da deşifre etme cihetine gidecek mi?
Yoksa, bundan sonra da siyaset cenahında hiçbir şey olmayacak ve "Eski tas, eski hamam" devam mı edecek?
Şöyle veya böyle, neticede "Dersim'in âhı" bir şekilde çıkacak. Hem de aheste aheste...
Buna inanıyor ve aynı ümitle geleceğe bakıyoruz.


Dersim’de ekâbirlerin rolü

Dersim Fâciasından (1935-38) söz edip de o devirde yaşanan kanlı hadiselerin baş aktörlerinin isimlerini zikretmemek, onların yetki ve sorumluluk derecesini nazara vermemek, eğer bilgisizlikten kaynaklanmıyorsa, bu meselede kasıtlı bir yönlendirme yapılıyor demektir.
Bu ise, konuyla ilgili yazan/konuşan kişiyi o kanlı arenada işlenmiş dehşet verici günahlara bir şekilde hissedar edip vebâl altına sokar. Böylesi bir vebâlden de kişinin titremesi lâzım.
Resmî rakamlara göre, 1936–39 yıllarında Dersim'de katledilen vatandaşların yekûnu 13.800, sürgün edilenlerin toplamı ise 12 bin küsûr civarında görünüyor.
Resmî tablonun bu şekilde olduğunu 2011 yılı sonlarında Başbakan Erdoğan da ifşâ etti ve ardından "Dersim’de yapılanlardan dolayı, eğer devlet adına özür dilemek gerekiyorsa ve böyle bir literatür varsa, ben özür dilerim ve diliyorum” dedi.
Şüphesiz, bu fâciadaki kayıplara dair ayrıca bir “gayr–ı resmî rakamlar” vardır ki, yekûn bilânçonun çok daha ağır olduğu muhakkaktır.
Başbakan Erdoğan’ın o tarihteki çıkışını takdir etmekle beraber, iki nokta da ise itiraz ve tenkit hakkımızı kullanmak durumundayız:
Birincisi: Sayın Başbakan, konuşmasını noktalarken, konuyla yakından ilgili durumdaki partili arkadaşlarına hitaben de şunu söyledi: "Siz bu konuya daha fazla girmeyin. Gerekenleri  söyledim. Söylediklerim onlara yeter."
Bizim bunu kabul etmemiz söz konusu olamaz. Zira, Başbakan dahil hemen herkesin kabul ettiği o “insanlık trajedisi”ni insanlık nâmına konuşmanın ve karanlıkta kalan noktaları vüzûha kavuşturmanın önüne hiç kimse geçemez ve geçmemeli.
İkinci husus: Başbakan Erdoğan, o devirde Başvekillik yapan İsmet İnönü ile Celal Bayar'a, Bayındırlık Bakanı Ali Çetinkaya'ya ve İçişleri Bakanı Şükrü Kaya'ya sırasıyla yüklenmeye çalıştı. O devrin ismi geçen sorumlularına yüklemekte elbette ki haklıydı.
Ne var ki, bu şahısların yanı sıra onlardan çok daha ileri derecede sorumluluk makamında bulunan Genelkurmay Başkanı Fevzi Çakmak ile Cumhurbaşkanı M. Kemal ile ilgili hiç söz etmemek, hele hele isimlerini zikretmek bile çekinmek, hiçbir şekilde kabul edilemez.
Zira, gerek M. Kemal'in ve gerekse Fevzi Paşanın bilgisi, emir ve direktifleri olmadan, o tarihlerde Dersim veya bir başka yerde askerî harekâtın yapılmasına imkân ve ihtimal görünmüyor.
Diğer şahıslar, Dersim Harekâtında kısmen ve sınırlı bir yetki dahilinde bulunabilmişlerdir.
M. Kemal ile Fevzi Paşa ise, baştan sona (1935–38) hep aynı makam ve mevkide bulunmuşlardır.
Bu arada, bilgisi kıt bazı kimseler de, sadece günümüz perspektifiyle bu tarihî hadise hakkında ahkâm keserek şöyle bir iddiayı seslendiriyorlar: "Efendim, M. Kemal o tarihte cumhurbaşkanıdır. Cumhurbaşkanı ise, sorumluluk altında değildir."
Oysa, bu şekildeki bir sorumsuzluk hali, o zaman için değil, bugün için geçerli. Zira, cumhurbaşkanı olan şahıs, günümüz itibariyle siyaset üstüdür, partili değildir, her partiye eşit mesafededir, vesâire… Dolayısıyla da, siyasî sorumluluk altında değildir.
1950'den önce ise, durum tamamen farklıdır. Şöyle ki: Gerek 1938'e kadar M. Kemal ve gerekse 1950'ye kadarki süreçte İsmet İnönü "Reisicumhur" olmalarıyla birlikte, aynı zamanda CHP'nin genel başkanları konumundaydılar. Yani partiliydiler ve dolayısıyla siyasî sorumluluk altındaydılar.
Madem öyle, o halde bir kimse ya bu konuya hiç girmesin, konuşmasın; ya da o hadisede dahli bulunan bütün şahısları-sorumluluk payları ölçüsünde-zikredip nazara vermeye çalışsın.
Aksi halde, insanlığın vicdanı olan tarih terazisinin yanlış ve eksik tartmasına sebebiyet verilmiş olur.

Sırasıyla kimler var?

Dersim Hadisesinin yaşandığı devirdeki devlet ve hükümetin üst yönetim kadrosu, üstelik sorumluluk derecesine göre gayet açık şekilde bellidir.
Bu vâzıh gerçeği şu veya bu sebeple saklamaya, bilmezden görmezden gelmeye, yahut türlü tevillerle sorumluluk tablosunu çarpıtmaya hiç gerek yok.
Bu konuda kim ne derse desin, sorumluluk sıralamasında aşağıdaki tablo tarihin ve gerçeğin tescilindedir:
1) Cumhurbaşkanı Mustafa Kemal: Dersim Hadisesinin başlangıcından tâ son noktasına kadar Cumhurreisi ve aynı anda CHP Genel Başkanı sıfatıyla aktif olarak devrede olup, Ankara'da ve bölgede yaşanan bütün gelişmelerden haberdardır. Hastalığı sebebiyle Dolmabahçe'de kalmaya başlaması, 1938'deki İkinci Dersim Harekâtının tamamlanmasından sonradır. Onun hastalığını ve Hatay gailesini diline dolayarak ahkâm kesenler, Dersim gerçeğini bilerek veya bilmeyerek çarpıtıyorlar.
M. Kemal, Seyyid Rıza ve arkadaşlarının idam edildiği günlerde (15–18 Kasım 1937) kat'î sûrette bölgede (hatta 17 Kasım'da Tunceli–Pertek'te) olup, yaşanan tüm gelişmelerden etraflıca haberdardır. (Bkz: Cumhuriyet gazetesinin ilgili tarih ve sayıları.)

2) Başvekil İsmet İnönü: Dersim Harekâtı ve katliâmının başladığı günlerde CHP Genel Sekreteri (Parti Kâtib–i Umumî) ve Başbakandır. Üstelik, tam 12 senedir aynı makamda bulunmaktadır. Dolayısıyla, Şeyh Said ve Menemen Hadisesi ile Zilan ve Sason Katliamının yanı sıra, Şapka'dan Laiklik İnkılâbına kadar yaşanan bütün kanlı olaylarda ve yapılan bütün inkılâplarda Başbakan sıfatıyla ikinci derecede yetki ve sorumluluk sahibidir. Dahası, tıpkı Şeyh Said Hadisesinde (1925'te Başbakan Fethi Okyar'ı devirerek) olduğu gibi, Dersim Harekâtını da plânlayıp kanla bastırmayı aynı heves ve iştahla isteyen yine odur. (1938'deki İkinci Dersim Operasyonu günlerinde, M. Kemal ile arası açıldığı için, siyaseten dışlanmış durumdaydı. Başbakanlık makamında Celal Bayar bulunuyordu.)
3) Mareşal Fevzi Çakmak: 1922'den beri ordunun başında olup Dersim Hadisesinin başından sonuna kadar aktif şekilde görevde bulundu. Üstelik, orada yapılan katliâmı ve ardından yapılan tehciri (sürgünleri) herkesten fazla savundu. Kezâ, emir–komuta zinciri içinde işlenen bütün mezalime adeta alkış tuttu. Eğer öyle olmasaydı, onun emri altındaki komutanlar Dersim'i böylesine yakamaz, Dersimlileri bu derece ateşe atarak binlerce mâsumun kanına girmeyi göze alamazlardı.

4) Mahmut Celal Bayar: İsmet Paşanın yerine Ekim 1937'de Başvekâlete atandığında, kanlı Dersim Harekâtı çoktan (Mart) başlamış devam ediyordu. Ancak, o da bu harekâtı durdurma yönünde hiçbir inisiyatif kullanmadığı gibi, İkinci Harekât kısmı tamamıyla onun Başbakanlığı döneminde gerçekleştirildi. Dolayısıyla, o da Dersim Fâciasında "dördüncü rükün" olarak dördüncü derecede sorumluluk ve hisse sahibi durumundadır. Onun sonradan "Biz emredileni yaptık" demesi ve bir derece nedâmet hissi duyması, yine de onu bu meselede temize çıkarmaya yetmez.
Dersim harekât plânı ve yaşanan sürgün trajedisinde dahli bulunan sâir siyasî ve askerî şahsiyetlerin sorumlulukları ise, beşinci dereceden başlayarak devam edip gider.


Dersim’de Ehl-i Beyt düşmanlığı (1)


Daha evvel de bilvesile konuya dair parça-bölük yazılar yazdığımız Dersim Hadisesi dosyasını bugün ve yarınki yazılarla tamamlamaya çalışalım.
Ağırlıklı olarak 1935-38 yıllarında hedef tahtasına konulan Dersim’e yönelik yapılan baskı, zulüm, tahribat ve sindirme politikalarının kaynağı “Ehl-i Beyt” düşmanlığıydı.
Devrin müstebit idarecileri, burada sapasağlam duran ve sosyal hayatta yaşatılmaya çalışılan Ehl-i Beyt muhabbetini temellinden yıkıp yok etmeye çalıştılar.
Bilhassa Seyyid Rıza ve yakın çevresinin öncelikli hedef seçilmesinin ve insanlık dışı bir muamele ile halkın katliâm ve reislerin de idam edilmesinin asıl maksadı buydu: Oradaki Ehl-i Beytten olanları yok etmek... Gerisi, tamamıyla bahane ve uydurma gerekçelerden ibaret.
Dersim’e yönelik yapılan katliâm ve sindirme harekâtında asıl hedefin Ehl-i Beyt olduğunu söyleyenlerin başında Üstad Bediüzzaman’ın has talebelerinden Zübeyir Gündüzalp geliyor.
Onun bu yöndeki fikir ve kanaatini, halen hayatta olan birçok canlı şahitten dinledik. Hepsi de, ittifakla aynı noktaya parmak basıyorlar.
Gündüzalp da, bu fikir ve kanaate şüphesiz ki, Üstadından almış olduğu derslerle sahip olmuş.
O halde, biz de meselenin fikir ve mânâ yönü ağır basan bu cephesine şöyle bir nazar gezdirelim ve bakalım Bediüzzaman Hazretleri ile talebeleri Dersim Hadisesini nasıl görmüş ve nasıl değerlendirmişler, bu önemli hususu anlamaya çalışalım.

Dersim Fâciasına Bediüzzaman cephesinden bakış

Dersim Hadisesinin mânevî cephesine baktığımızda, hem ilk, hem de en tesirli sözlerin Bediüzzaman Said Nursî'ye ait olduğunu tereddütsüz şekilde görebilmekteyiz.
Meselâ, tâ 1908'lerde "âhirzaman rivâyetleri"yle ilgili sorulan suâllere vermiş olduğu cevapta, Dersim'de sergilenen vukuata ve benzerlerine işaretle şunları ifade ediyor: "Her iki Deccal, âzamî bir istibdat ve âzamî bir zulüm ve âzamî bir şiddet ve dehşetle hareket ettiklerinden, âzamî bir iktidar görünür. Evet, öyle acip bir istibdat ki, kànunlar perdesinde herkesin vicdanına ve mukaddesatına, hattâ elbisesine müdahale ederler. (...) Hem, öyle bir zulüm ve cebir ki, bir adamın yüzünden yüz köyü harap ve yüzer mâsumları tecziye (ceza) ve tehcîr (sürgün) ile perişan eder." (Beşinci Şuâ, Üç Küçük Mesele'den İkinci Mesele, s.  512.)
Câlib–i dikkattir: Bediüzzaman, tâ 1908’lerde, yani vukuatından yaklaşık 30 yıl öncesinden Dersim Fâciası ve benzeri hadiselere işaretle, hem köylerin harap edilmesinden, hem de mâsumların öldürülüp sürgün edilmesinden söz ediyor.
İşte, tek parti dönemi itibariyle ülke genelinde 100 bini aşkın insanımız katledildi. Sadece Dersim'de, resmî rakamlarla 13.800 ölüm ve 12 binden fazla insanımızın sürgüne gönderildiği ifade ediliyor. (Gayr-ı resmî rakamlar ise, 30-40 binleri gösteriyor.)
Bediüzzaman ve talebeleri, 1948’deki Afyon Mahkemesinde, kendilerini hedef alan bir suçlama üzerine yaptıkları müdafaada, Dersim Fâciasını açıkça telâffuz ederek, Beşinci Şuâ'da yukarıda zikredilen hükmünün gözler önüne serildiğini şu sözlerle beyan ediyorlar: "1938'deki Dersim Fâciasında, binler mâsumları, ihtiyar kadınları hem öldürüp hem ateşlere atmak ve bir isyan tevehhümü ve ihtimali yüzünden (o mâsumların) yaktırılması, Beşinci Şuâ'nın 'Bir câni yüzünden yüz köyü harab eder, bir âsi yüzünden binler mâsumu mahv eder' hükmünü kat'î hakikat olarak gözlerine sokuyor."
(NOT: Beşinci Şuâ'nın bir bölümünde, baştaki reisin, ayrıca bir Sadrâzam ve bir Serasker'i emrine teshir ederek dehşetli bir komitayı teşkil edeceğinden bahsedilir. 
Evet, tâ 1937’lerde yaşanan ve sık sık gündeme taşınan Dersim Hadisesi ile, hem Beşinci Şuâ'nın hükmü, hem "Sırr–ı innâ a'teyna"daki "dört rükün/dört adam" bahsi, hem pek mühim bir mesele olan "Süfyaniyetin mahiyetinin anlaşılması" gibi hususlar, büyük ölçüde vüzûha kavuşmuş oluyor.

Dine "irtica" damgası vurdular

Bediüzzaman Hazretleri, Emirdağ Lâhikası isimli eserinde yer alan birkaç mektubunda (s. 320) Kur'ân'da tekrar ile zikredilen "Lâ tezirü vâziretün vizra uhrâ. Yani: Hiçbir günahkâr başkasının günahını yüklenmez; Birisinin hatasıyla başkası mesul olamaz" meâlindeki âyetin izahı sâdedinde, özetle şunları beyan ediyor:
"Kur’ân’ın bir kànun–u esasîsi, muhabbet ve uhuvvet–i hakikiyeyi temin eden ve bu millet–i İslâmiyeyi ve memleketi büyük tehlikeden kurtaran bu kanun–u esasî ki, 'Birisinin hatasıyla başkası mesul olamaz.' Kardeşi de olsa, aşireti ve taifesi de olsa, partisi de olsa, o cinayete şerik sayılmaz. 
"(...) İşte, Kur’ân’ın bu gibi kudsî kanun–u esasîsine irtica namını veren bedbahtlar, vahşet ve bedevîliğin dehşetli bir kanun–u esasîsi olarak kabul ettikleri şimdiki öylelerinin siyasetinin bir nokta–i istinadı şudur ki: 'Cemaatin selâmeti için fert feda edilir. Vatanın selâmeti için eşhasın hukuku nazara alınmaz. Devletin siyasetinin selâmeti için cüz’î zulümler nazara alınmaz' diye, birtek câni yüzünden bir köyü mahvetmekle bin mâsumun hakkını nazara almaz. Birtek câninin yüzünden bin adamın kılıçtan geçmesini câiz görür. Bir adamın yaralanmasıyla binler mâsumu sıkıntıya verdirir. Ve iki yüz adamın kurşuna dizilmesini o bahaneyle nazara almaz. 
"Bu âyetinin ders verdiği kanun–u esasîsi ile adâlet–i hakikiyeyi ve ittihadı ve uhuvveti temin etmeye çalışan ehl–i iman fedakârlarına 'mürteci' nâmını verip onları müttehem etmek, mel’un Yezid’in zulmünü adâlet–i Ömeriyeye tercih etmek misilli en vahşî ve zalimâne bir engizisyon kanununu, beşerin en yüksek terakkiyatına ve adâletine medar olan Kur’ân’ın mezkûr kànun–u esasîsine tercih etmek hükmündedir."


Dersim’de Ehl-i Beyt düşmanlığı (2)

Müslümanlıkla bağdaşmaz
 
Burada birkaç noktayı hatırlatarak, yakın tarihimizin kasten çarpıtılan bazı hakikatlarını günümüz neslinin (ve bilhassa Alevî vatandaşlarımızın) nazarına takdim etmeye çalışalım. 
Birincisi: 1937'deki "Dersim katliâmı"nın Sünnîlikle ve hatta Müslümanlıkla hiçbir alâkası yoktur. Kat'iyen bilin ki, Sünnî kardeşleriniz bu meselede hep sizin yanınızda olmuştur, olmaya da devam edecektir. (Aşağıda Said Nursî ile bağlantılı hatıra notlarına dikkatlice bakınız.) 
İkincisi: Ehl-i Beyt muhabbetini esas alan Alevîlere o zulmü revâ gören CHP hükûmetidir ve o dönemin tek parti zihniyetidir. Ama aynı zihniyet, onlara sanki Sünnîlik adına zulmedilmiş gibi bir düşünce ve mânâyı hep empoze edegeldi. Bu sebeple, Alevileri Sünnîlere düşman etmeye çalışanlar oldu. Bu ise, Sünnîlere yönelik dehşetli bir isnat ve iftiraydı. Sunturlu bir yalan ve katmerli bir zulümdü yapılanlar.
Üçüncüsü: Ey Ehl-i Beyt bağlısı Aleviler! Siz öyle sinsice çalışan bir zihniyetle muhatap oldunuz ki, önce sizin canınızı incitti, sonra da sizi hem devlete, hem de millet ekseriyetine kaskatı düşman bir hale getirmeye çalıştı. 1950'den sonra da, size adeta bir oy deposu nazarıyla baktı. Ne yazık ki, siz de ya korkudan, ya da desiselerine aldanarak o zihniyete siyaseten olsun büyük destek verdiniz. Artık bundan vazgeçmelisiniz ki, o zihniyeti hep birlikte tarih mezarlığına gönderme imkânı, fırsatı doğsun. 
Dördüncüsü: Aziz Dersimli kardeşler! Sizin başınıza vaktiyle gelmiş olan o dehşetli hadisenin asıl sebebi gibi, mahiyetini ve gelişme seyrini de, inanın detayına varıncaya kadar biliyoruz. Ama, orada sergilenen insanlık dışı vahşeti ve yıllar yılı çekilen acıyı tarif edecek kelime ve tâbiri bulmakta büyük müşkilât çekiyoruz. Bunu da bilesiniz diye ifade ediyoruz.
Canlı şahitler ne diyor?

Bugünkü neslin çoğu bilmez "Dersim hadisesi"nin ne olduğunu. Ama, yakın tarihin bu acı sayfasını doğru şekilde bilmeleri lâzım. 
1937'de Dersim ve çevresinde neler olup bittiğini, ilk önce biz o dönemi yaşamış, hadiselerin şahidi olmuş itibarlı zatlardan dinledik. 
1974'te lise son sınıf talebesiyken Elaziz'de ziyaretine gittiğimiz emekli Albay Hulusî Yahyagil, Dersim hadisesinin en canlı şahitlerinden biridir. Aynı zamanda tarihi doğru konuşturan, imanlı, insaflı, vicdanlı bir şahsiyettir.
Sonradan Son Şahitler (Cilt–1/328) isimli dokümanter eserde de kayda geçen konuyla ilgili hatırasının bir kısmı aşagıdaki gidir: 
"Ben Elaziz'de (Elazığ) tabur komutanlığı yapıyordum. 1937–38 Dersim İsyanı'nın sebep olduğu fâcia neticelenmek üzereydi. Bizi de isyanı önlemeye ve bastırmaya memur ettiler. İsyan dedikleri şey de, bazı dağ köylerinin o yıl vergi vermeme meselesi idi. Aslında hadise basitti. Fakat nedense onu büyüttüler ve umumileştirdiler. 
“Bize verilen emir ise tek kelime idi: İmha! 'Canlı tek bir insan bırakılmayacak: Genç–ihtiyar, çocuk–kadın, vesaire...' 
“Gerçi operasyon bölgesindekilerin çoğu Rafızî idi. Ama yine de bizim vatandaşımız idiler. O tarz muamele ile o insanlar salâh mı bulacaklardı? Ben kıta komutanı idim. En çetin ve zor vazifeyi de bize vermişlerdi. 'Sen piyadesin, seni topla da takviye etmek gerekir'  dediler. 
“Müthiş bir hüzün ve ıztırap içinde idim. Hz. Üstad benim bu hüznümü hissetmiş. Bu durumu kendisine yazıp soramadım. Nasıl yazabilirdim! Bu ıztırabımı kâğıda nasıl dökebilirdim! Tam merhum pederimle vedalaştım. Hayvana bindim gidiyordum. Bir de baktım, hizmet eri koşarak geldi. Elime bir mektup verdi. Mektubu açtım. Mektubu Üstad Kastamonu’dan Ürgüp Müftüsü olan kardeşi Abdülmecid vasıtasiyle gönderiyordu. 
“Kastamonu Lâhikası'nın başlarında (s. 14) bulunan mektupta, Üstad Bediüzzaman'ın şu ifadeleri yer alıyordu: ‘Hulusi’nin bir gailesi var, diye hissediyorum. Merak etmesin. Risâle–i Nur’un şâkirdlerine inãyet ve rahmet, nezaret ve himãyet ederler. Dünyanın meşakketleri mãdem sevap verir, geçerler; o musîbetlere karşı sabır sabır içinde, şükür ile, metanetle mukabele edilmek gerekir. Hem o, hem sizler, bütün duâlarımda ve kazançlarımda benimle berabersiniz.’ 
Hulusî Bey, neticeyi şöyle anlatır: “Az sonra isyan olan bölgeye gittik. Döndük dolaştık. O bölgeyi terk etmişler, dağlara mağaralara çekilmişler. Rahmet–i İlâhiye yardımımıza yetişti. Elimizi kirletmeden ve kana bulaştırmadan bizi kurtardı.” 
* * * 
Benzer bir hatıra da, "Bediüzzaman Said Nursî, Mufassal Tarihçe–i Hayatı" isimli eserde (s. 1134), Malatyalı emekli Yüzbaşı Şevki Beyin dilinden şu şekilde naklediliyor: "Dersim'de isyan eden bazı insanlarla askerler harp ederken, isyancılar yavaş yavaş çekilip dağın zirvesine doğru gitmişler. Bizim askerler onlara ulaşamıyor ve bir şey yapamıyordu. Bu defa gelen emirler mucibince, geri dönüp masum çoluk–çocuk, ihtiyar demeden katletmeye başlamışlar. Hatta hınçlarını alamayarak, bazı taburlar topladıkları çoluk–çocuk, kadın–ihtiyar, bîgünah masumları büyük avlulu surlu bir evin içine doldurmuşlar ve tenekeyla gazyağı döküp bunları ateşe vermişlerdi. Bu ateş içinde yükselen feryatlar ve çığlıklar ortasından, bir kadın kucağındaki bebeğini ateşte yanmaması için surun üstünden dışarıya fırlatmış. Fakat bir yüzbaşı o bebeği süngüleyerek, süngü ile tekrar surun üstünden ateşin ortasına atmıştı. Gözümle gördüm." 
* * * 
Evet, 1937–38'de Dersim ve çevresinde yaşananlar, tam anlamıyla bir insanlık dramıydı. Ayrıca, insanlık adına utanç verici şeyler sahnelenmişti. 
Hatıra notlarında anlatılanlar da doğrudur. Asla abartılı değildir. Daha sonraki araştırmalarımızda ve dinlediğimiz birçok canlı şahidin anlattıklarında da, aynı acı gerçeğin izini, özünü, yüzünü gördük.




Hiç yorum yok: