1 Şubat 2013 Cuma

27 Mayıs isyanı -27 Mayıs ayaklanmasından 12 Eylül ayaklanmasına-Utanılacak bir 12 Eylül hâtırası-Ordumuzu yıpratan alçaklar-27 Mayıs vahşeti-Hâlâ 27 Mayıs yalanları, iftiraları...- A. Oktay Güner’in 12 Eylül hatıralarını okurken ağladım-27 Mayıs Darbesine yol açan CHP yalanları-Yavuz Bülent Bakiler


27 Mayıs isyanı -l-

27 Mayıs 1960 isyanının 49. yıl dönümündeyiz. 27 Mayıs isyanının temelinde; yalan, iftira, siyasî ihtiras, gaflet ve cehalet var. Alparslan Türkeş, Hindistan’daki müşavirlik görevinden Ankara’ya dönünce ziyaretine gitmiştik. Ülkemizin 27 Mayıs darbesine nasıl çekildiğini anlatırken demişti ki: 

-”27 Mayıs sabahı, önce Ankara Radyosuna giderek malûm bildiriyi okudum. Oradan Et-Balık Kurumuna geçtim. Çünkü bize ısrarla denilmişti ki, Demokrat Parti, nümayişlere katılan üniversiteli gençleri öldürtüyor, sonra da Et-Balık Kurumu’nda hayvan yemi haline getirtiyor. Cumhurbaşkanı Celâl Bayar’ın bankalardaki hesabında 103 milyon lira parası var. 103 milyon lira, o tarihlerde, Ankara’da 250-260 daire parasıydı. O sabah Et-Balık Kurumunun depolarında bir tek insan cesedine rastlamadım. Sonra Celâl Bayar’ın bütün bankalardaki hesaplarına el koyduk. İş Bankasındaki özel kasasını açtırdık. Para-pul bulamadık. O zaman anladım ki biz, ‘komonist’lerin ve CHP teşkilatlarının yalanlarına inanarak hareket etmişiz...” 

DP iktidarını, silah zoruyla yıkmak için uydurulan yalanlar, en ahlâksız insanları bile utandıracak seviyesizlikteydi. Her gün fısıltı halinde deniliyordu ki: Dışişleri Bakanımız Fatin Rüştü Zorlu’nun Avrupa’daki arabası altın kaplıymış. Çünkü adam, her anlaşmada, yabancı devletlerden %10 nisbetinde rüşvet alıyormuş. Ona mister %10 diyorlarmış. 

“Menderes, Ardahan’ı ve Kars’ı Ruslara satmak istiyormuş.” 

“Cumhurbaşkanı Celâl Bayar, ‘Şu Harp Okulu öğrencilerinin hepsini trene bindirip kampa götürürken bir sabotaj düzenleyelim. Treni havaya uçurarak hepsini öldürelim!’ diyormuş...” ve daha nice kuyruklu yalanlar. Bütün bu iftiraların bir tek sebebi vardı: Halkın oylarıyla iktidar olamayan CHP’yi , askerin süngüsüyle devletin başına oturtmaktı. 1950 seçimlerinde DP 393 milletvekilliği kazanmıştı. CHP 69 milletvekilinde kalmıştı. 1954 seçimlerinde DP 488 milletvekiliyle Meclise gelmişti. CHP 30 milletvekilliğine düşmüştü. 1957 seçimlerinde DP. 424, CHP 158 milletvekili çıkarmıştı. Artık CHP için tek yol, ordu içindeki taraftarlarını tahrik ve teşvik ederek, yani bir hükûmet darbesi yaptırtarak iktidara konmaktı. CHP, işte o ihtirasla çok yanlış bir yola girdi. 27 Mayıs 1960 tarihinde, ordu içindeki CHP zihniyetli subaylar, devlete isyan ederek DP iktidarını silah zoruyla devirdiler. Cemal Gürsel’in ifadesiyle: “İsmet İnönü, gerdeğe girmek isteyen bir güveyi gibi sabırsız ve heyecanlıydı!” 

Yalnız, isyan hareketine katılan 38 subay içerisinde, iktidarı CHP’ye teslim etmek istemeyen 14 subay vardı. Onlar da yeni bir darbe hareketiyle Milli Birlik Komitesinden koparılarak yurt dışındaki elçiliklerimize sürülmüşlerdi. 

27 Mayıs isyanı devletimize, milletimize, ordumuza huzur getirmedi. Patrona Halil ve ayak takımı 1731 yılında isyan bayrağı açarak Sadrazam Damat İbrahim Paşa’yı ve iki damadını öldürmüşlerdi. 27 Mayıs isyancıları da Başbakan Menderes’in ve iki bakanının idamını sağladılar. 1961 seçimlerinde, milletimizin CHP’yi yine iktidara getirmediğini görünce yeni darbeler yapmayı bile düşündüler... 



27 Mayıs isyanı -II-

Geçenlerde bir TV programında Umurbey köylüleri dediler ki: -”27 Mayıs darbesinden sonra gördüğümüz zulmü, bize Yunan çeteleri yapmadılar!” (Umurbey, Celâl Bayar’ın köyü). Sadece Umurbey köylülerine değil, Demokrat Partililere bütün Türkiye’de zulmedilmiştir. Bu hal, isyana katılan CHP zihniyetli subayların cehaletinden, gafletinden ve siyasî ihtiraslarından kaynaklanıyordu. Bizim en büyük düşmanımız cehalettir. İsyancı subayların cehaleti yüzünden, devlet hayatımızın çivisi kopmuştu. Önce ordumuz, sonra milletimiz ve devletimiz yeni buhranlarla sarsılmaya başlamıştı. 

1960 yılında ben, Ankara Hukuk Fakültesinin son sınıfındaydım. Cumhuriyet gazetesinden Yaşar Kemal ve Cevat Fehmi Başkut isyancı subaylarla röportajlar yapmışlardı. Onları dikkatle okumuştum. Hükûmet darbesi yapan subayların hemen hepsi, çok Atatürkçü olduklarını ve Atatürk’ü çok sevdikleri için DP iktidarını devirdiklerini söylemişlerdi. Kendilerine sorulmuştu: 

-Hangi kitapları okudunuz? 

Bu çok zor soruya darbeci subayların pek çoğu hep aynı cevabı vermişlerdi: 

-Beyaz Zambaklar Memleketi isimli kitabı okudum. 

Beyaz Zambaklar Memleketi, 100 sayfalık bir tercüme eser. Bize de ortaokul sıralarında okutmuşlardı. Peki sonra? Sonrası yok! Bir insan, bir kitap okumakla nasıl Atatürkçü olabilir? Atatürk’ün binden fazla kitap okuduğunu biliyoruz. 

Sonra bu isyancı subaylar demişlerdi ki: 

- “DP, Atatürk Anayasasını çiğnediği için onu iktidardan indirdik! 

Böyle düşünen ve konuşan kişilerin, Atatürk’ün 1924 Anayasasına sahip çıkmaları gerekir değil mi? Şaşıracaksınız, çünkü: Darbeci subaylar, 1924 Anayasasını kökten değiştirmişlerdi. Atatürk Anayasasında kuvvetler birliği esası vardı. 1961 Anayasasıyla kuvvetler ayrılığı getirildi. 1924 Anayasasında Atatürk’ün: Cumhuriyetçilik, Halkçılık, laiklik, milliyetçilik, devletçilik, inkılâpçılık ilkeleri yer alıyordu. 1961 Anayasasında sadece laiklik ilkesi kaldı. 1924 Anayasasında senato yoktu ve komünizme kapalı bir Anayasa idi. 1961 Anayasası Türkiye’yi Marksizme doğru sürükledi. Öyle olduğu içindir ki, yine silâhlı kuvvetlerimizin isteği sonucunda, 1961 Anayasasının bir kısmı değiştirilmişti. 1980 askerî darbesinden sonra da o Anayasa tamamen ortadan kaldırıldı. Şimdi de 1980 askerî darbesinin getirdiği Anayasayı değiştirme çalışmaları yapılıyor. Peki söyler misiniz bana: Türkiye devlet idaresinden habersiz maceracıların deneme tahtası mıdır? 

Atatürk, Millî Mücadelemizden sonra, ordumuzu ısrarla siyasetin dışında tutmaya çalışmıştı. Sonraki Atatürkçüler ise, ordumuzu siyasetin içine çekmeye koyuldular. Bu nasıl bir iştir? 

Darbeci subaylar, 1960 yılında vatanımızı kurtardıklarını söylediler. 1980 yılında vatanımız yeniden kurtarıldı. Vatanımızın üçüncü defa kurtarılmaya ihtiyacı yoktur. Yeter artık! Yeter! Yeter! 

Vatanımızı milli iradeye dayanarak demokrasiyle güzelleştirmeliyiz.



27 Mayıs ayaklanmasından 12 Eylül ayaklanmasına

Şimdi Türkiye’de ortak bir görüş var. Hemen herkes 1980 Anayasamızın ortadan kaldırılmasını istiyor. Niçin? “Çünkü 1980 Anayasası, 12 Eylül askerî darbesinin hazırlattığı bir Anayasadır ve çeşitli konularda, kısıtlayıcı özellikleri vardır da ondan!” 

Peki 1980 Anayasası, askerî bir darbenin anayasasıdır da 1961 Anayasası, tamamen sivil bir iradenin mi eseridir? Hayır! 12 Eylül Anayasası ne kadar askerî bir darbeden sonra hazırlanmışsa, 1961 Anayasası da o kadar askerî bir rejimden sonra ortaya çıkmıştır. Öyleyse, 12 Eylül darbesine şiddetle karşı çıkanlar, dün neden 27 Mayıs 1960 Anayasası karşısında iki büklümdüler? Ve onu neden bitmez tükenmez alkışlarla yere göğe sığdıramıyorlardı? Dün, 27 Mayıs isyanından “ihtilâl veya devrim” diye bahsedenler, bugün 12 Eylül harekâtını neden askerî bir darbe olarak karalıyorlar? Bunun iki önemli sebebi var: 27 Mayıs isyancıları sadece Demokrat Partiyi kapatmışlardı. Yurdumuzun hemen her noktasında, sadece Demokrat Partiye oy veren vatandaşların üzerine “Kuyruklar! Gericiler! Hainler!” diye yürümüşlerdi. O kadar ki, DP milletvekillerinin ilkokul sıralarındaki çocuklarına bile, arkadaşları arasında farklı tavırlar koymuşlardı. DP lider kadrosuna, Yassıada’da dehşet verici hakaretler, zulümler yapmışlar ve yurdumuzda 10 yıl başbakanlık yapan Adnan Menderes’i eski valilerimizden Turhan Kapanlı’yı selamladığı için ana-avrat söverek tekmelemiş, yumruklamışlardı. Bu ve benzer davranışlar, kabalıklar, vahşetler, birtakım kimselerin yüreklerinin yağını eritiyordu. Yassıada Mahkemesinin İsmail Dümbüllü tiyatrosuna benzemesinden müstesna bir haz duyuyorlardı. 

Bu kişiler ve çevreler, 12 Eylül darbesinin bütün siyasi partilerimizi kapatmasına şaşırıp kaldılar. İğnenin ucu kendilerine dokunduğu için 12 Eylül isyanından askerî darbe diye bahsetmeye başladılar. 

Bu kişiler ve siyasi partiler 27 Mayıs darbesini de Vakt-i zamanında ihtilâl ve devrim şarkılarıyla göklere çıkarmasaydılar, yani ordumuzun siyasî hayatımıza karışmaması şartını yazıp söyleseydiler, belki de 12 Eylül darbesi olmayacaktı. Rüzgâr ekenler fırtına biçtiler. 

27 Mayıs ayaklanmasının önde gelen isimlerinden Alparslan Türkeş’in yazılı bir açıklaması var. Türkeş diyor ki: “En iyi bir askerî idare, en kötü bir sivil idareden daha kötüdür!” Doğru! Doğru! Doğru! 

Ben yedek subaylığımı 1961-1963 yılları arasında Ankara’da Cumhurbaşkanlığı Muhafız Alayında yaptım. 

Talat Aydemir’in 22 Şubat ayaklanması bastırıldıktan sonra Cumhurbaşkanı Cemal Gürsel, Muhafız Alayı Gazinosunda, isyana katılan subayların önünde yeminlerle şöyle konuşmuştu: 

“Bazı subay arkadaşlarım sanıyorlar ki devlet idaresi kolaydır. 27 Mayıstan önce biz de öyle sanıyorduk. Gelip gördükten sonra anladık ki devlet idaresi çok zordur. Vallahi de, billahi de çok zordur arkadaşlar yapmayın!” 

Devlet idaresinin çok zor olduğunu anlamak için, askerî darbelerle işbaşına konmak mı lazım?



Utanılacak bir 12 Eylül hâtırası

12 Eylül 1980 darbesi yapıldığında Ankara’daydım ve Kültür Bakanlığı’nda müsteşar yardımcısıydım. 

Ordunun idareye el koyduğunu radyo ve TV yayınlarından öğrendim. Sabahleyin kalktım, giyindim ve Bakanlığın yolunu tuttum. Bakanlık binasına geldiğimde, gördüm ki bir manga asker ön kapıyı tutmuş durumdadır. Ben, hiçbir şey olmamış gibi, askerlerin arasından geçip kapıyı açmak istedim. Önüme dikildiler: 

-Yasaktır! Giremezsiniz! 

-Ben bu bakanlıkta müsteşar yardımcısıyım. Çalışmaya geldim. 

-Yasaktır dedik ya! Bakan bile olsanız giremezsiniz! 

Bakanlık kapısından ayrılıp personel kapısına yürüdüm. Orada kapı önünde birkaç askerle bir teğmen vardı. Kendimi tanıttım ve içeriye girmek istediğimi söyledim. Teğmen daha sert çıktı: 

-Bakanlıkta arama yapıyoruz! Giremezsiniz! 

-Ne arıyorsunuz teğmenim! 

-Silah arıyoruz. 

-Ne silahı teğmenim? 

-Silahın ne olduğunu bilmiyor musunuz? 

-Ama ben silahımı bakanlıkta bırakmam teğmenim. Üzerimde taşırım hep. 

Verin o silahı bana öyleyse! 

-Maalesef veremem teğmenim! 

-Vermezseniz, zor kullanmak mecburiyetinde kalırım. 

-Mademki ısrar ediyorsunuz ben de veriyorum işte. 

Sonra ceketimin iç cebinden dolmakalemimi alıp uzattım: 

-Buyurun! dedim. Benim silâhım işte bu! Ömrüm boyunca üzerimde çakı bile taşımadım. 

Yüzüme derin bir öfkeyle baktı. Sonra hiçbir şey söylemeden arkasını dönerek kapıya doğru yürüdü. 

Öğleden sonra tekrar Bakanlığa gittim. Abluka kaldırılmıştı. Odama çıktım. Gördüm ki dolapların kapıları açık, askerler, koltukların minderlerini bile kaldırıp altlarına bakmışlar ama özellikle tekrar yerlerine koymamışlar. 

Bu durumu 12 Eylülden önce Kültür Bakanımız olan Tevfik Koraltan’a söyledim. Gülümseyerek dedi ki: 

-12 Eylülden sonra, karımla birlikte Kıbrıs’a gitmek istedik. Pasaport için başvurdum. Aradan 10-15 gün geçtiği halde pasaportum çıkmadı. İlgili makamlara gittim. Dediler ki: 

-Maalesef veremiyoruz. Çünkü sizin dosyanız dumanlı! 

-Ne demek dumanlı? Anlayamadım. 

-Siz 12 Eylülden önce Sivas AP il ve ilçe teşkilatlarına, makam arabanızın arkasına silah doldurup götürmüşsünüz! 

-Olacak iş mi bu? Kim diyor bu saçmalıkları? 

-Milli Emniyetin düzenlediği bir rapor var dosyanızda! 

Tevfik Koraltan dedi ki: 

-Dondum kaldım. Sivas’a hep beraber gidip geldik. Benim makam arabamın bagajında silah gördün mü hiç? Silahı kime karşı kullanacağız? Ne için kullanacağız? Aynı iftiralar 27 Mayıs darbesinden önce, DP teşkilatları için de yapılmıştı. Böyle raporlardan maksat, orduyu darbeye zorlamaktır! Yazık, çok yazık.



Ordumuzu yıpratan alçaklar



Genelkurmay Başkanımız; “bir kağıt parçasını ele alarak ordumuzu yıpratmaya çalışanlardan” haklı olarak çok şikayetçi. O, alçak kelimesini kullanmadan öfkesini ifade ediyor. Ben de düşünerek, bilerek, inanarak bu kelimeyi kullanıyorum. Çünkü biliyorum ki ordusuz devlet, ordusuz millet, ordusuz vatan olmaz. 

Yeni kurulan Türk Cumhuriyetlerine 1980 yılından itibaren 10 defa gidip geldim. Onlarla ilgili olarak 101 TV programı hazırladım ve sundum. Gördüm ki Ruslar bütün Türkistan topraklarına, ellerini kollarını sallayarak girmişler. İnanmayacaksınız ama gerçek, hem de dehşetli bir gerçek: Bir kaç Türkiye büyüklüğünde olan Türkistan topraklarını istila eden Rus ordusu 100 ölü bile vermemiş! Haydi bu rakamı bir de yazı ile belirteyim: (yüz - yüz - yüz) asker kaybıyla Ruslar bütün Türkistan’ı pençelemişlerdi. Gittiğim her Türk Cumhuriyetinde, bu inanılmaz esaretin sebebini sormuştum. Bana hep aynı cevabı vermişlerdi: 

- Ordumuz yoktu! Ordumuz yoktu! demişlerdi. 

Ordusu yıpranmış, savaş kabiliyetini kaybetmiş bir Türkiye’nin o eski Türk Cumhuriyetlerinden farkı kalmaz. Bir Kerkük horyatında deniliyor ki: 

O yar gözün / Kim görmüş o yar gözün? 

Arslan gücünden düşse / Karınca oyar gözün! 

Ordusu zayıflayan bir Türkiye, kırk devletin esareti altına düşer. Bundan şüphem yok. Yalnız şunu çok iyi bilmeliyiz ki, ordumuz sadece dışardan yapılan hücumlarla, tertiplerle, hilelerle yıpranmaz. Ordumuzu yıpratan, zayıflatan, bölen... en tehlikeli gelişmeler kendi içinde de olur. Mesela: Bâzı kumandanların, bir hükûmet darbesine kalkışmaları kadar, orduyu yıpratan bir hareket düşünemiyorum. Samimiyetle inanıyorum ki, bazı kalabalıkların meydanlara dökülerek; “Ordu! ordu! Çok yaşa! Ordu gençlik el ele!” diye haykırmaları da bilerek veya bilmeyerek ordu düşmanlığıdır. 

Ordunun siyasî hayatımıza müdahale etmesi, büyük buhranlar felaketler, bölünmeler meydana getiriyor. Ordu, kayıtsız-şartsız siyasetin dışında kalmalıdır. Ah mümkün olsa da, biz Kara, Deniz ve Hava Harp Okullarında okuyan çocuklarımıza bütün neticeleriyle bir darbeler tarihi okutabilsek. 

Mesela: Birtakım delifişek subaylarımız, bir isyan hareketiyle 2. Abdülhamid Han’ı tahtından indirerek siyasete el koyunca 10 yıl gibi kısa bir sürede, koskoca bir İmparatorluğu darmadağın ettiler. Birinci Dünya Savaşına girince iki milyon insanımızı kaybettik. 

27 Mayıs isyanıyla, milletimize-devletimize büyük hizmetlerde bulunan Başbakan Adnan Menderes’i ve iki bakanımızı darağaçlarına verdik. Bugün hiç kimse, Menderes’in idamını doğru bulmuyor. 

12 Eylül isyanından sonra ne oldu? derseniz cevabı çok açık: 50 kişi asıldı. 171 kişi işkence altında öldü. 650 bin kişi gözaltına alındı. 230 bin dâvâ açıldı. 3.854 öğretmenin 120 üniversite öğretim üyesinin, 47 hâkimin işine son verildi. Ve daha neler, neler, neler. 







27 Mayıs isyanına katılan Türkeş’in el yazısıyla bir açıklaması var. Diyor ki; “En iyi bir askerî idare, en kötü bir sivil idareden daha kötüdür.” Darbeciler de, darbe heveslileri de ordumuzu yıpratmaktadırlar. Yeter artık, yeter artık. 



27 Mayıs vahşeti -1-

Türkeş ve arkadaşları (14’ler) CHP’li olmadıkları için Millî Birlik Komitesinden koparılmışlar, yurt dışına sürülmüşlerdi. Türkeş, Hindistan’dan Ankara’ya dönünce, Gaziosmanpaşa’daki evine, Metal-İş Federasyonu Genel Başkanı Kaya Özdemiroğlu ile birlikte ziyaretine gitmiştik. Türkeş, sohbet esnasında demişti ki: 

“27 Mayıs sabahı Ankara Radyosundan, MBK’nın ilk bildirisini okuduktan hemen sonra, Et-Balık Kurumuna gittim. Bütün depoları açtırarak, üniversite talebelerinin cesetlerini aradım. Ama bir tek ceset bile bulamadım. Sonra Konya yolu asfaltı altındaki aramalarımız da boş çıktı. Çok şaşırdım. Çünkü bize ısrarla denilmişti ki DP iktidarı, üniversiteli talebeleri öldürüp hayvan yemi hâline getiriyor. Bazılarını da Konya asfaltı altına gömdürüyor. Bu iddiaların tamamen yalan olduğu ortaya çıktı. Sonra, Cumhurbaşkanı Celâl Bayar’ın bankalarda 103 milyon lirası olduğu ihbar edilmişti. Bayar’ın bütün banka hesaplarına derhal el koyduk. Bayarın hiçbir bankada hesabı yoktu. İş Bankasındaki özel kasasını açtırdık. Gördük ki orada, bir tek Cumhuriyet altını ile, genç yaşta ölen oğluna ait bir tutam saç var. Başka bir şey yok. O zaman anladım ki biz, CHP’nin ve komünistlerin yalanlarına inanarak, oyunlarına gelerek yola çıkmışız!..” 

27 Mayıs darbesi, bana göre, Genç Osman’ın katledilmesi gibi, baştan sona yalanla-dolanla-utançla yüklü vahşiyane bir harekettir. Çünkü: 

Halkın oylarıyla iktidar olan bir partiyi, silah zoruyla devirmek ve halkın istemediği bir partiyi baskıyla, silah zoruyla iktidar yapmak vahşettir. 

Eskişehir Örfi İdare Kumandanının “DP Bakanları ve Başbakan, on üç uçak dolusu altınla yurt dışına kaçarken yakalandılar” şeklindeki palavrası, resmen yayınlandığı için darbenin vahşetidir. 

İçişleri Bakanımız Namık Gedik’in, Harp Okulunda yapılan zulümler zinciri dolayısıyla intihar etmesi, darbe vahşetinin sonucudur. 

Vatanımıza, milletimize on yıl, büyük hizmetlerde bulunan Başbakan Adnan Menderes’in Yassıadada, çok basit sebeplerle zaman zaman tekme-tokat dövülmesi, sövülmesi vahşettir. 

Nazlı Ilıcak’ın 2 cilt halinde yayınlanan 27 Mayıs Yargılanıyor isimli çok önemli kitabını lütfen okuyunuz. Göreceksiniz ki Başbakan Adnan Menderes, bir gün eski valilerimizden (ve bakanlarımızdan) Turhan Kapanlı’yla selâmlaştığı ve ayaküstü “Nasılsınız Vali Beyefendi?” diye sorduğu için tekme-tokat dövülmüş ve ancak çok vahşi insanların yapacakları galiz küfürlerle hakarete uğramıştır. 

Bir başka gün de Menderes, nöbetçi subaya “Acaba benim avukatım gelmedi mi?” diye sorduğu için dövülmüştür. Menderes’in, Yassıada’da tutuklu kaldığı aylar içerisinde, hiç kimse ile tek kelime konuşturulmaması vahşettir. 

Menderes’in tamamen özel hayatıyla ilgili bir mes’elenin Yassıada mahkemelerinde aylarca görüşülmesi idarenin bir başka vahşetiydi. 

Yassıada Mahkemeleri, bazen ıslıklarla, bazen alkışlarla mahkeme salonu olmaktan çıkıyor, Dümbüllü İsmail’in tuluat tiyatrolarına benziyordu. Adalet yerini vahşete bırakıyordu. 

Milyonlarca DP’li vatandaşa darbeciler ve darbecilerin yardakçıları tarafından: Kuyruklar, düşükler, sâbıklar, sâkıtlar diye hitap edilmesi, 2. sınıf vatandaş muamelesi yapılması vahşettir. 

Siyasî idamlar vahşetti. Güpegündüz asılan Menderes’in ipe götürülmeden az önce, zorla basur muayenesinden geçirilmesi vahşetti. 

Tarihin tekerrür etmemesi için, 27 Mayıs vahşetinin bütün Harp Okullarımızda okutulması, unutturulmaması lâzımdır. 



27 Mayıs vahşeti -II-

Türkeş ve arkadaşları (14’ler) CHP’li olmadıkları için Millî Birlik Komitesinden koparılmışlar, yurt dışına sürülmüşlerdi. Türkeş, Hindistan’dan Ankara’ya dönünce, Gaziosmanpaşa’daki evine, Metal-İş Federasyonu Genel Başkanı Kaya Özdemiroğlu ile birlikte ziyaretine gitmiştik. Türkeş, sohbet esnasında demişti ki: 

“27 Mayıs sabahı Ankara Radyosundan, MBK’nın ilk bildirisini okuduktan hemen sonra, Et-Balık Kurumuna gittim. Bütün depoları açtırarak, üniversite talebelerinin cesetlerini aradım. Ama bir tek ceset bile bulamadım. Sonra Konya yolu asfaltı altındaki aramalarımız da boş çıktı. Çok şaşırdım. Çünkü bize ısrarla denilmişti ki DP iktidarı, üniversiteli talebeleri öldürüp hayvan yemi hâline getiriyor. Bazılarını da Konya asfaltı altına gömdürüyor. Bu iddiaların tamamen yalan olduğu ortaya çıktı. Sonra, Cumhurbaşkanı Celâl Bayar’ın bankalarda 103 milyon lirası olduğu ihbar edilmişti. Bayar’ın bütün banka hesaplarına derhal el koyduk. Bayarın hiçbir bankada hesabı yoktu. İş Bankasındaki özel kasasını açtırdık. Gördük ki orada, bir tek Cumhuriyet altını ile, genç yaşta ölen oğluna ait bir tutam saç var. Başka bir şey yok. O zaman anladım ki biz, CHP’nin ve komünistlerin yalanlarına inanarak, oyunlarına gelerek yola çıkmışız!..” 

27 Mayıs darbesi, bana göre, Genç Osman’ın katledilmesi gibi, baştan sona yalanla-dolanla-utançla yüklü vahşiyane bir harekettir. Çünkü: 

Halkın oylarıyla iktidar olan bir partiyi, silah zoruyla devirmek ve halkın istemediği bir partiyi baskıyla, silah zoruyla iktidar yapmak vahşettir. 

Eskişehir Örfi İdare Kumandanının “DP Bakanları ve Başbakan, on üç uçak dolusu altınla yurt dışına kaçarken yakalandılar” şeklindeki palavrası, resmen yayınlandığı için darbenin vahşetidir. 

İçişleri Bakanımız Namık Gedik’in, Harp Okulunda yapılan zulümler zinciri dolayısıyla intihar etmesi, darbe vahşetinin sonucudur. 

Vatanımıza, milletimize on yıl, büyük hizmetlerde bulunan Başbakan Adnan Menderes’in Yassıadada, çok basit sebeplerle zaman zaman tekme-tokat dövülmesi, sövülmesi vahşettir. 

Nazlı Ilıcak’ın 2 cilt halinde yayınlanan 27 Mayıs Yargılanıyor isimli çok önemli kitabını lütfen okuyunuz. Göreceksiniz ki Başbakan Adnan Menderes, bir gün eski valilerimizden (ve bakanlarımızdan) Turhan Kapanlı’yla selâmlaştığı ve ayaküstü “Nasılsınız Vali Beyefendi?” diye sorduğu için tekme-tokat dövülmüş ve ancak çok vahşi insanların yapacakları galiz küfürlerle hakarete uğramıştır. 

Bir başka gün de Menderes, nöbetçi subaya “Acaba benim avukatım gelmedi mi?” diye sorduğu için dövülmüştür. Menderes’in, Yassıada’da tutuklu kaldığı aylar içerisinde, hiç kimse ile tek kelime konuşturulmaması vahşettir. 

Menderes’in tamamen özel hayatıyla ilgili bir mes’elenin Yassıada mahkemelerinde aylarca görüşülmesi idarenin bir başka vahşetiydi. 

Yassıada Mahkemeleri, bazen ıslıklarla, bazen alkışlarla mahkeme salonu olmaktan çıkıyor, Dümbüllü İsmail’in tuluat tiyatrolarına benziyordu. Adalet yerini vahşete bırakıyordu. 

Milyonlarca DP’li vatandaşa darbeciler ve darbecilerin yardakçıları tarafından: Kuyruklar, düşükler, sâbıklar, sâkıtlar diye hitap edilmesi, 2. sınıf vatandaş muamelesi yapılması vahşettir. 

Siyasî idamlar vahşetti. Güpegündüz asılan Menderes’in ipe götürülmeden az önce, zorla basur muayenesinden geçirilmesi vahşetti. 

Tarihin tekerrür etmemesi için, 27 Mayıs vahşetinin bütün Harp Okullarımızda okutulması, unutturulmaması lâzımdır. 



Hâlâ 27 Mayıs yalanları, iftiraları...

Çok eski arkadaşlarımdan Kerim Aydın Erdem, Kültür Bakanlığına beni görmeye gelmişti. Bir süre sonra, odaya, genç bir adam girdi. Yüksek bir ses tonuyla: 

- Ağabey dedi ben de Sivaslıyım! Sizi çok seviyorum. Şarkılarınızı çok okudum. 

- Yanlış gelmiş olmayasın! Çünkü benim bir tek şarkım bile yok. 

- Nasıl yok ağabey! Hani beyit beyit mısralarınız var ya? 

- Haa anladım! Şiirlerimi kastediyorsun. Gel otur bakalım! 

Genç adam karşıma oturdu. Ona bir de çay söyledim ve sordum: 

- Sen ne iş yapıyorsun aslan hemşehrim? 

- Sivil polisim ağabey! İstihbarat bölümünde çalışıyorum! 

- Çok önemli bir yerde çalışıyorsun. Merakımı lütfen hoş gör: Evinde, kütüphanen var mı senin? 

- Yok ağabey! 

- Bak bu olmadı işte! Senin vatana millete, devlete faydalı olman için çok okuman, çeşitli mes’elelerimizi çok iyi bilmen lâzım. Okumadan, bilmeden kat’iyyen olmaz. Kendine de, birtakım kimselere de yazık edersin. Gel bana söz ver: Her ay bir kitap almalısın! Okuyup bir köşeye koymalısın. Sonraki aylarda bir kitap daha. Bir kitap daha! 

- Tamam ağabey! Söz veriyorum! Her ay bir kitap alıp okuyacağım! 

Adam çıkıp gittikten sonra arkadaşıma döndüm: 

- Kerim dedim şu felakete bak sen. Adam daha şiirle şarkıyı birbirinden ayıramıyor. Adam daha bir kitap kapağını kaldırıp okumamış! Ama emniyetimizin hem de istihbarat teşkilatında çalışıyor. Bu adam nasıl inceleme yapar? Nasıl rapor tutar?.. 

Bu hazin hâtıramı yazmamın elbet bir sebebi var: 27 Mayıs darbesinin 50. yıl dönümü dolayısıyla, çeşitli gazetelerimizde makaleler yazıldı. Tefrikalar yayınlandı. Gördüklerimi dikkatle tâkib ettim. Berivan Tapan‘ın hazırladığı: “Menderes’in 464 günü“ başlıklı tefrikasını da POSTA gazetesinde utanarak okudum. Berivan, genç bir kızcağız. Yassıada’da, Menderes’in başında nöbet tutan subaylardan Yzb. Kâzım Çakır‘ın anlattıklarını derleyip toparlamaya çalışmış. Yzb. Çakır‘ın hatıratını okuyunca, esefle gördüm ki, Yassıada Kumandanı Alb. Tarık Güryay‘ın da, benim o istihbaratçı hemşehrimden hiçbir farkı yokmuş. Alb. Tarık Güryay, (Nam-ı diğer Kürt Tarık) Yassıada’da, emrindeki subayları uyarmış. Onlara demiş ki: “Burada bulunan DP mensuplarına iyi muamelede bulunmak vatana ihanettir!“ Bazı subaylar da, vatanperver olduklarını göstermek için fırsat buldukça, başbakanımızı, bakanlarımızı, milletvekillerimizi sudan sebeplerle dövmüşler! Yzb. Kâzım Çakır, hâtırata Yassıada’da telefon santralinde görevli Çavuş Mehmet Kabak’ın anlattıklarını da almış. Çavuşun anlattıkları kuyruklu kulaklı yalan. Bu yalanı Yzb. Çakır nasıl ciddiye almış? Berivan, genç bir kız olduğu, Van‘dan beriye gelemediği için fark edememiş. Koskoca POSTA gazetesi nasıl gaflete düşmüş? Anlamak mümkün değil. Çavuş Mehmet Kabak, Menderes’in idam gününü anlatırken diyor ki: 

“... Bir fırtına vardı o gün, bir yağmur yağıyordu anlatamam. Ben de o sırada, Ankara’ya bilgi veriyordum. Ama, kime veriyordum bilmiyorum. Sonradan, bu kişinin Alpaslan Türkeş olduğunu öğrendim...” 

Yalan! Yalan! Yalan! Çünkü Türkeş ve arkadaşları, idamlardan 10 ay önce (13 Kasım 1960) Komite’den koparılmış, çeşitli ülkelere sürülmüşlerdi. Menderes’in idamında da Türkeş, Hindistan’ın Yeni Delhi şehrindeydi. 

Yine Çavuş M. Kabak’ın iddiasına göre: “İsmet İnönü, Menderes’i idamdan kurtarmak için 1. Ordu Komutanıyla görüşmek istemiş de Türkeş bu görüşmeyi önlemek için 1. Ordu Komutanını tatbikata çıkarmış!..“ 

Bu da kuyruklu yalanlardan biri. O tarihte Türkeş’in hiçbir yetkisi yoktu. Hindistan’daydı. İdamların olmaması için Cemal Gürsel’e uzun bir mektup yazmış, ancak Gürsel’e sözünü dinletememişti...



A. Oktay Güner’in 12 Eylül hatıralarını okurken ağladım

12 Eylül 1980 darbesiyle, Türkiye yeni bir döneme girdi. Hukuk örtüsü altında, büyük zulümler yapıldı. 

12 Eylül 1980 darbesi, hakkın, hukukun, adaletin, asaletin tepelendiği bir dönemin başlangıcı oldu. Demokratik nizam, altüst edildi: TBMM kapatıldı. Bütün siyasî partilerin ve derneklerin kapısına kilit vuruldu. 650 bin kişi gözaltına alındı. 1 milyon 683 bin kişi fişlendi. 230 bin kişi yargılandı 7 bin kişi için idam cezası istendi. 517 kişiye idam cezası verildi. 50 kişi asıldı. 300 kişi, şüpheli şekilde öldü. 171 kişinin işkenceden öldüğü anlaşıldı. Cezaevlerinde 299 kişi hayatını kaybetti. 43 kişi intihar etti. vs. vs...

Gerçi, 12 Eylül’den önce terör, Türkiye’de her gün 5-10 can birden alıyordu. Sıkı yönetim, teröristlerin üzerine bilhassa gitmiyordu. Bunu, Orgeneral Kenan Evren millet önünde yaptığı bir konuşmada bizzat ifade etmişti. “Olaylara tam beş yıl seyirci kaldıklarını” hem de bağıra bağıra söylemişti.

Türk Yurdu Dergisinin 277. sayısı, 12 Eylül 1980 darbesini lif lif ederek ortaya koyuyor. 30 fikir-sanat-siyaset erbabı, askerî darbelerin milletimize, devletimize, ordumuza, demokratik hayatımıza bir kanser tümörü gibi yapıştığını belirtiyorlar. Gönlüm istiyor ki Genelkurmay Başkanlığımız, Türk Yurdu’nun Eylül sayısını, bütün askerî okullara, ordulara özellikle tavsiye ederek okunmasını sağlasın. Askerî darbelerin, başlangıçta iyi niyetlerle, “vatanı kurtarmak” düşüncesiyle yapıldığını, ama bilgisizlik yüzünden zamanla ne büyük felâketlere yol açtığını genç subaylara ve komuta kademesine başka nasıl anlatabiliriz? Derginin Eylül sayısında, tesbitler ve tahliller yanında 12 Eylül darbesinin zulmüne uğramış siyasîlerimizle yapılan konuşmalar da var.

Eski Ticaret Bakanlarımızdan Agâh Oktay Güner’in anlattıkları insana dehşet veriyor. Agah Oktay, benim 55 yıldan beri arkadaşım. Devletimizi, milletimizi, ordumuzu, vatanımızı... aşk derecesinde seven bir yürekle yaşadı/yaşıyor. Ama 12 Eylül’ün hem de askerî savcısı, onun idam edilmesini isteyerek dâvâ açtı. Agâh Oktay, MHP milletvekili olarak üç ülkücü meslek kuruluşunda konuştuğu için askerî savcı, onun idamı için debelendi durdu. Ancak Stalin vahşetinde veya Hitler nazizminde görülecek bir ahmaklık yüzünden, Agâh Oktay ve arkadaşları en az 14 ay çile çektikten sonra beraat ettiler. Oktay, konuşmasının bir yerinde diyor ki: 

-”Çok kötü şartlarda yaşadık. İnanın Dil Okulunda, bir kuru soğan, bir cadillac arabadan daha değerliydi.

Rahmetli Türkeş, 3.5 ay diş ağrısı çekti dişçiye götürmediler. Çok sevdiğimiz bir avukat kardeşimiz, genel idare kurulu üyemiz kalp krizi geçirdi. Yürüterek dış kapıya kadar götürdüler.

Erbakan Hocayı, Doğu Perinçek’i otobüsle götürüyorlar mahkemeye. Bizim hepimizi, bir demir kutuya doldurdular, sardalya balığı gibi. Dört tekerlekli bir demir kutu, penceresi yok, havalandırması yok. Hepimiz ayaktayız. 6 saat, Ankara güneşinin altında beklettiler. Mamak’ta bizi, ilk duruşma günü arabadan indirdikleri zaman kalp hastası olan Tahsin Hoca, Necati Paşa, Alparslan Türkeş, mosmordu.

Savcı, bir hukuk katilidir. Gençlerin, yemek yerken, yemek tabaklarına bazı subayların ayaklarıyla toprak attıklarını ben gördüm. 3-4 gence bir kaşık veriyorlardı. Biz öğlen yemeklerimizi gençlerin koğuşunda yiyorduk. Af buyurun sidik kokusundan odalara girilmiyordu. Bel kemiklerine, devamlı tekme yedikleri için idrarlarını tutmaları mümkün değildi...”

Ülkücü gençlerden biri Agâh Oktay Güner’e diyor ki: “Şu savcı, benim sırtıma bindi. Başıma demir çubuklarla vurarak ‘şu zabıtları imza et yoksa seni öldürürüm’ dedi. Ben imzalamadım. Sonra beni yere yatırdılar. Vücudumun soluna sağına kum torbaları koydular. Askerler, saatlerce tekmelediler. Kan işiyorum feryadına rağmen, gençler doktora sevk edilmediler...”

Bizim savcılarımızın, bizim askerlerimizin, bizim çocuklarımıza uyguladıkları işkenceleri okuyunca, kendimi tutamayarak uzun uzun ağladım...

CHP’nin dehşetli yalanları

27 Mayıs darbesinden sonra kurulan Yassıada Mahkemesinde Tevfik İleri’nin haykırışı hep kulaklarımdadır. Demişti ki: “Allah hiçbir iktidara, CHP gibi bir muhalefet nasib etmesin!”

CHP muhalefeti; yıkıcı, öldürücü, yok edici bir muhalefet. İktidarı ise, boş edebiyatlar, yokluklar, kuyruklar, inkârlar kumkuması.

Tevfik İleri, Demokrat Parti’nin Samsun milletvekillerindendi. Bayındırlık ve Milli Eğitim Bakanlıklarımızın abide şahsiyetlerindendi. Büyük bir vatanperverdi. CHP’nin dehşetli yalanları yüzünden o da, Yassıada’da, idam cezasına çarptırılmıştı. 

27 Mayıs 1960 darbesinde doğanlar veya o günlerde 8-10 yaşlarında olanlar hatırlayamazlar; CHP muhalefeti, DP iktidarını bir askerî darbeyle yıkmak için, dehşetli yalanlar uydurmuştu. O yalanlar zincirinden hangisini yazsam acaba? Mesela, CHP, fısıltı gazetesiyle etrafa yayıp durmuştu ki: “Cumhurbaşkanı Celâl Bayar’ın bankalarda 103 milyon lirası var!” 1960 yılında, Ankara’da bir daire 50 bin lira idi. 103 milyon lira, 260 daire parasıydı CHP’ye göre: “Celâl Bayar, bu parayı devlet hazinesinden çalmıştı.” 27 Mayıs darbesinin sabahında, bütün bankalardaki hesabına el konulmuş, görülmüştü ki, Bayar’ın hiçbir bankada parası yoktur.

27 Mayıstan önce uydurulmuştu ki: “Adnan Menderes, Kars’ı ve Ardahan’ı Ruslara satmak üzeredir. DP iktidarı üniversite öğrencilerini öldürüp, Et-Balık Kurumunda hayvan yemi haline getirmektedir. Ayrıca, bütün Harp Okulu öğrencilerini havaya uçurup yok etmek için plânlar hazırlanmaktadır!”

Aradan 50 yıl geçmesine rağmen bir tek kişi çıkıp da, “Benim Ankara veya İstanbul Üniversitesine giden oğlum kayıptır!” diye bir şikâyette bulunmadı. Bu iddianın da dehşetli bir yalan olduğu anlaşıldı. Yine CHP taraftarlarınca iddia ediliyordu ki: “Dışişleri Bakanımız Fatin Rüştü Zorlu’nun Avrupa’daki lâkabı: ‘Yüzde on’dur. Çünkü Zorlu, bütün anlaşmalardan %10 komisyon almakta, Avrupa’da, altın kaplamalı bir otomobile binmektedir. Ankara’daki Orduevi, Meclis Başkanı Refik Koraltan’a aittir!”

CHP daha sonra, her iki Boğaz Köprüsünün yapımına da şiddetle karşı çıkmıştı. Çünkü: “Demirel o köprüleri, zenginlerin arabaları gelip geçsin diye yaptırmaktaydı. Barajlardan elde edilecek cereyan hiçbir işe yaramayacak, toprağa verilecekti!” Daha neler, neler... Bugün de, eski bakanlarımızdan Kürşad Tüzmen diyor ki: “Kılıçdaroğlu’nun benimle ilgili söyledikleri tamamen yalandır!”

Kırk yıllık Yani’nin Kâni olmayacağını bilmeyen mi var? Ben, Kemal Kılıçdaroğlu’nun söylediklerine de kat’iyyen inanmıyorum. CHP’nin yalnız “Allah birdir!” demesine inanırım. CHP bu gerçeği de “laikliğe aykırı” bulduğu için açıklayamaz.



27 Mayıs Darbesine yol açan CHP yalanları

27 Mayıs 1960’da yapılan hükümet darbesi üzerinden 51 yıl geçti. Ben o darbenin büyük acısını bin yıl yaşasam unutamam. 

Bir yazımda demiştim ki: Demokrasi, bilenlerin ve ahlâklı olanların kurabilecekleri bir rejimdir. Sadece bilmek yetmez; ahlâklı da olmak lâzım. Sadece ahlâklı olmak da bizi aydınlıklara çıkarmaz, mutlaka bilgili olmamız da gerekir. 

27 Mayıs 1960’da, devlet çivimizin kökünden koparılmasında, birtakım bilgisiz ve ahlâksız siyasetçilerimizin gayretleri büyüktür. Yine bu sütunda demiştim ki: CHP’nin dehşetli yalanlarına inanmıyorum. Bunu, yaşadıklarıma, gördüklerime, duyduklarıma dayanarak yazıyorum. CHP’nin dehşetli yalanları, bazı komutanlarımızı kışlalarından çekip çıkaracak ve onlara bir hükümet darbesi yaptırtacak kadar müthiştir. CHP, halkın oylarıyla iktidara gelemeyeceğini anlayınca, askerin darbe yapmasına zemin hazırlar. Akla hayale gelmeyen yalanlarla vurup kırmaya, asıp kesmeye başlar. Şimdi size, CHP’nin kuyruklu kulaklı yalanlarından birini daha yazacağım. Bu yalan, Doğan Kitap yayınları arasında çıkan: YILMAZ BÜYÜKERŞEN ZAMANI DURDURAN SAAT isimli kitabın 3. baskısının 148. sayfasında da böğürüp duruyor. Yılmaz Büyükerşen bugün, CHP’nin Eskişehir Belediye Başkanı. Önce adı geçen kitapta yer alan dehşetli yalanı okumanızı istiyorum:



ESKİŞEHİR

Örfi idare kumandanlığı TEBLİĞİ 

Ankara’da bütün hükümet erkânı ve Demokrat Parti başkanları yabancı memlekete kaçarken yakalanmışlardır. Beraberlerinde 12 uçak dolusu altın, mücevherat ve parayı kaçırmakta iken yakalandılar. Sabık Başbakan Adnan Menderes ve sabık Reisicumhur Celâl Bayar askerî kumandanlık tarafından tevkif edilmiştir. 

Eskişehir’de matbaası olan herkes bu havadisi basıp yayınlamalıdır. 

Dikkat Dikkat Dikkat!

Vatanseverliğinize hitap ediyoruz. DP il, ilçe ve bucak başkanlarının kaçmalarına mahal vermeden tevkif edilmelerini ve askerî kuvvetleri gelinceye kadar salınmamalarını rica ederim. 

Eskişehir Örfi İdare Kumandanı

Tuğgeneral Bedii Kireçtepe



1960 yılında, CHP fikriyatlı bir delikanlıydı. Tuğgeneral Bedii Kireçtepe, üniformalı bir CHP’li idi. Yılmaz Büyükerşen de kabına sığmayan CHP fikriyatlı bir delikanlı. Bu örfi idare tebliğinde belirtildiği gibi ne DP ileri gelenleri yurt dışına kaçmaya çalıştılar, ne de onların 12 uçak dolusu altınları, mücevherleri vardı. Ama CHP yalanları resmî tebliğlerde bile yedi başlı bir canavardır! 

Bugün benim, Kemal Kılıçdaroğlu’nun iddialarına inanmamam sebepsiz değildir...


Hiç yorum yok: