“İran tehdit mi, fırsat mı?” Tahran’dan negatif sinyallerin art arda geldiği bugünlerde zihinlerde oluşan bu soruyu, İran uzmanı Dr. Bülent Keneş’e yönelttik. Keneş’e göre dost görünen İran, Türkiye ile hiç dost olmadı!
Tarihte 22 kez savaşan Türkler ile İranlılar, bir kez daha gerilimli günler yaşıyor. İki ülke arasında Arap Baharı ile başlayan ayrışma, Suriye’de patlak veren rejim karşıtı çatışmalarla birlikte karşıtlığa dönüştü. Çıkarları doğrultusunda Müslüman halkını katleden Suriye lideri Beşşar Esed’e destek veren İranlı mollalar, Esed’e karşı durup Suriyeli muhaliflere destek çıkan Türkiye’ye diş biliyor. Devrim muhafızlarından gelen tehditlerin ardından Türkiye’ye sattığı gazda herhangi bir fiyat indirimine gitmeyen, aksine astronomik artış yapan İran’ın PKK kartını yeniden masaya koyduğu da görülüyor. NATO füze kalkanının Malatya’ya konuşlandırılmasının ardından yükselen tansiyon, Başbakan Erdoğan’ın 28 Mart’taki ziyaretiyle de düşmedi.
Tahran dönüşü Ankara’nın İran’dan aldığı petrolü yüzde 20 oranında azaltacağını açıklaması, ‘sıcak’ ilişkilerin ‘soğumaya’ başladığının ispatı. Ankara-Tahran hattında yaşanan son gerilimin perde arkasını, tarihî dayanaklarını Today’s Zaman Genel Yayın Yönetmeni Dr. Bülent Keneş ile konuştuk. Doktorasını Marmara Üniversitesi’nde İran üzerine yapan Keneş, İran’la iyi ilişkilerin sürdürülebileceğini ancak asla müttefik olunamayacağını söylüyor. “İran: Tehdit mi, fırsat mı?” başlıklı kitabı Timaş Yayınları arasında bu hafta piyasaya çıkan Dr. Keneş, Arap Baharı ve Suriye krizi ile iyice rayından çıkan iki ülke ilişkilerini, İranlı mollaların bölgesel ‘Acem oyunlarını’ Aksiyon’a anlattı: “İranlıların ne devrimi ne de rejimi İslami.”
-İran’ı çalışma fikri nasıl oluştu?
İran’ı 1990’ların ortalarında doktoram vesilesiyle çalışmaya başladım. ‘İran Dış Politikasında Süreklilik ve Değişim (1979-1999)’ başlıklı tezimi o dönemki danışmanım Prof. Dr. Ahmet Davutoğlu ile birlikte belirledik. Ancak 28 Şubat askerî müdahale sürecinde çalışmayı yarıda bırakmak zorunda kaldım. 2008’de çıkan afla Marmara Üniversitesi Ortadoğu ve İslam Ülkeleri Enstitüsü’ne geri dönüp teze kaldığım yerden devam ettim. Bu arada çalıştığım dönem 20 yıldan 32 yıla (1979-2011) yükseldi. Dolayısıyla çalışmanın hacmi ve kapsamı da arttı. Elinizdeki kitap, devrim sonrası İran dış politikasını etkileyen bütün unsurları inceleyen 1700 sayfalık doktora çalışmamın birincil derecede Türkiye’yi ilgilendiren kısımlarının yeniden ele alınmasıyla vücut buldu.
-Türkiye’de İran’ın yeterince çalışıldığını düşünüyor musunuz?
Üzülerek söylemeliyim ki İran mevcut durumda bile Türkiye’nin hâlâ yabancısı olduğu bir ülke. Devrim’in hemen sonrasında, yani 1980’ler boyunca İran üzerine Türkiye’de yoğun bir yayıncılık olduğunu görüyoruz. Ancak bu yayınların neredeyse hiçbiri telif niteliğinde değil, tercümelerden ibaret. Gerek İran lehine olan -ki bu tarz çoğunlukta- gerekse İran devrimi aleyhine olan yayınların geneli propagandist yayınlar niteliğinde. Türkiye perspektifinden yapılan ilmî çalışmalar ise son yıllarda nispeten artış gösterse de hâlâ son derece yetersiz. İran konusunda Türklerin telif ettiği kitapların ağırlıklı kısmı ise İran dış politikasını irdelemenin uzağında. Türkiye’de İran üzerine yapılan yayınlarda İran’ın doğrudan etkisini hissetmemek imkânsız. İran ise nüfusu içinde Türkçe konuşan yoğun bir Azeri varlığı olmasından da yararlanarak Türkiye’yi daha yakından takip etmiş. Türkiye’de Farsça yayın yapan herhangi bir kaynak mevcut değilken, İran haber ajanslarında Türkçe haber servisleri mevcut.
-Kitapta büyük bir bölüm ayırdığınız İran devriminin ‘İslam devrimi’ olmadığını, keza rejimini de ‘İslami’ görmediğinizi söylüyorsunuz. Neden?
Çalışmaya başlarken hiçbir yargım ya da önyargım yoktu. Hatta İranlıların hoşlandıkları ‘İran İslam Devrimi’, ‘İran İslam Cumhuriyeti’ tabirlerini kullanmakta beis görmedim. Ancak çalışmalarım ilerleyip konuya hâkimiyetim arttıkça, 1979 Devrimi’nin İslam devrimi, kurulan rejimin de ‘İslam Cumhuriyeti’ olmadığına kanaat getirdim. 1979 Devrimi ve kurulan rejimin tüm İslamcı iddialarına ve imajına rağmen bir millî devrim niteliğinde olduğunu gördüm. İran rejiminin ‘İslamcı’ söylemlerine rağmen millî çıkarları çerçevesinde pragmatik politikalar izlediğini görmek, İran yanlısı propagandaların ne kadar boş olduğunu anlamamı sağladı. İran bugün de ‘İslamcılık paketine’ sarılı vaziyette tamamen millî çıkarları çerçevesinde pragmatik ve milliyetçi politikalar izliyor.
-İran; Karabağ, Çeçenistan ve Keşmir’de neden Müslüman aklıselimin yanında yer almıyor?
İran rejimi işine geldiğinde en ateşli İslamcı gibi davranıyor. Ancak millî çıkarlarına uygun görmediği yerde bu iddialarını hiç hatırlamıyor ve ulusal çıkarlarının gerektirdiği çizginin dışına çıkmıyor. 1980’ler ve 1990’ların ilk yarısında devrimini Türkiye, Körfez ülkeleri, Ortadoğu, Afrika, Endonezya, Malezya ve hatta Filipinler’e kadar ihraç etmek için çaba harcayan İran’ın Soğuk Savaş döneminde Rus zulmü altında inleyen Orta Asya Müslüman halklarına neden tamamen ilgisiz kaldığı sorgulanmalı. Keza rejimiyle taban tabana zıt olan Suriye rejimini rahatsız edecek en küçük harekette neden bulunmadığı da... Tahran yönetimi, Bosna olayında canhıraş çaba harcayan İran’ın Karabağ konusunda Ermeni, Çeçenistan ve Tacikistan konusunda ise Rus yanlısı politikalar izlemesini hâlâ makul bir şekilde açıklayabilmiş değil. Sovyetler Birliği’nin Afganistan’ı işgali de, Keşmir’deki Hindistan politikaları da asla İran’ın dert edindiği birer sorun olmadı.
-Müslümanları katleden Pan-Arabist sosyalist Esed rejimi ile ‘İslamcı’ Şii mollalar hangi ortak paydada buluşuyor?
Ortak payda, çıkar! Siz Filipinler’de, Endonezya ve Malezya’da bile ‘sözüm ona’ İslamcı devrim için gayret sarf edeceksiniz; ama yanı başınızdaki Suriye’yi bu konuda hiç rahatsız etmeyeceksiniz. Bu ilke, siyasetini önemsemesi gereken bir devrimci rejim için açıklanabilir bir çelişki değil. Ancak pragmatik ve oportünist bir rejimin dış politikasında bu tür çifte standartlar görülebilir. Suriye, İran için 1979’dan itibaren Arap dünyasındaki koçbaşı oldu. 1980’lerdeki Irak-İran Savaşı’nın topyekûn bir Arap-Acem savaşına dönüşmemesini İran lehine sağlayan Suriye’ydi. İçeride sosyalist, dış politikasında Arap milliyetçiliği çizgisi izleyen Suriye, Araplar arası bütün platformlarda İran’ın avukatlığını ve yükselen Sünni Arap öfkesine karşı dalgakıran vazifesini üstlendi. İttifakların çok kısa ömürlü olduğu Ortadoğu gibi kaygan bir zeminde Suriye ile İran’ın 32 yıllık kesintisiz ittifakı, tam anlamıyla iki benzemezin tuhaf birlikteliği niteliğinde. Suriye, Arap dünyasına karşı İran’a arka çıktı, İran ise Suriye’deki Nusayri azınlığa dayalı Baas rejiminin her türlü ekonomik ve lojistik ihtiyacını karşıladı. Aşırı laik sosyalist Baas rejimi ile Şiici İran molla rejimi arasında 32 yıldır süren bu tuhaf ilişki bile İran’ın gerçek kimliğini ortaya koymaya yetiyor.
-Kitapta İran’ın 1980’lerde ABD ve İsrail ile gizli ve örtülü ilişkiler yürüttüğünü ifade ediyorsunuz. Biraz açar mısınız?
İran, şahlık döneminde ABD ve İsrail’in bölgedeki en yakın müttefikiydi. Şah’ın sanayileşme ve silahlanma çabası, ABD’ye ve Batı’ya dayanıyordu. Tahran, İran-Irak Savaşı başlayınca askerî araç gereç, yedek parça ile mühimmata ihtiyaç duydu. İhtiyacını, görünürde kıran kırana çatıştığı, ‘Büyük Şeytan’ ABD’den ve ‘Küçük Şeytan’ deyip tüm devrimci retoriğini onu yok etmek üzerine kurguladığı İsrail üzerinden temin etti. Bu karanlık ve gizli ilişkilerin bir kısmı İran-Kontra skandalıyla (İrangate) ortaya çıktı. Ancak hâlâ gizli kalan kısımlarının olduğu biliniyor. Bu takiyeci diplomasi, diplomasiyi takiye gören İran siyaset anlayışının ikiyüzlü tavrından sadece biridir.
-İran, Şiiliği de mi politika enstrümanı olarak kullanıyor?
‘İslamcı’ iddialarına rağmen İran dış siyaseti, iç içe geçmiş halkalar hâlinde iki kademeli bir milliyetçilik üzerine kurgulanmıştır. Şii milliyetçiliği, 24 farklı etnik, dilsel, dinsel grubu bünyesinde barındıran İran politikasında baskın ve kapsayıcı bir unsur. Şii milliyetçiliği Farisiler kadar Azerileri ve diğer Şii unsurları da kapsıyor. Ancak bu unsurlar arasında muhtemel bir çatışma durumunda bu milliyetçiliğin içindeki bir çekirdeğin Pers milliyetçiliği olduğu söylenebilir. Unutulmamalı ki İran 1924’e kadar Pers olmayanlar tarafından yönetilmiş bir ülke. Çok uzun bir aradan sonra Pehleviler aracılığıyla güç Farisilere geçti. Devrime rağmen İran, Persçi tutumundan geri adım atmadı. Elbette bu durum İran’ın işine geldiği yerde İslam’ı, işine yaradığı yerde Şiiliği kullanmasına engel olmuyor.
-İran, Sünni dünyaya hangi değerler üzerinden giriyor?
Kabul etmeliyiz ki 1979 Devrimi, Sünni dünyada da İslamcı devrim olarak bir etki meydana getirdi. Ancak bu etki süreklilik arz etmedi. İran, bu etkiyi sürdürmek ve İslam dünyasının lider ülkesi şeklinde bir imaj oluşturmak için İsrail-Filistin çatışmasını araçsallaştırdı. Öyle ki Filistin davası konusunda Filistinlileri bile aşan bir retorik geliştirdi. İran çizgisinde oldukları müddetçe de bu grupları destekledi. Ancak İran’ın Filistin retoriği her zaman fiilen yaptıklarından kat be kat fazlaydı. Çünkü asıl amacı İslam dünyasını etkilemekti.
-İran-PKK ilişkisini nasıl tanımlıyorsunuz? PKK’yı nasıl kullanıyor?
Devrimin ilk zamanlarından itibaren İran, terör ve yıkıcı faaliyetleri dış politika hedeflerine dönük bir araç olarak kullanageldi. Mesela, terörü araç olarak kullanarak Lübnan’daki Amerikan ve Fransız varlığını püskürttü. Aynı bağlamda 1980 ve 1990’larda PKK’ya büyük destek verdi. Silah yardımı ve maddi yardım yaptı. Topraklarında kamplar açtı. Urumiye’de PKK’lı militanlara hizmet veren hastaneler kurdu. Görünen devletin yanında ve kontrolü dışında çok parçalı bir derin devlet yapılanmasına sahip olan İran’ın PKK’ya desteği ılımlı politikalarıyla tanınan Muhammed Hatemi döneminde bile devam etti. Ben PKK’nın bir unsuru olan PJAK’ın oluşturduğu rahatsızlıklara rağmen İran’ın, tıpkı Suriye örneğinde gördüğümüz gibi, yeniden şekillenen bölgesel konjonktüre bağlı olarak PKK’ya destek konusunda 1990’lardaki pozisyonuna döndüğü düşüncesindeyim.
-PJAK muammasını biraz açar mısınız? PKK, İran’ın yanında mı, karşısında mı?
PJAK kâğıt üzerinde 1997’de kuruldu. Ancak harekete 2003’te geçirildi. Yani ABD’nin Irak’ı işgal edip yerleştiği yıl. PKK, 2003’te bölgede güçlü bir etkene dönüşen ABD için kendisini kullanışlı hâle getirmek istedi. Bu sebeple o dönemde Irak’tan sonra İran’ı hedefleyen ABD’nin amaçları doğrultusunda İran’ı tehdit eden PJAK’ı aktifleştirdi. PJAK’ın tasfiye edildiği zamanın, ABD’nin askerlerini Irak’tan çektiği 2011 sonuna denk gelmesi de elbette tesadüf değil. Şimdi PKK, ABD sonrası ve Arap Baharı’nın oluşturduğu yeni bölgesel konjonktüre paralel olarak Türkiye ile karşı karşıya gelen Suriye ve İran için kendisini kullanıma açtı. Yeni Suriye-PKK ittifakı çokça yazılıyor bugünlerde. Yakında İran-PKK ittifakına dönük bilgi ve belgeler akmaya başlarsa kimse şaşırmasın!
-Ankara, İran’ın PKK ve Kürt kartına karşı hangi kartlarını oynuyor?
Irak işgali sürecinde ilişkilerimizin bozulduğu Kuzey Irak Bölgesel Kürt Yönetimi ile bugün hiç olmadığımız kadar yakınlaşmamız, bölgede yeniden şekillenen güç ve ittifak denkleminin bir parçası olarak görülmeli. Türkiye, İran-PKK yakınlaşmasını Barzani’yle yakınlaşarak karşılamaya çalışıyor. Bunun elbette Suriye Kürtlerine bakan güçlü ve çatışmacı bir yönü de var.
-İran’ın PKK’ya geri dönmesinde Arap Baharı süreci de etkili oldu değil mi?
Arap Baharı’ndan önce aslında bir İran baharı yaşandı. 2009 seçimleri sonrasında baş gösteren bu bahar aşırı baskı ve kıyımlar dolayısıyla akim kaldı. Arap Baharı isyanlarının baskıyla söndürülebileceği konusunda bugün Suriye’deki Esed rejimine de İran’ın bu tecrübesi yol göstermekte. Kendi baharını bastıran, Humeyni döneminde başbakanlık ve meclis başkanlığı yapmış olan muhaliflerini ev hapsinde tutan rejim, Arap Baharı isyanlarına da pragmatik bir gözle baktı; Tunus, Mısır, Yemen ve Bahreyn’dekine destek verdi. Libya’da soğukkanlı bir tavır aldı ve nihayet Suriye’de halktan değil, azınlığa dayalı Baas diktatörlüğünden yana oldu. Türkiye-İran ilişkileri açısından da Suriye’de yaşananlar ve Tahran’ın insanlık ve İslamlık dışı tavrı belirleyici oldu. Oysa halklardan yana olmaktansa meşruiyetini tamamen yitirmiş rejimlerden yana olanların bu süreçten kazançlı çıkma ihtimalleri bulunmuyor. Neticede Esed’in gitmesi sadece bir zaman meselesi. Eninde sonunda Esed gidecek ve Türkiye’nin temsil ettiği politik çizgi kazanan tarafta olacak.
-Bu bağlamda Türkiye’nin İran siyasetini nasıl değerlendiriyorsunuz?
Türkiye’nin İran siyasetini oldukça naif ve İran’ın uluslararası toplumla çekişme alanlarına gereksiz yere fazlaca angaje buluyorum. Oysa Türkiye, İran’ın Afganistan ve Irak işgallerinden sonra güçlenen bölgesel konumu ve nüfuzunu artırdığı Şii Hilali’nden en fazla rahatsız olması gereken ülke. Çünkü Ermenistan’la yaşanan ilişki kopukluğundan dolayı Türkiye’nin tarihî ve kültürel bağları bulunan doğal hinterlandı durumundaki doğuya erişiminin önünde İran var. Orta Asya’ya erişimimiz iki dudağının arasında olan İran, yükselen ‘Şii Hilali’ ile şimdi de Türkiye’nin benzer tarihî ve kültürel bağlarıyla doğal bir hinterlandı ve açılım alanı durumundaki güneydeki Arap dünyasına erişiminde de aynı pozisyona gelmiş durumda. Irak’ı İran nüfuzuna kaptırdıktan sonra Türkiye’nin tüm insancıl sebeplerin yanı sıra Suriye’de yaşananlar konusunda net tavır almasında yeni jeopolitiğin oluşturduğu tehdidi bertaraf etme düşüncesi de önemli rol oynuyor. İran’ın onca sivil kıyımına rağmen Esed rejiminin arkasında durması ise kendisine muazzam jeopolitik imkânlar sunan Şii hattını kaybetmeyi göze almak şöyle dursun, tersine tahkim etme amacından kaynaklanıyor.
-Türkiye’nin bölgede güçlenmesinden rahatsız mı?
Elbette rahatsız.
-İlişkiler gerilecek mi?
Başbakan Erdoğan’ın 28 Mart’taki İran ziyareti arifesinde Today’s Zaman’da yayımlanan yazımda gezinin iki ülke ilişkilerinde resmen ‘soğuk barış’ dönemini başlatacağını, iki ülke ilişkilerini farklı ve yeni bir çerçeveye oturtacağını yazmıştım. Gezi sonrasında Zaman gazetesine yazdığım makalemde görüşümü tekrarladım. Ziyaretin ardından Türkiye’nin petrol alımında indirime, İran’ın doğalgaz fiyatında görülmedik artırıma gitmesi, bu yeni sürecin belki gerçekte ilk olmasa bile görünürdeki ilk somut belirtisi oldu. Bu noktadan sonra İran’la mesafeli, soğuk, sürekli birbirini tartan ama çatışmadan kaçınan geleneksel çekişme-rekabet ilişkisine geri döneceğiz.
-Ankara, İran karşısında nasıl bir siyaset izlemeli?
Türkiye, bence İran’ın militan dış politikasının hamiliğine soyunmaktan veya uluslararası toplumla yer yer ters düşecek şekilde İran’a destek veren bir ülke olmaktan hızla çıkmalı. Uluslararası toplumun İran’dan endişe duyması için bir sebep varsa, Türkiye’nin daha çok sebebi var. Türkiye zaten İran’a karşı sergilediği insancıl, iyi niyetli ve Tahran’ın hak etmediği kadar asil yaklaşımlarına bugüne kadar İran’dan aynı ölçüde karşılık bulmadı. 2005’te TAV Holding ve Turkcell’in başına gelenler, bugün en pahalı enerjiyi İran’dan alıyor olmamız ne demek istediğimi anlatmaya yetiyor.
-İran’ın karşıtlığının ardında NATO kalkanının Malatya’da konuşlandırılması mı var?
Savunma amaçlı bir radarın İran tarafından bir tehdit olarak algılanmasının mantığı yok. İran’ın bu kadar telaş etmesi kendi niyetleri konusunda haklı şüpheler oluşturuyor. Türkiye, İran’ın komşusudur ama aynı zamanda bir NATO ülkesidir. Üyeliğinin gereğini yapmakta özgürdür. Bu konu da Türkiye-İran ilişkilerinin geleneksel pozisyonuna dönmesinde elbette bir etken oldu.
-Son tahlilde İran dost mu, rakip mi? Müttefik olur mu?
İran’la dostane ilişkilerin sürdürülebileceği ancak İran’ın Türkiye’ye asla uygun müttefik olamayacağı kanaatindeyim. İlişkilerin yer yer işbirliği ve dostluk, yer yer rekabet ve çekişme içereceğini düşünüyorum. Yani bir ‘soğuk barış’ ilişkisi yaşanacak.
Irak ‘Küçük İran’ olma yolunda
İran son birkaç yıla kadar Irak’ın birlik ve bütünlüğünü savunur göründü. Ancak Irak nüfusunun yüzde 60’ını oluşturan Şiileri iktidara taşımaya çalıştığı ortaya çıktı. Bugün İran mümkünse Şiilerin denetiminde bir Irak istiyor. Mümkün olmazsa Basra Körfezi’nden Doğu Akdeniz’e uzanan kesintisiz stratejik Şii kuşağını sürdürmek adına, Irak’ın bölünmesini ve ülkenin güney kesimine Şiilerin tam egemen olmasını arzu ediyor.
İran’ın derdi nükleer silah, enerji değil!
İran’ın asıl amacının nükleer silah olduğunu düşünüyorum. Devrimin ardından Ayetullah Humeyni’nin diğer kitle imha silahları programlarıyla birlikte şahlık döneminde başlatılan nükleer programı da askıya almış olması bile programın salt barışçıl enerji amacını taşımadığını ispatlıyor. Humeyni, diğer kitle imha silahları gibi nükleer silaha karşı da bir fetva yayımlamıştı. Humeyni’nin ölümünün ardından dinî rehber Ali Hamaney bu fetvayı ilga etti. Yani diğer kitle imha silahlarıyla birlikte nükleer çalışmaların tekrar başlamasına cevaz verdi.
Mollalar postu muhafızlara kaptırdı
İran Devrim Muhafızları, Cumhurbaşkanı Muhammed Hatemi’nin 2. döneminden (2001) itibaren rejim ve siyaset üzerindeki etkilerini hızla arttırdı. Tıpkı Yeltsin sonrası Rusya’da olduğu gibi bugün İran güvenlik eliti rejimin tüm alanlarına yerleşti. İran molla rejimi görüntüsü vermekle birlikte hızla askerî vesayet altında pretoryan devlet olma yolunda ilerliyor. Muhafızlar bugün ekonomide, medyada, yükseköğretimde, elbette güvenlik ve siyasette en büyük güç durumunda. Öyle ki bazı gözlemciler rehber Hamaney’in Muhafızları’nın elinde rehin olduğunu söylüyor.
Tahran dönüşü Ankara’nın İran’dan aldığı petrolü yüzde 20 oranında azaltacağını açıklaması, ‘sıcak’ ilişkilerin ‘soğumaya’ başladığının ispatı. Ankara-Tahran hattında yaşanan son gerilimin perde arkasını, tarihî dayanaklarını Today’s Zaman Genel Yayın Yönetmeni Dr. Bülent Keneş ile konuştuk. Doktorasını Marmara Üniversitesi’nde İran üzerine yapan Keneş, İran’la iyi ilişkilerin sürdürülebileceğini ancak asla müttefik olunamayacağını söylüyor. “İran: Tehdit mi, fırsat mı?” başlıklı kitabı Timaş Yayınları arasında bu hafta piyasaya çıkan Dr. Keneş, Arap Baharı ve Suriye krizi ile iyice rayından çıkan iki ülke ilişkilerini, İranlı mollaların bölgesel ‘Acem oyunlarını’ Aksiyon’a anlattı: “İranlıların ne devrimi ne de rejimi İslami.”
-İran’ı çalışma fikri nasıl oluştu?
İran’ı 1990’ların ortalarında doktoram vesilesiyle çalışmaya başladım. ‘İran Dış Politikasında Süreklilik ve Değişim (1979-1999)’ başlıklı tezimi o dönemki danışmanım Prof. Dr. Ahmet Davutoğlu ile birlikte belirledik. Ancak 28 Şubat askerî müdahale sürecinde çalışmayı yarıda bırakmak zorunda kaldım. 2008’de çıkan afla Marmara Üniversitesi Ortadoğu ve İslam Ülkeleri Enstitüsü’ne geri dönüp teze kaldığım yerden devam ettim. Bu arada çalıştığım dönem 20 yıldan 32 yıla (1979-2011) yükseldi. Dolayısıyla çalışmanın hacmi ve kapsamı da arttı. Elinizdeki kitap, devrim sonrası İran dış politikasını etkileyen bütün unsurları inceleyen 1700 sayfalık doktora çalışmamın birincil derecede Türkiye’yi ilgilendiren kısımlarının yeniden ele alınmasıyla vücut buldu.
-Türkiye’de İran’ın yeterince çalışıldığını düşünüyor musunuz?
Üzülerek söylemeliyim ki İran mevcut durumda bile Türkiye’nin hâlâ yabancısı olduğu bir ülke. Devrim’in hemen sonrasında, yani 1980’ler boyunca İran üzerine Türkiye’de yoğun bir yayıncılık olduğunu görüyoruz. Ancak bu yayınların neredeyse hiçbiri telif niteliğinde değil, tercümelerden ibaret. Gerek İran lehine olan -ki bu tarz çoğunlukta- gerekse İran devrimi aleyhine olan yayınların geneli propagandist yayınlar niteliğinde. Türkiye perspektifinden yapılan ilmî çalışmalar ise son yıllarda nispeten artış gösterse de hâlâ son derece yetersiz. İran konusunda Türklerin telif ettiği kitapların ağırlıklı kısmı ise İran dış politikasını irdelemenin uzağında. Türkiye’de İran üzerine yapılan yayınlarda İran’ın doğrudan etkisini hissetmemek imkânsız. İran ise nüfusu içinde Türkçe konuşan yoğun bir Azeri varlığı olmasından da yararlanarak Türkiye’yi daha yakından takip etmiş. Türkiye’de Farsça yayın yapan herhangi bir kaynak mevcut değilken, İran haber ajanslarında Türkçe haber servisleri mevcut.
-Kitapta büyük bir bölüm ayırdığınız İran devriminin ‘İslam devrimi’ olmadığını, keza rejimini de ‘İslami’ görmediğinizi söylüyorsunuz. Neden?
Çalışmaya başlarken hiçbir yargım ya da önyargım yoktu. Hatta İranlıların hoşlandıkları ‘İran İslam Devrimi’, ‘İran İslam Cumhuriyeti’ tabirlerini kullanmakta beis görmedim. Ancak çalışmalarım ilerleyip konuya hâkimiyetim arttıkça, 1979 Devrimi’nin İslam devrimi, kurulan rejimin de ‘İslam Cumhuriyeti’ olmadığına kanaat getirdim. 1979 Devrimi ve kurulan rejimin tüm İslamcı iddialarına ve imajına rağmen bir millî devrim niteliğinde olduğunu gördüm. İran rejiminin ‘İslamcı’ söylemlerine rağmen millî çıkarları çerçevesinde pragmatik politikalar izlediğini görmek, İran yanlısı propagandaların ne kadar boş olduğunu anlamamı sağladı. İran bugün de ‘İslamcılık paketine’ sarılı vaziyette tamamen millî çıkarları çerçevesinde pragmatik ve milliyetçi politikalar izliyor.
-İran; Karabağ, Çeçenistan ve Keşmir’de neden Müslüman aklıselimin yanında yer almıyor?
İran rejimi işine geldiğinde en ateşli İslamcı gibi davranıyor. Ancak millî çıkarlarına uygun görmediği yerde bu iddialarını hiç hatırlamıyor ve ulusal çıkarlarının gerektirdiği çizginin dışına çıkmıyor. 1980’ler ve 1990’ların ilk yarısında devrimini Türkiye, Körfez ülkeleri, Ortadoğu, Afrika, Endonezya, Malezya ve hatta Filipinler’e kadar ihraç etmek için çaba harcayan İran’ın Soğuk Savaş döneminde Rus zulmü altında inleyen Orta Asya Müslüman halklarına neden tamamen ilgisiz kaldığı sorgulanmalı. Keza rejimiyle taban tabana zıt olan Suriye rejimini rahatsız edecek en küçük harekette neden bulunmadığı da... Tahran yönetimi, Bosna olayında canhıraş çaba harcayan İran’ın Karabağ konusunda Ermeni, Çeçenistan ve Tacikistan konusunda ise Rus yanlısı politikalar izlemesini hâlâ makul bir şekilde açıklayabilmiş değil. Sovyetler Birliği’nin Afganistan’ı işgali de, Keşmir’deki Hindistan politikaları da asla İran’ın dert edindiği birer sorun olmadı.
Ortak payda, çıkar! Siz Filipinler’de, Endonezya ve Malezya’da bile ‘sözüm ona’ İslamcı devrim için gayret sarf edeceksiniz; ama yanı başınızdaki Suriye’yi bu konuda hiç rahatsız etmeyeceksiniz. Bu ilke, siyasetini önemsemesi gereken bir devrimci rejim için açıklanabilir bir çelişki değil. Ancak pragmatik ve oportünist bir rejimin dış politikasında bu tür çifte standartlar görülebilir. Suriye, İran için 1979’dan itibaren Arap dünyasındaki koçbaşı oldu. 1980’lerdeki Irak-İran Savaşı’nın topyekûn bir Arap-Acem savaşına dönüşmemesini İran lehine sağlayan Suriye’ydi. İçeride sosyalist, dış politikasında Arap milliyetçiliği çizgisi izleyen Suriye, Araplar arası bütün platformlarda İran’ın avukatlığını ve yükselen Sünni Arap öfkesine karşı dalgakıran vazifesini üstlendi. İttifakların çok kısa ömürlü olduğu Ortadoğu gibi kaygan bir zeminde Suriye ile İran’ın 32 yıllık kesintisiz ittifakı, tam anlamıyla iki benzemezin tuhaf birlikteliği niteliğinde. Suriye, Arap dünyasına karşı İran’a arka çıktı, İran ise Suriye’deki Nusayri azınlığa dayalı Baas rejiminin her türlü ekonomik ve lojistik ihtiyacını karşıladı. Aşırı laik sosyalist Baas rejimi ile Şiici İran molla rejimi arasında 32 yıldır süren bu tuhaf ilişki bile İran’ın gerçek kimliğini ortaya koymaya yetiyor.
-Kitapta İran’ın 1980’lerde ABD ve İsrail ile gizli ve örtülü ilişkiler yürüttüğünü ifade ediyorsunuz. Biraz açar mısınız?
İran, şahlık döneminde ABD ve İsrail’in bölgedeki en yakın müttefikiydi. Şah’ın sanayileşme ve silahlanma çabası, ABD’ye ve Batı’ya dayanıyordu. Tahran, İran-Irak Savaşı başlayınca askerî araç gereç, yedek parça ile mühimmata ihtiyaç duydu. İhtiyacını, görünürde kıran kırana çatıştığı, ‘Büyük Şeytan’ ABD’den ve ‘Küçük Şeytan’ deyip tüm devrimci retoriğini onu yok etmek üzerine kurguladığı İsrail üzerinden temin etti. Bu karanlık ve gizli ilişkilerin bir kısmı İran-Kontra skandalıyla (İrangate) ortaya çıktı. Ancak hâlâ gizli kalan kısımlarının olduğu biliniyor. Bu takiyeci diplomasi, diplomasiyi takiye gören İran siyaset anlayışının ikiyüzlü tavrından sadece biridir.
-İran, Şiiliği de mi politika enstrümanı olarak kullanıyor?
‘İslamcı’ iddialarına rağmen İran dış siyaseti, iç içe geçmiş halkalar hâlinde iki kademeli bir milliyetçilik üzerine kurgulanmıştır. Şii milliyetçiliği, 24 farklı etnik, dilsel, dinsel grubu bünyesinde barındıran İran politikasında baskın ve kapsayıcı bir unsur. Şii milliyetçiliği Farisiler kadar Azerileri ve diğer Şii unsurları da kapsıyor. Ancak bu unsurlar arasında muhtemel bir çatışma durumunda bu milliyetçiliğin içindeki bir çekirdeğin Pers milliyetçiliği olduğu söylenebilir. Unutulmamalı ki İran 1924’e kadar Pers olmayanlar tarafından yönetilmiş bir ülke. Çok uzun bir aradan sonra Pehleviler aracılığıyla güç Farisilere geçti. Devrime rağmen İran, Persçi tutumundan geri adım atmadı. Elbette bu durum İran’ın işine geldiği yerde İslam’ı, işine yaradığı yerde Şiiliği kullanmasına engel olmuyor.
-İran, Sünni dünyaya hangi değerler üzerinden giriyor?
Kabul etmeliyiz ki 1979 Devrimi, Sünni dünyada da İslamcı devrim olarak bir etki meydana getirdi. Ancak bu etki süreklilik arz etmedi. İran, bu etkiyi sürdürmek ve İslam dünyasının lider ülkesi şeklinde bir imaj oluşturmak için İsrail-Filistin çatışmasını araçsallaştırdı. Öyle ki Filistin davası konusunda Filistinlileri bile aşan bir retorik geliştirdi. İran çizgisinde oldukları müddetçe de bu grupları destekledi. Ancak İran’ın Filistin retoriği her zaman fiilen yaptıklarından kat be kat fazlaydı. Çünkü asıl amacı İslam dünyasını etkilemekti.
-İran-PKK ilişkisini nasıl tanımlıyorsunuz? PKK’yı nasıl kullanıyor?
Devrimin ilk zamanlarından itibaren İran, terör ve yıkıcı faaliyetleri dış politika hedeflerine dönük bir araç olarak kullanageldi. Mesela, terörü araç olarak kullanarak Lübnan’daki Amerikan ve Fransız varlığını püskürttü. Aynı bağlamda 1980 ve 1990’larda PKK’ya büyük destek verdi. Silah yardımı ve maddi yardım yaptı. Topraklarında kamplar açtı. Urumiye’de PKK’lı militanlara hizmet veren hastaneler kurdu. Görünen devletin yanında ve kontrolü dışında çok parçalı bir derin devlet yapılanmasına sahip olan İran’ın PKK’ya desteği ılımlı politikalarıyla tanınan Muhammed Hatemi döneminde bile devam etti. Ben PKK’nın bir unsuru olan PJAK’ın oluşturduğu rahatsızlıklara rağmen İran’ın, tıpkı Suriye örneğinde gördüğümüz gibi, yeniden şekillenen bölgesel konjonktüre bağlı olarak PKK’ya destek konusunda 1990’lardaki pozisyonuna döndüğü düşüncesindeyim.
-PJAK muammasını biraz açar mısınız? PKK, İran’ın yanında mı, karşısında mı?
PJAK kâğıt üzerinde 1997’de kuruldu. Ancak harekete 2003’te geçirildi. Yani ABD’nin Irak’ı işgal edip yerleştiği yıl. PKK, 2003’te bölgede güçlü bir etkene dönüşen ABD için kendisini kullanışlı hâle getirmek istedi. Bu sebeple o dönemde Irak’tan sonra İran’ı hedefleyen ABD’nin amaçları doğrultusunda İran’ı tehdit eden PJAK’ı aktifleştirdi. PJAK’ın tasfiye edildiği zamanın, ABD’nin askerlerini Irak’tan çektiği 2011 sonuna denk gelmesi de elbette tesadüf değil. Şimdi PKK, ABD sonrası ve Arap Baharı’nın oluşturduğu yeni bölgesel konjonktüre paralel olarak Türkiye ile karşı karşıya gelen Suriye ve İran için kendisini kullanıma açtı. Yeni Suriye-PKK ittifakı çokça yazılıyor bugünlerde. Yakında İran-PKK ittifakına dönük bilgi ve belgeler akmaya başlarsa kimse şaşırmasın!
-Ankara, İran’ın PKK ve Kürt kartına karşı hangi kartlarını oynuyor?
Irak işgali sürecinde ilişkilerimizin bozulduğu Kuzey Irak Bölgesel Kürt Yönetimi ile bugün hiç olmadığımız kadar yakınlaşmamız, bölgede yeniden şekillenen güç ve ittifak denkleminin bir parçası olarak görülmeli. Türkiye, İran-PKK yakınlaşmasını Barzani’yle yakınlaşarak karşılamaya çalışıyor. Bunun elbette Suriye Kürtlerine bakan güçlü ve çatışmacı bir yönü de var.
-İran’ın PKK’ya geri dönmesinde Arap Baharı süreci de etkili oldu değil mi?
Arap Baharı’ndan önce aslında bir İran baharı yaşandı. 2009 seçimleri sonrasında baş gösteren bu bahar aşırı baskı ve kıyımlar dolayısıyla akim kaldı. Arap Baharı isyanlarının baskıyla söndürülebileceği konusunda bugün Suriye’deki Esed rejimine de İran’ın bu tecrübesi yol göstermekte. Kendi baharını bastıran, Humeyni döneminde başbakanlık ve meclis başkanlığı yapmış olan muhaliflerini ev hapsinde tutan rejim, Arap Baharı isyanlarına da pragmatik bir gözle baktı; Tunus, Mısır, Yemen ve Bahreyn’dekine destek verdi. Libya’da soğukkanlı bir tavır aldı ve nihayet Suriye’de halktan değil, azınlığa dayalı Baas diktatörlüğünden yana oldu. Türkiye-İran ilişkileri açısından da Suriye’de yaşananlar ve Tahran’ın insanlık ve İslamlık dışı tavrı belirleyici oldu. Oysa halklardan yana olmaktansa meşruiyetini tamamen yitirmiş rejimlerden yana olanların bu süreçten kazançlı çıkma ihtimalleri bulunmuyor. Neticede Esed’in gitmesi sadece bir zaman meselesi. Eninde sonunda Esed gidecek ve Türkiye’nin temsil ettiği politik çizgi kazanan tarafta olacak.
-Bu bağlamda Türkiye’nin İran siyasetini nasıl değerlendiriyorsunuz?
Türkiye’nin İran siyasetini oldukça naif ve İran’ın uluslararası toplumla çekişme alanlarına gereksiz yere fazlaca angaje buluyorum. Oysa Türkiye, İran’ın Afganistan ve Irak işgallerinden sonra güçlenen bölgesel konumu ve nüfuzunu artırdığı Şii Hilali’nden en fazla rahatsız olması gereken ülke. Çünkü Ermenistan’la yaşanan ilişki kopukluğundan dolayı Türkiye’nin tarihî ve kültürel bağları bulunan doğal hinterlandı durumundaki doğuya erişiminin önünde İran var. Orta Asya’ya erişimimiz iki dudağının arasında olan İran, yükselen ‘Şii Hilali’ ile şimdi de Türkiye’nin benzer tarihî ve kültürel bağlarıyla doğal bir hinterlandı ve açılım alanı durumundaki güneydeki Arap dünyasına erişiminde de aynı pozisyona gelmiş durumda. Irak’ı İran nüfuzuna kaptırdıktan sonra Türkiye’nin tüm insancıl sebeplerin yanı sıra Suriye’de yaşananlar konusunda net tavır almasında yeni jeopolitiğin oluşturduğu tehdidi bertaraf etme düşüncesi de önemli rol oynuyor. İran’ın onca sivil kıyımına rağmen Esed rejiminin arkasında durması ise kendisine muazzam jeopolitik imkânlar sunan Şii hattını kaybetmeyi göze almak şöyle dursun, tersine tahkim etme amacından kaynaklanıyor.
-Türkiye’nin bölgede güçlenmesinden rahatsız mı?
Elbette rahatsız.
-İlişkiler gerilecek mi?
Başbakan Erdoğan’ın 28 Mart’taki İran ziyareti arifesinde Today’s Zaman’da yayımlanan yazımda gezinin iki ülke ilişkilerinde resmen ‘soğuk barış’ dönemini başlatacağını, iki ülke ilişkilerini farklı ve yeni bir çerçeveye oturtacağını yazmıştım. Gezi sonrasında Zaman gazetesine yazdığım makalemde görüşümü tekrarladım. Ziyaretin ardından Türkiye’nin petrol alımında indirime, İran’ın doğalgaz fiyatında görülmedik artırıma gitmesi, bu yeni sürecin belki gerçekte ilk olmasa bile görünürdeki ilk somut belirtisi oldu. Bu noktadan sonra İran’la mesafeli, soğuk, sürekli birbirini tartan ama çatışmadan kaçınan geleneksel çekişme-rekabet ilişkisine geri döneceğiz.
-Ankara, İran karşısında nasıl bir siyaset izlemeli?
Türkiye, bence İran’ın militan dış politikasının hamiliğine soyunmaktan veya uluslararası toplumla yer yer ters düşecek şekilde İran’a destek veren bir ülke olmaktan hızla çıkmalı. Uluslararası toplumun İran’dan endişe duyması için bir sebep varsa, Türkiye’nin daha çok sebebi var. Türkiye zaten İran’a karşı sergilediği insancıl, iyi niyetli ve Tahran’ın hak etmediği kadar asil yaklaşımlarına bugüne kadar İran’dan aynı ölçüde karşılık bulmadı. 2005’te TAV Holding ve Turkcell’in başına gelenler, bugün en pahalı enerjiyi İran’dan alıyor olmamız ne demek istediğimi anlatmaya yetiyor.
-İran’ın karşıtlığının ardında NATO kalkanının Malatya’da konuşlandırılması mı var?
Savunma amaçlı bir radarın İran tarafından bir tehdit olarak algılanmasının mantığı yok. İran’ın bu kadar telaş etmesi kendi niyetleri konusunda haklı şüpheler oluşturuyor. Türkiye, İran’ın komşusudur ama aynı zamanda bir NATO ülkesidir. Üyeliğinin gereğini yapmakta özgürdür. Bu konu da Türkiye-İran ilişkilerinin geleneksel pozisyonuna dönmesinde elbette bir etken oldu.
-Son tahlilde İran dost mu, rakip mi? Müttefik olur mu?
İran’la dostane ilişkilerin sürdürülebileceği ancak İran’ın Türkiye’ye asla uygun müttefik olamayacağı kanaatindeyim. İlişkilerin yer yer işbirliği ve dostluk, yer yer rekabet ve çekişme içereceğini düşünüyorum. Yani bir ‘soğuk barış’ ilişkisi yaşanacak.
Irak ‘Küçük İran’ olma yolunda
İran son birkaç yıla kadar Irak’ın birlik ve bütünlüğünü savunur göründü. Ancak Irak nüfusunun yüzde 60’ını oluşturan Şiileri iktidara taşımaya çalıştığı ortaya çıktı. Bugün İran mümkünse Şiilerin denetiminde bir Irak istiyor. Mümkün olmazsa Basra Körfezi’nden Doğu Akdeniz’e uzanan kesintisiz stratejik Şii kuşağını sürdürmek adına, Irak’ın bölünmesini ve ülkenin güney kesimine Şiilerin tam egemen olmasını arzu ediyor.
İran’ın derdi nükleer silah, enerji değil!
İran’ın asıl amacının nükleer silah olduğunu düşünüyorum. Devrimin ardından Ayetullah Humeyni’nin diğer kitle imha silahları programlarıyla birlikte şahlık döneminde başlatılan nükleer programı da askıya almış olması bile programın salt barışçıl enerji amacını taşımadığını ispatlıyor. Humeyni, diğer kitle imha silahları gibi nükleer silaha karşı da bir fetva yayımlamıştı. Humeyni’nin ölümünün ardından dinî rehber Ali Hamaney bu fetvayı ilga etti. Yani diğer kitle imha silahlarıyla birlikte nükleer çalışmaların tekrar başlamasına cevaz verdi.
Mollalar postu muhafızlara kaptırdı
İran Devrim Muhafızları, Cumhurbaşkanı Muhammed Hatemi’nin 2. döneminden (2001) itibaren rejim ve siyaset üzerindeki etkilerini hızla arttırdı. Tıpkı Yeltsin sonrası Rusya’da olduğu gibi bugün İran güvenlik eliti rejimin tüm alanlarına yerleşti. İran molla rejimi görüntüsü vermekle birlikte hızla askerî vesayet altında pretoryan devlet olma yolunda ilerliyor. Muhafızlar bugün ekonomide, medyada, yükseköğretimde, elbette güvenlik ve siyasette en büyük güç durumunda. Öyle ki bazı gözlemciler rehber Hamaney’in Muhafızları’nın elinde rehin olduğunu söylüyor.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder