5 Ocak 2013 Cumartesi

Ezansız semtleri yönetenlere sitem - Süleyman Sargın

Geçen gün Yahya Kemal’in Ezansız Semtleri’ni bir daha okudum. Onun yaşadığı hüzne benzer bir hüzün kapladı gönlümü. Yaşadığım muhitte ezan sesini duyamıyordum çünkü. Büyük bir hızla büyüyüp gelişen İstanbul’da dağ taş, yeni inşaatlarla dolu.

Aralarında mebzul miktarda muhafazakârın da bulunduğu inşaat firmaları gazete ve televizyonlara boy boy reklam veriyorlar. Yüzme havuzu, spor tesisleri, ortak yaşam alanları, yürüyüş parkurları vs.. Projesinde bir camiye yer vereni görmedim bugüne kadar. Bir fitness center kadar cazip değil demek ki cami; ya da bir yüzme havuzu kadar öne çıkmayı hak etmiyor.

Çocuklarımız ezan sesine hasret

Gazeteden eve giderken yol üstünde koca koca inşaatlar göze çarpıyor. Bahçeşehir devasa bir büyüme gösteriyor. Binalar gökleri delecek gibi heybetli ve yüksek. Ama hiçbir minare aradan başını çıkarıp kendini gösterme imkânı bulamıyor. Esenyurt da ondan farklı değil. Yol kenarında göze çarpan birkaç yeni cami var ama yeterli değil. Yeni inşaat alanları camiden, mabedden mahrum. Hele Beylikdüzü! On binlerce insanın oturduğu bir mahallede inşaatı aylardır devam eden ve tabii ki bir türlü bitmeyen bir tek cami var. Evlerin büyük çoğunluğuna ezan sesi girmiyor. Çocuklarımız ezan sesinden mahrum büyüyor. Bir namaz vakti çocuğun elinden tutup camiye gitmek imkânı kalmadı artık.

Muhafazakâr başkanların yönettiği bu belediyelere, nasıl sitem etsem, sesimi nasıl duyursam diye iç geçirirken Fethullah Gülen Hocaefendi’nin Eylül 2003’te kaleme aldığı “Minarelerin Sesi” başlıklı yazı takıldı gözüme. Tam bir tevafuktu bu. Hayır, Hocaefendi kimseye sitem etmiyordu. Ezanı anlatıyordu bütün güzelliğiyle. Yazıyı okuyunca bizi ezana hasret bırakanların aslında nasıl bir vebale girdiklerini, nesilleri hangi güzelliklerden mahrum ettiklerini gördüm. Bu yüzden o yazının tamamını olmasa bile belli bölümlerini ilgili belediyelere ve muhafazakâr inşaat firmalarına ithafen paylaşayım istedim:

“Minarelerin sesi asırlardır milletimizin sesi olagelmiştir. Biz, o seslerin çağlayanlar gibi üzerimize döküldüğü bir dünyada doğup büyüdük. O altın seslerle güne başladık, onlarla gün boyu yaşadık, onlarla oturup kalktık ve hâlâ onlarla oturup kalkıyoruz. Aslında o sesler, günde beş defa bize, kim olduğumuzu ve nasıl bir konumda bulunduğumuzu hatırlatır; biz de onlarla derlenir-toparlanır ve varoluş gayemize, gerçek insanî ufka yöneliriz.

Bu semâvî çağrı bizim dünyamızda, gökten indiği andan itibaren hep kendi orijiniyle gürleyip durdu ve asla susmadı. Dar bir zaman diliminde, bir kısım alafranga düşüncelerin tesiriyle ezanda muvakkaten bir alaturkalaşma oldu ama o hemen bütün zaman ve mekânlarda kendine has örgüsü ve şivesiyle hep devam etti ve gelip bugünlere ulaştı. Bundan sonra da –inşaallah– ‘ebed müddet’ böyle sürüp gidecektir.

Her zaman gürül gürüldür minarelerin sesi bizim dünyamızda. Bu ses, her gürleyişinde pek çok mü’min gönlü âbâd, bir hayli şeytanî hânümânı da târumâr etmiştir.. evet minarelerin sesi duyulunca, arza ruhanîlerle beraber itminan ve sekine iner, bu esnada habis ruhlarsa kuyruklarını kısar ve saklanacak yer ararlar. Arz u semâda bir velvele olur minarelerin sesi duyulunca; kimileri ona koşar, kimileri de ondan kaçar. Yarasalar rahatsız olur, güvercinler ona dem tutmaya durur. Gönüller pür heyecan şahlanır, nefislerse yeisle yutkunur.

Yitirdiğimiz Cennet’e bir çağrı

Minareler bazen bulundukları yer itibarıyla yalnızdırlar, tek başlarına söze başlarlar. Ne var ki, sağa-sola doğru birkaç adım atınca, daha başka seslerin de onlara eşlik ettiği duyulur. Bazen de minareler birbirlerine yakın bulunuyor olmanın hakkını eda sadedinde, vakit ‘tık’ deyince hepsi birden gürler.. ve ayrı ayrı enstrümanlar gibi birbirinden farklı sesler çıkarırlar. Sesler birbirinden farklıdır ama yine de bir korodaki âhenk bütünlüğü içinde hep bir beraberlik arz ederler. En azından biz onu öyle duyar, öyle hisseder ve öyle anlarız.

Minarelerin sesini bazen yitirdiğimiz Cennet’e bir çağrı gibi duyar ve koşarız binlerce yıllık yitiğimizi bulmaya, o öldüren hasretten kurtulmaya doğru: Minareler ‘Allah büyüktür’ der, biz de Firdevs’e gidiyor gibi mâbede yürürüz. Onlar gürler ‘kelime-i şehadet’le, biz de ‘İşte hedef bu’ der köpürürüz gönülden. Onlar haykırır o Sonsuz Nur’u, ışık yağar öteden gözlerimize, gönüllerimize. Ardından ‘Yürüyün Hakk’ın rahmet ufkuna, meleklerin istiğfar sağanağına!’ diye inler minareler; coşarız pürheyecan bir kere daha ve günahlardan arınmaya yürürüz. Ürpeririz ‘Haydin kurtuluşa!’ sesleriyle, duyarız duyulmadık neş’e ve inşirahı, koşarız namazgâha çocuklar gibi sevinçle...

Minareler hep aynı şeyleri söyleseler de, değişik kesimlerce birbirinden çok farklı algılanır bu sesler: Çocuklar, bir ninni gibi dinler; hasta ve alîller, Hakk’a teveccüh daveti şeklinde yorumlar; yaşlılar, rahmetle tüllenen bir âleme hazırlanma tenbihi olarak algılar; gençler, iradelerini hatırlatma çağrısı gibi duyarlar bu sesleri.

Ezan bir anne sesi gibi rikkatle okşar-geçer körpe dimağları. Şefkatle kucaklar dertle kıvrananları. Yıldırımlar gibi gürler feverandaki duyguların tepelerinde ve herkese demet demet mesajlar sunar.

Bazen minarelerin sesleri, birer kıvılcım gibi gönüllerimizin üzerine saçılır ve ardından hayallerimizde sönmeyen birer meş’aleye dönüşür.. Bazen alır bizi tâ teşrî çağında gezdirir; Nebi (sallallâhu aleyhi ve sellem) mescidine ulaştırır; Bilâl’in (radıyallahu anh) sesiyle buluşturur ve bize âdeta zaman üstü olmanın hazlarını duyurur. Bazen ilklerle ezan seslerini paylaşır gibi olur ve kendi kendimize: ‘Bu ses onların sesi, bu velvele de onların velvelesi; öyle ise bütün bunların bir arkası da olmalı...’ diye mırıldanırız. Bu duygu yoğunluğuyla mest olurken böyle bir bahtiyarlığa bir kere daha ‘eyvallah’ çekeriz.”

***
EZANSIZ SEMTLER

Kendi kendime diyorum ki: Şişli, Kadıköy, Moda gibi semtlerde doğan, büyüyen, oynayan Türk çocukları milliyetlerinden tam bir derecede nasip alabiliyorlar mı? O semtlerdeki minareler görülmez, ezanlar işitilmez, Ramazan ve Kandil günleri hissedilmez. Çocuklar Müslümanlığın çocukluk rüyasını nasıl görürler.

İşte bu rüya, çocukluk dediğimiz bu Müslüman rüyasıdır ki bizi henüz bir millet hâlinde tutuyor. Bugünkü Türk babaları havası ve toprağı Müslümanlık rüyası ile dolu semtlerde doğdular, doğarken kulaklarına ezan okundu, evlerinin odalarında namaza durmuş ihtiyar nineler gördüler, mübârek günlerin akşamları bir minderin köşesinden okunan Kur’an’ın sesini işittiler; bir raf üzerinde duran Kitabullah’ı indirdiler, küçücük elleriyle açtılar, gülyağı gibi bir ruh olan sarı sahifelerini kokladılar. İlk ders olarak besmeleyi öğrendiler; kandil günlerinin kandilleri yanarken, Ramazanların, bayramların topları atılırken sevindiler. Bayram namazlarına babalarının yanında gittiler, camiler içinde şafak sökerken Tekbirleri dinlediler, dinin böyle bir merhalesinden geçtiler, hayata girdiler. Türk oldular.

Bugünün çocukları büyük bir ekseriyetle yine Müslüman semtlerde doğuyorlar, büyüyorlar, eskisi kadar derin bir tahassüs ile değilse bile yine Müslümanlığı hissediyorlar. Fakat fazla medenileşen üst tabakanın çocukları ezansız semtlerde, yani alafranga terbiye ile yetişirken, Türk çocukluğunun en güzel rüyasını göremiyorlar. Bu çocukların sütü çok temiz, hilkatleri çok metin olmalı ki ileride alafranga hayat Türklüğü büsbütün sardıktan sonra milliyetlerine bağlı kalabilsinler, yoksa ne muhit, ne yaşayış, ne semt hiçbirşey bu yavrulara Türklüğü hissettiremez.

Ah! Büyük cedlerimiz! Onlar da Galata, Beyoğlu gibi frenk semtlerine yerleşirlerdi, fakat yerleştikleri mahallede Müslümanlığın nûru belirir, beş vakitte ezan işitilir, asmalı minâre, gölgeli mescid peyda olur; sokak köşesinde bir türbenin kandili uyanır, hâsılı o toprağın o köşesi imana gelirdi. Beyoğlunu ve Galatayı saran yeni yapıların yığını arasında o mescidlerden, o türbelerden bir ikisi kaldı da gördük ki cedlerimiz kefere frenk mahallelerinin toprağına böyle nüfuz ederlerdi. Biz bugünün Türkleri bilakis Şişli, Nişantaşı, Kadıköy, Moda gibi küçücük bir şehri andıran yerlere yerleştik, fakat o yerler Müslüman rûhundan ârî, çorak ve kurudur. Bir Üsküdar’a bakınınz bir de Kadıköyü’ne. Üsküdarın yanında Kadıköy Tatavla (Kurtuluş)’yı andırır. Eski Türklerin ruhları ile yeni Türklerin ruhları arasındaki farkı anlamak isterseniz, bu son asırda peydâ olan semtlerle, İstanbul içlerini mukayese ediniz. Medenîleştikçe Müs-lümanlıktan çıktığımızı tabiî ve hoş gören eblehler uzağa değil, Balkan Devletlerinin şehirlerine kadar gitsinler. Görürler ki baştanbaşa yenileşen o şehirlerin her tarafında çan kuleleri yükselir. Pazar ve yortu günleri çan sesleri işitilir. Manzara halkın dinini ve milliyetini hatırlatır. O şehirler bizim yeni semtlerimiz gibi milli ruhtan ârî değildirler. Artık Türk milletinin ruhu bir râyiha gibi uçtu mu? Hayır, büyük bir kütlede yine o ruh var, fakat biz son nesil bir sürü gibi, büyük kafileden uzaklaştık, kaybolduk, fakat daha uzağa gitmeyeceğiz, yeni tarzda yaşayışla cedlerimizin diyânetini mezcedip bizi bu çoraklıktan, bu karanlıktan, bu ufûnetten kurtaracak mürşidler, şâirler, edipler, hatibler, yetişmedi, fakat gayet tabii bir revişle büyük kafileye, kendi kendimize döneceğiz. Dinsizliğin, kayıtsızlığın aksülameli başladı bile. Çocukluktan beri diyânet yolundan ayrılmamış olan kardeşlerimiz, bizim gibi rücû hislerini itiraf edenlere henüz inanmıyorlar. Onlara tamamiyle ilticâ edeceğimiz zaman da bizi birden tanımayacaklar. Çünkü onlardan çok ayrı ve uzak düştük.

Dört sene evvel Büyükada’da oturuyordum, bayramda bayram namazına gitmeye niyetlendim, fakat frenk hayatının gecesinde sabah namazına kalkılır mı? Sabah erkenden uyanamamak korkusu ile o gece hiç uyumadım. Vakit gelince abdest aldım, Büyükada’nın mahalle içindeki sâkit (sessiz) yollarından kendi başıma câmiye doğru gittim. Vaiz kürsüde vaaz ediyordu. Ben kapıdan girince bütün cemaatın gözleri bana çevrildi. Beni, daha doğrusu bizim nesilden birini, camide gördüklerine şaşıyorlardı. Orada o saatte toplanan Ümmet-i Muhammed, içine bir yabancının geldiğini zannediyordu. Ben içim hüzünle dolu, yavaş yavaş gittim. Vaazı diz çöküp dinleyen iki hamalın arasına oturdum. Kardeşlerim Müslümanlar bütün cemaatin arasında yalnız benim vücûdumu hissediyorlardı. Ben de onların nazarlarını hissediyordum. Vaazdan sonra namazda ve hutbede onların içine karışıp Muhammed sesi kulağıma geldiği zaman gözlerim yaşla doldu. Onlarla kendimi yek-dil, yek-vücut olarak gördüm. O sabah, o Müslümanlığa az âşinâ Büyükada’nın o küçücük camii içinde, şafakta aynı milletin ruhlu bir cemaati idik. Namazdan çıkarken kapıda âyândan Reşid Âkif Paşa durdu. Bayramlaşmayı unutarak elimi tuttu: “Bu bayram namazında iki defa mes’udum. Hamdolsun sizlerden birini kendi başına camiye gelmiş gördüm! Berhudâr ol oğlum, gözlerimi kapamadan evvel bunu görmek beni mütesellî etti!” dedi. Hem geldiğimi, hem de bayramımı tebrik etti. Yanındaki eski adamlar da onun gibi tebrik ettiler. Bu basit hâdiseden pek samîmi olarak haz duydular. O sabah gönlüm her sabahtan fazla açıktı.

Biz ki, minâreler ve ağaçlar arasında ezan seslerini işiterek büyüdük. O mübârek muhitten çok sonra ayrıldık. Biz böyle bir sabah namazında anne millete dönebiliriz. Fakat minâresiz ve ezansız semtlerde doğan, frenk terbiyesiyle yetişen Türk çocukları dönecekleri yeri hatırlamayacaklar!
(Yahya Kemal Beyatlı, Nisan 1922)

Hiç yorum yok: