Türklerde Tabiat Üstü Varlıklar ve Bunlarla İlgili
Kabuller, İnanmalar, Uygulamalar
Yard. Doç. Dr. Ayşe DUVARCI*
Özet: Türk Halk bilimindeki sözlü anlatımlar içinde, olağanüstü
özellikler taşıyan, gizli güçlere sahip oldukları düşünülen fakat ne
olduğu bilinmeyen varlıklarla ilgili pek çok inanç ve uygulama vardır.
Bunlara genel olarak cin, peri, cadı denirse de; bir kısmı karakoncolos,
Congolos, Kara-kura, Karakorşak, Kamos, Kayış Ayak, At Binen
Cin, Çarşamba Karısı, Ağırlık, Albastı gibi özel isimler taşırlar. Bu
makalede sözü edilen esrarengiz varlıkların kimlikleri, yaşadıkları ortamlar,
birbirleriyle ve insanlarla olan ilişkileri ve zararlarından korunmak
için alınması gereken tedbirler üzerinde durulmuştur. Ayrıca
İslam öncesi Türk kültürünün çeşitli dönemlerinde de yer-su ruhları
olarak adlandırılan bu varlıkların, islâmî dönem içinde yer alışları,
Kur’ân-ı Kerim’de cin adıyla anılışları ve insanlarda yarattıkları etki
ile psikolojiye konu edilişleri üzerinde durulmuştur. Sonuçta konu
halkbilimi açısından değerlendirilmiş, bu tür varlıklarla ilgili anlatımların
doğu ve batı kültürlerinde eş inanç kalıpları şeklinde karşımıza
çıktığı belirtilmiştir.
Giriş
Türk halkbilimindeki sözlü gelenekler içinde insanların hayatını etkileyen,
inançlarla yakından bağlantılı, olağanüstü nitelikler taşıyan, gizli
güçlere sahip oldukları kabul edilen, ancak ne oldukları pek bilinmeyen
varlıklarla ilgili pek çok anlatı vardır. Bu anlatıların değerlendirilmesi,
insanımızı anlamaya, onun hangi düşünce ortamında yaşadığını bilmeye,
tanımaya hizmet eder.
Hem doğu hem batı kültürlerinde görülen ve inanç alanının ortak tasarladığı
kimlikler diyebileceğimiz bu varlıklar, atasözü ve deyimlerimizde;
‘cin fikirli, cin gibi aklı olmak, cin çarpmak, cini tepesine çıkmak, cinleri
başına toplanmak, cinlerin cirit oynaması, cin başka şeytan başka, cin
tutana bir muska kafidir, cadı kazanı, cadı suya batmaz, perisi alçak’ gibi
ifadelerle yer alırken masallara da konu olmuşlardır. Ancak bu çalışmada
cin – peri masalları ele alınmamış, onların ayrı bir inceleme konusu yapılması
düşünülmüştür.
Bu varlıklara Anadolu’da yerine göre; cin, ecinni, cadı, peri, şeytan, üç
harfli, iyi saatte olsunlar, pir (evin piri), sahip (evin, koyunların sahibi),
bekçi (evin, koyunların bekçisi), mekir, ferişte, feriştah, Rüküş Hanım,
İbrik Kalfa (Bayrı 1972: 199) gibi isimler verilirse de bunlar kimlikleri
birbirine karışmış, iç içe geçmiş şekilde karşımıza çıkarlar. Değişik adlarla
anılan bu söylence yaratıklarının özel kimlik taşıyanları ise bizim araştırmalarımıza
göre şöyledir.
Karakoncolos: Yurdumuzun farklı bölgelerindeki yaygın bir inanışa
göre, kışın en soğuk günlerinde insanlara zarar veren bir varlıktır. Kendine
has özellikler taşır. Zemherinin (kışın en soğuk zamanı, ocak) ilk on
iki gününde sokaklarda dolaşır, rastladığına “Nereden geliyorsun, Nereye
gidiyorsun? Adın ne?” diye sorarmış. Verilecek cevapların içinde mutlaka
“kara” kelimesi olmalıymış (Kara Köy’den geliyorum, Karasu’ya gidiyorum,
Adım Kara Hasan v.b) Aksi takdirde Karakoncolos elindeki
kocaman tarakla vurarak karşısındakini öldürürmüş. Bu durumdan korunmak
için kış günleri evlerdeki taraklar ortada bırakılmaz, saklanırmış.
Bu yaratık kış yarısının cini diye de adlandırılır (Boratav 1976: 99).
Sözlü kaynak verilerine göre bu cin özellikle yurdumuzun doğu Karadeniz
bölgesinde Karakonculu, Karakoncilo, Koncolos, Yaban Adam gibi
adlarla nitelendirilir ve kışın ormandan sahil köylerine fırtınayla geldiğine
veya denizden çıktığına inanılır. İnsanı taklit eden ve maymuna benzeyen
bu cin özellikle küçük çocukları ve yeni doğmuş buzağıları yemektedir.
Bu durumu engellemek için ev sahibi kapıya yörede ‘kuymak’ adı
verilen bir yemek koyar (Sürmene Güneşara Köyü) .
Congolos: Yozgat civarında karakoncolos’un adı congolos’tur. Evlere
kışın ortasında, soğukların en fazla arttığı zamanlarda (10 ocak- 17 ocak)
uğradığı için Yozgat’ta bu günlere “congolos ayı” denir. Mevsim tarifleri
“congolos girdi, congolostan sonra” şeklinde yapılır. Bu yaratık, açıkta
duran yiyecek küplerine tükürür, idrarını yapar, böylece hastalıklara sebep
olurmuş. Bu yolla hastalığa yakalanan insanlara ise ‘marazlı’ denmektedir.
Congolos bazen de uyuyan insanı, yakınlarından birinin sesini
taklit ederek çağırır, uyanmazsa alıp götürür, dışarıda soğuktan donmaya
terk edermiş. Pancar olan evlere gelmeyeceğine inanılan congolosun evlere
uğramaması için pancar pişirilip, eşiklere gömülür veya lohusalara,
dünürlere, sevilen kimselere verilirmiş (Özbaş 1967: 12). Bu varlığa
yuırdumuzun değişik bölgelerinde koncolos, karakoncolos gibi adlar da
verilmektedir.
Kara-kura: Erzurum ve Erzincan yöresindeki inanışlara göre bu tabiat
üstü güç, albastı gibi lohusalara musallat olan, onları korkutarak, ciğerlerini
söküp götüren bir varlıktır (İnan 1987: 262). Konya civarında anlatıldığına
göre, bu cin, keçiye benzeyen fakat kedi büyüklüğünde olan, insanların
üstüne çökerek onları boğmaya çalışan bir yaratık şeklinde düşünülür.
Gün ışığından korkar, güneş doğunca kımıldayamaz, ancak o zaman
yakalanabilir. Ona yemin ettirdikten sonra köle gibi kullanmak
mümkün olurmuş (Boratav 1984: 74-79). Kara-kura yatağında ekmek
kırıntısı olan insanları da çok severmiş.
Böyle yataklarda uyuyanlar kara-kura tarafından bastırılır, kabus görür
sıkıntı çekerlermiş (Kalafat 2000: 93).
Kara korşak: Erbil’de Türkmenlerin eşek, köpek, domuz, keçi kılığına
girdiğine inandıkları bir cindir. Gece kapıları çalıp, ev sahibinin tanıdığı bir
ses ve kılıkla onu kandırarak çağırıp kaçırırmış. Bu cinden korunmak için
pantolonun düğmelerini açmak gerektiğine inanılır (Kalafat 2000: 69).
Kamos: Harput civarında görülen bir kötü yaratıktır. Tek başına uyuyan
insanların üzerine bütün ağırlığı ile çöker, onların çarpılmalarına bazen
de ölmelerine sebep olabilirmiş. Geceleri dolaşan bu cin anlatımlara göre
bazen iriyarı, bazen de cüce görünüşlüdür. Başında daima bir börk taşır.
Bir insan bu börkü kapmayı başarırsa elinde börk büyüklüğünde altın
kalacağına inanılır. Zaman zaman kara kedi şeklinde de görülebilen
kamosun bastığı kişi, kanının çekilip damarlarının kuruduğunu sanır.
Kamos sözcüğünün kabus kelimesinin anlamı ile benzeşmesi dikkat çekicidir
(Kalafat 1999: 26).
Kayış Ayak: Romanya Dobruca Türkleri arasında tesbit edilen,
lohusalara musallat olan, hava karardıktan sonra ortaya çıkıp, şafak vaktine
kadar dolaşan bir cindir. Eğri bacaklı, korkunç görünüşlü bir yaratıktır.
Lohusanın omuzlarına ayakları önden sarkacak şekilde sımsıkı yerleşir
ve onu istediği gibi dolaştırıp, dilediğini yaptırır (Önal 1998: 52). Aynı
adla anılan cin, Tire’de yaptığımız derlemelerde de tespit edilmiştir.
At binen cin: Caferi Türklerin inanışlarında gece atlara binerek dolaşan
bu adla tanınan bir cin vardır. At sabahleyin terli ve yorgun bulunursa
durum anlaşılır. Cin ata binince onun yelesini örermiş. Bu cini yakalamak
için atın yelesine zift sürülür, onun buraya yapışması sağlanırmış. Bu
şekilde yakalanan cinler yakasına bir iğne takılarak esir edilir, her işte
kullanılırmış. Fakat esir cin bir gün elindeki ekmeği bir çocuğa verir, onu
kandırıp, iğneyi çıkarttırır, kaçarmış (Kalafat 2000: 271).
Çarşamba Karısı: (Çarşamba cadısı) Çarşamba günleri ortaya çıkan,
dişi, korkunç görünüşlü bir varlıktır. Dolaşma hakkı bir günle sınırlı olduğundan
her yeri çabucak gezer. Bu yüzden amaçsız, hiçbir iş yapmadan
ortalıkta dolaşan insanlara “Çarşamba karısı gibi gezip durma” denir (Tire,
Ödemiş, Bayındır).
Ağırlık: Yurdumuzun hemen her yöresinde yaygın olarak bilinen, derin
uykuda olan insanların üzerine çöken, bütün gücüyle bastırarak onların
uyanmalarını engelleyen, korkutup, boğulmalarına sebep olan kötü bir
tabiat üstü varlıktır. Üzerine ağırlık çöken insanlar uyudukları yeri bütün
ayrıntıları ile gördüklerini, bağırmak istediklerini, fakat seslerinin çıkmadığını,
üzerlerindeki güçlü kuvvetli biriyle mücadele ettiklerini, haykırarak
uyandıklarını söylerler. Aynı sıkıntıları yaşatan bir diğer kötü cinin
adı “karabasan” dır. Bu farklı anlatılara göre Türkiye’nin bazı bölgelerinde
canlı bir varlık olarak tasavvur edilirken (Ankara) bazen de korkunç
bir rüya olarak adlandırılır (Konya, Anamur, İstanbul).
Albastı: “Al, alkarısı, alanası, alkızı, albasması, alarvadı, alacama, albıs,
almış” gibi adlarla anılan, hemen hemen bütün Türk dünyasında görülen
olağanüstü varlıklardan biridir (Acıpayamlı 1974: 80, İnan 1972: 169).
Bu yaratık şamanizmdeki Al ruhunun günümüzdeki temsilcisi sayılabilir.
(Genç 1999: 18). Elazığda buna “Elkarısı” da denmektedir (Yılmaz
1967: 215) Keçi, tilki, kedi, köpek, buzağı, örümcek, kuş, gelin, kefenli
ölü gibi çeşitli kılıklarda görünürse de daha çok, uzun boylu, uzun parmak
ve tırnaklı, dağınık saçlı, yağlı vücutlu, el ve ayakları küçük, dişlek,
bir bir dudağı yerde, bir dudağı gökte, çıplak gezen, göğüslerinden birini
geriye atmış, tepesinde gözü olan çok çirkin, al gömlek giyen bu yaratık
(Acıpayamlı 1974: 75). Muğla’da denizden çıkan ve yalnız bırakılan
çocukları çalarak dalgaların dibindeki evine götüren bir kadın olarak tasarlanmaktadır
(Boratav 1976: 99). Dobruca Türkleri onu sarışın ve şişman
bir kadın (Önal 1998: 52), Fergana Özbekleri pejmürde kılıklı, dağınık
saçlı bir kocakarı, (İnan 1987: 261) Gagavuzlar bir dev olarak tasvir
ederler (Güngör 1991: 43).
Kırgız-Kazak Türklerinin inanışlarına göre kara albastı ve sarı albastı
olmak üzere iki ruh vardır. Kara albastı ciddi ve ağırbaşlı bir ruh olup
sadece ocaklı insanlardan korkar. Sarı albastı ise hoppa ve şarlatandır
İnsanlara dokunmama sözü verebilir, fakat fırsatını bulunca mutlaka zarar
verir (İnan 1972: 166-173).
Albastı’nın en çok lohusalara ve bebeklere düşman olduğuna, lohusanın
ciğerini sökerek suya attığına veya yediğine, bu yüzden elinde ciğer bulunan
bir kadın görülürse hemen yakalanması ve üzerine iğne, çuvaldız
gibi bir metal parçası takılması veya zift dökülmesi gerektiğine inanılır
(Şakir 1939: 32). Onu yakalayan kişi ocaklı olur ve ‘alcı’ adını alır. Al
karısı, alcının soyundan gelen kadınlara zarar veremez.
Alkarısından korunmak için doğum yapan kadın kırk gün kırk gece dışarı
çıkmaz. Ayrıca evde de yalnız bırakılmaz. Aynı zamanda baş ucuna
Kur’an asılır. Yastığının altına bıçak, makas, demir para, iğne, çuvaldız,
maşa gibi metal eşyalardan biri veya çörek otu, soğan, sarımsak kabuğu,
süpürge konur. Bu ruhu kandırıp, şaşırtmak için orta yere erkek elbiseleri
de bırakılır (Acıpayamlı 1974: 83). Şayet anneyi değil çocuğu al basarsa
bu çocuk ‘ayyaş’ olacağı yani kendinden geçip bayılacağı için ‘ayyaş aşı’
pişirilip dağıtılır. Bu aş sokaktan geçenlerin yakılan ateşe bir odun atmasıyla
pişirilmektedir (Gökbel 1998: 95). Alkarısı kırmızı renkten korktuğundan
lohusanın başına al tülbent örtülüp, yakasına kırmızı kurdela takılır.
Ziyarete gelenlere kırmızı renkli şekerden (nöbet şekeri)yapılan şerbet
ikram edilir. Gagavuzlar ise doğumdan üç gün önce ve üç gün sonra
lohusaya su yerine rakı içirirler (Güngör 1991: 43).
Alınan bütün bu tedbirlere rağmen lohusanın çok ağrısı varsa, morarıyor,
sayıklıyor, bayılıyorsa al bastığına karar verilerek bir hoca veya ocaklı
çağrılır. Tüfek atılıp, tencere kapakları vurularak, gürültü yapılıp bu ruhu
kovmak için uğraşılır.
Enkebit: İç Anadoluda görülen bir varlıktır. Anlatılara göre başında altın
bir fesi vardır. Sağ elinin ortası deliktir. Uyuyan insanların boğazlarını
sıkarak onları boğmaya çalışır. Başından fesini kapan kişiye dokunmaz
(Çobanoğlu 2003: 137).
Hınkır Munkur: Yakaladığı insanları önce boğarak öldüren sonra da
yiyen bir yaratıktır (Çobanoğlu 2003: 137). İnsana benzer, fakat göbeğinde
bulunan bulunan bir torbanın içinde yavrusunu taşır. En korktuğu şey
üzerine idrar yapılmasıdır. Böyle tehdit edilirse ortadan kaybolur.
Demirkıynak: Bigadiç dağlarında yaşayan, her kılığa girebilen, korkunç
sesler çıkararak insanların delirmelerine sebep olan, çok pis kokulu bir
yaratıktır (Çobanoğlu 2003: 138). Sudan çok korkar. O göründüğü anda
dere veya göle giren insanlara bir zarar veremez.
Cadı: Türk inanışındaki cadı kavramı hem olağanüstü varlıkların genel
adlarından biri hem de kaynağını daha çok batılı efsanelerden alan özel
bir varlığın adı olarak kullanılmaktadır. Rumelideki Türk yerleşim birimlerinde
cadı kabulü, geceleri mezarından kalkıp dolaşan, saçı, başı dağınık,
tırnakları uzamış, pis görünümlü, rastladıklarını öldüren bir kadın
şeklindedir. “Cadı gibi” sözleri de bu inanışı dile getirmektedir. Efsanelere
göre ölünün gömülmeden ışıksız bir odada bırakılması, üzerinden bir
kedinin atlaması ölüyü hortlatır. Bu durumdan kurtulmak için mezarın
üstünde ateş yakmak gerekir (Türk Dili ve Edebiyatı Ansiklopedisi II-2).
Türk masallarında ise;büyü yapan, küp üstünde uçan, bin yıllık yolu bir
anda alan, sihirli bir hırkası olan, çirkin yaşlı kadın motifi cadı olarak
adlandırılır (Tezel, 1968: 553).
1833 yılında o zamanlar Türk idaresinde bulunan Bulgaristan’ın Tırnava
kasabası kadısı Ahmet Şükrü Efendi, bu kasabada yaşanan bir olayı
“Tırnovada cadı türedi, gün battıktan sonra ortaya çıkıyor, un, yağ, bal
gibi şeyleri birbirine katıyor, yastık, yorgan ve bohçaları açıp dağıtıyor,
insanlara saldırıp tecavüz ediyor. . . . . Bunu önlemek için Nikola adlı bir
cadıcıyla pazarlık ettik. . . . . . Mezarlıkta cadıların yerini buldu. Kalplerinin
üzerine kazık çakıp, kaynar su dökerek öldürdük” diyerek hükümete
resmi bir mektup yazmış, bu yazı devletin o zamanlar resmi gazetesi olan
Takvim-i Vekayi’nin 19 Rebiülevvel 1249 tarih ve 68 numaralı nüshasında
yayınlanmıştır (Koçu 1962: 310).
Şu anda Romanya sınırları içinde olan Sarıgöl’ün Çor ve Kırımşah köylerinde
topraktan ve mezardan korkunç bir sesle kalkan cadılardan, bunların
evlere, hayvanlara zarar verdiğinden, çocukları tabanlarından emerek
öldürdüğünden, ancak yüreklerinden yere çakılıp, üzerlerine kireç dökülerek
yakılırsa yok olacaklarından bahseden anlatılar vardır (Saygı 1962:
150). Gagavuz Türklerinde ise ölüm saçan kambur bir yaşlı kadın şeklinde
düşünülen taun (meçikli), günahkar insanların mezarlarda hayvan şekline
girerek oluşturduğu, her şeyi yiyip yutan, salgın hastalıkları yapan
obur (hobur), uzun gömlek giyerek, viranelerde çeşme başlarında oturan
ve insandan korkan tılsım adlı cinler vardır (Güngör 1991: 39-43).
Şeytan: İslamiyetten önceki Arap inanışlarında “kötülük yapan cin” olarak
dile getirilen şeytan kavramı, Yahudi, Hristiyan ve İslam geleneğinde
Allah’ın yarattığı ilk insan olan Hz. Adem’e secde etmediği için cennetten
kovulan, ‘baş kaldıran melek’ anlamında kullanılmıştır (Hançerlioğlu
1994: 582). Kur’an-ı Kerimde adı İblis olarak da geçen şeytandan (Bilmen
tarihsiz: Ayet 7-11) çeşitli ayetlerde bahsedilir (Bakara-34, Ali
imran-36, Nisa-117, Araf-11, Hicr-17-18, Nahl 98-100, İsra 26-27-53
vb.). Şeytan kurnaz ve hilekar olarak düşünülür. İnsanları doğru yoldan
çıkarmak onun en önemli işidir. Türkçede; şeytan azapta gerek, şeytan
diyor ki, şeytan dürtmek, yüzünü şeytan görmek, şeytan kulağına kurşun,
şeytanın bacağını kırmak, şeytana pabucunu ters giydirmek (Aksoy 1984:
893) gibi pek çok deyimde adı geçen bu şeytan, yaptığımız olumsuz ve
hatalı davranışlarımızın sorumlusu ilan ettiğimiz bir olağanüstü yaratıktır.
Şeytan resim ve karikatürlerde insan gövdeli, boynuzlu, sivri kulaklı,
çatal ayaklı, kuyruklu, elinde mızrak taşıyan korkunç bir varlık olarak
tasarlanır.
Peri: Cinlerin dişileri peri adıyla anılırlar (Doğan 1981: 811). Güzellik
ve yardımseverlik sembolü olarak kabul edilen periler, problemleri çözme
ve becerikli olma özellikleriyle de tanındıkları için daha çok masal kahramanları
arasında yer alırlar.
Bunlardan başka yaptığımız araştırmada tarlaguzan, kalfa, keruş,
keruşereş, İfrit, ferit, albız gibi olağanüstü varlıkların isimlerine rastladıysak
da haklarında bilgi edinemedik (Taner 1983: 13). Bazı anlatılarda
hırtik, çıtlık kuşu, kul, yol azdıran, gelincik (Çobanoğlu2003: 140) gibi
isimlerle de karşılaştık.
Umacı, öcü, dev, gulyabani, dunganga, kuyu kızı gibi isim taşıyan yaratıklar
ise yaramazlık yapan, ağlayan, uyumayan çocukları korkutmak
amacıyla uydurulan, her çocuğun kendi hayalinde korkunç bir şekilde
canlandırdığı, var olduğunu ve kendisine zarar vereceğini düşündüğü
varlıklardır.
Bu olağanüstü yaratıkların özellikleri ve yaşadıkları yerlere gelince; inanmalara
göre, aslında aynen insanlar gibi fakat insanlara görünmeden
topluluk halinde, padişahlar ve beyler tarafından yönetilerek yaşarlar.
Erkek ve kadın cinsleri vardır. Evlenip çoluk çocuğa karışırlar. Çocuklarını
da kendilerinden olan varlıklar doğurtur. Hatta bazı güç doğumları da
insan ebeleri kandırıp, kaçırarak yaptırırlar (Taner 1983: 12). Müslümanları
ve kafirleri vardır. Eğlenceyi özellikle topluluk halinde def, darbuka,
zurna çalıp, şarkılar söyleyerek eğlenmeyi çok severler. Bazen bu şenliklerine
insanları da kaçırarak zorla iştirak ettirirler. Metamorfoz en bilinen
özellikleridir. Her an kılık değiştirip, kedi, köpek (özellikle siyah ve beneksiz),
yılan, horoz, tavuk, deve, keçi, tavşan, tay, tilki, örümcek gibi
hayvan, hayvanla insan arası bir yaratık, kefenli ölü, arap, gelin, uzun
saçlı beyaz sakallı bir yaşlı evliya şekillerine girebilirler. Bazen ayakları
ve kolları geriye doğru ters olup, anormal derecede büyük ve çirkin yaratıklar
olarak görünürlerse de (Karadeniz 1986: 5) genellikle küçücük,
minik insanlar olarak kendilerini belli ederler.
Tabiat üstü varlıkların iyileri, kötüleri, hayırlıları, hayırsızları, dindarları
hatta evliyaları vardır. Hayırsız olanları evlerin daha çok eşik, ocak başı,
merdiven altı gibi yerlerini mesken edinirler. Bazen kendilerini yukarıda
saydığımız kılıklarda gösterirlerken bazen de varlıklarını kilitli kapıları
açmak, eşyaların yerlerini değiştirmek gibi çeşitli şekillerde belli ederler.
Halk bu gibi yerlere tekin değil der. Burada yaşayan göze görünmeyen
varlıkların insanı çarpacağına, ağzını, yüzünü eğeceğine inanır (Balcıoğlu
1952: 555). Tekin olmayan evlerin kira veya satış fiyatları çok düşüktür.
“İyi saatte olsunlar” ın önemli özelliklerinden birisi de bir anda ortaya
çıkıp, aniden kaybolmalarıdır. Evlere anahtar deliğinden, bacadan, kapı
altlarından süzülüp girebilirler. Hemen hepsi bilgilidir. İçlerinde cahil
olanları pek azdır. Hastalanıp, sakat kalabilirler, ölümleri daha çok bir
kaza sonunda olur. Ölülerini çöplüklere, tuvalet kenarlarına, pis yerlere
gömerler. Onların mezarlıkları buralardır.
Görünmeyen bu varlıkların yaşadıkları yerler arasında açıktaki tuvaletler,
çöplükler, ulu ağaçların dipleri, ormanlar, saçak altları, bulaşık sularının
birikintileri, izbe, ürkütücü, korkunç yerler, mezarlıklar, ıssız dere yatakları,
terkedilmiş değirmenler, küllükler, kuyu başları, pınar kenarları,
nehir yatakları, denizlerin kirli bölgeleri (Sabri 1933: 143), göl kenarları,
bataklıklar, çeşme önleri (Ülkütaşır 1933: 84), mağaralar, büyük terkedilmiş
evler, köşkler, kale ve saray harabeleri, hamamlar, samanlıklar,
ahırlar, evlerin eşikleri, ekmek kırıntılarının döküldükleri yerler, oturulmayan,
kimsenin olmadığı bölgeler sayılabilir (Boratav 1976: 89). ‘İn-cin
top atıyor’ deyimi buraları anlatmaktadır.
Cinler insanlarla bazen iyi bazen kötü ilişkiler kurabilirler. Ellerinden
herşey geldiği için yapamayacakları hiçbir şey yoktur. Kızdırılmazlarsa
veya kendilerine bir kötülük yapılmazsa genellikle kayıtsız kalırlar. Bazen
bir yolcuyu yanlış yönlendirmek, olmadık bir yere tuvalet ihtiyacını
yaptırmak gibi şakalar yaparlar. Bazen de durmadan bir insanın adını
seslenirler. Buna önem verilmezse bir şey yapmazlar. Şayet kötü kelimelerle
tepki verilirse o insanı kaçırırlar. Böylece o kişi ecinnilere karışır.
Zaman zaman kadın veya erkekler cinlerle evlendiklerini söyleyerek
normal hayatlarından uzaklaşırlar. Bunlara da karışmış insanlar denir. Bu
varlıklar kendilerine yardım ve mutlu edenleri ödüllendirirler. En büyük
ödülleri sevdikleri kişiye soğan, sarımsak kabuğu hediye etmektir. Bunlar
eve götürüldüğünde veya gün ışıdığı zaman altın olurlar. Bazen tersini de
yaparlar, altın, gümüş, diye verdikleri sabahleyin soğan kabuğuna dönebilir.
Bu durum insanların yaşadıklarını bir başkasına anlatması halinde
ortaya çıkar. Bunlar insanları kandırıp köle haline getirebilir, bütün işlerini
yaptırabilirler.
Cin ve peri padişahları adaletlidir. Şehir dışındaki ulu ağaçların altına
mahkeme kurup, onların zarar verdiği insanların şikayetlerini dinlerler.
Cin muhafızı tarafından mahkemeye getirilen cin, yargılanır. Şayet suçlu
bulunursa ölüme bile mahkum edilebilir (Bayrı 1972: 199).
Ecinniler insana tek başınayken görünürler. İki kişi bir aradayken ortaya
çıkmazlar. Gün ışığını sevmezler. Akşam karanlığı iyice çöktükten sonra
gezmeye çıkıp, gün ışıyıncaya ve horoz sesleri duyuluncaya kadar dolaşırlar.
Gece herkesin uyuduğu saatte Kur’an okunursa onların rahatça
gezmelerine engel olunacağı için bunu istemezler. Okuyan kişinin yanına
yaklaşmazlar fakat çeşitli şekillerde korkutarak yatmasını sağlarlar.
Tabiat üstü varlıkların insana verdiği zararlar; çarpılmak, uğramak, erişmek,
karışmak, dokunmak, ilişmek gibi kelimelerle adlandırılır. Eskiden
bazı Türk boyları cin çarpmasına ‘kovuç’ veya ‘kovuz’ diyorlardı
(Kaşgarlı 1986: III, 163). Bu adlarla anılan hastalıkların sebep olduğu
belirtiler olarak, insanın ağzının çarpılması, eğrilmesi, dilinin tutulması,
kolunun çolak olması, kendini kaybedip çırpınması, sayıklaması, yürürken
dengesini kaybetmesi, ayaklarının aniden tutmaması, yıkanmak istememesi,
kirli, pis, saçlı sakallı dolaşması, mevsime uymayan kıyafetler
giymesi (Hulusi Ahmet 1972: 94) şayet söz konusu bir çocuksa sürekli ve
sebepsiz yere ağlaması sayılabilir. İnanışa göre dişi cinlerin çarpması
daha tehlikelidir. Çünkü bunlar etraflarına erkek cinleri toplayıp grup
halinde gezerler, (Taner 1983: 12) saldırgandırlar.
Bilinmez varlıkların verdiklerine inanılan zararlar bu kadar büyük olunca
elbette bazı önlemler de geliştirilmiştir. Öncelikle bu varlıkların adları
söylenmez. Bahsetmek gerekince “iyi saatte olsunlar, bizden uzak olsunlar”
denir. Onları ürkütecek, kızdırıp korkutacak hareketlerden kaçınılır.
Bu varlıkların yaşadığı düşünülen yerleri kirletmemeli, bulaşık sularını
veya sıcak suyu akşam saatlerinde açığa ya da kapı önlerine dökmemeli,
açık yerlerde tuvalet ihtiyacını gidermemeli, karanlık ve pis yerlere girerken,
“Bismillah, destur, tu tu tu” demelidir. Bu sözlerle oranın sahiplerinden
izin istenmiş, gönülleri hoş edilmiş olur (Kalafat 1993: 50, 57). Özellikle
çocuklar bunları söylemeye çok dikkat etmelidir. Bazen sokağa kirli
su dökmek gerekirse “ destur ya ahd-i Süleyman” denir. Cinler Süleyman
Peygambere “senin adını anan kişiye dokunmayacağız” dedikleri için, bu
sözlerle o sözleşme hatırlatılmış olur (Boratav 1984: 87). Küplere veya
dolaplara yiyecekler konurken, yeni kıyafetler alınınca, kızların eşyaları
çeyiz sandığına konurken “Besmele” çekilmezse, bunların bir kısmını
cinlerin götüreceğine veya zarar vereceğine inanılır. Sandıklarda uzun
zaman bekleyen beyaz kumaşlarda sarı bir leke oluşmuşsa “burada, şeytan
doğurmuş, Besmelesiz koymuşuz” denir. Köpeklere ekmek vermek,
yedi mahalledeki cinleri kaçırmak için ak horoz beslemek de yapılan
uygulamalardandır (Tanyu 1967: 93).
Cinlerden korunmadaki yöntemlerden birisi dua etmek ve çeşitli ayetler
okumaktır. En etkili dualar, İhlas, Ayet el-kürsi (Gökbel 1998: 24) ve Cin
sureleridir. Halk dua olarak bazı sözleri de tekrarlar. Mesela Bursa’da
gece yalnız yürürken insanın karşısına aniden çıkan kara kedi ve köpekten
korunmak için “es, es neuzibillah, uzak dur benden, korkmadım senden”
denir (Bursa). Ayrıca imanlı olmak, Allah’a ve Peygambere itaat
etmek çok önemlidir. Böyle insanları cinlerin rahatsız etmeyeceği söylenir.
Tedbirlerin en yaygınlarından bir diğeri insanın çeşitli duaların yazılmasından
meydana gelmiş bir muska taşımasıdır. Cinler üzerinde koruyucu
güç bulunan bu kişiye ilişemezler. Ayrıca ecinni taifesi cami,
türbe, Kur’an okunan kutsal mekanlar ve koyun ağıllarına giremezler.
İnanışa göre koyun peygamber hayvanıdır. Bu yüzden onlara yaklaşamazlar.
Ayrıca yeni sürülmüş tarlalara da girmeleri yasaktır. Eğer bir
insan gece yalnız başına kalmışsa, üzerinde bir ağırlık, vücudunda bir
titreme, korku varsa etrafını cinler sarmış demektir. Bu kişi hemen yeni
sürülmüş bir tarlaya girerse cinler dağılır (Taner 1983: 14). Cin ve perilerin
şerrinden korunmak veya onların sebep olduğu hastalıkları engellemek
için “şerbet dökmek’’ de uygulanan yöntemlerden biridir. Şerbet,
şekerli suyla hazırlanır. İstanbulda uygulaması şöyledir. “Doğrudan hastanın
kendisi veya ailesinden biri tarafından hazırlanan şerbetin üstüne üç
İhlas, bir Fatiha okunup, üflenir. Gece yarısında bir dörtyol ağzına ‘Besmele’
ile dökülürken “al derdimi, ver sağlığımı, biz sizin ağzınızın tadını
veriyoruz, siz de bizim ağzımızın tadını verin” denir’’ (Bayrı 1972: 103).
Ayrıca yeni taşınılan evlerin cinlerini memnun etmek için mutfak, merdiven
altı, kiler, bodrum, bahçe gibi yerlere şerbet dökülür. Böylece kazanın
def edildiği düşünülür. Karakeçili Türkmenlerinde bu şerbet yedi cins
yiyecekle hazırlanır (Kalafat 1999: 49). Bu iyelerin hemen hepsi iğne
bıçak, makas, orak gibi metalden yapılmış araçlardan, duadan,
Kur’an’dan, gürültüden korkarlar. Cinlerin geldiği düşünülünce davul,
kazan, teneke, tencere kapağı çalınıp, silahlar atılır, ceviz kırılır. Bu yüzden
cinlere karşı korunaksız olduğu düşünülen ve hayatın önemli geçiş
dönemlerini yaşayan yeni gelinler, lohusalar ve bebeklerin üzerlerinde,
yastıklarının altında veya odalarında bu malzemeler bulundurulur. Cinler
saydığımız bu insanlarda yoğunlaşarak büyük zararlar verebilirler Çünkü
yeni hayat daima bilinmezlerle doludur. İkinci defa evlenen insanlar bu
tehlikelerle karşılaşmazlar (Westermarck 1962: 17). Zira evlilik yeni
değildir ve sırlarını kaybetmiştir
Cin çarptığına inanılan insanlar ise önce halk arasında ‘nefesi keskin
hoca’ tabir edilen insanlara götürülüp, okutulur. Bu cinlerin gayri müslim
olduğu düşünülürse kiliselere gidilip hastaların keşişlere okutulduğu da
bilinmektedir (Tanyu 1967: 287). Ayrıca çarpılan kişiler ‘bakıcı’lara götürülür.
Aynanın ve durgun suyun cinleri topladığına inanıldığı için bakıcıların
malzemesi bunlardır. Cindar veya hüddam onların padişahı ile temasa geçip,
o insanı serbest bırakmalarını ister. Anlatılanlara göre bazen başarır, bazen
başaramaz. Ayrıca tıpkı nazar inancında olduğu gibi izinli ve ocaklı birisine
kurşun döktürülür. Eski Türkler cinlerin uğradığı kişiye öd ağacı ile tütsü
yaparken, bir taraftan yüzüne soğuk su serper, bir taraftan da kovuç, kovuç
(kaç, kaç) diye bağırırlarmış (Kaşgarlı 1986: III, 163).
Göze görünmeyen ve adlarına genel olarak cin-peri denen varlıklarla
ilgili inanç ve uygulamaları bu şekilde belirttikten sonra bu kabullerin
eski Mezopoyamya kültürleri (Tanyu 1967: 327), Orta Asya (Kaşgarlı:
1986 III, 163), Amerika yerlileri (Hançerlioğlu, 1975: 125), İskandinav
kültürleri (Campbel, 2000: 84) de dahil olmak üzere günümüze kadar
süregeldiğini, Hıristiyanlık, Müslümanlık gibi büyük dinlerde kabul gördüğünü
söyleyebiliriz. Doğu ve batı ülkelerinde eş kültür kalıpları halinde
kendini gösteren bu inançlar, İskandinav mitolojisinde yolcuları denizin
dibine çeken su perileri, ölen savaşçıların ruhlarını derin denizlere
götüren valkiryalar, geceleri insanları alıp kaçıran çayır cinleri şeklinde
tanınmaktadır (Hançerlioğlu 1975: 125). Kuzey Avrupa, özellikle İzlanda
kültüründe, dağlarda yaşayan cücelerin varlığına, bunların göze görünmeyen
yaratıklar olduğuna, belirli alanlarda hüküm sürdüklerine ve refah
getirme ya da yok etme güçlerinin olduğuna inanılmaktadır. (Hjorleifur
1990: 57) Burada “Gryla’’ adını taşıyan, yaramaz çocukları çantasına alıp
dağlara kaçıran dişi cücenin yanında “Yule kedisi” denilen ve işçileri
tehdit eden bir olağanüstü varlıktan da bahsedilmektedir. (Hjorleifur
1990: 58-59) Norveç folklorunda ise kurt ve ayı, perilere ait evcil hayvanlar
kabul edilmektedir. Eğer bir avcı onlara zarar verirse sahipleriyle
yüzleşmek durumunda kalır (Vinger 1964-65: 33). Ayrıca Norveç inancında
periler balık bakımından en zengin gölleri bilirler ve buraları sahiplenirler.
Bu göllerde deniz kızları gibi başka doğa üstü varlıklarda yaşamaktadır
(Vinger 1964-65: 39).
Türk inanç sisteminde var olan iyi ve kötü ruh (yir-sub)lar günümüzdeki
konuyla ilgili inanç ve uygulamaların en eski kalıntılarıdır. İslam öncesi
Türk toplulukları kendilerinin dışında kalan varlıkları ve olayları tamamen
ruhsuz ve ölü varlıklar olarak görmüyorlardı. Bunlara kutsallık imajı
yüklüyorlar, korkuyla karışık bir saygı da besliyorlardı. Bu varlıkların
başında güneş, ay, yıldız, göl, ırmak, pınar, dağ, kaya, ağaç, orman, ateş,
ocak gibi yer ve su kültleri gelmekteydi (Koca 2000: 170). Buraların asıl
sahipleri iye/ ruh adı verilen bu bilinmeyen güçlerdi ve onları rahatsız
etmemek, gücendirmemek gerekirdi. Taciz edilen kötü ruhlar insanın
vücuduna da girerek onu hasta edebilirlerdi. Türkçe’de hafif rüzgar anlamına
kullanılan yel sözü aynı zamanda cin veya kötü ruh manasında da
kullanılmıştır. Anadoluda vücudun çeşitli yerlerindeki ağrı ve sızılara
‘’yel’’ denir. İnanca göre vücudumuza giren kötü ruhlar bu ağrıları yapmaktaydı
(Ögel 1971: 309). Şamanların görevlerinden biri de bu ruhları
ya da cinleri hastanın vücudundan uzaklaştırmaktı.
Türkler, tabiat varlıklarının canlı birer ruh taşıdığını düşündükleri gibi
bütün insanların da birer eş ruhunun bulunduğuna inanıyorlardı. Yakutlar
buna “ija kıl’’ (eş ruh) adını vermişlerdi (İnan 1972: 81). Kırgız-
Kazakların inançlarındaki “eş-arvağ” (eş ruh) da aynı şeydir. Bazen bu eş
ruh tilki, kartal gibi hayvan şekline de dönebilirdi (İnan 1972: 82).
Kaşgarlı’nın bildirdiğine göre sadece insanların değil, Türk topluluklarının
veya yerleşim bölgelerinin de “çıwı’’ adı verilen koruyucu cinleri
vardı. İki bölgenin halkı birbiriyle savaşırsa, onların cinleri de kendi halkını
korumak için aralarında çarpışırlar, cinlerden hangi taraf galip gelirse,
onların koruduğu halk da zafer kazanmış olurdu (Kaşgarlı 1986: III,
225). Anadoludaki inanışa göre de her yerin belli cinleri vardır. Yabancı
cinler başka yerlerde barınamazlar (Taner 1983: 14). Bunlar da tıpkı insanlar
gibi savaşıp birbirini öldürürler
İslamiyetin Türkler arasında yaygınlaşmasından sonra Kur’an-ı Kerimdeki
cinlerle ilgili çeşitli ayetler, gelenekteki bu kabullerin dini bir dayanak
bulmasını sağlamıştır. Kur’ana göre “cinler, ışık ile ateş karışımından
yaratılmış, insanın derisinden bile geçebilen, ölümlü, iman etmekle yükümlü,
insana saygı göstermesi gereken istedikleri zaman görünme özelliğine
sahip varlıklardır. Dinsiz ya da Müslüman olabilirler. İsyancı olanlar
kötü cinlerdir ki bunlara şeytan da denir. Şeytanların en kötüsü ise
İblistir. Bunlar insanların yakın geçmişini ve geleceğini bilebilirler’’
(Bilmen tarihsiz: Ayet: 55-15, 15-27, 46-29, 30-31, 72) Görüldüğü gibi
“İslamiyetin onayladığı cin inancı, daha önce çok çeşitliliğe ve işlevselliğe
sahip olağanüstü varlıkların yerini almış, onları asimile etmiş, ya da
onları kendi bünyesine katarak çerçevesini genişletmiştir. ’’(Çobanoğlu
2003: 131). Sözlü gelenekteki cin-peri anlatılarındaki pek çok motif,
Kur’anda verilen bilgilerle örtüşürken, bazı efsane motifleri de bunlarla
karışmış ortaya yeni bir inanışlar dizisi çıkmıştır.
Konuya tıp bilimi açısından kısaca bakarsak, görünmeyen varlıkların
gerçekliğini reddeden psikoloji, bunlarla karşılaştığını ileri süren insanların
hasta olduğunu söylemektedir. İllisiyon veya halucination terimleriyle
ifade edilen bu tür anlatılar “objelerden gelen enerjinin, duyu organlarını
etkileyerek bir dürtü yaratması, ancak oluşan hayallerin herhangi bir nedenle
hatalı olarak algılanması (illusion), ortada bir nesne bulunmadığı
halde, sensoniyel bir algı olarak dışarı vuran mental bir hayali algılama
(hallucination)şeklinde tarif edilmektedir (Adasal 1977: 73). Yine psikiyatriye
göre tabiat üstü varlıklarla evlendiğini düşünme bir akıl ve ruh
hastalığı belirtisi, yani fonksiyonel ya da organik psikozların semptomlarıdır.
Bu psikozların içinde şizofreni ve paranoya sayılabilir. Şayet bu
duruma başkaları da inanıyorsa bu psikiyatride yargılama bozukluğu
olarak adlandırılır (Adasal 1977: 427-432).
Halk bilimi açısından konu değerlendirildiğinde, inanç alanındaki verilerin
pozitif bilimlerdeki yöntemlerle incelenemeyeceği görülür. Toplumların
kültürel çevresi dediğimiz dil, din, bilgi, inanç sistemleri gibi kavramların
kendilerine ait özel araştırma, sınıflandırma, analiz, sentez yöntemleriyle
ortaya konması gerekmektedir. Bu yazıda tabiat üstü varlıklar inançlar çerçevesi
içinde ele alındığından konu bu bağlamda irdelenecektir.
İnançlar doğruluğu sınanabilen kavramlar olmayıp sadece bir doğru sunma
durumu ve bir tasarımdır. Onların mutlaka bir gerçeğe uygun olması
gerekmez. Bu yüzden masallardan metafiziğe kadar bütün hayal ürünlerini
kapsarlar. ‘’ İnanç bilginin bittiği yerde başlar. İnsanlar bilmediklerini
hayal gücüyle tanımlamaya çalışırlar. Pratikte denetlenen inanç inanç
olmaktan çıkar, bilgi olur’’ (Hançerlioğlu 1975: 269). Diyebiliriz ki bilgi
yetersizliği insanların inançlara yönelmesi için bir itici güçtür. Ayrıca
insandaki hayal gücü de sınırsız ve sonsuz bir özgürlüğe sahiptir. Bu
durum bilinmeyenin çeşidini arttırarak inanç tablosunu zenginleştirir.
İnanç mekanizmasının yapısında bilinmeyene bilinenin özelliklerini yakıştırma
yani bir çarpıtma ve yansıtma işlemi de vardır. Olağanüstü varlıkların
şekillerini bilemediğimiz için, onları tanıdığımız modeller olan
insan veya hayvan şeklinde tasvir etmemizin temelinde bu yansıtma işleminin
olduğunu söyleyebiliriz.
Bilinmeyen bir zaman içinde, bilinmeyen bir olayın ortaya çıkmasından
sonra doğan bir inanç ögesi belli bir zaman sonra toplumun genelinde
kabul görerek ortak inanç unsuru haline gelir (Çelik 1995: 21). Her hangi
bir konuya, duruma inanan birey bu inancın sebeplerini bilmez, bilmeye
gerek de duymaz. Onun için önemli olan içinde yaşadığı toplumun bireylerinin
neye inandıklarıdır. Yani inanç bir duygu ve düşünce hareketi
halinde insanın iç dünyasına hakim olmaktadır (Tatlıoğlu 2000: 152).
Ayrıca inanışların alt yapısında onu şekillendiren, sosyolojik, psikolojik,
tarihi ve kültürel dinamikler vardır. Her inanç bunların bir bileşkesidir.
Zaman zaman toplumlarda görülen psikolojik baskılar, ekonomik çıkmazlar,
dini sapmalar, eğitim yetersizlikleri inançların şeklini değiştirip, derecelerini
arttırarak hayatımızın hemen her alanında karşımıza çıkmalarına
sebep olurlar.
İnsanların gördüklerini, duyduklarını eksik ve yanlış yorumlamaları sonunda
kapıldıkları birtakım vehimler, bir uyarıcıyı hatalı olarak algılamak,
çeşitli engellerden dolayı yerine getirilemeyen istekleri tatmin arzusu,
manevi bir güvence arama ihtiyacı, dini bilgi eksikliği, bireyin başkalarının
gözünde farklı görünme isteği, açıklanmasından utanç duyulan
olayların topluma bildirilmesi zorunluluğu, bilinmeyeni hayal gücüyle
tanımlama ve merak cin-peri anlatılarını körüklemektedir. Özellikle cinlerin
hayvan şeklinde düşünülmesinin sebebi bunların faal kuvveti temsil
etmelerinden (Westermarck 1962: 17) ve canlı şeyler arasında hayvanların
en esrarlı yaratıklar olmalarındandır
Günümüzde konuyla ilgili bir anı-tecrübe yaşayıp yaşamadığını sorduğumuz
kişiler; bunları görmediklerini “artık insanların kendilerinin cin
olduğunu” söyledikten sonra “annemden, ninemden, dedemden duyduğuma
göre” diye başlayarak konuyu pekiştirip, doğrulayıcı yeni örnek
olaylar anlattılar. Tespitimize göre tabiat üstü varlıklarla ilgili anlatımlar,
bu varlıkların kendi mitolojisini ürettiklerinin göstergesidir. Çünkü olaylardaki
olağanüstü özellikler ‘’mucizesiz inanç yoktur’’(Malinovski,
1990-73) ilkesini bize hatırlatmaktadır.
Ayrıca konuyla ilgili sözlü aktarımlarda olağanüstü varlıklar, yerel yaşayışın
özellikleri içine yerleştirilmiştir. Deniz kenarında, ormanlık bölgede,
bozkırda, dağlık yörelerde yaşayanlar tanık olduklarını iddia ettikleri
olayları bölgesel özellikleri yansıtarak anlatmaktadırlar. Bu aktarımlarda
yörenin coğrafyası, dil özellikleri, yeme içme alışkanlıkları, yaşayış ve
dünyayı algılayış tavırları dikkat çekici biçimde farklılaşır. Mesela Karadeniz
bölgesindeki cin- peri hikayelerinin arka planı ile Güney bölgelerimizdeki
anlatmaların arka planı farklıdır. Fakat bütün hikayeleri birleştirici
özellik ise hepsinde gerilim, korku, merak unsurlarının çok yoğun
olmasıdır. Hatta tema bunlar üzerine kuruludur. Bu yüzden cin - peri
hikayesi dinleyen çocuklar oldukça etkilenir. Bu anlatıların mesajları da
vardır. Temiz olmak, temizlik kurallarına uymak, bebeklerin ve
lohusaların sağlığına dikkat etmek, bilinip tanınmayan insanların çağrılarına
kulak vermemek, küçük çocukları koruyup, kollamak, geç saatlerde
her türlü tehlikeye açık, ıssız yerlerde dolaşmamak, başı boş dolaşan hayvanlara
dikkat etmek, din ve ahlak kurallarına uymak, bunların
başlıcalarıdır.
Sonuç olarak; cin-peri-cadı inanmaları halk kültürü araştırmalarının önemli
konularından biridir. Bu gün sözünü ettiğimiz olağanüstü yaratıklarla
ilgili inanış ve uygulamalar magazin araştırmalarında, özel televizyon
kanallarının proğramlarında ele alınarak, özellikle genç kuşağın ilgi
alanı içine dahil edilmektedir. Bu varlıklarla temasta olduklarını söyleyen,
onları davet edebildiklerini iddia eden, onlardan nasıl yararlanılacağını
bildiğini ifade eden insanlar vardır. Hayatımızın akışındaki aksaklıklarda
bu varlıkların suçlu olduğu düşüncesi yaygınlaşmaktadır. İnsanları
çarpıp hasta eden, aldatan, karı-kocayı ayıran, değerli eşyalarımızı çalıp,
saklayan onlardır. Günümüzde popüler hale gelen bu güçlerin her çeşidi
bilinmezlik, gizlilik dünyasının vazgeçilmez varlıkları olarak yaşamaya
devam etmektedir. Böylece onların geçmiş zamanların ölü varlıkları
olmadıklarını, günümüzde yeni fenomenler yaratan, yaşayan folklorik dinamikler
olduğunu söyleyebiliriz
* Başkent Üniversity, Fac. of Letters, Department of the Turkish Language and Litterature / ANKARA - e-mail: ayduvarci@mynet.com
Kaynakça
ACIPAYAMLI, Orhan (1974), Türkiyede Doğumla İlgili İnanmaların EtimolojikEtüdü, Ankara.
ADASAL, Rasim (1977), Medikal Psikoloji, İstanbul: Minnetoğlu Yayını,
AKSOY, Ömer Asım (1984), Deyimler Sözlüğü II, , Ankara: Türk Dil Kurumu Yay.
BALCIOĞLU, Neriman Refik (1952), Anadoluda Cinler, Periler ve Devlere dair İnanışlar, Türk Folklor Araştırmaları, II, 35.
BAYRI, Mehmet Halit (1972), İstanbul Folkloru, İstanbul: Eser Yay.
BİLMEN, Ömer Nasuhi (tarihsiz) Kur’an-ı Kerim ve Türkçe Meâli Âlisi, Ankara: Akçağ Yayınları, 88.
BOLAY, Süleyman Hayri (1977), Felsefi Doktrinler ve Terimler Sözlüğü, Ankara: Akçağ Yayını .
BORATAV, Pertev Naili (1984), 100 Soruda Türk Folkloru, İstanbul: Gerçek Yayınevi.
BORATAV, Pertev Naili (1976), Les Maitres de l’espace sauvage, Pratiques et representations de l’espace dans les communautes mediterraneennes, Paris:Editions du Sentre National de la Recherche Scientifique
CAMPBEEL, Joseph (2000), Kahramanın Sonsuz Yolculuğu, İstanbul: Kabalcı yayınevi
ÇELİK, Ali (1995), İslamın Kabul veya Reddettiği İslam İnançları, İstanbul: Beyaz Yayını
ÇOBANOĞLU, Özkul (2003) Türk Halk Kültüründe Memoratlar ve Halk İnançları,Ankara, Akçağ Yayınevi.
GENÇ, Reşat (1999), Türk İnanışları ile Milli Geleneklerinde Renkler, Ankara: Atatürk Kültür Merkezi Yayını.
GÖKBEL, Ahmet (1998), Anadolu Varsaklarında İnanç ve Adetler, Ankara:Atatürk Kültür Merkezi Yayını.
GÜNGÖR, Harun - ARGUNŞAH Mustafa (1991), Gagavuz Türkleri, Tarih-Dil-
Folklor ve Halk Edebiyatı Ankara: Kültür Bakanlığı Yayınları / 1300.
HANÇERLİOĞLU, Orhan (1975), İnanç Sözlüğü, İstanbul: Remzi Kitabevi
HANÇERLİOĞLU, Orhan (1994) İslam İnançları Sözlüğü, Remzi Kitabevi,İstanbul.
HJORLEİFOR, Rafn Jonson (1990), Ttolls Chifs and Children, Nort Nytt41,Forestillingsverden, Oslo
HULUSİ, Ahmet (1972), Ruh-İnsan-Cin, Ankara: Yüksel Matbaası,
İNAN, Abdülkadir (1987), Makaleler ve İncelemeler, Ankara: Türk Tarih Kurumu Yayınları.
İNAN, Abdülkadir (1933), Al ruhu hakkında, Türk, Tarih, Arkeologya ve Etnoğrafya Dergisi, I-1, Ankara.
KARADENİZ, Fikret (1986), Giresun Yöresinde Cin, Peri, Büyü, Cadı’nın İnanç ve Masallara Katılımı, Türk Folklor Araştırmaları, VII, 80-81
KALAFAT, Yaşar (1993), Gök Tanrı İnancından Günümüze Kadar Efsunlama “tu, tu, tu” Uygulamaları, Çukurova Üniversitesi Halk Kültürü Sempozyumu Bildirileri, Adana.
KALAFAT, Yaşar (1999), Doğu Anadoluda Eski Türk İnançlarının İzleri, Ankara:Atatürk Kültür Merkezi yayını.
KAŞGARLI, Mahmut (1986), Divanü Lügat-it Türk Tercümesi, (Hazırlayan: B.Atalay), III, Ankara: Türk Tarih Kurumu Basımevi.
KOCA, Salim (2000), Türk Kültürünün Temelleri II, Karadeniz Teknik Üniversitesi,Trabzon: Fen-Edebiyat Fakültesi Yayını
KOÇU, Reşat Ekrem (1962), Tırnova Cadıları, Türk Folklor Araştırmaları, Sayı 154
MALİNOWSKİ (1990), Büyü, Bilim ve Din, Ankara: Kabalcı Yayını
ÖGEL, Bahattin (1975), Türk Mitolojisi II, Ankara: Türk Tarih Kurumu Yayını
ÖNAL, Mehmet Naci (1998), Romanya Dobruca Türkleri, Ankara: Kültür Bakanlığı Yayını
ÖZBAŞ, Hasan (1967), Yozgatta Congoloz, Türk Folklor Araştırmaları, Sayı 12
SABRİ, Melâhat (1933), Cinler, Halk Bilgisi Haberleri, Yıl 3, Sayı 29
SAYGI, Osman (1962), Cadılar ve Cadıcılar, Türk Folklor Araştırmaları, VII, 150
ŞAKİR, Sabri (1939), Muhtelif Ruhlar Hakkında, Halk Bilgisi Haberleri, Sayı 98
TANER, Nuri (1983), Halk İnanmalarında Cin ve Cin Tutma, Türk Folkloru, IV, 43
TANYU, Hikmet (1967), Ankara ve Çevresinde Adak ve Adak Yerleri, Ankara:İlahiyat Fak. Yayını,
TATLIOĞLU, Durmuş (2000), Türkmen Irımları (Halk İnançları) Cumhuriyetüniversitesi . İlahiyat Fakültesi Dergisi, Sivas, Sayı 4,
TEZEL, Naki (1968), Türk Halk Edebiyatında Masal, Türk Dili, Halk Edebiyatı Özel Sayısı, Ankara: Türk Dil Kurumu Yayını, Sayı 207
TÜRK DİLİ VE EDEBİYATI ANSİKLOPEDİSİ(1977), Cin Maddesi, İstanbul:Dergâh Yayını, II.
ÜLKÜTAŞIR, M. Şakir (1933), Cinler ve Periler, Halk Bilgisi Haberleri, Yıl 3,Sayı 28
VİNGER; Ronald Grambo, (1964-65) The Lord Forest and Mountain Game in the Recent Folk Traditions of Norway, Fabula, 7 . Band, Berlin
YILMAZ, Mithat (1967), Elazığda El Karısı İnanması, Türk Folklor Araştırmaları,Sayı 215
WESTERMARCK (1962), İslam Medeniyetinde Puta Tapınma Devrinden Artakalan İtikatlar, Cin, Ankara: Yeni Matbaa
Kaynak Kişiler
BİLEN, Ümmühan (1926 Ödemiş, Zeytinova doğumlu, Okur – yazar değil, ev hanımı, derleme tarihi 1989).
DUVARCI, Yüksel (1945 Beyşehir, Bayındır Köyü doğumlu, ortaokul mezunu,çiftçi, derleme tarihi 2001).
FAKIOĞLU;Binnaz, (1928 Tire doğumlu, İlkokul mezunu, ev hanımı, derleme tarihi, 1989).
FARSAK, Mustafa (1935 Anamur, Bozyazı doğumlu, ilkokul mezunu, seracı, derleme tarihi 2000).
GÜRLER, Lütfiye, (1955 Ankara, Elmadağ doğumlu, ilkokul mezunu, temizlikçi,derleme tarihi 2002).
SANCAK, Safinaz, (Doğum tarihi bilinmiyor, Sürmene Güneşara köyü doğumlu,ev hanımı, derleme tarihi 1993).
ÜNLÜ, Ahmet, (1950 Bursa doğumlu, ortaokul mezunu, berber, derleme tarihi,1990).
ZAYIF, Hamdi, (İstanbul, Tuzla doğumlu, işçi, okur yazar, derleme tarihi 1999)
KAPILIOĞLU, Ayşe (Tire doğumlu, İlkokul mezunu, ev hanımı, derleme tarihi 2000).
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder