13 Aralık 2012 Perşembe

Osmanlı'da Ermeni toplumu-M.Latif Salihoğlu


Osmanlı'da Ermeni toplumu (1)

Osmanlı Devleti bünyesinde bir "millet–i sadıka" olarak bilinen Ermenilerle ilk ciddî sıkıntı, Sultan II. Abdülhamid'in saltanat yıllarında yaşandı.

Aşağıda izah edileceği üzere, Ermenilerin durumu bu yıllarda hem devletler arası bir mesele halini aldı, hem de bazı yerleşim merkezlerinde Ermenilerle Müslümanlar arasında büyük kanlı çatışmalar vukua geldi.

Bilhassa 93 Harbinden sonra yaşanan dahildeki hadiseler, daha ziyade "Ermeni patırdısı" diye yâd ediliyordu.
Ancak, Birinci Dünya Savaşının çıkmasıyla (1914) birlikte, Ermenilerin durumu bambaşka bir mahiyete büründü.

Savaş hengâmesinde, Meclis ve hükümetin nazarında, Ermenilerin mâsumlarıyla cânileri neredeyse birbirinden tefrik edilemez hale gelirken, Avrupa'da eğitim görmüş Ermeni militanlar da yer yer sivil halkı organize edip isyana kışkırtarak, bu sadık unsuru devletle karşı karşıya getirmeye muvaffak oldular. Dahası, sayıları on binleri bulan silâhlı Ermeni çetecileri, Osmanlı ile amansız bir savaşa tutuşan Rusların tarafına geçtiler.
İşte, bir asırdır baş ağrıtan Tehcir Kànunu da, böyle bir atmosferde çıktı.

Gelinen nokta, hem Osmanlı'ya hükmeden İttihatçı idarecilerin basiretsizliğini, hem de çetecilerin kışkırtmasıyla Ermenilerin Osmanlı'ya sadakatinin ciddî sarsıntılara mâruz kaldığını gösteriyordu.

Bu giriş ifadelerinden sonra, şimdi de konuyu yeni baştan ele alarak, hem Ermeni unsurunu kısaca tanımaya, hem de Sultan Abdülhamid'in ilk saltanat yıllarından tâ Birinci Dünya Savaşına kadar uzanan çalkantılı hadiselerin gelişme seyrini biraz daha yakından takip etmeye çalışalım.

Ermeni millî mezhebi: Gregoriyen 

Anadolu'nun en eski kavimlerinden biri olan Ermeniler'in efsanevî inanışına göre, Ermenistan'da Hıristiyan dinini irşatlarıyla yaygınlaştıran kişi, İranlı din adamı Gregorie'dir.

Bundan dolayıdır ki, bu toplumun içinde Katolik ve Protestan mezhebinden olanlar azınlığı teşkil ediyor. Buna mukabil, Ermenilerin mutlak çoğunluğu Gregoryendir. 

Gregoryenlik, zaman içinde Ermeniler'e mahsus bir millî mezhep hüviyeti kazanmıştır.
Halen de, gerek kilise ve gerekse dinî ruhanî isimleri (piskopos, patrik) bu Gregoryen ünvanıyla anılmaktadır.
Gregoryenlikte kiliseye gidip günah çıkarmak, yani "vaftiz" etmek âdeti bulunmadığından, bazı Ermeniler zamanla Katolik kiliselerine meyletmiş, hatta bu sebepten dolayı mezhep değiştirme ihtiyacını duymuşlardır.

Dünden bugüne komşuluk, vatandaşlık münasebetleri

Selçuklu ve Osmanlıların hakimiyetleri döneminde, Anadolu'nun yerleşik bir kavmi olan Ermenilerle ciddiye alınabilecek herhangi bir sıkıntı yaşanmadı.

Hatta, Süryanî tarihçi Mihail'in tahlillerine göre, asırlarca Pers ve Bizans gibi büyük imparatorlukların zaman zaman el değiştiren hakimiyet alanları içinde sıkışıp kalan Anadolu'nun Hıristiyan unsurları, ancak İslâm fütûhatından sonra rahat bir nefes alabilmişlerdir. 

Bundan dolayıdır ki, Ermeniler, Müslümanların idaresinde, bilhassa Osmanlı döneminde saray hizmetlerinde görev alan en güvenilir, en sadık bir tebaa olma hüviyetini kazanmışlardır. 

Üstelik, san'atta o derece ustalaşmış ve maharet sahibi olmuşlardır ki, marangozluktan dokumaya, demircilikten mimariye, hemen her sahada Osmanlı ülkesinde adeta el üstünde tutulmuşlardır. 

Hem böylesine san'atkâr, hem de bir "millet–i sâdıka" ünvanını kazanan Ermenilerle Müslümanların bozuşması, Osmanlı'nın son dönemine rastlar. 

Bir yandan Avrupa'dan Asya'ya sıçrayan milliyetçilik cereyanı, bir yandan Rusya, Fransa ve İngiltere gibi Osmanlı'yı yıkmaya çalışan büyük devletlerin el altından Ermeni militanlarını kamplarda eğitip aleyhimize sevk etmeleri, onlarla asırlardır süregelen sağlıklı münasebetimizin bozulmasına sebebiyet verdi.

 Kanlı olaylar zinciri

Evet, başını Hınçak (Çan sesi) ve Taşnak (Birlik) komitasının çektiği ve tabanın da lojistik destek verdiği bu kıpırdanmaların, yer yer açık isyan ve hatta katliâm raddesine kadar çıktığını tarihler kaydediyor: Hükümet merkezi olan İstanbul başta olmak üzere, Erzurum, Maraş, Trabzon, Amasya, Merzifon, Tokat, Sivas, Diyarbekir, Muş, Van, Sason, Urfa, Adana, Tarsus vesair merkezlerde kanlı çatışma olayları yaşandı. 

Bu hadiselerin gitgide büyümesi karşısında, Sultan Abdülhamid, özellikle Doğu Anadolu'da düzenli ordu birlikleri olan 'Hamidiye Alayları'nı teşkil etmeye mecbur kaldı. 

Bir yandan Müslüman Kürt aşiretlerini devletle kaynaştırmak, bir yandan da Ermeni çetecilerine karşı bir denge unsuru vücuda getirmek maksadıyla Hamidiye Alaylarını teşkil eden Sultan Hamid, bu yaptıklarının adeta bir bedeli olarak, onlarca kişinin canına mal olan (26 ölü, 58 yaralı) meşhûr 'bombalı sûikast'ın yegâne hedefi oldu. 

Her ne ise, şimdi 'tehcîr vak'asına' kadar gelen kritik süreçte yaşanan çok acı ve üzücü kanlı hadiselerden birkaç misâl zikredelim.
* * *
Ermeniler'in 1890'da Erzurum'da başlattıkları büyük kalkışma hareketini, 1894'teki Sason İsyanları takip etti.
Aynı hadisenin bir benzeri 1895'te Maraş Zeytun'da (şimdiki Süleymanlı) tekrarlandı. (Geniş izahat bir sonraki bölümde.)

Bu vak'adan bir sene sonra, yani 1896'da İstanbul'da iki hadise ardı ardına yaşandı.

Birincisi 30 Eylül günü oldu: Ermeniler, başta Rusya olmak üzere bazı Avrupa hükümetlerinden gördükleri destekle, Doğu'da 'vilayat–ı sitte' denilen altı vilayette ekseriyeti teşkil ettikleri gerekçesiyle buralarda kendilerine 'muhtariyet' verilmesini isteyerek gösteri yaptılar.
 
İkincisi ise, aynı yılın 26 Ağustos'unda oldu. Birinci teşebbüsleri neticesiz kalan Ermeni militanlar, Osmanlı Bankasına baskın düzenleyerek seslerini duyurmaya çalıştı. 

1909'un 14 Nisan'ında başlayıp üç gün devam eden, dokuz gün sonra ise yeniden alevlenen kanlı çatışmaların en büyüğü Adana merkez ve çevre mahallerde yaşandı. 

Orada hadisenin patlak verdiği gün, meşhûr '31 Mart vak'ası'nın (13 Nisan) tam da ertesi günüydü. Hükümet merkezindeki otorite boşluğundan istifade eden Ermeniler, şehir merkezi ile çevresinde öylesine büyük bir ayaklanma çıkardılar ki, ortalığı kan–revan içinde bıraktılar. Uzun süren iç çatışmalar neticesinde, her iki taraftan da yüzlerce insan hayatını kaybetti. 

Her defasında olduğu gibi, yine dışardan kışkırtılıp destek gören Ermeniler'in gayesi, bölgede özerk bir 'Kilikya hükümeti'ni teşkil etmek idi.

O zamanlar hükümet merkezinde de ağırlığı olan ve Hareket Ordusuna destek veren Ermeniler, bu desteğin karşılığı olarak, Talat ile Cemal Paşadan teminat aldılar ve aldıkları teminatla da Adana'da bir tek Ermeniye mukabil, toplam 47 Müslümanı idam ettirmekle bir nevi intikam almış oldular. (Bkz: İki Paşanın 'Hâtırât'ı ile İ. H. Dânişmend'in İ. Osmanlı Tarihi Kronolojisi–IV, s. 373–74.) 

Kaderin garip cilvesine bakın ki, Ermenileri memnun etmek için onlarca Müslümanın idamına yeşil ışık yakan bu her iki paşa da, Ermeni teröristlerin nâmert kurşunlarıyla can verdiler.

Osmanlı'da Ermeni toplumu (2)

Zeytun'da yaşanan acılar

Zeytun, bugün Kahramanmaraş vilayetine bağlı Süleymanlı ilçesinin eski ismidir. 

Burada, 1895 senesinin Güz aylarında Müslümanlarla Ermeniler arasında yaşanmış olan kanlı hadiseler, kelimenin tam mânâsıyla bir insanlık dramına dönüşmüştür. 

İlk kıvılcım, 16 Eylül'de kendini gösterdi. 30 Eylül'de ise, ortalık yangın yerine döndü ve hadise giderek büyüdü.

Neticede, asker–sivil binlerce insanın canı yandı, kanı döküldü.

Dışarıyla irtibatlı örgütler

O tarihte nüfusu 17 bin civarında olan ilçede yaşayanların yarıdan fazlası Ermeni asıllı vatandaşlardı. 
Keza, Ermeni nüfusun da yarıdan fazlası Gregoryan; geri kalan kısmı ise Katolik ve Protestan mezhebine bağlıydı.

Ne var ki, Osmanlı devletine ve Müslüman ahaliye karşı hepsi birleşmiş ve fırsat buldukça da etrafa saldırmaktan çekinmez olmuşlardı. 

Esasında, iki taraf arasında daha evvel herhangi bir huzursuzluk yaşanmış değildi. Müslümanlarla Ermeniler, bu topraklar üzerinde asırlarca birlikte ve barış içinde yaşamışlardı. 

Tâ ki, zalim Avrupa devletlerinin yetiştirip organize ettiği Taşnak ve Hınçak örgütleri ortaya çıkıncaya kadar. 
Avrupa'nın muhtelif merkezlerinde eğitilerek Türkiye'ye gönderilen Taşnak ve Hınçak militanları, Osmanlı'nın "millet–i sadıka" olarak gördüğü Ermeni vatandaşları iğfal edip onları devlete karşı isyana teşvik ettiler. 

Bu hainane faaliyetlerini, İstanbul'dan Doğu ve Güneydoğu Anadolu'nun en ücrâ köylerine kadar taşıdılar. 
İşte, kin ve garaz yüklü o faaliyetlerden biri de, Maraş'ın Kuzeybatısında yer alan Zeytun kasabası ile köylerinde sahneye konuldu. 

İsyanın organizesini üstlenenler ise, Hınçak örgütü mensupları oldu. Mâsum Müslüman köylerine baskın düzenlemek ve köylülere saldırmakla başlayan silâhlı eylemler, kısa sürede genişleyip devlete karşı şiddetli bir isyana dönüştü.

Coğrafî konum

İsyanın kök tutması ve genişleme istidadı göstermesinin bir sebebi de, derebeylik yaşantısının hakim olduğu Zeytun'un coğrafî özelliğinden kaynaklanıyordu. 

Ceyhan ile Göksu Nehri arasında yer alan Zeytun, dağlık, yüksek ve çok sarp bir bölgedir. Yerleşim birimi, üç bin rakımlık bir noktaya kadar çıkabiliyor. Etrafı zeytin ormanlıklarıyla kaplıdır. 

Derin bir vadide ve Zeytun Nehri üzerinde kurulmuş bulunan şehir merkezinde yaşayan binlerce Ermeni vatandaş, sanat, ticaret ve ziraatle meşguldür. 

Müslümanlarla içiçe yaşayan bu vatandaşlar, 1800'lü yılların sonlarına kadar da herhangi bir patırdı veya huzursuzluğa sebebiyet verecek bir faaliyetin içine girmediler. 

Ancak, 1877–78'de yaşanan Osmanlı–Rus Harbinden (93 Harbi) sonra, sair yerler gibi buradaki huzur–sükûn da değişmeye ve bozulmaya başladı. 

Harbin sonunda yapılan Ayastefanos ve Berlin Antlaşmalarında, Ermeni meselesi ilk kez uluslararası bir mesele haline getirilmiş oldu. 

Artık, Ermenilerle alâkalı hemen her meselenin içine Rusya, Almanya, Avusturya, İtalya, Fransa, İngiltere ve hatta Amerika gibi dünya devletleri de girmiş bulundu. Bazı devletler gelip buralarda okul/kolej açtılar ve kapalı devre eğitim faaliyetlerini organize ettiler. 

İşte, içte ve dışta yürütülen gizli–açık bütün bu faaliyetlerin neticesinde, Zeytun Ermenileri başta Osmanlı'ya ve dolayısıyla Müslümanlara düşman bir unsur haline getirilmiş oldu. 

Bir yandan da devlet otoritesi sarsılmış, eski kuvvet ve kudretini kaybetmiş durumdaydı. 
Bu zaaftan faydalanan dış destekli Hınçak örgütü, Ermenileri sılâhlandırarak onları önce mevzii saldırılara, ardından da topyekûn bir isyan hareketine sevk etti. 

Huzursuzluk ve çatışma, aylarca devam etti. İsyan bölgesine sevk edilen askerlerin üzerine de ateş açıldı; yüzlerce asker o sarp ve dağlık bölgelerde şehit düştü.

Acı dinmek bilmiyor

Sonunda, yabancı elçilikler de devreye girerek taraflara anlaşma yolunu gösterdi. 
Ne var ki, bu zaman zarfında binlerce insan hayatını kaybettiği için, acılar dinmek bilmedi.

Yabancı temsilciliklerin araya girmesiyle durum bir derece yatışır gibi göründüyse de, kargaşa, çekişme, zıtlaşma halleri ileriki yıllarda yeniden başgösterdi ve ne yazık ki kan akmaya devam edip gitti. 

Zeytun, 1914 yılının Ağustos ve Aralık aylarında iki kez daha kana bulandı. 

Ruslar'dan alenen destek ve kuvvet alan Ermeni örgütler, bu bölgede yaşayan herkes için hayatı zindana çevirdi. Meşhûr "Tehcir Kànunu" bu ikinci hadiseden altı ay kadar sonra çıktı.
Böylelikle, unutulmaz yeni bir dramatik hadise daha eklenmiş oldu.
...........................
Düzeltme

Dünkü yazının orta paragraflarında, hadiselerin kronolojik sıralamasında ufak sehivler olmuş. Doğrusu, az bir ilâveyle  şöyledir:

...Eylül 1895'te yaşanan kanlı Zeytun Vak'ası sebebiyle, İstanbul'da iki hadise vuku buldu.

Birincisi, Zeytun Vak'asıyla aynı günlerde (30 Eylül) yaşandı. Ermeniler, başta Rusya olmak üzere bazı Avrupa hükümetlerinden gördükleri destekle, Doğu'da 'vilayat–ı sitte' denilen altı vilayette ekseriyeti teşkil ettikleri gerekçesiyle buralarda kendilerine 'muhtariyet' verilmesini isteyerek gösteri yaptılar. İstanbul'daki yabancı elçilikler de, Zeytun Hadisesini protesto ile göstericilere destek verdiler.

İkinci hadise ise, birincisinden on ay sonra, yani 1986 yılı 26 Ağustos'unda oldu. Birinci teşebbüsleri neticesiz kalan ecnebi destekli Ermeni örgütler, Osmanlı Bankasına baskın düzenleyerek seslerini daha yüksek perdeden duyurmaya çalıştı.

Hiç yorum yok: