1 Kasım 2012 Perşembe

UYGUR TÜRKLERİNİ VE KÜLTÜRLERİNİ TANIYALIM - Dr. M. ŞÜKRÜ AKKAYA

UYGUR TÜRKLERİNİ VE KÜLTÜRLERİNİ TANIYALIM


Dr. M. ŞÜKRÜ AKKAYA
Alman Dili ve Edebiyatı Doçenti

Giriş — 

Uygur kültürü Konusuyla ne bir problem ortaya atmak ne de
konuyu yeni bir açıdan incelemek iddiası vardır. Maksat sırf tarihimizin
parlak bir devrini hatırlıyarak ulu atalarımızı saygıyla anmak, dolayısiyle
üzerinde durulması gereken noktalara dikkati çekmektir.
Memleketimizin geniş çevresinde yazık ki Uygur kültürünün büyüklüğü
hakkında hiç bir fikir yoktur. Uygur kültürünün son çağlarını yaşıyanlar
bizim aşağı yukarı yirmi beşinci babalarımızdır. İslâmlığın parlak
çağlarında merkez Bağdat olduğu halde tanınmış bilginlerin çoğu
Arabistan'dan değil, Uygur kültürünün çok verimli çevresi olan Türkistan'dan
yetişmiştir. Bu aziz atalarımızdan İslâm bilginlerinin yüz suyu
olan yalnız İbni Sina, Farabî ve Muhammed Buharî'yi anmak kâfidir.
İşte bu şümullü tezahürün tarihî sebepleri üzerinde durulunca önümüze
o heybetli Uygur kültürü çıkar. Kullanma eşyasını süs eşyası kadar
bezeyen Türk'ün sahip olduğu bediî zevkin tarihî etkeleri incelenince
önümüze o sihirli Uygur kültürü çıkar. Devlet idaresinde yüksek bir
kudret gösteren Türk'ün sahip olduğu diplomatik ferasetin tarihî basamakları
araştırılınca ön basamaklar arasında Uygur kültürü yine önemli
bir yer tutar.

Coğrafya. — 

Şarkî Türkistan'daki büyük tarım havzası Uygur kültürüne sahne olmuştur.
En eski çağlardanberi bu ülkenin şimal ve cenup kenarları boyunca
Çin ile garp arasında irtibat kuran münakale yollan vardı. Meselâ daha
Roma kayserliği çağlarında Roma devleti ülkesine Çin ipeği bu yollardan
nakledilirdi. Bu yüzden buralara ipek yollan da denirdi. Vaktiyle
arazisinin daha münbit, memleketin daha mamur oluşu, bundan başka
Çin, Hint ve İran gibi üç mühim kültür ülkesinin, dolayısiyle dünyanın
mühim bölgelerinin muvasala ve ticaretine sahne bulunuşu tarım havzasını
çok cazip yapmıştı. Onun için bu sahada zaman zaman Hunlar,
Tohar'lar, Heptalitler, Cuvan cuvan'lar Tibetliler ve Uygur'lar görünmüştür.
Aynı cazibe Arap'ların fütuhat çağlarında da kendini açıkça
gösterir.

Fakat gerek nüfusu gerekse siyasal ve kültürel üstünlük bakımından
Türk'ler her vakit hâkim olduklarından bu eski güzel ülkeye ötedenberi
"Türkistan,, adı verilmiştir.


Kronoloji. —

 İsa'dan önce II. yüzyılda Türk'lerde umumî bir göçüm
hareketi başlamıştı. Hun Türk'leri Huang-ho'nun kaynakları yörelerinden
garbe doğru harekete geçmiş, müthiş muharebelerden sonra
Yüeçi'leri buralardan sürmüşlerdi. Han'ların İsa'dan önce 170 yıllarında
şarkî Türkistan'a hâkim olduklarını görüyoruz. Aynı yüzyılın sonlarına
doğru hâkimiyeti ele alan Çin'liler sonraları zayıflıyorlar. İsa'dan sonra
III. yüzyılın sonlarında tarım havzasında tekrar Hunlar hâkim oluyorlar.
Hun Türk'leri Avrupa'ya akın ettikten sonra 552 den itibaren (Tukyo -
Orhon Türk'leri hâkimiyete geçiyorlar. Daha bu çağlarda Uygur'ları
Kurla-Turfan ve Komul ırmakları yörelerinde görüyoruz. Bu Uygur'lar
VII. yüzyılın sonlarına doğru kuvvetlenmeğe başlamış ve hâkimiyeti ellerine
alarak Hoço veya daha güzel adiyle "İdi-Kut„ şehrini, siyasi aynı
zamanda dinî merkez yapmışlardı. 745 de Tukyo Türk'lerinin kudretini
kıran Uygur'lar bu andan itibaren bütün Orta Asya'nın hâkimi olmuşlardı.
Yüzyılın ortalarında ise Kırgız'ların hücumu Uygur'ların şevketini
kırmıştı.

Kazıların tarihçesi. — 

Yüzyılımızın başlarına kadar şarkî Türkistan
hakkındaki bildiklerimizin başlıcasını İsa'dan sonra 629 da Hindistan'a
tavafa giden Çin'li budist Hüan-Tsang'ın yaptığı çok dikkate
şayan seyahat tasvirleri teşkil ederdi. Sonraları tesadüfen ele geçen el
yazmaları dolayısiyle bu ülkeye dikkat ceibedilmiş, 1898 de Finlandiyalı
Baron Munk ile Dr. Donner'in bu yöreye yaptıkları seyahat ile Rus bilgini
Klementz'in Turfan harabelerinde yaptığı araştırmalar yüzünden alâka
artmış, aslen Macaristanda doğmuş olan Dr. Aurel Stein'in Hind İngiliz
hükümetinin yardımiyle 1900-1901 yıllarında Hotan yörelerinde yaptığı
kazılarda fevkalâde dikkate şayan türlü buluntular ele geçmişti.
Şarkî Türkistanın geçmişin paha biçilmez hazinelerini taşıdığı gereği
gibi anlaşılınca Almanlar, Fransızlar hattâ Japonlarla Çinlilerde ilmî
sefer heyetleri göndermişlerdi. 1902 de sanat tarihçisi Profesör Grünvvedel'in
idaresindeki Alman ilmî heyeti Turfan havalisinde "İdi-Kut„da
kazılar yaptı. Şehrin surları, mabetleri ve sairesi ortaya çıkarıldı. Ele
geçen birçok el yazmaları dolayısiyle Von Le Coq'un idaresinde ikinci
ve üçüncü Alman ilmî heyetleri gittiler. Kazılar dolayısiyle araştırmalar
ilerleyince burada şarkın bir değil, bir kaç Pompei harabeleri bulunduğu
anlaşıldı: Kocaman surlar, mabetler, manastırlar, saraylar kütüphaneler
ortaya çıktı.

1906 da tekrar şarkî Türkistana dönerek ilkin Turfan'dan Kansu'ya
kadar olan cenubî kısmı, sonra çok külfetli bir seyahatle şimalî kısmı
araştıran Dr. Stein, Çarklık'ın cenubunda, eski bir kale olan, Miran'da
süprüntüler içinde silâh, elbise ve saireden başka 1000 kadar ağaç veya
kâğıt üzerine yazılmış yazılar elde etti.

Fransız bilgini Çince uzmanı Pelliot da 1906-1907 de Türkistana
yaptığı bir seyahatte Dr. Stein'in bırakmış olduğu kütüphanenin mühim
kısmını Parise götürdü,Buluntuların mahiyeti. — Tanınmış âlim Wilhelm Thomsen 
Türkistanın mazisi yazısında bu kazılar ve araştırmalar hususunda şöyle
 söylemektedir: "Bulunan muazzam bina bakiyelerinin ekserisi her halde Budizmin
hatıralarını taşıyordu. Fakat Maniheizm ile hıristiyanlıktan da çok dikkate
şayan izler kalmıştır. Bu binalarla aynı maksada yaramak üzere
işlenmiş bulunan mağaralar fırdolayı resim, minyatür, heykel ve el yazıları
gibi güzel sanat eserlerinin fevkalâde dikkate değer belirtileriyle
süslenmiş bulunuyordu.

"Güzel sanatların merkezini Kandahar teşkil ediyordu. Kandahar
mektebi Hint yoliyle Elen sanatından, garp yoliyle İran'dan oldukça
müteessir olmakla beraber Türkistan'da bir düziye orjinal hususiyetler,
üsluplar mezcedilerek gelişmiş ve güzel sanatlar artık kendine has
damga taşıyan bir şekil almıştır. Hattâ Türkistan'da şekillenen mahallî
sanat bütün şarkî Asya'nın dinî sanatının inkişafına vasıta olmuştur.

"Fakat kültür mahsulleri arasında ele geçen el yazılariyle - Tahtaları
kazımak suretiyle yapılan - blok basmalar daha çok önemli olsa
gerek. Ahşap levhalara, hurma yapraklarına, deri, ipek ve kâgıda
geçirilmiş bulunan yazılar türlü harfler ve türlü dillerde yazılmış bulunuyorlar.
Arasında başlıca sanskrit, pehlevî, Part, Sogd, Mogol, Çin,
Tibet ve esası teşkil eden Türk ve nihayet Yunan dillerinin bulunduğu
türlü diller ve yazılar görülmektedir. Mevzuun ekseriyeti dinî olmakla
beraber edebî, iktisadî, tıbbî ve idarî metinler, vakfiye, vasiyetname,
imtiyaz verilmesi gibi vesikalarla hususî mektuplar da bulunmaktadır.

Parlak devir. — 

Uygur kültürünün parlak devri gerek şark gerekse
garp âlemleri tarihinin çok mühim çağlarını teşkil eden yuvarlak
sayıyle 750-850 yıllarına tesadüf eder. Yani Avrupa'da Şarlman yahut
büyük Karlın kiyasetiyle bir nevi rönesans devrinin başladığı, ön Asya'da
Harun Reşit çağında devlet idaresini ellerinde tutan Bermekilerin
himmetiyle Bağdat'ta ilim ve sanatın gördüğü rağbet dolayısiyle
toplanan islâm ulularının bir yükselme devri açtıkları devirde, Uygurlar
islâm ilim ve sanatının âtiyen daha çok inkişafına âmil olacak
olan kültür muhitini büyük bir hızla zenginleştiriyorlardı. İşte bunun
içindir ki kazılar dolayısiyle varlığını anladığımız Uygur güzel sanatları
ilkin haricî tecavüzle tamamiyle mahvolduğu, sonra da islâmiyetin
meni dolayısiyle büsbütün inkıtaa uğradığı halde, yalnız minyatür sanatının
tutunduğu muahhar çağlarda islâm dünyasının en tanınmış simaları
bu havalide yetişmiştir.

Parlak kültürün ön şartları. — 

Orta Asya esasen dünyanın en eski
medeniyetine beşiklik etmişti. Uygurların parlak devrinden sonra da
olduğu gibi, ara sıra vukua gelen iklim değişiklikleri dolayısiyle bazı
mamurelerin harabezare dönmesine rağmen yine kültür hareketi hiç bir
vakit tamamiyle inkıtaa uğramamış, bilâkis zaman zaman mühim

ilim ve sanat cereyanlariyle fikir hareketlerine geniş mikyasta sahne
olmuştur.

Devrinin dünyasının en önemli kültür merkezlerinin kavşut noktasında
bulunması dolayısiyle şarkî Türkistan yalnız iktisadî bakımdan
önemli bir emtia mübadele sahası olmakla kalmamış aynı zamanda devamlı
bir surette kültür mübadelesine de sahne olmuştur.

Şarkî Türkistanın coğrafi vaziyeti, dolayısiyle kültürel rolü biraz
Anadoluyu okşar. Üç tarafı denizle çevrilen Anadolu tarihin en eski
çağlarından beri şark ile garbin muvasala yolları üzerinde bulunması
yüzünden yalnız ticarî emtea mübadelesine saha olmakla kalmamış,
aynı zamanda kültür mübadelesine de sahne olmuştur. Uzaklardan misâl
aramaya hacet yoktur. İnkılâbımızın şarkî Türkistanın hudutlarına kadar
olmak üzere bütün yakın şarkta türlü kültür tesirlerini hatırlamak kâfidir.
Mısır ve İranda bilhassa millî dilin inkişafı için birer akademi kurulmuştur.
Mısırda Lâtin harflerinin kabulü cereyanı gittikçe kuvvetleniyor.
Efganistanda Lâtin harfleri, aynı zamanda şimdiye kadar devlet ve
mektep dili olan Farsca yerine Puştu yahut Puhtu denilen Efganca
tatbik edilmiştir.

Gerek umumî, gerekse coğrafî şartlardan çok iyi istifade etmesini
bilen Uygur Türklerinin teşkilât ve idare kabiliyetlerinin temin ettiği huzur
ve emniyet sayesinde inkişaf eden iktisadi hayat dolayısiyle husule gelen
refah geniş ve yüksek kültüre kaynak olmuştu. Beyler siyasî, idarî vazifeleri
yanında toprağı işleterek, tacirler de giriştikleri cihanşümul teşebbüsleri
başararak halkın yaşayış seviyesini yükseltiyorlar. Bilginler edebî,
hukukî, dinî sahalardaki feyizli çalışmalariyle fikrî ihtiyacı temine
uğraşıyorlar; sanatkârlar canlı heykelleri, zengin, muhteşem tabloları
zarif minyatürleriyle bedii iştiyakı karşılamaya savaşıyorlardı. Avrupada,
yalnız başkalarına izafe etmek istedikleri, barbarlığın tam mânasiyle
hüküm sürdüğü çağlarda, aziz atalarımızın, karşısında her vicdanın derin
bir huşû ile ürpereceği kutsal savaşlarının mahsulü olan bu güzel eserler
millî mefahirimizin en yüksek âbidelerini teşkil ederler. Atalarının dünyaya
heybet veren siyasi ve askerî icraatiyle olduğu gibi bu manevi bedii
eserlerle de her Türk çocuğu ne kadar öğünse yeridir.

Uygur kültürü

En eski çağlarda Türk devlet teşkilâtının Çinlilere doğrudan doğruya
ve geniş mikyasta müessir olduğunu bu gün oldukça sarahatle
biliyoruz. Hinde, İrana ve daha uzaklara doğrudan doğruya veya dolayısiyle
yaptığı tesirler henüz gereği gibi işlenmemiştir. Yalnız islâm
âleminde Orta Asya Türklerinin devlet adamı, âlim, müttefekir olarak
oynadıkları rolü bizde bilhassa sayın Profesör Şemsettin Günaltay
türlü yazıları ve konferanslariyle belirtmişlerdir.

Memleket idaresi. — 

Etilerle, Selçuklarda ve Osmanlıların ilk yüz

yılında olduğu gibi idare memleketin beyleri tarafından çevirilirdi. Hattâ
değil memleketin yalnız mülkî idaresi, hükümdarın talii bile Beylelerden
teşekkül eden ayan meclisi tarafından tâyin edilirdi. Mogolların
diğer kültür mevrusatı meyanında idare tekniğini uygur Türklerinden
öğrendiği bir gerçektir. Uygurlarda hudud teşkilâtı gayet mazbuttu.
Muntazam karakollarla hudut daimi kontrol altına bulundurulurdu. Huduttan
geçiş pasaportla olurdu. Aurel Stein'in bulduğu vesaik arasında
pasaport kayıtlarını gösteren kütük defterleri ele geçmiştir:

İktisat. — 

Uygur Türklerinin şarkî Türkistanda iktisadi sahadaki
başarıları dikkate şayandır. Çiftçilikte geniş ölçüde sulama tesisatı dolayısile
ekincilik ve bağcılık hayli inkişaf etmişti. Kazılarda zahire ve
şarap alış verişine, kredi muamelesine ait birçok vesikalar ele geçmiştir.
Maden bilhassa altın, gümüş istihsal edilir ve işlenirdi. Kâğıtçılık,
dokumacılık, halıcılık çok inkişaf etmişti.

Yazı. — 

Şarkî Türkistan yörelerinde yapılan kazılarda 17 muhtelif
dilde olmak üzere 24 muhtelif yazının ele geçtiğini Von Le Coq "Şarkî
Türkistan'da Elenizm İzleri,, eserinde zikreder. Bunların mühim olanlarına
yukarıda işaret ettim. Yazıların esasını teşkil edip bizim için en
önemli olanı Uygur yazısıdır. Asıl menşeinin Fenike harf yazısı olmasına,
Suriye-İran tavassutiyle gelmiş bulunmasına rağmen, Uygurlar da
geçirdiği inkişaf dolayısiyle dünyanın en güzel yazısı denebilecek olan,
Uygur yazısı Mogollarla Mançular tarafından iktibas edilmiştir. Şurasını
da arzedeyim ki bilhassa Orhon âbideleri dolayısiyle tanınmış olan,
Run yazısı da denilen yazı Uygur'larda aynı zamanda uzun müddet
daha kullanılmıştır.

Matbaacılık. — 

Uygurlar ilkin tahtayı oyarak sonraları bugünkü
tarzda müteharrik tipler yaparak kitap basarlardı. Bunun evveliyatının
Çin'de mevcut olduğu söylenirse de, diğer kültür sahalarında olduğu
gibi, tabı işi de Uygurların maharetli ellerinde tekemmül etmiş ve Moollar
vasıtasiyle Mısır'a hattâ Avrupa'ya gelmiş olduğu oldukça kuvvetle
tahmin edilir.

Edebiyat. — 

Uygurların gerek eski çağlara ait olup kazılar dolayısiyle
ortaya çıkan, gerekse muahhar çağlardan ele geçen muharreratı
fevkalâde önemlidir. Yukarıda Thomsen'den naklen kazılarda türlü mevzulara
ait muharreratın ele geçtiğini anmıştım. Bunlardan iktisadi olanlarını
maruf Türkolog Radloff "Uygur Dil Âbideleri,, eseriyle, tıbbî
kısmını Profesör Reşit Rahmeti Arat "Uygur Tababeti,, broşüriyle,
edebî ve dinî olanların bir kısmını Fransız bilgini Pelliot, Alman bilginleri
müteveffa Bang, F. W. K. Müller vesaire işlemişlerdir. Bu meyanda
Oğuz destanı da son olarak Profesör Arat tarafından neşredilmiştir.
Fakat daha bilginlerin himmetini bekliyen pek çok vesaik Avrupa
arşivlerinde durmaktadır. Uygurların nisbeten muahhar çağa ait

olup bazılarının Karluk veya Karahanlılar çevresine izafe ettiği
ele geçen edebî eserlerinden "Kudatku - Biliğ,, ile ayni çevrenin
mahsulü olan Kaşgarlı Mahmud'un maruf "Divan-ü Lûgat-it Türk,, eseri
fevkalâde önemlidir. Her ikisi de 1170 yıllarında yazılmıştır. Bunlardan
Divani Lûgat adının da ifade ettiği üzre büyücek bir lûgattir. Gramer
hususiyetlerinden başka Atalar sözleriyle halk türkülerini de ihtiva etmektedir.
Türk Dili için baha biçilmez bir hazinedir.. Bizde hatalı bir
baskısı vardır. Yeni olmak üzere Türk Dil Kurumunda sayın
Besim Atalay metin tenkidi yoluyla işlemiş ve 3 cilt olarak basılmıştır.

Kudatku-Biliğ talimî maksatla yazılmıştır. Devlet adamlarının ne gibi
vasıfları olması lâzımgeldiğini uzun uzadıya anlatır. Eser manzumdur. Tarım
sahası Türklerinin teşkilâtı ve içtimaî halleri hakkında çok iyi fikir verir.
Mevzuunun fazla yeknesak ve bir hadde kadar kuru oluşu eserin kıymetine
halel getirmez. Yazıldığı çağda dünya kültürünün gösterdiği yoksulluk
gözönünde tutulacak olursa müellifi olan Yusuf Has Hacibe mümtaz
bir yer vermek, hatta kendisini dikkate şayan bir mütefekkir saymak
icabeder. Ahlâk bakımından evlâda cesaret, namus ve sadakat telkin
eden müellif bir taraftan ilmi, fıtrî kabiliyetlere, dünyevî hazinelerin
hepsine, hatta hükümdarlığa üstün tutuyor; diğer taraftan akılsız, idrâksiz
ilme kıymet vermiyor ve ancak ikisi birleştiği taktirde kıymet alır
diyor. Bir basamak daha ileriye giderek ilimle idrâki ancak tecrübe
ile birleştiren birinin mükemmel bir insan olacağını söylüyor. Müteveffa
müsteşrik Vamberi'nin bu husustaki bir sözünü tekrarlayacağım: "Uygurlar
da ilme bu kadar yüksek yer verilişine hiç te hayret etmemelidir.
Çünkü Uygurlarda millî edebiyatın şekillendiği çağlarda Avrupada barbarlık
hüküm sürüyordu.

Türkçenin önemli bir lehçesi olan Uygur dili bizim lehçemize çok
yakındır. Ele geçen tasvirler Uygurlarda musikinin de rol oynadığını
göstermektedir.

Din. — 

Uygurlarda hemen her önemli kültür tabakası için bir din
kabul etmek icabeder. Eski tabii yahut şaman akidesinden sonra sıra
ile Buda, Hıristiyan, Mani ve islâm dini Uygurlara girmiştir. Yalnız
bunlardan hıristiyanlığın pek mahdut, mani dininin kibar tabakaya
münhasır olmasına mukabil Buda ile İslâm dini hâkim ve umumî din
olarak kabule mazhar olmuştur.

Uygurl'arın diğer Türk zümrelerine nisbetle mukayese edilmiyecek
surette yüksek bir kültüre sahip oluşlarına şimdiye kadar anlattığımız
tarihî, coğrafî, idarî, iktisadî etkeler yanında bilhassa Buda ve Mani
dinleri müessir olmuştur. Şarkî Türkistan'a hariçten olagelen en eski
tesiri İsa'dan sonra ilk yüzyıllarda Hindistan'dan gelen Budizm teşkil
eder. Yeni yüksek idarelere karşı büyük bir cazibe duyan Türkler islâmiyetin
yayılışında olduğu gibi, budizmin intişarı çağlarında da yeni
dinin alemdarı olmuşlar ve büyük bir tehâlükle Buda mâbetleri, makamları
kurmuşlardır. Hattâ Buda dininin Türkistan'da mazhar olduğu

yüksek itibar dolayısiyle Çin'e de yayılmasına Uygur Türk'leri doğrudan
doğruya vasıta olmuşlardır.

Tasvirî sanat. — 

Buda dininin şarkî Türkistan'da gördüğü rağbet
aynı zamanda dinin icablarından sayılan tasvirî sanatın da yükselmesine
âmil olmuştu. Bu yüzden Uygur Türk'leri dînî-tasvirî sanatın
da Uzak Şark'a intikaline tabiatiyle vasıta olmuşlardır.

Uygur'larda Budizm dolayısiyle tasvirî sanatın rağbet görüşüne ait
şöyle bir menkıbe anlatılır: Şimalî Hindistan'da Matura şehrinin aynı
zamanda hakimi olan vaiz Upagupta belâgatiyle halkı teshir ediyor.
Buda'nın muhalifi olup insanların temayüllerine tesahup eden ve mahiyeti
itibariyle şeytandan başka bir şey olmıyan Mara engel olmak için
inci, altın yağdırır, semavî rakkaseler gönderir, mızıkalar çaldırır ve
muvaffak olur. Upagupta'nın sabrı tükenir, üç cesetten yaptığı bir çelengi
Mara'nın başına, ensesine bağlar. Mara çırpınır, Tanrılara, yarı
tanrılara yalvarır. Nihayet büyük tanrı Brahma, "Upagupta'ya yalvar,
bir daha taciz etmiyeceğine söz ver,, der, Mara affedilir; Mara'nın ısrarı
üzerine Upagupta bir arzuda bulunur ve derki: "Ben Buda Nirvanaya
karıştıktan 100 yıl sonra derviş oldum. Ben yalnız akaidini bilirim, şekil
ve simasını hiç. tasavvur edemem.,, Mara, Buda şekline gireceğini fakat
bu vaziyette kendisine ihtiram etmemesini Upagupta'ya vadettirir ve
ormanda kaybolur. Sonra Buda'nın tantanalı heyeti ve yakınları ile
çıkagelir. Vücudundan intişar eden altın hâle, güneş şuaı gibi parlıyor.
Upagupta'nın bu muhteşem görünüş karşısında heyecanı gittikçe artar
ve sonunda ayaklarına kapanır. Mara hayretle verdiği sözü hatırlatır.

Upagupta Mara'ya kendi önünde çökmediğini, vadini unutmadığını söyledikten
sonra şöyle der: "Dinle! Çamurdan bir Buda yapılsa, buna
Buda düşünülerek tapılsa aynıdır. Ben seni düşünmedim. Buda'yı düşündüm.,,
İşte bu menkıbe yoliyle budizm, hayır sahipleriyle sanat erbabını
kendi hizmetine icbar eden canlı bir kudret halini almıştı.

Büyük İskender'in İran'la şimalî Hindistan'ı zaptederek buralarda
bir çok şehirler kurması dolayısiyle askerlikten çekilen Yunanlar arasındaki
sanatkârlar yerlilerle evlenerek yerleşmişlerdi. Yunan'ların aşıladığı
tasvirî sanatların inkişafı dolayısiyle Kandıhar'da kurulan yeni
ekol antik sanatın hazinesine meharetle el atmış, birçok şekillerle
budizm sanatını ortaya çıkarmıştı. Budizm Kandıhar havalisine yayılmadan
önce Buda'nın henüz bir tipi teşekkül etmemişti. Hint sanatkârları
buna içtisar edememişlerdi. Fakat Kandıhar sanatkârları Apollon
ile Dionises'den Buda figürlerini yarattılar. Türlü klâsik mitolojinin tatbiki
yolu ile husule gelen Buda sanatının panteonu Kandıhar'ın sanat
güneşi şeklinde Hindistan'a, Cava'ya, Orta Asya üzerinden Çin'e, Kora'ya
ve Japonya'ya kadar bütün bu geniş ülkeleri aydınlatmıştır.

Hindistan'a aşılanan Yunan sanatı şarkî Türkistan'a iki yoldan gelmişti.
Biri Pamir-Kaşgar üzerinden olmak suretiyle garpten, diğeri Keşmir, 
Karakum'dan olmak üzere cenuptan Yarkent'te birleşerek yayılmıştı.

Yunan'lılığın, dolayısiyle sanatının Mezopotamya, Mısır, Anadolu ve
Girit esaslarına dayanarak husule geldiği düşünülürse Uygur kültürünün
emsali gibi tabiî bir seyir takip ettiği neticesine varılır. Roma'lılar, Germenler
kendi ülûhiyetlerini Yunan'lılarınki ile telif etmemişler midir ?
Eğer antik kültürden hisse almak bir mazhariyet ise Türk'ler bunu
Avrupa'nın ilk rönesansı sayılan Şarlman'dan önce, (hiç olmazsa aynı
zamanda) yapmışlardır.

Buda misyonerleri yalçın kayalarda veya etrafı tahkim edilen düzlüklerde
kurdukları manastırlardan yaktıkları hidayet meşalesiyle tâ
uzakları aydınlatıyorlardı. Mâbetlerin duvarları, çok defa tavanları, hattâ
zeminleri türlü tablolarla bezenirdi. Mâbetlerin tipik şekli şöyle idi:

Öndeki holden asıl mâbede, islâmî tabiriyle hareme giriliyor. Dört
köşe olan harem kısmının arka duvarında Buda'nın statüsü bulunuyor.
Statünün iki tarafındaki medhallerden birer koridora geçiliyor, bunlar
arkada üçüncü bir koridorla birbirine bağlanıyor. Mâbedlerde pencerenin
bulunmayışı dikkate şayandır. Harem kısmının üstü ekseriya kubbeli.
Bu kubbelere stilize olmuş dağ menaziri tersim edilir ve bu manzaralarda
Buda'nın mütevali doğumları tasvir edilirdi. Ressamların kendi
resimlerini yaptıkları da vardır.

Vakıf sahiplerinin tasvirleri çok dikkate şayandır. Uzun, sırmalı
veya nakışlı elbiseleri, üç köşeli yakalariyle, vücudünün sıkletini birbirinden
ayrı duran ayak uclarına meylettiren duruşlariyle erkekler tam
bir şövalye tavrı arzederler. Madenî safihadan kemerlerinin bir yanında
kabzası top başlı düz bir kılıç asılı, öbür yanında İskit biçimindeki
hançer takılı. Saçlar muayyen bir şekilde kesilmiş ve ortadan ayrılarak
taranmış bulunuyor. Şövalyelerin yanında bayanlar bulunuyor: dar
korsajlan, fazla açık göğüsleri, kloşlu kollan, korsajın köşeli bordürlü
etekleri, arka eteği yere sürünen elbisenin teşkil ettiği câzip kıyafetleri
omuzlan az geriye çekik, vücudü öne doğru hafif meyilli zarif tavırlariyle
Avrupa rönesans devri tasvirlerini andırır.

Resim Tekniği. — 

Duvar tasvirleri fresko denilen tarzda yapılırdı.
Tablonun zemini şöyle hazırlanırdı: Saman ve ot elyafı ile deve tersinden
ibaret harç yuğurulduktan sonra duvar bununla sıvanarak düzeltilir,
üzerine ince bir kireç tabakası geçirilir ve bunun üzerine tablonun
taslağı, kopyesi nakledildikten sonra renkler işlenirdi.

Genel olarak uygur kültürünün kemal devrinin 750—850 arasındaki
yüzyıl olduğu malûmdur, Tabiatiyle tasvirî sanatların de kemal devri
aynı zamana tesadüf eder. Şarkî Türkistan'da tasvirî sanatlar Buda dininin
himayekâr kanadları altında tabiî seyrini takip ederek tekâmül
ederken ikinci mesut bir an bu cereyanı kemal derecesine çıkarmıştı.
O da şarkî Türkistana hariçten gelen diğer mühim bir dini teşkil eden
maniheizmdir. Dinin kurucusu olan Mâni'nin kendisi esasen ünlü bir
ressamdı, Mâni'nin akait kitapları en güzel kâğıda en iyi mürekkeple

kaligrafik olarak yazılır, fevkalâde güzel minyatürlerle bezenirdi. Mâni'nin
mabedleri duvar tablolariyle süslediği söylenir. Mâni, sanatkâr sıfatiyle
o derece tanınmıştır ki bizzat muhalifi olan İran ve Arap müslümanlarının
hafızasında ressam olarak yaşamış olduğu gibi hikemiyatı da
takdirle anılır.

Her taraftan bilhassa hıristiyanlardan gördükleri takibat dolayısiyle
Mâniler serbest bir surette dinlerini neşredemiyorlardı. Yedinci yüzyılın
ortalarında şarkî Türkistana hâkim olan Uygurların hakanı dolayısiyle
kibar tabaka Mâni dinine girmişlerdi. Böylece esasen Buda dini dolayısiyle
çok rağbet gören tasviri sanat feyizli bir inkişafa mazhar olmuştu.
Resim, heykel yanında minyatür hayli yükselmişti. Hattâ sonraları
Mogollar Şarkî Türkistanı istilâ ettikleri zaman buradan aldıkları
yüksek minyatür sanatını bir taraftan Çine diğer taraftan Irana götürmüşlerdi.
Vaktiyle İranda mevcut olmasına rağmen orada bu an'ane
kaybolmuşken bu suretle sonraları Iran, Hind veya İslâm minyatürü adı
altında tanınan resim sanatına da Şarkî Türkistan kaynak olmuştur.

Tabloların üslûbu. — 

Tablolarda tehalüf eden üslûbu muhtelif
göçümlere isnat edenler olduğu gibi münferid misyonerlere izafe edenler
de vardır. Bununla beraber henüz itinalı bir üslûp tenkidi yapılmamıştır.
Bilhassa başkaca istinadı veya delili olmıyan münferid tabloların tayini
keyfiyeti önem alır. Tabloların kalıp veya taslak yardımiyle yapıldığına
göre eski modelin sonraları da kullanılmış olması ihtimali vardır. Grünwedel
Uygur tersimatının sanat üslubunu beş kısma ayırmakta ve hulâsa
olarak şunları söylemektedir:

1 — Kandıhar üslûbu: Üslûp nevilerinin türlü varyasyonlarına rağmen
Kandıhar plâstiklerinde açıkça görülen muahhar antik tarz elemanlarından
anlaşılan kısımdır. Bu varyasyonlar bazılarında antik elemanların,
bazılarında ise Iran-Hind ilâvelerinin daha ziyade kendini göstermeşinden
ibarettir.

2 — Uzun kılıçlı şövalyeler üslûbu: Birinci üslûbun inkişafı denilebilecek
olan ve Hint-Skit halitası tesiri veren bu üslûbun da türlü nevileri
vardır; bunun da zamanın, dolayısiyle kıyafet modasının değişmesinden
ileri geldiğine hamledilebilir.

3 — Eski Türk üslûbu: Birinci ve ikinci üslûblara bağlî şekil
arzetmekle beraber bazan tasvir edilen mevzuun hususiyetleri dolayısiyle
müstakil bir üslûp halini alır. Burada Çin elemanları da görünür: duvar,
zemin tablolarının etrafı pek cazip çiçek ornömanlariyle süslenmiştir.
Vakfiyeyi yapanların kıyafetleri öncekilere nisbetle tamamiyle başka
üslûp gösterir.

4 — Muahhar Türk üslûbu: Bu, asıl manadaki Uygur üslûbudur.
Turfan etrafında bilhassa Bezeklik'teki mabedlerde tasvir edilmiş olup
büyük bir yekûn tutan tersimat bu üslûbu temsil edemez. Buna öncekilerin
sinkretik üslûbu demek caizdir.

5 — İslâm üslûbudur ki bu açıkça Tibet tarzına dayanır.

Tasvirlerin mevzuları, mitolojik, efsanevî ve dinî olurdu.
İdi-Kut'ta ortaya çıkarılan bir salonun zemininde fresko tekniği ile
tersim edilmiş olan bir tabloyu Grünwedel şöyle tavsif eder: her halde
bilhassa kutsal olması icabeden bir odanın zemini muhteşem bir fresko
ile kaplanmıştı. Zemin halis frosko olup nemli sıva üzerine tersim edilmiş
olduğundan duvardaki tutkallı boya tersimatına nisbetle hava
tesirine daha mukavim bulunmaktadır. Zeminde büyük bir göl tasvir
edilmiş, içinden, muhteşem bir surette tersim edilmiş olan ince uzun
boynuzlu ejderler çıkıyorlar, arada yılanlar, kazlar, bir keçi veya su
aygırına binmiş bir oğlan, bir lotüs çiçeği üzerinde oturan bir ihtiyar,
gayet tabiî bir şekilde resmedilmiş olan küçük kanadlı bir geyik görünmektedir.
Hayvanların aralarında muhteşem bir şekilde tersim edilmiş
bulunan, stilize olmuş, lotüs çiçekleri, şakayıkı okşayan fantastik
yapraklı ve koncalı fantazi çiçekler yüzmektedirler.

Aynı mahiyette olan diğer bir parça şu şekildedir: bir gergedanın
heybetli başı ile suyu yararak ilerlemekte olan kızıl altın renkli ve
kanadlı su geyiği çiçeklerin yüzdüğü dalgaların canlı tezyinatını teşkil
etmektedir. Geyiğin bütün gövdesi boyunca uzanan boynuzlar, ejder
başının harikulâade bir tarzdaki ekspresyonu ile sarı, kızıl, yeşil ve karanın
intibakının nefaseti dolayısiyle bu tablo, kolleksiyonun en müessir
parçasını teşkil eder.

Sorçuk'ta bir magaradaki resimleri Grünwedel şöyle anlatmaktadır:
Bir kaç kuvvetli çizgi ile tersim edilmiş olup havaları yararak uçmakta
bulunan bir melek tasviri görüyorüz. Yer yüzünün bütün ağırlıklarından
sıyrılmış olan bir mahlûkun kaygısız neş'esi çok isabetli bir
şekilde ifade edilmektedir. Vücudun alt kısmı geri yukarı kaldırılmış
bir halde elbiselerin altında kaybuluyor ve bu fırlak vaziyetiyle elbisenin
üst kısmının uçuşmakta olan kumaşlarının yukarı doğru dalgalanan
hatlarını tasvir ediyor.

Bezeklikte 4 numaralı mabeddeki bir derviş resmini Wald Schmidt
şöyle tasvir eder: dervişin başı dikkate şayandır. Canlı, serâzat bir şekilde
meharetle çekilmiş olan hatlar sanatta daha kudretli, daha serbest
bir ferdiyete inkılâp etmişler. Hatta pervasızca mütezat tesirlerin husulünden
çekinilmemiştir. Çukurda bulunan gözler, dışarı çıkık elmacıklarla
bakan göz bebekleri, büyük fırlak burun ile adelelerin garip bir
şekilde modeliye edilmesi suretiyle şarkî asyalı nazarında, garplı
barbar aynı zamanda çirkin olan hususiyetleriyle bu baş tasvirinde
mubalâğa ile tebarüz ettirilmiştir.

Tasvirlerde lotüs çiçeğinin çok kullanılışı bir menkıbeye istinat eder.
Bu menkibe dolayısile Buda olacak şahsiyetin hayatının muhtelif
safhalarının tasviri de pek merguptu. Bu tasvirler filiz veya nakış yollu
çerçeve ile çerçeveleniyor, sahneler yukarıya doğru, üzeri mücevherler
ve incilerle işlenmiş kıvrımlı, saçaklı kırmızı bir kumaş tasviriyle kapanıyor.

Üzerinde duramadığıma çok acıdığım diğer çok mühim motifler de
vardır. Yukarda Buda tipinin Yunan panteonundan yaratıldığına, türlü
klâsik mitolojinin tatbik edildiğine işaret etmiştim. Bu mitolojik mevzular
meyanında güzelliği dolayısile Zeus'un Kartalı tarafından Olymp'e
kaçırılan ve antik çağda çok defa tasvir edilen "Ganymedes,, başta gelir.
Zeus'un kartalı Hindistan'da mahallî mitolojik bir tip olan kuş başlı, insan
vücutlu Garuda, Turfan'da İran'ın Sîmurguna veya " Zümrüt anka„
ya tahavvül ediyor. Muahhar antik çağın uçan zafer tanrıçaları, feyz
ve bereket sembolü olan içerisi meyve veya çiçek dolu boynuzlar türlü
şekillere uğrayor. Mahallî an'ane ile irtibat kurabilenler türlü inkişaflar
geçiriyorlar.

Plastik sanat. — 

Plâstik sanat için Şarkî Türkistanda ne mermer
ne arduvaz taşı vardı, kireç de pek kıttı. Tıpkı Mezopotamya'da sümerlerin,
taşın yokluğundan saz ile çamuru şekillenirdikleri gibi, şarkî Türkistanda
da çamura kıl, nebat elyafı, saman karıştırılarak iyice yoğuruluyor
ve husule gelen madde şekillendiriliyordu. Statülerin içerisi yerine
göre taş, ağaç veya sazla tutturuluyordu. Üzerine hafif bir alçı tabakası
sıvandıktan sora boyanıyor veya yaldızlanıyordu. İşlenmesi bu kadar
güç olan malzemeden yine kuvvetli tesir veren eserlerin meydana getirilişi
hayrete şayandır; İdi-Kut'ta ele geçen bir torso da zarif katlarla
vücude yapışmış olan libası ile gövdenin güzel bir surette şekillendiğini
açıkça gösterir. Sorçuk'ta bulunan ihtiyarlamakta olan bir dervişle
gençliğin tazeliğini ifade eden ideal Buda heykelleri Uygur plâstiğinin
güzel nümunelerini teşkil eder. Ağaçtan da heykel yapıldığı vardır.
Maralbaşı civarında, oturan bir budayı tasvir eden ahşap heykel bunun
bir nümunesidir.

Kısaca ehemmiyetini tebarüz ettirmeye çalıştığım bu yüksek Uygur
kültürü nümunelik devlet teşkilâtı, iktisadiyatı, edebiyatı mütekâmil
tasvirî sanatlariyle kemalini yaşarken, şarkî Türkistanın türlü meyveleriyle,
renk renk çiçekleri ve gülleri ile süslü bahçeleri arasında çalgılar
ve millî danslarla hayatın neşesi terennüm edilirken 843 te bir türlü
durmak bilmeyen kırgızların hücumiyle, peri masallarının billûr bir
köşkü gibi, acı bir tarraka ile parçalanmış bu hazin harabeden yeniden
filizlenerek yaşamak isteyen o güzel bediî eserler islâmiyetin yerleştiği
devirlerde büsbütün kül altında kalmıştı. Çin mamulâtının bilhassa ipeğin
deniz yoliyle Irana nakli de Türkistanın iktisadî hayatına bir darbe
olmuştu. Mogol istilâsı ülkenin nüfusunu mahvetmiş ve böylece o güzel
mamureler kasvetli bir çöl manzarası arzetmişti. Mevcut sulama tesisatını
korumaya ve idameye nüfus kifayet etmediğinden halk daha az
zahmetle mahsul elde edilen yerlere çekilmiş, vaktiyle Uygur türklerinin
zincir vurarak kendine köle ettiği tabiatin bukağıları çözülmüş ve insanları
kendine tekrar mahkûm etmişti.

Fakat tali perisi Türklere yeni ufuklar açmıştı. Yüzlerle ve binlerle
yıl yapılan kültür savaşının muhassalası böylece silinip ortadan kalka

mazdı. İslâm dininin 7. yüz yılda ortaya çıkmasına ve az zamanda çok
yayılmasına rağmen Emeviler hâkimiyetinin sonuna kadar olan çağlarda
Ön Asyada göze çarpacak bir kültür hareketi yoktu. Türk asıldan olan
Müslim'in Emevilere nihayet vermesi, Bağdat'ta kurulan Abbasî devletinde
Bermeki'lerin idarî ve askerî kudreti ellerine almalariyle Türkistan'ın,
kendine daha geniş faaliyet sahası ariyan işlek zekâlarına Bağdat
yolu, yeni bir muhit açılmıştı. Léon Cahun "eğer Türk'lerin himmeti
olmasaydı İslâm kültürü o kadar yükselmez ve o kadar geniş iklimlere
dağılmazdı,, diyor. Profesör Şemsettin Günaltay, bunu "eğer Türk'ler
olmasaydı İslâm medeniyeti denilen medeniyet vücut bulmaz, o derece
inkişaf etmez, o derece vâsi iklimlere dağılmazdı,, suretinde ifade
ediyor.

Hıristiyanlık gibi haddi zatında hiç de dinamik olmıyan bir din
Roma gibi kültürlü bir muhite girdiği için başta Sent Ogüsten olduğu
halde Papa Büyük Greguar'ların dehalariyle işlendiği için cihanşümul
bir din olduğu gibi Arabistan'ın kurak çöllerinde inkişaf gösteremiyen
islâmlık da -Endülüs müstesna- şarkî Türkistan'ın eski kültür merkeziyle,
ateşin şahsiyetleriyle temasa girdikten sonra cihanşümul bir din olmuştur.
Hülâsa, eğer sarayında 400 şair bulunduğu suretinde, kendine efsanevî
haşmet izafe edilen bir Gazne İmparatorluğu ortaya çıkdıyse, eğer
yalnız kendi hükümranlık ülkesinde değil, İslâm'ın merkezi olan Bağdat'ta
kurduğu yüksek ilim müesseseleriyle, Bizans İmparatorluğuna diz çöktüren,
haçlı ordularını çil yavrusu gibi dağıtan ordusiyle büyük Selçuk
İmparatorluğu zuhur ettiyse, eğer Osman Gazi'nin beyliği, aradan iki
nesil geçmeden, muazzam bir imparatorluk oldıysa, bir fâninin havsalasının
alamıyacağı bu heybetli tecellilerin kaynağını Orta Asya'nın geçirdiği
uzun tekâmül merhalesinde, Uygur kültürünün kemalinde aramalıdır.
Eğer Türk'ler, türlü sebepler dolayısiyle, maddî kültürde garple atbaşı
beraber gidememiş olmasına rağmen ince bir zevk taşıyorlarsa, eğer
bir taraftan modern dokumacılığın ülkemizde yeni kurulması yanında
bugün Türk köylü kızı modern bir Avrupa tablosunu gölgede bırakan
halıyı ince bir zevkle dokuyorsa, eğer bugün şehirli Türk kızı Avrupa
tekniğini imrendiren nefîs nakışlarını bediî bir sezişle işliyorsa bu kutsal
tecellilerin özlerini eski yüksek kültür çağlarında aramalıdır










Hiç yorum yok: