13 Kasım 2012 Salı

Ege’de El Değiştiren İktidarlar-Elizabeth A. Zachariadou - Çeviren: Serdar Çavuşdere

Ege’de El Değiştiren İktidarlar∗


Elizabeth A. Zachariadou
Çeviren: Serdar Çavuşdere ∗∗


[199] 11. yüzyılın sonunda Bizans’ın ünlü deniz hâkimiyetine diğer bir
büyük kuvvet tarafından değil ama Batı’dan ve Doğu’dan neşet eden çok sayıda
korsan tarafından meydan okunmuştur. Doğu Akdeniz sularında güvenlik
ortadan kaybolmuş ve Bizans donanması gün geçtikçe hâkim pozisyonunu
kaybeder olmuştur. 12. yüzyılın ikinci yarısında ise vaziyet karmakarışık bir hal
almıştır.

Bizans imparatorları korsan saldırılarının önüne geçmek için imparatorluğun muhtemel düşmanları safında görülen kimi korsanlara davetiyeler göndermişlerdir. Bu türden pek çok vaka bilinmektedir. Örneğin, 12.yüzyılın sonlarında Calabrialı vahşi korsan Giovanni Stirione ve sayıları 700’ü bulan adamları paralı asker olarak imparatoluğun hizmetine girmişlerdir. Giovanni Stirione ve adamları, içlerinde Cenovalı diğer korsanların da
bulunduğu imparatorluğun düşmanlarına karşı başarılı bir şekilde mücadele etmişlerdir. Stirione amiral unvanını almış ve maaşa bağlanmıştır; adamlarına ise araziden bir miktar gelir yani sabit bir yerde yaşayan köylüler tarafından nakit olarak ödenen vergiler bahşedilmiştir1.

Dördüncü Haçlı seferi ile birlikte vaziyet bariz bir şekilde daha da kötü bir hal almıştır. Zira artık bazı asil soydan kimileri kâr amaçlı korsan akınları icra etmek için değil Ege topraklarında kendi küçük devletlerini kurmak için Levant’a yelken açmaya başlamışlardır. Venedik’in teşviki ve desteği ile Ege adalarını zaptetmek üzere tamamı Venedik vatandaşlarından oluşan yoldaşlarıyla denize açılan ve akabinde Naksos Dukalığını kuran Marco Sanudo vakası bu türden teşebbüslerin en iyi bilinen örneklerindendir2.

Bu çalkantılı dönem esnasında kurulan devletlerin çoğunun tarihi William
Miller tarafından 1908’de Londra’da yayınlanan The Latins in the Levant adlı
eserde kaleme alınmıştır. Hazırlanışı itibariyle son derece bilimsel bir çalışma
olan bu eser, güncelliğini kısmen yitirmişse de hâlâ pek çok bilim adamına yol
göstermektedir. [200] Fakat kitabın adı oldukça muğlaktır. Bundan başka
Berardegnalı Curzio Ugurgieri de 1963 yılında Floransa’da Levant’taki Latin
beylikler hakkında bir kitap yayınlamıştır. Bu eser belki de tam bir bilimsel
çalışma değildir ama İtalyan elyazmalarından temin edilen güzel minyatürler
içermektedir ve en isabetli başlığa sahiptir: Avventurieri alla conquista di feudi e di
corone (1356-1429). Bu maceracıları buraya çeken şey Bizans’ın gücünün sürekli
zayıflıyor olması ve geleceğin hâlâ öngörülememesine rağmen yaşanan
değişimin Levant’ta toprak kazanma fırsatını mümkün kılmasıdır. Latin
ülkelerinden buralara yelken açan korsanlar ve deniz akıncıları, korsan ve deniz
akıncısı arasındaki fark her zaman net değildir3, doğru anı kolluyorlardı; zira
yapacakları başarılı bir korsan harekâtı onları zenginliğe kavuşturabilir ve hatta
bir beyliğin hükümdarı bile yapabilirdi4.

Yeni kurulan bu Latin beylikler arasındaki ilişkiler her zaman dostâne bir
görünüm arzetmiyordu. Bu beyliklerin hükümdarları sahip olduklarını korumak
için çoğu kez diğer deniz savaşçılarından yardım istemek zorunda kalıyorlardı ki
bu savaşçılar her zaman kendileri gibi asilzâde olmadıkları gibi bazen de mevcut
karışık vaziyetten çıkar sağlayarak kendi beyliklerini kurmak peşinde
koşabiliyorlardı. Bitişiğindeki steplerden veya Orta Asya’dan çok sayıda Tatar ve
Kafkasyalı ile birlikte Türklerin de köle olarak satıldığı Karadeniz limanlarının
birinden satın alınan bir köle olan Menego Schiavo bu duruma örnek teşkil
etmektedir. Menego, Venedik’teki ilk Katolik papaz kölelerden biriydi.
Denizlerdeki kariyerine basit bir gemici olarak başladı. Tam da 13. yüzyılın
sonunda, Cenova ile Venedik arasındaki savaş esnasında, yeteneklerinden ötürü
dikkat çekmiş ve kendisine emanet edilen iki kadırga ile Ege ve Karadeniz’deki
Cenevizlileri ağır kayıplara uğratmıştır. Birkaç yıl sonra onu Naksos Dükü IV.
Sanudo (1302-1323)’nun hizmetinde görüyoruz. Bu esnada, evvelce Latin
beylerinden Ghisi ailesinin işgal ettiği Amorgos adasını bu sefer kendi adına ele

geçirdiği görülüyor5. Menego Schiavo nihayet 1310 yılı civarında küçük Ios
adasında kendi kısa ömürlü beyliğini kurdu. Bu beylik, Sanudi beyliğinin bir yan
kolu olarak tanımlanabilir6.

[201]14. yüzyılın başında Ege bölgesindeki gelişmeleri etkileyen yeni bir
faktör ortaya çıktı: Türk deniz gücü. Ege kıyılarını fetheden ve kendi küçük
devletlerini, beyliklerini kuran Türkler birkaç gemi inşa ederek adalara
saldırmaya başladılar.

Birkaç on yıl sonra, 1330’larda, Türklerin sahnelediği geniş çaplı deniz
seferleri Ege bölgesinde önemli değişiklikleri de beraberinde getirdi. Kıyılar ve
yukarıda sözü edilen bütün adalar Türklerin hemen hemen nüfusun tamamını
esir almalarından ötürü adeta ıssızlaştırıldı. Bunun sonucunda elde kalanların
değeri arttı ve bazı adalardaki köleler, hükümdarları tarafından iyi korunan
Venedik hâkimiyetindeki Girit’e nakledildiler. Sonunda Eğriboz’un, Mora’nın,
Çanakkale’ye kadar Teselya kıyılarının ve adaların Latin ve Bizanslı halkı
tedricen Türk emirlerinin haraçgüzârı statüsüne indirgendiler. Türklere yıllık
haraç ödemenin yanı sıra şayet bir Hıristiyan donanmasının Türklere karşı
harekete geçtiğini veya korsanların yaklaşmakta olduğunu öğrendiklerinde bu
hususta Türkleri bilgilendirmeye mecbur kılındılar7; aynı zamanda belki de başka
hizmetler de sunmuşlardı. Adı geçen yerlerin mukimleri arasından Latin veya
Bizanslı yetkililer tarafından toplanan bu haraç daha sonra Türklere teslim
ediliyordu. Bu yeni haraca adalarda tourkoteli deniliyordu8.

Ege’nin Latin beyleri küçük devletlerini, sonradan Türklerin korsanlık
faaliyetlerinin zarar verdiği Levant ticaretinden kâr elde etmek için kurmuşlardı.
Latin beyler güvenliğin sağlanması karşılığında Türklerin talep ettiği yıllık haracı
ödemeyi kolay bir çözüm addetmişler ve kendi egemenliklerini korumak için
teb’alarından ek bir vergi toplamaya razı olmuşlardı. Diğer taraftan bu yeni vergi
ile birlikte Ege bölgesinin halkı şimdi çifte hâkimiyet altında yaşamak

durumundaydı: Biri önceki Latin ve Bizans egemenliği diğeri ise yeni yükselen
güç olan Türk hâkimiyeti. Konumu daha da sarsılan Bizans imparatoru ise bu
durum karşısında, deniz akıncıları olarak hizmetine aldığı korsanlara ciddi
imtiyazlar tanımaya mecbur kaldı. 12. yüzyılın sonunda seleflerinin Stirioni ve
kumpanyasına yaptığı gibi İmparator da hizmetindeki bu korsanlara ülkesindeki
vergilerden muafiyet bahşetti; [202] bununla da yetinilmeyerek sonradan bu
korsanlara üzerinde kendi beyliklerini kuracakları araziler tahsis edildi9.

Bu duruma en iyi örnek yüzyıldan fazla süren Lesbos’daki Gattilusi
beyliğidir. Bu beyliğin Levant’taki ilk evreleri, ömrünün sonlarında Gattilusi’nin
hizmetinde bulunan Bizanslı tarihçi Dukas sayesinde iyi bilinmektedir. Dukas,
Gattilusi ailesinin Lesbos’a yerleşmesine dair muhtemelen daha önce defalarca
duymuş olduğu ve sözlü aile tarihini tekrarlayan bir hikaye nakleder10. Bu gözde
hanedanın kurucusu iki kadırga ile Cenova’dan Çanakkale’ye doğru yelken açan,
Cenevizli bir aristokrat olan Francesco idi. Francesco, Bizans’ın gücünün
tükendiği ve hemen hemen yıkılmaya yüz tuttuğu haberleri üzerine böyle bir
sefere girişmişti. Francesco’nun niyeti, tam da diğer Latinlerin Ege’de ve başka
yerlerde yapmış oldukları gibi, Gelibolu yarımadasında birkaç kale ele
geçirmekti. Yarımadayı yerle bir eden Mart 1354’teki depremden ötürü o
zamanlar yarımadanın içinde bulunduğu durum hiç de iç açıcı değildi11. Zaten
Osmanlılar da Gelibolu’nun kentlerinde yerleşmişler ve komşu hisarların
Hıristiyan ahalisi de esir düşmemek için çareyi kaçmakta bulmuşlardı.
Osmanlıların bölgedeki varlığı Francesco’nun planlarını gerçekleştirmesine
engel teşkil ediyordu. Fakat O, Cenova’ya geri dönmeyerek daha iyi bir fırsat
yakalamak için Ege’de kalmayı tercih etti. Dukas’ın açıkça ifade etmediği şartlar
altında İmparator John V Palaeologos (1341-1391) ile buluşan Francesco, o
esnada eski düşmanı John Cantacuzenus’u İstanbul’dan çıkartmayı arzulayan bu
imparator ile bir anlaşmaya vardı. Bu anlaşma ile Palaeologus, Bizans’a tek
başına imparator olduğu takdirde Francesco’ya eş olarak kız kardeşi Maria’yı
vermeyi va’dediyordu. Francesco ise kurnazca bir hile tertip etmiş, adamlarını
tam silahlı ve savaş düzeninde Bizans başkentine girmeye hazırlamıştı. Fakat
bunlara gerek kalmadı. Çünkü, John Palaeologos tek başına imparator oldu ve
mevkiini sağlamlaştırdıktan sonra da kız kardeşinin düğününü yaptı ve çeyiz
olarak da ona Lesbos adasını verdi.


[203] Başka bir deyişle, aşağı yukarı 150 yıl önce Marco Sanudo ve
arkadaşlarının yaptığı gibi sahip olduğu iki kadırga ile denizlere yelken açan
Cenevizli bu aristokratın hikayesi onun Levant’ta neler yapabildiğini ortaya
koymaktadır. Maiyyetinde mürettebatı ve 2000 savaşçı bulunuyordu. İlk
hedefine nail olamayan Francesco anlaşılan Bizans imparatorunun kendisini
kiralamasına kadar gezgin bir deniz savaşçısı olarak Ege’de çeşitli faaliyetlerde
bulundu. İmparatorun kendisine sunduğu fırsatlar sayesinde de sonunda kendi
devletini kurdu. Burada bazı sorular akla gelebilir. Şayet 2000 savaşçı rakamında
aile tarihi hakkında Dukas’a da intikal eden kulaktan doğma bilgilerin tekrar
edilmesinden kaynaklanan bir abartı söz konusu olsa bile şurası
unutulmamalıdır ki Francesco’nun bu seferi işe alınan askerlerin ve gemicilerin
bir kısmının dahi Levant’a yelken açmalarının zor olduğu ve Akdeniz
memleketlerinin nüfusunun büyük oranda azalmasına sebep olan Kara Ölüm
adlı veba salgınının kol gezdiği bir ortamda değil ondan birkaç yıl sonra vuku
bulmuştur. Ayrıca askerlerin maaşının ve mürettebatın ihtiyaçlarının kim
tarafından karşılandığı da merak konusudur. Bunlar yağmacılıktan elde edilen
gelirlerden mi karşılanmaktadır? Yoksa Francesco’nun macerasını gelecek
vadeden bir teşebbüs olarak görüp sermaye yatıran başka birileri mi vardır?
Tüm bunlar her ne kadar o dönemin ekonomisi ve Batı Avrupalılar tarafından
Levant’ın sömürgeleştirilmesi ile bağlantılı olsa da henüz tatmin edici cevapları
bulunamayan sorulardır.

Francesco Gattilusi’nin de istifade etmekten geri kalmadığı John V.
Palaeologos ile John Cantacuzenos arasındaki iç savaş esnasında Kuzey Ege’de
deniz savaşçıları tarafından başka bir küçük devlet daha kurulmuştur. Bu küçük
devleti diğerlerinden ayrı kılan özellik, kurucularının Bizanslı olmasıdır.
Başlarında da kardeşleriyle birlikte Bitinya’nın Belokoma (Bilecik) köyünden
gelen Alexios isimli birisi bulunmaktadır. Alexios bir gemi kaptanı olarak John
Palaeologos’un hizmetine girmiştir. Ege’de hüküm süren karışıklıktan
faydalanarak 1345 yazında kendisine ait küçük bir donanma ile akınlara ve diğer
pek çoklarının yaptığı gibi yağmacılığa başlayan Alexios, sadece Strymon
bölgesinde kendi konumunu sağlamlaştırmakla kalmamış aynı zamanda
Christoupolis (günümüzdeki Kavalla)’in başına bela kesilmiş ve komşu Thasos
ve Lemnos adalarına da saldırılar düzenlemiştir. Sonunda da Chrysopolis ve
Thasos’u hâkimiyeti altına almayı başarmıştır. Bu gelişmeler üzerine İmparator
da, Alexios’un hem bu yerler üzerindeki otoritesini tanımış hem de onu
Christoupolis’e vali olarak atamıştır. Alexios ve kardeşleri bu faaliyetlerinden
ötürü yüksek imparatorluk unvanları almışlar ve onlardan biri imparator
ailesinden bir kızla evlenmiştir. Aradan birkaç on yıl geçtikten sonra bu aile asil
soydan oldukları iddiasında bulunmuşlardır. Mamafih ana karada Osmanlılara
karşı direnemeyen bu küçük beylik, 1380 dolaylarında tarih sahnesinden

silinmiştir. Kardeşlerden biri ise ailesini de yanına alarak Mount Athos’daki
Pantocrator Manastırı’na çekilmiştir12.

[204] Türk tehlikesinin ortaya çıkışı, bir tarafta Hıristiyanların diğer tarafta
Müslümanların yer aldığı iki düşman kampın teşekkülü ile sonuçlanmamıştır. Bu
sırada Hıristiyan tarafı zaten derin bir ayrılık ile çalkalanmaktadır. İki büyük
denizci güç, Venedik ve Cenova, sık sık savaş pozisyonu almaktadırlar ki
savaşlarının bir kısmı da Ege’de vuku bulmaktadır. Ganimet ve köle edinme
peşinde koşan korsanlar ise savaş ortamının yarattığı karışıklıktan istifade
etmekle meşguldürler. Ayrıca Türklerin sahneye çıkışı, özellikle Türk
donanmalarının henüz gelişmekte olduğu bir dönemde, pek çok Hıristiyan
korsan ve deniz savaşçısını Türklerin denizlerdeki akınlarına iştirak etmeye
sevketmiştir. Örneğin küçük bir Türk filosuna komuta eden Nicolas
Thalassenos’un 1371 yılında bir kaç Venedikli tüccarı taciz ettiği
görülmektedir13. Denizlerde dolaşan Latin savaşçılar Ege’ye sadece Hıristiyanlar
tarafından davet edilmeyi beklememişler veya sadece bununla yetinmemişler;
aynı zamanda Türklere hizmet etmeye de hazır olduklarını göstermişlerdir.
Cenevizli deniz savaşçısı Salgruzo di Negro bunlardan birisidir. O, Osmanlıların
Ankara yakınlarında bozguna uğramalarının akabinde Levant’ın kaosa
sürüklendiği 1402 Ekimi’nde Sakız’da bulunuyordu. Salgruzo, Venedikliler
tarafından en büyük korsan olarak biliniyordu. Çünkü O, birkaç yıl önce
Venedik’in Adriyatik’teki sömürgelerine büyük zararlar vermiş ve hatta
Venediklilere karşı Macarlar ile temasa geçmişti. Ankara Savaşı’ndan hemen
sonra Venedik ile Cenova arasında ufukta yeni bir savaş görüldüğünden
Venedikliler gözlerini Salgruzo’nun üzerine odakladılar. Salgruso ise Osmanlı
Beyi Süleyman Çelebi’nin hizmetine girmeyi tercih etti. O, tamamiyle açık
olmayan bu şartlar altında Karadeniz’de küçük bir kale olan Kalathas’ı zaptetti
ve bütün bir yıl boyunca burasını elinde tuttu. Sonra Süleyman için bir deniz
savaşçısından kesinlikle beklenmeyen hizmetlerde bulundu. Lampsakos’da
büyük bir kule (πυργος / pirgos) dikerek Çanakkale’yi tahkim etti ve
karşılığında büyük miktarda para ile mükâfatlandırıldı. Dukas, Lampsakos’un
tahkimâtına dair bilgi verirken Salgruso’yu Cenevizli bir soylu olarak
anmaktadır14. Ancak sadece Salgruso değil diğer bütün korsanlar, özellikle
başarılı bir harekâttan sonra, er geç aristokratik menşe iddialarında bulunurlardı.
Nicolas Thalassenos ile Salgruso di Negro örnekleri bize Ege’de hüküm süren
karışıklığın boyutlarını ve bunun bir neticesi olarak sürekli tehlike altında

yaşamak zorunda olan halkın içinde bulunduğu kötü durumu anlamada yardımcı
olmaktadır.

1330’lu yıllarda Türklerin koyduğu haraçgüzarlık statüsü, bir yerin tedricen
işgali anlamına gelen fethe doğru giden yolda atılan ilk adımı teşkil etmektedir.
Aslında bu süreç yaklaşık iki yüz yıl sürmüştür. Bu adaların çoğunun Osmanlı
hâkimiyetine geçmesi ve Latin beylerin yerini Türk beylerin alması 16. yüzyılın
ilk yarısında, Osmanlı Devleti’nin kaptan-ı deryası Barbaros Hayreddin Paşa
zamanında gerçekleşmiştir. [205] Latinlerin Ege’den tamamen çıkarılmaları
1566 yılını bulmuştur ve hâlâ ana kolonileri Girit’i ellerinde tutan Venediklilerin
elinde sadece Tenos Adası kalmıştır15.

Adaların fethi esnasında buralarda yaşayan halk çok acı çekmiştir. Zira,
ahalinin bir kısmı öldürülmüş, önemli bir kısmı köle olarak satılmak üzere esir
alınmış ve pek çoğu da yerlerinden edilmiştir. Bununla birlikte tek bir devletin
hâkimiyetinin halkı ardı arkası kesilmeyen savaşlardan kurtarmasından dolayı
halk için faydalı olduğu da ileri sürülmektedir. Maalesef Ege’de durum bu
şekilde gelişmeyip bölgeye barış hâkim olamamıştır. Çünkü bir tarafta
Venedikliler eski ticarî yerleşimlerini yeniden ele geçirme umutlarını muhafaza
ederlerken diğer tarafta korsanlar bu yerleri asla kaybetmeme telaşıyla hareket
etmişlerdir16.

17. yüzyılda ve bilhassa Girit Savaşı esnasında bu adalar bir kez daha
tahammül edilmesi gerçekten zor olan bir dönem yaşamışlardır. Bu adaların
çoğunu işgal eden Venedik donanması halktan yüksek miktarda haraç
toplamıştır ki bu adaların sakinleri zaten aynı haracı ve hatta daha fazlasını
Türklere ödemek zorundaydılar. Durumları iyice kötüleşen ahali de o sırada
Edirne’deki sarayında ikamet eden Sultan IV. Mehmed (1648-1687)’e elçiler
gönderdiler. Elçilerin perişan görünümünden son derece müteessir olan Sultan
onlara büyük ilgi ve alaka göstermiş ve çifte verginin yükü altında ezilmesinler
diye onları vergiden muaf tutmuştur. Bu olaylardan, Girit Savaşı sırasında
Venedik tarafını tutan ve Türkleri düşman olarak gören Giritli popüler
vakanüvis Marinos Tzanes Bouniales sayesinde haberdar oluyoruz. Bu sebepten
dolayı onun, Venedikliler tarafından adaların sakinlerine verilen zararlara dair
tuttuğu kayıtları önemli addetmemiz ve dikkate almamız gerekiyor.
Venediklilere ilaveten İtalyan, Fransız, Maltalı, Dalmaçyalı ve hatta Hollandalı

korsanların bazı Ege adalarına yerleşmeleri de yerel halk için ilave sorunlara yol
açmıştır17.

[206] Bu zor şartlara rağmen adalardaki Rum nüfusu varlığını korumayı
başarmıştır. Nitekim pek çokları öldürülüyor veya köle olarak satılmak üzere
esir ediliyorken başka yerlerde zulme uğrayan diğer Rumlar da denizle iç içe
olan yaşamlarını sürdürebilmek adına bu adalara gelmeye devam ediyorlardı18.
Dahası hem Latin hem de Türk hâkimiyeti döneminde adaların Rum halkı
sadece canlarını korumakla kalmadılar aynı zamanda sosyal, ekonomik ve
kültürel geleneklerini koruyup, daha da zenginleştirdiler. Speros Vryonis, sayısız
çalışmalarının birinde Bizans dünyasının şimdi Rumlar’ın ikamet ettiği ve
Venedik ile Osmanlı toprakları olmak üzere siyaseten iki ayrı bölgesinde Bizans
gümrük uygulamalarının ve deniz hukukunu da içeren kanunlarının sürekliliğine
dair kanıtlar sunmaktadır. Bu süreklilik Bizans geleneğinin yaşamasından
kaynaklanmaktadır19.

Rum halkı için küçük adalardaki yaşamın büyük adalardakinden daha iyi
olduğu genellikle kabul edilen bir görüştür. Çünkü Türkler sular ortasındaki bu
kaya parçalarına yerleşmemişler ve böylece Rumlar da yaşamlarındaki
zorlukların üstesinden gelebilmek için yapmak zorunda oldukları ve çoğu
denizle ilgili işlerinde ihtiyaç duydukları özgürlüğe sahip olabilmişlerdi. Küçük
Ege adalarının Türklere ödediği vergileri düzenleyen 1641 tarihli bir Osmanlı
belgesi bu adaların ekonomik durumunu ortaya koymaktadır. Naksos ve Paros
gibi zirai üretimin yapıldığı bazı büyük adalar sadece 1500 guruş öderlerken
Schinousa ve Antikaros gibi küçük kurak adalar sırasıyla 2150 ve 1000 guruş
ödüyorlardı. Düzenlemedeki bu mali fark muhtemelen şöyle izah edilebilir:
Etraflarındaki bazı daha küçük adalarla birlikte bu ikinci kategorideki adalar
gemicileriyle nam salmışlardır. Zira bu gemiciler mükemmel limanlarında
gemilere hem güvenli demirleme hem de içilebilir su imkanı sunmaktadırlar.
Osmanlı haritacısı Piri Reis (1520’li yıllarda) bu tür yerlerin faydalarından
özellikle bahsetmektedir. Anlaşılan Ege dünyasında güvenli demirleme ve temiz

su ihtiyacı Osmanlı yetkililerinin de açıkça farkettiği üzere son derece önemli bir
gelir kaynağı idi20.

[207] Manastırlar tarafından idare edilen bazı adalar daha büyük imkanlara
sahipti. Bu hususta en göze çarpan örnek Evangelist St. John manastırı
tarafından yönetilen ve bir manastır şehir devleti görünümündeki Patmos
Adası’dır21. Bu en saygıdeğer dini kurum Osmanlı sultanlarının ve aynı zamanda
Rodos ve sonradan Malta Hospital Şövalyelerinin himayesi altında olmuştur.
Adadaki keşişler ve yerli halk ticareti geliştirmek ve kendi küçük ticarî filolarını
oluşturmak için genellikle bu çifte himayeden istifade etmişlerdir. Ancak
sultanların himayesinde olmasına rağmen Patmos neden yıllık 2000 guruş haraç
ödemektedir ki bu miktar Naksos ve Paros’un ödediğinden daha fazladır22.
Kurak Amorgos Adası’nda mukim Khozobiotissa manastırı ise adanın özel
statüsünden de faydalanarak, keşişlerin bazı ek gelirler elde etmek için
koyunlarını ve keçilerini otlattıkları Schinousa, Denouza ve Raklia (antik
Herakleia, Türkçe’de Raklidja) adalarının kontrolünü de ele geçirmiştir23. Skyros,
Syme ve Telos gibi adaların ise kendi manastırları vardır fakat bu adaların
durumu henüz gerektiği ölçüde çalışılmamıştır24. Patmoslu tüccarların ticarî
faaliyetlerinin bir kolunu, onların eğitim düzeyini gösteren, Venedik’ten ithal
edilen kitap ticareti teşkil etmektedir25. Adaların kültürel seviyesini gösteren bir
diğer işaret de şapellerin duvarlarını kaplayan fresklerdir26.

Bu adaların Rum halkının verimsiz topraklarda ve sürekli değişen
hükümdarların boyunduruğu altında yaşamalarına ve sürekli küçük veya büyük
savaşlarda yer alıp, korsanların tacizine uğramalarına rağmen nasıl olup da
geleneklerini muhafaza edip, geliştirebildikleri sorulabilir. Bir meselenin
tanımlanmasının onu çözmekten daha kolay olduğunu belirttikten sonra bu

adaların Levant ticaretine merbut tacirler için kaçınılmaz duraklar olduğunu
anımsatmalıyım. İster bir devletin vatandaşı isterse de bir korsan Ege’ye yelken
açan kim olursa olsun bu adaların sekenesine ihtiyaç duyarlardı. [208] Ayrıca bu
adaların halkı binlerce yıl olmasa bile yüzyıllardır süre gelen bir deniz eğitimi
geleneğine sahipti. Bu durum gerek Latinlerin gerekse de özellikle denizcilikte
fazla deneyimleri bulunmayan Türklerin neden bu adalılara iş gördürdüklerini
veya en azından ara sıra da olsa neden onların yardımlarına ihtiyaç duyduklarını
açıklamaktadır. Rumlar gemi yapımında ve donanmalarını tesis etmelerinde veya
tayfa sıfatıyla Osmanlılara hizmetlerde bulunmuşlardır27. Bunun karşılığında
Türkler de onlara vergilerden kısmi muafiyet ve bir çeşit otonomi anlamına
gelen çeşitli ayrıcalıklar bahşetmişlerdir. Türk yayılması esnasında ister
Müslüman isterse de Latin hâkimiyetini seçsinler, başka bir deyişle yani yerleşik
tarihî çerçevede ifade etmek gerekirse ister Türk sarığı isterse de Latin külahı
tercih edilsin, bütün Rumlar gibi adalılar da bazı sorunlarla karşılaşmışlardır.
Çeşitli kaynakların da teyit ettiği üzere onlar isteksizce de olsa ilkini yani Türk
sarığını seçmişlerdir. Gattilusi yönetimine sert bir biçimde muhalefet eden
Lemnos halkı 1456 yılında Sultan II. Mehmed’i adalarını kuşatmaya davet
etmişlerdir. 1503 yılı civarında Rodos’un Rum halkı da Antalya valisi Korkud
Bey’i adalarını ele geçirmeye teşvik etmişlerdir28.

1791’de Viyana’da yayınlanan New Geography29 isimli bir kitapta Rumların
bu tercihlerinin neticesi değerlendirilmektedir. Kitabın, her ikisi de Aydınlanma
Dönemi modern Yunan yazarlarından olan Daniel Philippides ve Gregory
Konstantas isimli yazarları oldukça sık bir biçimde Osmanlı yönetiminin
müstebit ve zalim karakterini vurgulamaktadırlar; fakat aynı zamanda
Venediklilerin ve diğer Frenklerin korsanlık faaliyetlerinden de
bahsetmektedirler. Adalar hakkında ise şu hükme varmışlardır. Adalarda yaşayan
insanlar Türk idaresinden çok memnun (ευτυχεστατοι / eitihestatoi)
olabilirlerdi çünkü Türkler sadece büyük adalara yerleşmişlerdi ve ada sakinleri
de bir yandan çok az vergi ödeyip, diğer yandan bazı ayrıcalıklardan istifade
ediyorlardı. Fakat onlar Türkler ile Venedikliler arasında yapılan savaşlarda ve
son olarak da Ruslarla yapılan savaşta (1770’deki Orloff kazası kastediliyor)
büyük acılar yaşamışlardı. Hatta Türkler onlara inanılmaz zararlar vermişlerdi.
Tüm bunlara rağmen adalıların yaşam şartları ana karada yaşayan
Rumlarınkinden çok daha iyiydi.

Adalarda yaşayan halk, ister Müslüman isterse de Batı Avrupalı olsun
yabancı hâkimleriyle olan ilişkilerinden gayri, peş peşe gerçekleşen fetihlerin





ardından oluşan bu ortama da uyum sağlamak zorundaydılar. [209] Türkler
veya Latinler küçük adalarda pek görünmeseler bile gemileri daha geniş bir
alanda yani denizlerde sürekli boy gösteriyordu ve bu durum onlar için bir
zaruret halini almıştı. Kaynaklar, Ege’nin Hıristiyan halkının Hıristiyan
korsanlara yardım etmeye meyilli oldukları izlenimi uyandırmaktadır. Örneğin
bu türden tipik bir kaynak, adadaki bazı Hıristiyanları Osmanlılara karşı gizlice
korsanlarla işbirliği yapmakla suçlayan Eğriboz kale komutanının (dizdâr)
1518’de yazdığı bir rapordur. Ancak bu raporda dile getirilen görüşün aksini
ifade eden kayıtlar da mevcuttur. Bu bağlamda Müslüman deniz akıncıları veya
korsanların, Sultanın Hıristiyan teb’ası tarafından kontrol edilen limanlara
sükûnetle demir attıkları bilinmektedir. Ege Denizi’ndeki durumu çok yakından
bilen Piri Reis, bize, buradaki vaziyeti kavramak adına çok önemli bilgiler
sunmaktadır. O, Mount Athos burnuna dair malumatta bulunurken burada
yaşayan keşişlerin ne kâfir korsanlarla mücadele eden Türk korsanlarına ne de
Türk gemilerinin faaliyetlerine dair Hırsitiyanlara bilgi verdiklerini belirtiyor;
dahası bu keşişlerin her iki tarafa da yiyecek tedarik ettiklerini yazıyor30.
Bu bilgi kırıntısı bize Suraiya Faroqhi’nin son kitabında dile getirdiği bir
mütalâayı anımsatıyor. Osmanlı İmparatorluğu’nun gemicileri ve deniz akıncıları
arasında birden fazla kültüre mensup insanlara dair çok iyi tutulmuş kayıtlar
mevcuttur. Faroqhi’nin kullandığı belge Türk deniz akıncılarının (deniz
levendleri)31, denizlerin gözü pek korsanlarının, özellikle de Maltalı Hıristiyan
gemilerine karşı yürüttükleri savaşlardan bahseden bir 17. yüzyıl hikayesini ihtiva
etmektedir. Türklerin esir aldığı bu Hıristiyanlar arasında levendlerin ileriki
seferlerinde onlara katılmayı arzulayan biri olursa, levendler tarafından ona
hoşgörü ile muamele edilirdi. Şayet bu yeni gemicilerden bazıları sonradan İslâm
dinine geçmeyi tercih ederlerse bu kararları memnuniyetle karşılanırdı. [210]
Hatta eski dinî inançlarına sadık kalanlar bile denizlerdeki yeteneklerini
kanıtladıkları takdirde gemici olarak selamlanırlardı32.


Anlaşıldığı kadarıyla dini inanç ve itikatlar gemicilerin kalbinde derin bir yer
ediniyordu. 1829 yılında Malta’ya uğrayan Amerikalı misyoner William
Goodell’in kaydettiği üzere İngilizler tarafından esir alınıp adaya getirilen bazı
Rum korsanlar burada ölüme mahkum edilmişlerdi. Bu korsanlar İngilizlerin
kendilerine sunduğu et ve sardalyeleri yemeyi reddetmişlerdi çünkü Perhiz
döneminde olduklarından oruç tutuyorlardı. Bunun yanı sıra bağlı oldukları
mezhebin papazı günahlarını çıkartıyor ve dindarlıklarını kutsuyordu33.
Yukarıdaki örnek, Faroqhi’nin birden çok kültüre mensup denizcilerden
müteşekkil kendine özgü bir toplum çıkarımını zayıflatacak nitelikte değildir.
Barbaros Hayreddin Paşa’nın veya daha doğrusu kardeşi Oruç Reis’in Tarih’i
(Gazavat) bu durumu onun bakış açısından da teyit etmektedir. Midilli, Suriye ve
Mısır arasında ticaret yapan oldukça başarılı bir tüccar olan Oruç Reis, Rodoslu
korsanlar tarafından esir edilmiş, ardından da St. Peter veya Bodrum kalesine
götürülmüştü. Oruç’u kurtarmak için oraya giden ağabeyine, yardıma gönüllü
Midilli’li bir Hıristiyan eşlik etmişti. Hospitallerin idaresinde yaşayan diğer
Hıristiyanlar da haber göndererek ve kurtuluş akçesinde indirim yapılmasını
sağlayarak onlara, kendilerine de yardım edilmesi teklifinde bulunmuşlardı.
Gazavat’ın Türk yazarı bu Hıristiyanları yiğit (yarar) addederken Oruç da doğru
ve zarif bir şekilde “rumca” konuşan, hoş bir arkadaş olarak (“kelimati ve
musahabeti tatlu kimesne idi) tarif ediliyordu34; unutulmaması gerekir ki
Gazavat’a göre Oruç Reis’in annesi Rumdur. Sadece kronikler değil aynı
zamanda resmî belgeler de Hıristiyan ve Müslüman tüccar ve denizciler
arasındaki bu uyumlu işbirliğine tanıklık etmektedir. Örneğin Hospitallerin
Üstâd-ı Âzamı, 1450 yılında, Kastellorizo’dan Rodos’a doğru yelken açan ve
bütün adanın ihtiyacını karşılayacak olan gıda ve diğer ihtiyaç maddelerini
getiren bir teknenin himaye edilmesi için bir tamim yayınlamıştı. Bu tamimden
anlaşıldığına göre nakliyat, biri Papa-Ghiorghi ve diğeri de başka bir Rum olan
ve her ikisi de Türkiye’de ikamet eden iki Rum ve iki Türk olmak üzere teknede
bulunan bu dört kişi tarafından yapılıyordu35.

[211] Faroqhi’nin kendine özgü bir toplum olarak tanımladığı deniz
levendlerinin yani deniz akıncıları veya korsanların üzerinde biraz duralım. Bu
oldukça geniş bir yapılanmaydı. Deniz akıncıları veya korsanlar aslında bu




yapının sadece merkezini teşkil ediyorlardı. Oldukça uzun seferlerin yapıldığı
yıllarda36 ihtiyaç duyulan erzakın temin edilmesi ve diğer işlerin yerine
getirilmesi için işbirliklerine gereksinim duyulan kıyıların ve adaların hemen
hemen bütün sakinleri bu geniş yapının etrafında yer alıyordu. Bu kişilerden
tüccar olanları su, gıda maddeleri, safra ve yelkenler için de kumaş satıyor; gemi
yapımında tecrübeli olanları düşmanların, rüzgarın veya bir dalganın sebep
olduğu hasarı gideriyor; aracılar da, el konulan lüks ürünleri satın alabilecek
kişilerle bağlantıları sağlıyordu37; kurye olarak da genellikle bir adadan diğerine
gidip gelen balıkçılar ve kıyılardan karanın içlerine ve kent merkezlerine yol alan
çobanlar kullanılıyordu. Faroqhi, İspanyol ve 16. yüzyılda Kuzey Afrika’ya
yerleştikten sonra sürekli karşı tarafa gidip gelen Calabrialı balıkçılardan özel
olarak bahsetmektedir38. Bütün bu kategorilere mensup insanlar ve bazı diğerleri
ister gönüllü olarak isterse de zorla olsun korsanların veya deniz akıncılarının
donanmalarının etrafında toplanarak geçimlerini sürdürüyorlardı. Bu öyle bir
toplumdu ki bir yandan temelinde İtalyanca, Rumca ve Arapça kelimelerin
bulunduğu bir genel dilin, lingua franca’nın oluşumuna katkıda bulundu ve diğer
yandan pek çok farklı grubu içine alarak kendi çok kültürlü değerler ve inançlar
sistemini yarattı ve bir noktaya kadar korsanlık ilişkilerini bir düzene soktu39.
Türbesi adada bulunan Patmoslu aziz Batnos Baba’nın mucizelerini
nakledişine bakılırsa Piri Reis’in kendisi de bu çok kültürlü ruhun tipik bir
örneğini teşkil etmektedir. Rivayete göre bu azizin cesedi Milet veya Balat
kentinde iki kez yakıldığı halde her defasında yeniden Patmos Adası’nda
bulunmuştur. Bu sebepten ötürü ne kâfirler ne de Türkler bu adada ikâmet
edenlere zarar vermeye kalkışmışlardır40.

[212] 1765 yılında Marsilyalı bir tüccarın (ki O, kaleme aldıklarını sadece
adının ve soyadının ilk harfleri olan “M.G.” ile imzalamıştır) Sultan’ın
gemilerinde çalışan Rum gemiciler olarak gördüğü levendler hakkında yazdıkları,
Levendlerin ne Hıristiyan ne de Müslüman oldukları yani her iki dine de lâkayt
bulundukları şeklinde yorumlanabilir. İşin tuhaf tarafı ise onların durumunun

Marsilyalı tüccarın aklına geminin birinde vaizlik yapan fakat Sicilya
yakınlarındaki Lampedusa Adası’nda münzevi bir hayat sürmeyi arzulayan
Avignonlu Katolik papaz Pére Clement’i getirmesidir. Marsilyalı tüccarın
kaydettiğine göre anlaşılan Tanrı onun dualarına kulak vermiş ve Pére Clement
o zamanın bu ıssız adasına yerleşmiştir. O, adanın bir kısmını keşfettikten ve
sığırlarıyla birlikte bir çobanı kendisine katılmaya davet ettikten sonra güya
Lampedusa’da bulduğu Hz. Meryem resimli (ikon) bir şapel yapmıştır. Onun
elinde ayrıca Müslüman bir evliyanın kemikleri ve cesedi de vardır ve O, bu
eşyaların yanına birer lamba ve birer leğen koymuştur. Pére Clement, Müslüman
gemilerin yaklaştığını her gördüğünde mezarın ışığını yakmaya koşar ve tam tersi
vuku bulduğunda yani her ne vakit Hıristiyan kadırgalarını görürse de
Meryem’in şapelinin ışığını yakardı. Müslümanlar ve Hıristiyanlar ve özellikle
Maltalılar ona sadaka verirlerdi. Marsilyalı tüccar, Lampedusalı bu münzevinin
son savaşta Fransız donanmasına büyük yarar sağladığını eklemesine rağmen bu
münzevinin yaşam tarzını ve davranış biçimini anlayamamış gözükmektedir.
Marsilyalı bu tüccar, Patmoslu Hıristiyan azizden saygı ile bahseden Piri
Reis’den farklı olarak, Papaz Clement’in cesedini muhafaza ettiği bu Müslüman
evliya için “pretendu” yani sahtekâr ifadesini kullanmaktadır41. Şurası kesindir ki
Marsilyalı bu tüccar, Müslüman ve Hıristiyan dünyaları arasındaki çok kültürlü
Akdeniz toplumuna mensup değildir; fakat Papaz Clement muhakkak sûrette
bu Akdeniz toplumunun bir ferdidir. Anlaşılan günümüzde bazı büyük
uluslararası havaalanlarının yolculara şapel, sinagog ve camii hizmeti sunmaları
gibi papaz Clement de aynı şekilde o dönemde gemicilere ibadet kolaylıkları
sunuyordu.

O dönemde Ege dünyasındaki kimlikler genelde sanıldığından daha az
belirgindir; düşünceler serbesttir ve itikat ile yaşam tarzları arasında bir fark
vardır.

Dipnotlar 





∗ Elizabeth A. Zachariadou, “Changing Masters in Aegean”, The Geek Islands and the Sea: Proceedings
of the First International Colloquium held at he Hellenic Institute, Royal Holloway, University of London,
21-22 September 2001, eds. J. Chrysostomides, Ch. Dendrinos, J. Harris. Camberley:
Porphyrogenitus 2004, ss. 199 – 212.
∗∗ Bu makale İngilizce aslından Kültür ve Turizm Bakanlığı Kültür ve Turizm Uzman Yardımcısı
ve Ankara Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Tarih (Ortaçağ Tarihi) Anabilim Dalı Doktora
öğrencisi Serdar Çavuşdere tarafından Türkçe’ye tercüme edilmiştir.
E-posta: serdar.cavusdere@kultur.gov.tr
1 N. OIKONOMIDES, “Ο Σεβαστος Ιωαννης Στειριονης”, Αϕιερωμα στη Μαντω
Οικονομιδου Χαρακτηρ, (Atina, 1996), ss. 209 – 214.

2 Genel olarak bkz: B.J. SLOT, Archipelagus Turbatus. Les Cyclades entre colonisation latine et occupation
ottomane, c. 1500-1718, 2 cilt (İstanbul 1982), I, ss. 35-43; N. VATIN, ‘Iles grecques? Iles
ottomanes?` Insularites ottomanes, eds. N. VATIN ve G. VEINSTEIN (Paris, 2004), ss. 71 – 89.
3 Korsanlar ve deniz akıncıları üzerine bkz: F. BRAUDEL, La Méditerranée et le monde méediterranéen
a l’époque de Philippe II, 2 cilt (Paris, 19825), I, ss. 191 – 212.
4 5 Şubat 2000’de Skilliter Centre for Ottoman Studies’de Dr. Kate Fleet tarafından düzenlenen
‘Piracy in the Ottoman Empire` üzerine bir seminerde sunduğum ‘Itinerant corsairs in the
Aegean` başlıklı makalemde bu deniz gazisi/korsan beylikler türünü analiz etmeye çalıştım. Aynı
kısımlar sunulan bu makaleden dahil edilmiştir.

5 M. KOUMANOUDI, “Για ενα κομματι γης. Η διαμαχη Σανοιδων-Γκιζη για τονησι
της Αμοργου (14ος αι.)”, Θησαυρισματα 29 (1999), 45 – 89; G. SAINT-GUILLAIN,
“Amorgos au XIVe siécle”, Byzantinische Zeitschrift 94 (2001), 62 – 189; Her iki makale de
dördüncü Haçlı Seferi’nden sonra Ege’deki duruma dair bir mülahaza içermektedir.
6 R.-J. LOENERTZ, “Menego Schiavo, esclave, corsaire, seigneur d’Ios (1296-1310)”, Studi
Veneziani 9 (1967), 315 – 38.
7 E. A. ZACHARIADOU, Trade and Crusade. Venetian Crete and the Emirates of Menteshe and Aydin
(1300-1415), Library of the Hellenic Institute of Byzantine and Post-Byzantine Studies, 11
(Venice, 1983), ss. 22-44, 41-45; AYN. MLF., “Holy War in the Aegean during the Fourteenth
Century”, Latins and Greeks in the Eastern Mediterranean after 1204, editörler: B. ARBEL, B.
HAMILTON and D. JACOBY (London, 1989), ss. 214, 217. Dönemin görgü tanıklarından
Marino Sanudo Torsello’ya göre Türkler, 1331’de, Ege topraklarından 25.000 esir ele geçirdiler: F.
KUNSTMANN, “Studien über Marino Sanudo den Aelteren”, Abhandlungen der Historischen Classe
der Königlich Bayerischen Akademie der Wissenschaften 7 (1855), 797.
8 Bu vergi için bkz: SLOT, Archipelagus Turbatus, I-II, ss. 45, 341; ZACHARIADOU, Trade and
Crusade, ss. 24, 101-102.

9 A. LUTTRELL, “The Genoese at Rhodes: 1306-1312”, Oriente e Occidente tra medioevo ed eta
moderna. Studi in onore di Geo Pistarino, ed. L. BALLETTO, Universita degli Studi di Genova, Sede
di Acqui Terme, Collana di Fontie Studi, 2 cilt (Acqui Terme, 1997), II, ss. 739-40, 742-44.
10 DUCAS, Historia Turcobyzantina (1341-1462), ed. B. GRECU (Bucarest, 1958), ss. 67-69, 73.
Ducas’ın rivayeti diğer kaynaklar tarafından da doğrulanmaktadır, AGUSTINO GIUSTINIANI,
Annali della Repubblica di Genova, ed. G. B. SPORTORNO, cilt 2 (Genoa, 1954), s. 95. Gattilusi
hakkında bkz: G. PISTARINO, “I Gattilusi di Lesbo e d’Enos, signori nell’Egeo”, Genovesi
d’Oriente, ed. G. PISTARINO (Genoa, 1990), ss. 385-420.
11 E. A. ZACHARIADOU, “Natural disasters: Moments of opportunity”, Natural Disasters in the
Ottoman Empire. Halcyon Days in Crete, III. A Semposium held in Rethymnon, 10-12 Ocak 1997, ed. E.
A. ZACHARIADOU (Rethymnon, 1999), ss. 7-11.

12 N. OIKONOMIDES, “Patronage in Palaiologan Mt Athos”, Mount Athos and Byzantine
Monasticism, Papers from the Twenty-eighth Spring Symposium of Byzantine Studies, Birmingham, Mart 1994,
eds. A. BRYER and M. CUNNIGHAM (Aldershot, 1996), ss. 99 – 111.
13 F. THIRIET, Régestes des délibérations du Sénat de Venise concernant la Romanie, c. I, (Paris, 1958), s.
127, no. 507.
14 LAURENTIUS DE MONACIS, Chronicon de Rebus Venetis, ed. F. I. CORNELIUS, (Venedik,
1958) ss. 116 – 17; DUCAS, s. 123; E. TRAPP et al. eds., Prosopographisches Lexikon der
Palaiologenzeit, fask. 10 (Viyana, 1990), s. 165, no. 24, 730 (Salagioso di Nero).






15 SLOT, Archipelagus Turbatus, I, ss. 71 – 87.
16 Yunan sularındaki korsanlığın tarihi üzerine bkz. A. KRANTONELLI, Ιςτορια της
πειρατειας στους πρωτους αιωνες της τουρκοκρατιας, 1390-1538 (Atina 1985); EADEM,
Ιςτορια της πειρατειας στους μεσους αιωνες της τουρκοκρατιας, 1538-1699 (Atina,
1991); EADEM, Ελληνικη πειρατεια και κοιρσος τον ΙΗ’αιωνα και μεχρι την
ελληνικη επανασταση (Atina, 1998); yazar, kendi fikrine göre Ege’de Türkler’in ortaya çıktığı
1390 ile 1821 tarihleri arasında gerçekleşen korsanlık faaliyetlerine dair etkileyici miktarda
materyale değinmiştir.

17 MARINOS TZANES BOUNIALES, Ο Κρητικος Πολεμος, eds. S. ALEXIOU ve M.
APOSKITE (Atina, 1995), ss. 421 – 22; SLOT, Archipelagus Turbatus, I, ss. 163 – 170; V.
TCHENTSOVA, “Le coup d’Etat constantinopolitain de 1651 d’aprés la lettre d’un métropolite
grec au tsar russe Alexis Michailovich”, Turcica 32 (2000), 403 – 404, 414.
18 A. E. VACALOPOULOS, “The Flight of the Inhabitants of Greece to the Aegean Islands,
Crete and Mane during the Turkish Invasions (Fourteenth and Fifteenth Centuries)”, Charanis
Studies: Essays in Honor of Peter Charanis, ed. A. E. LAIOU-THOMADAKIS (New Brunswick, N.
J., 1980), ss. 272 – 83.
19 S. VRYONIS, “Local Institutions in the Greek Islands and Elements of Byzantine Continuity
During Ottoman Rule”, Annuaire de l’Université de Sofia “St. Kliment Ohridski”, Centre de Resherches
Slavo-Byzantines “Ivan Dujcev” 83 (1989), ss. 85 – 144. Akdeniz’de yaşamaya devam eden Rodos
Deniz Hukuku’na dair bkz. A. L. UDOVITCH, “An Eleventh Century Islam Treatise on the Law
of the Sea”, Annales Islamologiques 27 (1993), ss. 37 – 54.

20 E. A. ZACHARIADOU, “The Sandjak of Naxos in 1461”, Festgabe on Josef Matuz, Osmanistik-
Turkologie-Diplomatik, eds. CH. FRAGNER ve K. SCHWARZ, Islamkundlische Untersuchungen,
150 (Berlin, 1992), ss. 339 – 42. Bu fırsatı bana sundukları ve harc (harçlık) şeklinde ifade ettiğim
yanlışımı haraç (baş vergisi) olarak düzelttikleri için Prof. M. Köchbach’a teşekkür ederim: Wiener
Zeitschrift für die Kunde des Morgenlandes 88 (1998), s. 405.
21 Ben, Yunan yazar Alexandros Papadiamantis’in (1911) Οι εμποροι των εθνων isimli
romanında kullandığı “μοναχικη πολιτεια” ifadesini tercüme ettim.
22 ZACHARIADOU, “The Sandjak of Naxos”, ss. 340, 342; E. A. ZACHARIADOU, “Monks
and Sailors under the Ottoman Sultans”, The Ottomans and the Sea, ed. K. FLEET (= Oriente
Moderno 20 [LXXXI], n. s., [2001]), ss. 139 – 147.
23 SLOT, Archipelagus Turbatus, I, s. 32.
24 Telos Adası için CH. M. KOUTELAKIS bir teşebbüste bulunmuştur: Αγ Παντελεημονας
Τηλον, (Telos, 1995).
25 S. ASDRACHAS,”Faits économiques et choix culturels: a propos du commerce de livres entre
Venise et la Méditerranée Orientale au XVIIIe siécle”, Studi Veneziani 13 (1971), ss. 587 – 621.
26 Bkz., örneğin, M. CHATZIDAKES ed., Βυζαντινη Τεχνη στην Ελλαδα. Ναξος (Atina,
1989). Naksos’da resim sanatının asla kesintiye uğramaması dikkate değerdir; adanın
hâkimiyetinin Bizans’tan Latinlerin eline geçtiği 13. yüzyılda bile bazı şapellerde yeni freskler
resmedilmiştir.

27 ZACHARIADOU, “Holy War in the Aegean during the Fourteenth Century”, ss. 216 – 17;
Ayrıca H. İNALCIK, “Gelibolu”, Encyclopaedia of Islam (Leiden, 2. bsk.).
28 DUCAS, ss. 419 – 421; İ. H. UZUNÇARŞILI, “Rodos Şövalyeleri hakkında Antalya Valisi
Sultan Korkud’a gönderilmiş bir mektub”, Belleten 18 (1954), s. 354.
29 D. PHILLIPPIDES ve G. KONSTANTAS, Γεωγραϕια Νεωτερικη, ed. A.
KOUMARIANOU (Atina, 1998), ss. 222 – 23.

30 N. VATIN, L’Ordre de Saint-Jean-de-Jérusalem, I’Empire ottoman et la Méditerranée orientale entre les
deux siéges de Rhodes, 1480-1522 (Louvain-Paris, 1994), ss. 113 – 114. Athonite keşişler Sultan
Orhan Bey zamanından beri kendilerine saygıda kusur etmeyen Türklere karşı nazik ve
yardımsever idiler; bkz: E. A. ZACHARIADOU, “A safe and holy mountain: Early Ottoman
Athos”, Mount Athos and Byzantine Monasticism, eds. BRYER and CUNNINGHAM, S. 127.
31 Levendler hakkında bkz: M. CEZAR, “Osmanlı tarihinde levendler (İstanbul, 1965). Levend,
Osmanlı İmparatorluğu haricindekiler için kullanılması muğlak olan bir terimdir. Okuyucu
aşağıda, s. 212’de şöyle bir ifadeye rastlayacaktır: Bir Fransız tüccara göre Levendler, Osmanlı
donanmasında çalışan Rum gemicilerdi. Rum gemiciler hakkında bkz: B. SFYROERAS, Τα
Ελληνικα Πληρϖματα του Τουρκικοι Στολου (Atina, 1968), ve IDEM, “Οι αζαπηδες
τϖν μεσαιωνικϖν κειμενων”, Επετηρις Εταιρειας Βυζαντινων Σπουδωι, 39-40 (1972-
73), ss. 621 – 29.
32 S. FAROQHI, Subjects of the Sultan. Culture and Daily Life in the Ottoman Empire, (London-New
York, 2000) ss. 91 – 92.

33 W. GOODELL, The old and the new or changes of thirty years in the East with some allusions to Oriantal
customs, (New York, 1853), ss. 29 – 31.
34 A. GALLOTTA, “Le Gazavat di Hayreddin Barbarossa”, Studi Magrebini 3 (1970), ss. 139 –
143. Ayrıca N. VATIN, “A propos de la captivité a Rhodes d’Oruç Re’is dans les Gazavat-i
Hayrü-d-din Paşa”, Turcica et Islamica. Studi in memoria di Aldo Gallotta, ed. U. MARAZZI, cilt 2
(Napoli, 2003), ss. 995 – 1011.
35 Z. N. TSIRPANLES, Ανεκδοτα Εγγραϕα για τη Ροδο και τις Νοτιες Σποραδες στο
Αρχειο των Ιωαννιτων Ιπποτων, 1421-1453 (Rodos, 1995), ss. 545 – 46, no. 214; Ayrıca F. M.
EMECEN, “Some notes on defters of the Kaptan Pasha Eyaleti” The Kapudan Pasha, his Office and
his Domain, Halcyon Days in Crete, IV. A Symposium held in Rethymnon, 7-9 Ocak 2000, ed. E. A.
ZACHARIADOU (Rethymnon, 2002), s. 257.

36 Doğu Akdeniz’deki mesafeler ve süreler için bkz: A. UDOVITCH, “Time, the Sea and Society:
Duration of Commercial Voyages on the Southern Shores of the Mediterranean During the High
Middle Ages”, La Navigazione Mediterranea nell’alto medioevo, Settimane di studio del Centro Italiano di
Studi sull’alto Medioevo, XXV. 14-20 Nisan 1977, 2 cilt (Spoleto, 1978), II, ss. 510 – 512; J.
KODER, “Νησιωτικη επικοινωνια στο Αιγαιο κατα τον οψιμο μεσαιωνα”, Πρακτικα
τον Β’ Συμποσιον “Η Επικοινωνια στο Βυζαντιο”, Ed. N. G. MOSCHONAS (Atina,
1993), ss. 445 – 455.
37 Korsanların, Hospitallerin yüksek dereceli memuru Fantino Quirini’ye önemli miktarda biber,
sabun ve şeker sattıkları 1438 tarihli vaka için bkz: TSIRPANLES, Ανεκδοτα Εγγραϕα, ss. 338
– 39, no. 85.
38 FAROQHI, Subjects of the Sultan, s. 92.
39 VRYONIS, “Local Institutions in the Greek Islands”, s. 127.
40 N. VATIN and G. VEINSTEIN, “Trois documents signés du Şehzade Mustafa b. Süleyman
conservés au monastére de Patmos”, Συμμεικτα 12 (1998), ss. 268 – 269.

41 Lettres de Milady Marie Wortley Montagüe écrites pendant ses voyages en Europe, en Asie et en Afrique …
traduit de l’Anglois, cilt: I-II (Rotterdam, 1764); cilt: III, Lettres de Miladi Marie Wortley Montagüe écrites
pendant ses voyages en diverses parties du Monde traduites de l’Anglois. Troisiéme partie pour servir de
Supplement aux deux premieres … par M. G. de Marseille (“Négociant a Marseille”, s. 83) (Rotterdam,
1768), ss. 59, 121 – 26, Journal Encyclopédique (Kasım 1765): Reference a la lettre XXVIe de Milady
(Worthley Montague).














Hiç yorum yok: