3 Ekim 2012 Çarşamba

Milliyetçilik ve Ortadoğu’da Darbeler- Anti-Amerikan Kim'likler -Yeni Dünya Düzmek ve 11 Eylül -Amerikan siyaseti İslamcı mı? -Metin Boşnak


Milliyetçilik ve Ortadoğu’da Darbeler

Milliyetçilik, Osmanlı Devletinin son asrında Batı’nın desteklediği bir akım oldu. Osmanlı Devleti içindeki farklı etnik topluluklar bazen dinleri, bazen tarihsel mirasları kullanılarak Osmanlı aleyhinde harekete geçirildi. Fransa teorik altyapı ve hazırlarken, özellikle İngiltere lojistik destek sağladı. Önce gayr-ı Müslim topluluklar, sonra da Müslüman topluluklar Osmanlı’dan koptular.
Birer birer “bağımsızlaşan” ülkeler, aslında sadece Osmanlı’dan bağlarını koparmışlardı. Çünkü yapılan Ortadoğu paylaşım planlarında, hem Ortadoğu parça parça yeniden şekillendirildi hem de bu ülkelerin kaynaklarına Batılı ülkeler el koydular. Artık “müstakil” yeni Ortadoğu “devletleri” vardı. Osmanlı’ya karşı kışkırtılan ülkelerin milliyetçilikleri, Baasçılıkları aslında Osmanlı’yı geçmişte bir sömürge güç olarak göstermek suretiyle bu ülkeleri sömürme üzerine kuruluydu. Nitekim planlar tuttu da.
Bu planlar 1950’lerde, petrolün dünyaca ihtiyaç duyulan bir enerji kaynağı olmasıyla huzursuzluk yaratmaya başladı. Milliyetçilik akımları zararlı olmaya başlamıştı. Batılıların elindeki kaynaklarını devletleştirmek istiyorlardı. Osmanlı’ya karşı kışkırtılan milliyetçilikler, yavaş yavaş bizzat sömürgeyi yasallaştıran Batı’lı ülkelere dönmeye başlayınca milliyetçilik önüne set çekmeler başladı.
Bu dönem aynı zamanda Osmanlıya karşı tavır alan ülkelerin, Osmanlı’nın devamı olan Türk Bağımsızlık Savaşı’nı kendilerine örnek aldığı dönem de oldu.  Darbelerin olmaya başladığı dönem de bu evrime tekabül etmektedir.
Müslüman halklardaki bu dönüşümü iyi tahlil etmek lazımdır. Batılı ülkeler, psikolojik olarak iğdiş ettikleri, tarihlerini yeniden yazdıkları toplumları iliklerine kadar, önce Osmanlı Devletine karşı, sonra da kendi lehlerine sömürdüler. Bu ülkeler arasında, Irak, Suriye, Lübnan, Filistin, Körfezin cetvel haritalı ülkeleri, Suudi Arabistan, Mısır ve İran, sonraları, Fas, Tunus, Libya, Cezayir vardı. Bu ülkelerdeki “kamulaştırma” türü millileştirmenin anlamı, kolonileştirmenin kendisine karşı olan bir başkaldırı olarak milletlere moral kaynağı da olmuştu. Yani Milliyetçilik Batı'nın kendi yarattığı Frankeştayn’ı olmuştu.
O halde darbelerle bunun önüne geçilmeliydi.
Özellikle Irak gibi ülkelerdeki kamulaştırmalara karşı olarak bizzat CIA’nin örgütleyip, parasal ve insan desteğiyle ilk aşikâr darbe yaptırıldı. İran’da Başkan Musaddık’ın 1953’te devrilip yerine Şah’ın gelmesi böyle bir millileştirmeye karşı yapıldı. Petrol kaynaklarının kontrol ve sömürüsünü bırakmak istemeyen, dolayısıyla, dönem dönem dini hassasiyetleri milli olanlara karşı,  hem iç savaş hem de darbe amaçlı kullanan çok uluslu Mobil, BP, Shell vb. çok uluslu şirketler vardı. “Operasyon Ajax” amacına ulaşınca, Musaddık yerine Şah gelmişti ve ondan isteklerini koparmışlardı Batılı şirket ve devletler.
Saddam’ın başarısız ve başarılı olan darbe girişimlerinde de etken olan aynı unsurlardı zaten.  Musaddık yerine Roma’da kaldığı yerden İran’a getirilip tahta oturtulan Şah’ın benzerini ise bugün Afganistan’daki kayyum lider Karzai, Mısır’da hep “demokrasi” rekorları kıran bugünkü lider Hüsnü Mübarek, en güzel örneğini sergilemektedir. Seçimle gelen diktatörlükler ve Hanedanlar daha bir istikrarlı idi bölgede!
İsrail’le ilk anlaşma zemini kuran, ziyaret eden Arap, Nobel Barış ödülü alan ve sonraki yıl da suikasta kurban giden Enver Sedat ve benzerleri de bu hesapların kurbanı oldu. (İsrail bu tasnif dışındadır tabii ki! İnsan haklarına “saygılı” ve “demokratik” bir devlet olması bunda esastır.
İngiltere’nin “ışık” getirdiği, Amerika’nın darbe süreçlerini resmen gelenek haline getirdiği Ortadoğu’da her darbe ile gelen “açılımların” arkasında olan bazen “komünistlere karşı” takviye edilen, bazen de “liberalizm” ya da küreselleşme önünde engel olunca, tepelenmesi gereken bir milliyetçilik. 
Amerika veya Avrupa’da, hassaten İngiltere'de, daha hassaten İsrail'de hakikaten millet ve milliyet nedir? 
Liberallere sormak lazım…
Anti-Amerikan Kim'likler 

  • PDF
1970’li yıllarda Amerika’ya karşı siyasal olmayan, Amerika içinde olduğu kadar dışında da yankı bulan sivil tepki belki de yine Amerikalı birinden geldi. İki kimliğin birden diklenmesi böylece oldu: Afrikalı ve Müslüman.
Bu yıllarda Muhammed Ali Clay, İslam dünyasının tamamında ve özellikle Türkiye’de tüm tarihi ve haldeki ezikliğin bir Müslüman “kahraman” şahsında zafere şahlanışını simgeledi. O sporcu olsa da, bir sporcudan öte misyon yüklenmiş, güce ve cesarete dönüşüp bir insanda tezahür eden mücahit varlığının toplamını ifade ediyordu.
Şuur altında Firavun’un sarayında büyüyen Hz. Musa figürü canlandı. Her ne kadar Hz. Musa, Kuran’da peygamber ve Tevrat’ta Yahudilerin “kurtarıcı” lideri olarak anılsa da, Amerika Mısır imajını devralmıştı. Ve mazlum ve “sürgündekilerin” zulüm ve sürgünden kurtarması için bir lider ihtiyacı vardı. Muhammed Ali ve onu hazırlayan etkenler devreye girdi.
Siyahi İslamcılık
Elijah Muhammet ile başlayan “siyahî İslamcılık” WASP’a karşı gelişen, beyaz olan her şeyi şer gören ve İslam’daki ırkçılık karşıtı motifleri ileri sürerek, onları beyazlara direniş maksadıyla zikreden bir yapıdaydı. Hıristiyanlıktaki İsa ikonalarında var olan renkli gözlü, sarışın uzun saçlı, beyaz tenli İsa temsillerine tepki geliştiriyordu. Beyazların “tanrı ve tanrının oğlu“diye algıladığı İsa, elbette ki siyahları hakir görmek anlamına geliyordu. İsa’yı siyahî bir figür olarak ikonalara yansıtma faaliyetleri olmuştu. Bu ikonlarda İsa kıvırcık, siyah saçlı ve siyahî bir Afrikalı olarak yer aldı. İsa Ortadoğu havzasında doğmuş, büyümüştü. Normalde esmer olması gerekiyordu, ama siyahî değildi.
Önceleri İsa’nın sözlerinden yola çıkarak, şefkat, merhamet, sevgi ve hak-hukuk beklediler beyazlardan. Olmadı. Beyazların siyahları Hıristiyanlaştırmakta kullandıkları İsa’nın sözleri günlük hayatta anlamsız kalıyordu. Dahası, İsa’nın her sözü mutlulukları bir sonraki“Krallık” dönemine erteliyor, adalet adına yaptırımlar yerine nasihat olarak ifade ediyordu. Marks’ın “din afyondur” sözünü doğrulatırcasına siyahlara tahammül etmekten başka yol görünmüyordu. Siyahların dünyada çektikleri ıstırabın fazilete dönüşmesi temasını içselleştirmeleri gerekiyordu. Elijah Muhammet beyazlara olan nefreti, İslam’ın adaletçi mantığına referanslar yaparak siyahî İslamcılık kimliğini oluşturdu.
Siyahî İslamcılık İsa’yı tam siyahî yapamayacağını anlamış, Hz. Muhammed’in siyahî olan Bilal Habeşi’yi Müslümanların ilk müezzini yaptığını öğrenmişti. İslam’da zaten beyaz-siyah ve kabile asabiyeti mantığı yoktu. Hz. Muhammed’in yapılan bir resmi ve ikonası da olmadığı için ırkî temsil durumu da yoktu. Kureyş Kabilesini de bağlayan “takva” kavramı en üstün kimlik olarak ifade ediliyordu. Ve Veda Haccı Hutbesinde Hz. Muhammed bunu da açık ve net olarak ifade etmişti.
Dolayısıyla, siyahî İslamcılık için yeni bir din ve o dinin “tanrının oğlu” değil insan ve peygamber olan Hz. Peygamber ideal bir lider olmaya başladı. Renklerin üstünde, hayatın bizzat içinde, farklı rollerinin hepsinde en üst ahlak, adalet ve fazileti göstermiş, daha risaleti öncesinde müşriklerin ve hasımlarının bile “emin” gördüğü bir insan-peygamberle tanışmışlardı. Küçük yaşlarda öksüz ve yetim kalmış; davasından, “güneşi sağ eline, ayı sol eline” verseler vazgeçmeyen; ilk vahyi aldığında o endişeli halini bizzat Allah’ı kayda aldığı, hicret esnasında öldürülme tehditlerine bir mağarada gizlenerek aşan; örümcek ve kuşun yardımıyla başaran, yani tanrısal olmayan, çocuklara ve zayıf ve düşkünlere karşı şefkatin son raddesinde; düşmanlara dahi “aman” hakkı tanıyan; öte yandan, gerekli olan zamanda savaşmaktan çekinmeyen bir Peygamber insanı renklerinin ötesinde içselleştirmeye başlamışlardı.  Siyahî İslam zamanla böyle evirildi.
1960’larda birazcık olsun rahatlayan siyahî kimlik yeni eğitimli kitlelerle 1970’li yıllarda bir yandan akademi ve TV’ye; bir yandan Kökler: Amerikalı Bir Ailenin Hikâyesi adlı kitabıyla siyahîlere tarihçelerini aktaran Alex Haley ile vicdanlara akmaya başladı. Haley aynı zamanda Malcolm X Otobiyografisi’nin ortak yazarıydı. Onları “Siyah Uyanış” tarzında yazılan nice kitap izledi. Siyah Uyanışın siyasi kahramanı suikasta kurban gitmiş, ama uyanış başka alanlara sıçramıştı. Siyahların beyazlara direnme, “beyaz adamın” dinine de direnme amacıyla başlayan süreç, İslam’ın sırf beyaz olduğu için beyazları şer görmediği anlayışının yerleşmesiyle evirilmeye başlamıştı.
Sahurda uyanırcasına insanların yataklarından kalkıp çocuklarına onun maçlarını izlettiği, ya da radyolardan dinlettiği ve her Muhammet Ali kroşesinde, “kelebek gibi dans eder, arı gibi sokarken” coştuğu yıllardı. Muhammet Ali’nin şahsında tam da tanımlanamayan bir şeye psikolojik baş kaldırı oldu.
Muhammed Ali Amerikalıydı. Ayrıca siyahîydi ve Müslüman’dı. Onun şahsında Müslüman şuurunda güç ve İslam’la özdeşleştirilen iman gücü de şaha kalkıyordu. Bu anlamda Muhammed Ali, 1905’den beri Hıristiyan olmayan ve kendine yakın gördüğü bir devletin Batılı olmadan ve geleneksel değerlerine bağlı kalarak muvaffak olduğu başarının bir başka türlü tecellisini ifade ediyordu.
Yeşil Devrim
Öte yandan İran “bağımsızlığını” 1 Nisan 1979’da Humeyni’nin önderliğinde gerçekleştirilen halk hareketi ile “Batı menfaatlerinin” özellikle Amerikan menfaatlerinin“our guy”ı konumunda bekçisi olan Şah Rıza Pehlevi’nin alaşağı edilmesi geldi. İki yüzyıldır gerileme, parçalanma, istimlâk ve paylaşıma maruz kalan İslam âleminde ve özellikle de Ortadoğu’da adı İslam’la anılan bir cumhuriyeti müjdeleme şeklinde yansıyordu bu “Anti-Amerikan” vaka: İran İslam Cumhuriyeti. 
İşin ilginç tarafı, İslam âlemindeki çoğunluğun aksine, İran Şii geleneğin beşiği ve membaı olmuştu. Sünni gelenekteki, “Ulul Emr” kavramı Şii geleneğinin özüne aykırı idi zaten. En azından bu kavram devlet işleri açısından geçerli değildi; dini otorite için itaat ise, iktiza ediyordu. Dahası, Şah Amerika’nın “our guy”ı iken, daha önce hem Türklere hem de Araplara, özellikle de Hıristiyan Araplara “millet” kavramını, ümmetten ayrı olarak öğreten Fransa’da koruma altında yaşamıştı.
Fransızların siyasi himayesinde İran’da oluşan fay hatlarını tetiklemeyi başaran Ayetullah Humeyni, Amerika’nın 1963 yılında “Beyaz Devrim” adıyla Şah’a uygulatmak istediği prensiplerin karşısında olmuştu. O yıllardan itibaren de buna karşı mücadele etmişti. Bazen ülkesi içinde baskı ve sürgün hayatı yaşamış, olmayınca Türkiye ve Irak dâhil bazı ülkelere iltica ve geçici iltica girişimlerinde bulunmuş, en sonunda Paris’te İranlı muhaliflerin yoğun olduğu bir yerde ikamet etmeye başlamıştı. Humeyni ile başlayan devrim, siyasi olarak hem anti-İsrail ve anti-Amerikan hem de anti-komünist nitelikle çıkmıştı; ama asıl mesele iktisadi müstemlekeciliğe karşı dini bir zırhın giydirilmesi oldu.
Humeyni’nin Fransa’dan dönüşünden kısa bir süre sonra gerçekleşen Yeşil Devrim, İslam âleminde, İran’ın Şii geleneğine rağmen, gizli-açık sevince yol açmış ve bir anlamda İslam’ın anti-Batı, anti-Amerikan ve hatta daha özelde anti-Anglo-Amerikan yüzünü oraya çıkarmıştı.Yeryüzünde artık bir devlet İslam’la beraber anılıyordu, Batı’ya başkaldırmıştı, bunu kendi ordusu ve halkıyla yapmıştı ve başarılı olmuştu. Belki kontrollü belki de kontrol dışı olarak oluşan algılar böyle yönetildi.
Yeşil Devrim, Beyaz Devrim’e galebe çalarken, aslında Fransa nezdinde, Avrupa ve Amerika çıkarlarının çatışma alanı da oluyordu.  İşin daha da ilginç yanı, Osmanlı sonrasında müstemleke olan Ortadoğu Ülkelerinin dikkati Amerika’nın ideolojik aygıtlarının yaptığı “Yeşil Kuşak” hattında gerçekleşiyordu. Bu kuşağın teşkilindeki amaç Rusya ve Komünist ideolojinin yayılmasına set çekmekti. Enerji kaynaklarının SSCB etkisine girmesi engellenmeliydi. Yani İslamcılık, İslami bir yaşam tarzını esas almaktan çok anti-komünist olmak rotasına yerleşti. Öte yandan, İran’daki durum anti-Amerikan bir eksene oturdu.
Rusya etkisinin, Suriye gibi bazı ülkeler haricinde İslam ülkesinde çok az etki yapması, yine Kapitalist öğretilerinin hem kendi zulmünü unutturmak için dikkat yanıltması hem de komünist ideolojiyle özdeşleştirilen ateizm ve dikta unsurları oldu. Sanki bu ülkeler demokrasiydi, sanki Batılı ülkeler buralardan görüntü olarak çekilirken yerlerine demokrat liderler ikame etmişlerdi, sanki aslında kapitalizmin de çıkışında materyalizm yoktu. Ve hatta sanki Bolşevik Devrimine büyük bir mali katkı Kapitalistlerden gelmemişti.   
Suudlar 1987 yılında Mekke’ye hac amacıyla gelen İranlıların devrim ihracı ve liderlik çabalarını görünce iktidarlarının korkusuna kapıldı. Kutsal beldedeki İranlı hacılar ve Suud polisi arasındaki çatışmalarda çok sayıda insan ölmüştü. Vahhabi diktasına yönelik endişelerle, Türkiye laik rejime İran’ın devrim ihracıyla oluşacak tehditten endişelerle uğraşırken, İslam’ı devlet ideolojisine dönüştüren İran, mollalarla sistemli bir tarih ve Şii fıkhı yazma hareketine giriştiler. Öte yandan, Libya gibi bazı ülkelerde, sosyalizmin İslam’daki sosyal adalet kavramını güya tevhit eden Yeşil Kitap doktrini çıkmıştı. Yeşillenmişti Müslüman coğrafya.  
Göçebe bir Berberi ailesine mensuptu Kaddafi. Babası ve amcası sömürgeciliğe karşı mücadeleden dolayı uzun süre hapiste kalmışlardı. Kaddafi, öğrencilik yıllarından itibaren siyasetle uğraşmış, 1969 Eylülünde “Özgür Subaylar Hareketi” adlı gizli örgütle birlikte askerî bir darbe sonucu kral İdris’in tahttan indirilmesinde büyük rol oynamıştı. Darbeden hemen sonra Albay rütbesi ile Libya Silahlı Kuvvetler Komutanlığı Devrim Komuta Konseyi başkanlığına getirildi.
Kaddafi devrimden sonra ülkesinde Sosyalist bir rejim uygulamaya başladı. Dış politikada Arap ırkçılığına dayalı Batı karşıtı bir rejimi benimsedi. İngiltere ve ABD’nin Libya’daki üslerini 1970’te kapattı. 1973’te Kültür Devrimi olarak nitelendirdiği bir hareket başlattı. Toplumsal ve siyasi hayatın bütün alanlarında yeni bir örgütlenmeye gidildi. 1977’de ülkenin resmi adı “Libya Arap Halk Cemâhiriyesi” olarak değiştirildi.
İsrail ile barış görüşmelerine karşı çıkarak, Ret Cephesi diye bilinen sertlik yanlısı ülkelerle işbirliği yaptı. Diğer taraftan komşu ülkelerin iç işlerine karışarak, bazı müdahalelerde bulundu. Dünyanın çeşitli yerlerindeki şiddet yanlısı örgütlere destek sağladığını öne süren Reagan başkanlığındaki ABD yönetiminin baş hedeflerinden biri oldu. Halep, Libya Devlet Başkanlığını sürdüren Kaddafi’nin Yeşil Kitap adıyla bilinen eseri 1975 yılında basılsa da bu dönemde şöhret kazandı.
Bu anlamda bakılınca Yeşil Kitap İslam’ı sosyalizmle uyuşan bir mantığa sahipti. Etkisi sınırlı olsa da Türkiye’ye yapılan İran ve Mısır Kaynaklı bazı eserlerin arasında, kulaklarda sedası hoş akseden bir “bedevi” doktrini olarak kaldı. Hâlbuki Kaddafi de Türkiye’yi iyi tanımış ve Osmanlıyı sevmese de onun genetik devamı olan Türkiye Cumhuriyetinin tarihini de incelemişti. Mustafa Kemal’in bazı yaklaşımlarını kendi ülkesinde uygulama yönünde harekete geçen Kaddafi, bu hatıralarının canlılığını bir ara ortaya koydu. Ecevit-Erbakan hükümeti zamanında 1974 yılında gerçekleşen Kıbrıs çıkarması sırasında Amerika’nın Türkiye’ye ABD’nin öncülük ettiği ambargoyu delme cüreti gösterip petrol de göndermişti.
Nedense o dönemde İsrail’e karşı bir araya gelip işgali engellemeyi beceremeyen ve İsrail’in (ilk savaşlarında) Fransızların desteği ve uçaklarıyla gerçekleştirdiği işbirliği ve galibiyeti gösteremeyen Arap ülkeleri, genel olarak Osmanlı kompleksi etkisiyle suskun kalmıştı.  Bunun bir sebebi, İsrail’i resmi olarak tanıyan ilk bölge ülkesi olarak Türkiye olması yanında, okutulan ve yayılan Osmanlı aleyhtarı milli kimlik oluşturma propagandalı doğrultusundaki en az iki nesil süren girişimlerdi. Başarılı da olmuşlardı.  
Sovyet Mirası
İngilizler, bu dönemlerde Kıbrıs’ta garantör devlet olmasının getirdiği statüyle Türkiye’ye hem kızgın hem de önce Pakistan’ın Hindistan’dan, sonra Bangladeş’in Pakistan’dan ayrılması “problemleri” ile uğraşıyor, bir yandan elinden kaçırdığı, bağımsızlıklarını 1940'lardan itibaren kazanmaya başlayan ülkelerin, diğerleri için teşkil ettiği kötü örneğin etkilerini azaltmaya çalışıyor; öte yandan, bölgedeki çıkarlarını İsrail ile birleştirerek götürmeye çalışıyordu. Yahudiler hem Almanya’yı tarihten bir süre uzaklaştırma ve hem de tarihsel yüklerden kurtulma amacıyla desteklenmeliydi. Ve bu süreci İngiltere yönetti.  
Öte yandan, Varşova Paktının lideri olan Rusya artık, hem işgallerinin hem de işgal sonrası faturaların artması ile kaldıramadığı bir stratejik ve finansman yükünün altında beyaz bayrak sallandırıyordu. 1950’lerdeki Küba Krizi gibi ciddi ideolojik krizlerdeki sıkıntılardan rağmen Rusya’nın BM’de etkin bir veto hakkı olan ülke olması, 1960’lardaki uzay çalışmalarında Rusların öne geçmesi, uzaya ilk aracı göndermeleri SSBC halklarında, Stalin döneminden kalan bazı travmaları hafifletmiş gibi bir görüntü ve gurur okşama etkisi yaratmış, Kapitalist sistem ise teknoloji casusluğu dâhil her yolu kullanarak, Rusya’nın yeni vitrininin neonlarını söndürmüşlerdi. 
Amerika bir yandan, Rusya ile ittifaka girmesini engellemek ve SSCB'ni yalnız bırakmak için Çin ile “avantajlı ticaret ortaklığı” anlaşması yapmış, Vietnam sendromunun etkilerini atmaya çalışmış; öte yandan, Molotov’un “dolar emperyalizmi" dediği Marshall yardım planının etkilerini kendine avantaj olarak dönüşecek şekilde, Japonya ve Almanya’dan devşirmeye başlamıştı. Rusların Macaristan’da vs. yaptığının aksine ABD, paylaşım alanlarına hemen tank göndermek yerine “soft power” kullanarak ve akabinde uydulaştırmak şeklinde kontrol alanları oluşturmuş, denizaşırı gemilerin inşasına kendi içinde ülkeyi baştanbaşa saran karayolları ağıyla hemen hemen eş zamanlı başlamıştı.
Ayrıca bölgenin eski amiri Osmanlının devamı Türkiye ve ortak Ortodoks temellerin Rusya’da ki muhtemel etkilerini engellemek için de Yunanistan unutulmamıştı. Truman doktrini bu anlamda, Rusya’ya karşı nüfuz kalkanı oluşturmak için Türkiye ve Yunanistan’a verilen muhafızlık ve muhaberat ücretleriydi. Bu anlamda SSCB işgali endişesini de bir nebze öteleyen anlaşmaydı. Soğuk Savaş sonlarına kadar da önemini korudu. Yani anti-komünist korkular üzerinden kapitalizm sevgisi kimliğe dönüştürüldü.
1990 yılında artık, Komünist Blok tehlikesi yıkılan Berlin Duvarının altında kalmıştı. Kapitalizmin en ironik zafer kutlaması ise, Berlin Duvarından parça parça koparılan asbestli parçaların, albenili paketler içinde Amerikan mağazalarında satışa sunulması oldu. Bunun yanı sıra, yine özellikle Amerika’da raflarda boy gösteren Kızıl Ordu’dan kalma üniformalar, rütbeler, mataralar, çakmaklar, bereler, süngüler de vardı. Onları kapitalizmin fallik gücünü, tarihsel iktidar mücadelesinde, mücadeleyi tahakküme dönüştüren bir göstergeye dönüşüverdi. Amerikan kimliği kazanmıştı. Bu da içerde yoksulluk sınırı altında yaşayan
Amaç Berlin Duvarı veya Kızıl Ordu’nun teçhizatlarını, hatıra değerleri için alıp evlerin bir köşesinde sergilemek değil, zafer sarhoşluğunun, mağlubun neyi varsa talan etmek üzerine kurulu bir sivil ganimetçilik mantığının sosyo-psikolojik yansıması idi. Yine aynı süre içinde Moskova’da açılan ilk McDonalds’ın önünde iki saat kuyrukta bekleyerek “fast” olarak “food” yiyen Rus halkı, tüketime olan susamışlıklarını da Amerikan kolası ile gidermeye başlamıştı. Putin’in kefirle meşhur olması bu süreci yavaşlatmadı.
Orwell’in Animal Farm adlı eseri tarihsel bir hüviyet kazanmıştı.  Big Brother hala vardı, ama rejim değişikliği ve boşluğu ve mafyanın maharetleri ile bir kısım insanlar Rusların “Hacı Murat”ı olan Jigüli arabaların yanında Almanya da Romanya gibi ülkelerden giren yeni otomobil hatta ciplerle tanışmaya başladılar. Banka hesapları erise de, artık raflarda eski Rusya dönemi mallarından başka eşya ve yiyecekler de vardı. Uydu ve internet teknolojileri onlara gitgide yeni yeni ufuklar açmış, en azından devletin TV'sinde gördükleri âlemden farklı âlemler olduğunu da fark etmişler ve öykünmüşlerdi. Ancak bu su sefer de gözler doymuş, cepler tamamen boşalmıştı. Vitrinlere yenilerde giren mallar, belki Doğu Almanya’dakiler hariç herkesin bütçesini aşarken, SSCB çoktan iflas bayrağını çekmişti.
Bu açıdan bakılınca, Osmanlı son dönemi entelektüellerinin şaşkınlıkları ve kör hayranlıklarını Rus entelijensiyasında da görmek mümkündür. Halk kütleleri olanları anlamaya çalışırken birden sistemin boşluk anaforunu özgürlük ve demokrasi olarak algıladı. Hâlbuki gelişen sadece tüketim mekanizmaları olmuştu.
Doğu Berlin’de kamyon kamyon ücretsiz dağıtılan ve CNN’de naklen aktarılan muzların arkasından gelecek diğer kapitalist nimetlerin tadını, ellerindeki rubleleri, Alman markına birebir tevil etmek suretiyle, hatta başkalarının rublesini daha ucuz oranlar ödeyerek alanlar SSCB sonrası bu ülkelerdeki diğer bir sermaye yapılanmasının örneklerini veriyorlardı. Bazı yerlerde, ticareti öğrenme aşamasında, “elimdeki çivileri bugün satarsam yarın ne yapayım” diye belli küçük miktarlarda satmakta inatlı bir prensip oluşturan yeni naif kapitalistler, bazı yerlerde de dönüşümün gerekçe ve gidişatını iyi kavrayan ve hatta eski düşman kardeş Batı Almanya’ya ufak Doğu Alman kazıkları atma becerisine ulaştılar.
Aslında daha sonradan Elveda Lenin filminde kendini bulan bir anlayışla, Kapitalizme sadece sınırlar ötesinde değil, sınırlarının içinde de yenik düştüğünü müşahhas olarak yaşıyorlardı.  Kapitalizmin bayrağı artık, Moskova’nın tam orta yerinde Ruslara kuyruklarla“hizmet” veriyordu. SSCB halklarının neye uğradıklarını anlamadan Gorbaçev’in Doğu Blok’unu koruma-kollama görevini bırakma açıklaması 1989’da dünya basınında yer aldığında hem içerde hem dışarıda büyük bir şaşkınlık yanında, “neler dönüyor?” türünde soruların ve ihanet suçlamalarının da perdesini aralamıştı. 
Artık Glasnost vardı, Perestroyka vardı.  Ruslar açılacaktı dünyaya.  Şeffaf olacaklardı.  Oldular, açıldılar.  Ruslar öyle açıldı ki, dünyanın gözünde adeta kükreyince dünyayı sallayan bir güç değil, “kâğıttan kaplanmış” ama “biz bilmiyormuşuz” türünde bir başka yanılsamanın da kapısını aralamıştı. 
Dağılışın Ardından
Bu açılmanın bir başka uzantısı da fuhuş sektörüyle oldu: kimisi çaresizlikten, kimi de çabucak kapitalistlerin tüketebilmek için, Kapitalist Avrupa ve Türkiye gibi ülkelere kadınlarla açılmaya başladı.  Kapitalist blokta bu komünizmin yaptıklarının, Türkiye gibi ülkelerde de Osmanlının acılarının (Katarina’yla hafızalarda yer alan kolektif erkek şuurunun tetiklemesiyle) intikamını fallik olarak almak şeklinde yansıdı ve artık “Nataşa” Rus Ayşe-Fatma’sı olmaktan çıkarak, Mari Magdalen’in modern çağdaki güncellenmiş ve sarışınlaşmış bir afete dönüşmüştü.  Artık her eski SSCB vatandaşı kadın bir Nataşa olarak hafızalarda tanıtımlık bir marka oldu. 
Belki de Gorbaçov, perestroyka ile amaçladıklarının bir kısmını, Glasnostla en güdümlü götürmeyi tam oturtamayan sistem değişimi sırasında, sadece muhaliflerini değil, aynı zamanda SSCB halkalarını da yenilgiye sendeletmişti.  Eskiden para var, mal yoktu, ama artık mal olmaya başlamıştı ama bu seferde para yoktu.  1990’lı yıllar bu anlamda Rus Halkının nerdeyse “her şey satılık” modelinde bir ekonomik alana kayışının trajik yansımalarını “Rus” pazarlarına taşımasıyla gösterdi. 
Ukrayna, Belarus, Çekoslovakya başta olmak üzere, sersefil yeni hayat alanları, hayat kadınlarının seyahat ve tecrübe evrenine eklendir.  Ayda eline 50-100 dolar geçen memur ve işçi, hatta sanatçı ve akademisyenler, birden anlamsızlaştıkları dünya içinde, kendilerine sersefil tecrübe fanusları içinde nefes panjurları açmak telaşına düşmüşlerdi.  1986'daki Çernobil kazası Rusların efsanevi uzay teknolojisindeki öncülüklerine ve rekabet gücüne gölge düşürmekle kalmamış, aynı zamanda Uzay’da takılı kalan astronotları dünyaya, Batı’nın yardım tekliflerine rağmen ve onların ölümü pahasına, Komünist gurur ve şerefini ayaklar altına almamak için reddeden Ruslar, artık içten içe kokuşan, ama dışarı sızdırmayan yapının unsurlarını Çernobil’deki nükleer sızıntıyla eş zamanlı olarak sızdırmaya başlamıştı.  Hala dünya çapında atletizm ve diğer spor alanlarında reklam için hayattan soyutlayarak yetiştirip yarıştıkları insanlar da bu sızıntıya sargı bezi yapmaktan öte geçmiyordu.
Rusya 1980’lerden beri silahsızlanma antlaşmalarına koyduğu imzalar, arka bahçelerine sunduğu desteklerini azaltma yaklaşımı ve eşgüdümlü olarak başlayan Kapitalist Blokla ticari ve siyasi yakınlaşmasıyla yarıştaki yenilgiyi kabule başlamış, en azından yarıştan çekileceğine dair imzasını atmıştı.  Batılı ülkelerin gözünde Gorbaçov, adeta bir demokrasi kahramanı olmuştu.  Aslında içten içe, Batı Kapitalizmi, onu İspanyollara Aztek ülkesinin anahtarını teslim eden Montezuma’dan farklı değildi. Konquistador İspanyol generali zahmet çekmeden adeta beklemedikleri bir kolay zaferi kucaklarında bulmuşlardı. Geleneksel SSCB ekonomisinde hâkim olan ağır sanayi ağırlıklı ve dağınık ağlar içindeki ham madde-üretim yeri-dağıtım yapısını ve devlet finansmanı ile yürüyen üretim mekanizmalarını halka ve ticarete dönüştürmekte aciz kalmış, kendine yetme ve Kapitalizme gösterme amacını yeterli görme, yani kendi halklarını mutlu etmek değil, Batıya gözdağı verme ve antlaşmalarıyla başlayan süreçte dişleri bir oranda sökülmüş ve Gorbaçov Dönemi açılırken saçılmayı çöküşe hazırlayan bir dönem oldu.
Hâsılı, aslında bir asır önce İngilizlerin şekillendirdiği coğrafyada, bir asır sonra Amerika vardır. O zaman Osmanlı’dan çalmışlardı. Bugün de Türkiye Cumhuriyetinden çalma çabası var…

Yeni Dünya Düzmek ve 11 Eylül

Amerika’nın ilk “beyaz” asrından beri, Amerikan kültür tarihinde WASP’lar hep “masum” Âdem’i temsil ederken, onun öngördüğünün dışındaki her unsuru da yine --Tevrat'taki Âdemin yaptığı gibi-- başkalarını günah keçisi ya da “Şeytana” dönüştürmek suretiyle bir tür kültürel denklem oluşturdu. Bu denklem hep geçerli kaldı, denklemde değişen, sadece Şeytan oldu.
Önceleri bu Şeytan, kadındı, Yerliler Şeytan oldu sonra, sonra siyahlar, Quakerler, Shakerler, Katolik gruplar, Mormonlar, Çinliler, Bolşevik Devriminden 1990’a kadar Sovyetler, İkinci Dünya Savaşı dönemi ve sonrasında Japonlar ve Almanlar, McCarthy döneminde özellikle “komünistler” ve sendikacılar, kara listeleri yapılan sanatçı ve gazeteciler, yine ve 1960’lardan 1970’lere kadar Maocu Çin, 1980’lerden itibaren ise, İran, Irak ve Libya gibi ülkelerin temsil ettiği “tehdit”ten dolayı önce Arap karşıtlığı, sonraları da 11 Eylül 2001 akabinde ABD’nin en yüksekteki devlet kademelerine kadar kabul gören, meşruiyet kazanan İslam dini ve âlemi oldu. Osmanlı ve İslam düşmanlığı temelleri ise Osmanlı topraklarında açılan okullarda derin derin işlendi. Misyonerlerin okullarda ders verirken bir yandan da mesela Ortodoks olan Ermenileri Protestanlaştırmaları bu sürecin sonucu oldu.
Artık tarihsel olarak Batılı bir dilbilimsel ve kültürel miras olan “anti-Semitizm” yani Yahudi karşıtlığı, yine Semitik bir ırktan gelen, ama Müslüman ağırlıklı kimliğiyle tamamen bir ırk kimliğine bürünen Anti-Arap, sonra Anti-İslam ve giderek Müslüman görünümlü Sihlere kadar varan husumet ve nefret hislerine dönüştü.
G.W. Bush’un babası Bush’dan miras aldığı “Yeni Dünya Düzeni”nin daha bariz açılımının adı “İslam Faşizmi”ne karşı oluşan ve “İslam fobisi” diye tanımlanırken, aslında İslam dünyası da Afganistan ve Irak sonrasında “şimdi sıra kimde?” türünde sorularla önce Bush, sonra Amerikan karşıtlığını, sonra Batı ve en nihayetinde tarihsel tecrübeleri hali olumlamak ya da açıklamak için kullanmak suretiyle Hıristiyan ve Yahudi karşıtlığını körükledi.
Bu dönüşüm sürecinde Batı dillerinde daha önce var olan ve Yahudileri aşağılamak ve itham etmek için kullanılan “theocide” (“Tanrı” yani İsa’nın Katili, Yahudi) kavramı Nazi Almanya'sındaki katliamlara atfen “genocide” (bir halk veya ırkın katli) kavramıyla bir tarihsel semantik çekime girdi. Başarılı bir kültürel ve ideolojik tasarım giderek algın yönetimlerinin doruğa çıktığı bir başka alana dönüştürülmüş oldu.
Artık hafızalardaki Anti-Semitizm, Yahudileri değil, yine özelde İbrani kökenli olan Arapları, genelde İse Müslümanları hedef alan bir kin nefret ve Şeytanlaştırma sürecine dönüştü. İlk defa onunla ortaya çıkmasa da, Huntington’ın “Medeniyetler Çatışması” adıyla Foreign Affairsdergisinde 1993 yılında makale olarak yayımladığı tez aslında Amerikan kültür tarihinde zaten var olan, husumet ve öcü yaratmak suretiyle milli kimlik edinme sürecinin akademik formülünü ifade ediyordu.
Amerika’nın ilk tarihçileri olan Püriten yazarların ve daha seküler olarak Amerikan kimliğine gözlemci olarak bakıp anlam kazandıran “Amerikalı Kimdir?” sorusuna cevap veren, Jean de Crevecoeur gibi yazarlardan farklı olan bir şey vardı Huntington’un makalesinde. Daha sonra 1996 yılında kalın bir kitap olarak çıkan kitabında Huntington, makalesindeki tezlerini daha güçlü ve istatistik yeni verileri de ekleyerek yayımladığında kitabın başlığı makalesinde başlığa da eklemeler içeriyordu: Medeniyetler Çatışması ve Dünya Düzeninin Yeniden Yaratılması.
Kitabın kapağında Samuel Huntington adının hemen altında Hıristiyanlığı temsil eden Haç, hemen altında Medeniyetler Çatışması ibaresi, onun altında Yahudiliği temsilen Yıldız, onun altında ise İslam’ı temsilen Hilal yer alıyordu. Ayrıca Henry Kissinger’ın “Soğuk Savaş sonrasından beri ortaya çıkan en önemli kitaplardan biri” diye kitaba övgüsü yer alıyordu. Daha ilginci, Uzak Doğu’da farklılıkların dengesini, özellikle cinslerle ilgili dengeyi temsil eden ying-yan logosu yer alıyordu. Hâlbuki kitap karşılıklı dengeleri değil, Amerika lehine onların nasıl yeniden tasarlanmasını gerektiğini ortaya koyuyordu.
Özellikle son logonun temsil ettiği kapaktaki anlayış, Huntington’un tezlerine hâkim olan dualistik dünyanın ironik bir açıklaması gibiydi aslında. Huntington, 1960’larda Değişen Toplumlarda Siyasi Düzen incelemeleri yapmış, 1968’de bir makalede, Güney Vietnam’ın bombalanmasını alkışlamış, 1976 yılında iki akademisyenle Demokrasi Krizi: Demokrasilerin Yönetilebilirliği temalarına değinmiş, 1977 ve 1978 yıllarında Beyaz Saray nezdinde, Milli Güvenlik Konseyinin güvenlik stratejilerine koordinatörlük yapmıştı.
Uluslararası ilişkiler ve siyaset bilimine dair birikimlerini tarihsel, güncel olaylar eşliğinde yeni bir alana taşıyan Huntington, Medeniyetler Çatışması adlı eserinde, bunun ötesine geçmiş, tarih yazıcılığını, geleceği yazmak şeklinde bir öngörüden çok, geleceği şekillendirmede ABD’ye rota çizmeye götürmüştür. Nitekim WASP çıkarları doğrultusunda, Beyaz Saray politikalarına akademik tahlil ve danışmanlıktan öteye giden bir mantıkla, bir stratejik vizyoner, kâhin gibi kabul görmüştür.
Dualistik dünya algılamasını Kapitalist Batı ve geriye kalan potansiyel hasım medeniyetler olarak gören Huntington’a göre, dünyada yedi-sekiz ana medeniyet vardı: Batı, Latin Amerika, İslam, Çin, Hindu, Ortodoks, Japon ve Afrika medeniyetleri. Görüldüğü gibi Huntington, bugün “medeniyet” zürriyeti kesilmiş görünen durumuna rağmen nüfusu 1,5 milyara ulaşan İslam dünyasında sadece kendine tehditler içerdiğine dair endişeler taşıyan ufuksuz dar algılamalar, Çin, Katolik dünyası ve Ortodoksluğu da potansiyel “tehdit” içinde görmektedir.
Bu tehlikelerin başında tehdit eden “medeniyetlerin” nüfusları gelmektedir. En büyük tehditler, nüfusu en büyük olan ve dünyanın toplam nüfusunun nerdeyse yüzde sekseninden gelmektedir: (Yaklaşık 1,5 milyarlık İslam dünyası, bir o kadar Çin ve (ve Uzak Doğu kültürü olarak Japonya) ve yine o kadar Katolik dünyası. Yani dünyanın beşte dörtlük oranı tehdit oluşturan medeniyetleri ihtiva etmektedir. Peki, çoğulculuk teorilerini dünyaya sunan Amerika’da, asıl kurucu olan hangi unsurlar kendini garantiye almak isteğiyle toplumun önemli bir kısmını oluşturan Hispanikleri bile dışlıyorlardı?
11 Eylül 2011 tarihinde ABD’de bazı hedeflere yapılan saldırılar ABD’nin Yeni Dünya’yı Düzen olarak yaptıklarını meşrulaştırmak için en önemli meşruiyet zeminini oluşturdu. Umarım Araplara gelen “baharın” aynısı bir gün Amerika’ya da gelir…

Amerikan siyaseti İslamcı mı?

1990 yılında komünist ideolojinin Sovyet kanadı çöktü. Önce Berlin Duvarı yıkıldı. Sonra Yeni Dünya Düzeni “Elveda, Lenin!” faslına geçti. Duvardan koparılan ve asbestli de olan beton parçaları meta oldu pazarda.
Yetmedi…
Albenili paketlere konulup Avrupa ülkeleri ve Amerika’da bir zafer nişanesi, ganimeti ve hatıra olarak büyük marketlerde satışa sunuldu. Amerikalılar Alaska’yı Rusya’dan yeniden satın alırcasına hücum etmişlerdi beton duvar parçalarına. Satışa sunulan pek çok eşya arasında Kızıl Ordu üniformaları, rütbeler, nişanlar ve hatta bayraklar da vardı. Bu aslında vaktiyle yapılan büyük propaganda ve karşı propagandalarla dünyayı titreten Sovyetlerin “harbi” kaybettikleri ve “kıymet-i Harbiyelerinin” kalmadığı anlamına geliyordu.
Rus “ricatı” İngilizlerin sömürgelerini bırakmasından farklı bir anlam taşıyordu. Birleşik Krallık, artık sömürecek bir şeyi kalmayan yerleri 20. Yüzyıl başlarında bırakmaya başladı. Yeni alanlara yönelirken amacı, eski sömürgelerin “yükünü boşaltmak” idi. Ortadoğu’ya sızma bu yüzden oldu. Hem yerli kuşaktan kendine bağlı yerli yöneticileri yetiştirmişti Uzak Doğu ve Güney Afrika’da. Hem de sömürgeler artık ekonomik açıdan getirimli değildiler.
Ruslar ise, sömürmeyi de beceremeden, sömürdüklerini heba ederek SSCB’nin ölüm ilanını verdiler! Onun masrafını da Almanya karşıladı temelde. Gorbaçov zamanıydı Rusya’da. Amerika’nın başında Reagan vardı. Bush Reagan’ın ardından geldi. Dukakis’e karşı kazanmıştı. Reagan’ın dünya kovboyluğu emeline kendini kaptırmıştı.
“Komünist” Vietnam’ın arkasındaki Komünist Çin ile her tür ticari ve siyasi ilişki devam ederken, SSCB’nin arka bahçesine hâkim olmak, Amerika’nın “Vietnam Sendromu”nu alt etmesine vesile oldu.
Toplumsal vuruk böyle atlatıldı. Dışarıda düşman yaratmayınca, içerde dost edinmek zor olacaktı. Amerika 9/11 olaylarına kadar travmasız yaşadı. Başkan Bush, ezeli rakip ve düşman “Sovyet İmparatorluğunun” yıkılmasıyla kendinden geçmiş vaziyette artık “Yeni Dünya Düzeni”nin başladığını ilan etti. Simgesel büyük bir gelişme ise, yine 1990 yılı içinde Moskova’da bir Mc Donalds lokantası açılması idi. Artık Ruslar iki saat kuyrukta bekledikten sonra “fast” olarak “food” yiyorlardı!  Hem de ayda ortalama 50 dolar kazanırken, bir hamburgere 4-5 dolar veriyorlardı…
Amerikan siyasetinde “Sovyet İmparatorluğu” ibaresi kasıtlı kullanılıyordu. Sovyetlerin “demokratik” olmadığı ve yayılmacı olduğunu, emperyalist olduğunu anlatmak içindi. Doğal olarak, bunun karşılığında Amerika’nın emperyalist olmadığı anlamı çıkıyordu.
Ve aslında
Sovyet kimliğinin oluşmasında ana etken olan “anti-emperyalist” yaftayı da Sovyetlerin elinden alıyordu. Çünkü “Sovyet” kimliği de önce, “anti-çar” sonra anti-emperyalist, anti-kapitalist ve anti-Batı evreler halinde buna mukabil gelişmişti.
Öte yandan…
Amerika tarihsel olarak kimliğini önce anti-Katolik ve anti-Roma, sonra Anti-Kızılderili, sonra “anti-Avrupa” ve “anti-komünizm” ve diğer “dış düşman” tanımına göre şekillendirmişti. Püritenlerden beri farklı toplumsal çatışmaların içinde olmuş ve aslında “dışarıya” dikkatleri çekerek toplumsal iç çatışmaları ertelemişti: Siyah-beyaz, kadın-erkek, Protestan-Katolik, Latin-Anglo Sakson kökenli gibi.
19. yüzyılda Amerikan edebiyatında “kovboy”un kahraman olarak çıkması --hem de kovboyluğun bitiş zamanında milli kahraman olarak çıkması--tesadüfî değil, tercihle oluşan bir şeydi: kahraman ve millet yaratmak ya da kahraman üzerinden millet yaratmak. Üstelik kovboyluk adi işlerden olmasına rağmen ve “zenci” işi olmasına rağmen oldu bu. Önce beyaz oldu. Sonra kahraman. Beyaz kadınlar için de “Kalamiti Jane” yedeklendi. Basın körükledi bir yandan, bir yandan ilk sinema verileri de imdada yetişti.
Amerika’nın kültürel kimlik dönemlerine bakalım…
Birinci dönem de“Amerikan Bağımsızlık Savaşı”, ikinci dönem “Kuzey-Güney”  Savaşı oldu. Sonrasında ise, 1882’den itibaren tekrar Avrupa’ya yoğunlaşan bir “şer” tanımı vardı. Rusya’daki Bolşevik Devrimi’nin getirdiği endişelerle Amerika giderek kimliği “anti-komünist” paradigmaya kaydırdı.
Arkasından tarihsel ve sosyolojik verilerle Amerika’nın neden “eşsiz” olduğunu ve ünlü “erime potası” tezini geliştirmiş ve G. Washington’un hayatında “hiç yalan söylemediğini” de zihinlere kazmıştı!
İkinci Dünya Savaşı ve sonrasındaki Vietnam Savaşı Amerika’nın kimlik oluşturma süreçlerinin büyük yansımaları oldu. Rambo’nun Afganistan’da savaşması ve bu savaşın, Afgan halkı lehine Ruslara karşı olması algının özetiydi. “Kahraman” kovboy bir ara “şerif” daha sonra da asker olmuştu. Sonra da Toy Story filmlerinde hem klasik kovboyu hem de astronotu birleştirerek farklı boyuttaki “kahramanları” birleştirecekti.
Bunun anlamı, özellikle Amerikan yönetimi ve halkı için artık büyük şeytanın bacağını kırmaktı. Kendi yaşam tarzlarının dünyada kabullenildiği anlamına gelirken, Rusya ve Doğu Bloğu için yeni bir dünyaya açılmanın keyfini ve aslında o nefret ettirildikleri sistemin güzel sayılacak bazı tarafları olduğu anlamına geliyordu. Diğer ülkelerde ise artık “barış, hürriyet, demokrasi, dostluk vs.” unsurların yerleşeceğine dair iyimser bir hava oluşmuştu.
Türkiye’de sağ “Moskof" psikozundan kurtulmanın sevincini yaşarken, sol desteksiz kalmış bir burukluğa gark oldu. Çünkü Türk Milliyetçiliği bir dönem ülkemizde sadece “Rus ya da komünizm” karşıtlığı üzerinden tanımlandı. Doğal olarak da, Türk solunun “ak” dediğine, Türk sağı “kara” demeyi maharet saydı. Ruslara karşı Osmanlı’dan gelen husumet, Cumhuriyet dönemindeki Rus talepleriyle birleşmiş ve NATO’ya giriş ve Amerika sevgisi olarak tezahür etmişti. Nereden nereye geldik?
9/11 olaylarından sonra Amerika, kimliğini “İslam-karşıtlığı” üzerinden inşa etmeye devam etti. Öte yandan, yerel dini grupları da Irak’ta ve Türkiye’de küreselleşmenin poliçesi olarak destekledi. Afganistan’daki Taliban kartı geri tepmişti. Sonuç, “milli” ya da “ulusal” söylem “faşizan” diye yaftalanırken, mikro-milliyetçilik elektronları bu süreçte katalizör olarak reaksiyona sokuldu. Öte yandan, yerel dini gruplarda ikna edildi. Yeryüzü seccadeydi nasılsa! “Vatan” dediğin de çok uluslu şirketten ibaret! O halde millet de milliyet de anlamsızdı. Ama “İslam”ın gücü kendine karşı kullanılabilirdi. Bunu devreye sokmak için, tıptaki aşı üretimindeki metot Türkiye’deki muhafazakâr siyasete uygulandı.
“Vira bismillah!” diye, bu işe soyunanlar oldu ülkemizde. Lakin muhafazakâr, İslamcı akıl neyi muhafaza ettiğini bir hatırlarsa görecektir ki daha önce İngilizlerin yaptığı gibi, Amerika dünyada ve bölgemizde “karadul” raksları orkestre etmektedir. Karadul’a has bir özellik ise, beraber olduktan sonra zehriyle “ortağını” öldürmesidir.

Hiç yorum yok: