25 Ekim 2012 Perşembe

Cumhuriyet'ten sonra cumhur katledildi -Bir günde bin yılın rövanşı alındı-


İstanbul İstibdat Mahkemesi

Meclis'te, İsmet Paşanın 8 Aralık 1923 tarihli teklifiyle "İstanbul İstiklâl Mahkemesi"nin kurulmasına karar verildi.

Gerekçe, yahut bahane olarak da—bir önceki bölümde değindiğimiz—Ağa Han ve Emir Ali imzasıyla yazılan bir mektubun bazı gazetelerde yayınlanması gösterildi.

Meşhûr "Aliler"in denetim ve yönetiminde kurulan ve özellikle Halk Partisi zihniyetine muhalif görünen kimseleri tesbit edip yargılayan bu mahkeme, sayısız mâzlumun canına kıymakta tereddüt dahi göstermedi.

Yakın tarihin karanlık odası

Ankara merkezli olmak üzere, 8–10 kadar vilayette de şubesi bulunan bu mahkemeler, başlangıçta hainler ve kànun kaçaklarını âcilen cezalandırmak üzere faaliyet gösteriyordu.
Cumhuriyetin ilânından sonra ise, bu mahkemeler, daha ziyade "devrim yasalarına" karşı çıkan, çıktığı varsayılan, hakkında şikâyet yahut ihbar bulunan, hatta tek parti zihniyetini paylaşmayan muhalif fikirli kimseleri dahi en ağır şekilde cezalandırmaya, hatta ortadan kaldırmaya yöneldi.

Zamanla Meclis denetiminden çıkan ve sayısız mâsumun da kanına giren bu vahşi kuruluşu, aslında "İstibdat Mahkemeleri" şeklinde isimlendirmek daha doğru ve çok daha gerçekçi (rasyonel) bir yaklaşım tarzı olur.

Zira, İstiklâl Mahkemeleri 1927'de resmî olarak kapatılmış olmasına rağmen, mâsumları idamla yargılayan ve kararları kısa sürede infaz edilen benzeri mahkemeler kurulmuş ve faaliyetleri tek parti döneminin sonuna kadar devam etmiştir.

Dolayısıyla, Cumhuriyet'in ilk 27 yılını içine alan özellikle idam kararlı uygulamalar için "İstibdat Mahkemeleri" tâbirini rahatlıkla kullanabiliriz.

Buna itirazı olanlardan da, evvelâ şu suâllerin cevabını isteriz:

1) 27 yıllık tek parti rejimi döneminde, idam edilen vatandaşların sayısını biliyor musunuz? Hatta, bu yekûn sayı hakkında bir tahminde dahi bulunabilir misiniz?

2) İdam edilen, yahut ağır cezalara çarptırılan vatandaşların suçu neydi? Kim hangi gerekçeyle cezalandırıldı? Bunun bir dökümünü yapmaya istekli, yahut muktedir misiniz?
3) Düşman birlikleri yurdumuzu terk ettiği ve ülkenin barışını, huzurunu tehdit edecek boyutta hiçbir faaliyet sergilenemediği halde, bugün çok komik karşılanan birtakım bahanelerle yapılan sayısız idamlar hakkındaki fikriniz nedir?

Sonuç: Muhataplarımızın, birinci ve ikinci suâle cevap verebileceklerini hiç tahmin etmiyoruz. Üçüncü suâle ise, şimdiye kadar genelde hep "İdamlar iyi olmuştur" dedikleri için, ne yazık ki "ümitsiz vak'a" görünümünden kurtulabilmiş değiller. Dileriz, bir an evvel kurtulsunlar ki, yakın tarihimizi onlarla da rahatça konuşup tartışabilelim.

İstiklâl Mahkemelerinin "Ali kıran baş kesen" kararları

Yukarıda da kısaca temas edildiği gibi, ilk başlarda Millî Mücadeleye karşı gelenleri, işgalcilerle işbirliği yapanları, vatana ihanet edenleri yargılamakla görevlendirilen bu mahkemeler, daha sonra Cumhuriyet'e muhalefet edenleri ve bilhassa "ilke ve inkılâplar"a karşı gelenleri, (hatta, karşı geldiği varsayılanları da) âcilen cezalandırmaya yöneldi.
Sayılamayacak kadar çok insanın canını yakan, pek çoğunu idam ettiren bu mahkemelerin meşrûluğu 90 yıldır tartışılıyor.

Bir umumî kanaat henüz hasıl olmadığı için, aynı tartışmanın bir müddet daha devam edeceği anlaşılıyor.

Mahkemenin "Üç Ali"si

İstiklâl Mahkemeleri, verdiği acımasız ve ceberrut kararları yanı sıra, özellikle üç Ali'siyle de meşhûrdur. Bunlar kısaca Kel Ali, Kılıç Ali ve Necip Ali'dir.
Bu heyete bir de Aydın mebusu Reşid Galip ilâve olundu.

İstiklâl Mahkemelerinin kuruluş tarihi, 31 Temmuz 1922'dir. Kànun no: 29.
Meclis tarafından kurulan ve icrası da yine Meclis tarafından yürütülen bu mahkeme için düzenlenen kànun metni ise, tam tamına 16 maddeden müteşekkil. Bu 16 maddelik kànun metni içinde, bilhassa Kurtuluş Savaşı esnasında asker kaçaklarını, talan ve çete faaliyetinin engellenmesi de yer alıyor.

İstiklâl Mahkemeleri, aynı zamanda gezici mahkemelerdi. Ankara'da faaliyette bulunduğu gibi, İstanbul'a, İzmir'e, Diyarbakır'a, Erzurum'a da giderek faaliyetini aynen sürdürebiliyordu.

Olağan üstü, hatta hukuk üstü yetkilere sahipti. Gittiği yerde, sür'atli şekilde yargılama yapan bu mahkemelerin kararları genellikle kesindi. Yani, temyizi yoktu ve kararın infazı da derhal yapılmaktaydı.

Öyle ki, bazan kişiyi idam eder, sonra yargılar; bazan da ölmüş kişiyi mezarından çıkarttırıp cezalandırırdı.

Son üç yılda yapılanlar

1927'de kapatılan İstiklâl Mahkemelerinin özellikle son üç yılı, daha ziyade şapka ve kıyafet devrimi gibi yeni inkılâplara karşı gelen, M. Kemal'e karşı sûikast girişiminde bulunan (hayalî İzmir sûikastı gibi) ve yeni rejime muhalefet ettiği öne sürülen kişileri cezalandırmakla geçmiştir.

Önemli bir diğer husus, çeşitli yerlerde kurulan ve sayısız insanı cezalandıran bu mahkemelerde görev yapan kişilerin, ekseriyetle hukuk adamı olmaması gerçeğidir.
Hakikaten, bu mahkemeler için tesbit edilen kişilerde, hukuk ehliyetinden ziyade, gaddarlık ehliyeti aranmış ve atamalar da ona göre yapılmış.

Hukuk tahsili yapmış kimselerin vicdan rahatlığı içinde çalışmasına, maalesef daha sonraki dönemlerde de zaman zaman müsaade edilmediği anlaşılıyor. Özellikle darbe dönemlerinde...


Cumhuriyet'ten sonra cumhur katledildi

Cumhur, lügat mânâsı itibarıyla halk, topluluk, kamu demektir. Cumhuriyet ise, halkın, yani seçmen kitlesinin kendi hür iradesiyle yöneticilerini seçebildiği idare şekli demektir. 



Türkiye, 1923 yılı sonlarında Cumhuriyet sistemine geçti. Ancak, bu geçiş 1945'e kadar kâğıt üstünde kaldı; bu zaman zarfında ismin ve resmin ötesine geçilemedi.

Dahası, yirmi yılı aşkın süre boyunca, mutlak istibdadın uygulandığı Cumhuriyet Türkiye'sinde, yekûnu yüz bini bulan mâsum vatandaş kitlesi öldürüldü, katledildi.

Daha açık bir dille, Cumhuriyet'in ilk 15–20 yılında halka, yani cumhura yönelik dehşetli katliâmlar yapıldı.

Bu durumda, sistemin adının cumhuriyet olması, uygulamanın da aynı sisteme uygun olduğu anlamına gelmez.

İşte, bu yakıcı gerçeğin çarpıcı örneklerinden birkaçı...

Tevhid–i Tedrisattan Takrîr–i Sükûna

Başlıktaki tâbir ve tanımların mânâ ve mahiyetini bilmeyenler çoktur. Ama, bunları duymayan herhalde pek azdır. 

Zira, tâ ilk mektepten itibaren sıklıkla söz edilir "Tevhid–i Tedrisat" ile "Takrir–i Sükûn" tabirlerinden.


Bu terkipli tâbirler, aynı zamanda birer kànun ismidir.
Tevhid–i Tedrisat Kànunu, 3 Mart 1924'te kabul edildi.


Takrir–i Sükûn Kànunu ise, tam tamına bir sene sonra aynı gün, yani 3 Mart 1925'te Meclis'in gündemine getirildi. Kànun maddesi, bir gün sonra da kabul edilerek yürürlüğe kondu.
* * *
Tevhid–i Tedrisat, kısaca "eğitim birliği", yani muhtevaca iki farklı eğitimin (din ile fen eğitiminin) birleştirilmesi, tevhid edilmesi anlamına gelir.


Takrir–i Sükûn ise, sükûneti sağlamak, huzur ve âsayişi temin etmek demektir.
Tevhid–i Tedrisatın mimarı, Vasıf Çınar'dır. (1896–1935)


Bu şahıs, dönemin Millî Eğitim Bakanıdır, aynı zamanda M. Kemal tarafından kullanılmaya son derece elverişli has adamlarından biridir.

Sürgün diyârı Girit doğumlu olup, isyancı Kürt Bedirhan Paşanın da torunudur. Bir başka ifadeyle "Türkçe İbadet"çi, Kemalist tarihçi Cemal Kutay'ın kuzenidir.

Vasıf Beye "Çınar" soyadı, M. Kemal tarafından verilmiş.


(Gariptir, 1840'lı 50'li yıllarda Osmanlı'ya isyan eden Bedirhan Paşanın torunlarından bir kısmı Kürt–Tealiye girip Kürtçü olurken, az bir kısmı da Kemalizme yanaşıp Türkçülerin safında yer almışlardır.)

"Takrir–i Sükûn"un mimarı, mühendisi ve hatta müteahhidi durumundaki şahıs ise, 4 Mart 1925'ten tâ 1937'ye (12 yıl) kadar aralıksız şekilde Başbakanlık yapmış olan İsmet Paşadır. Uygulatmış olduğu bu kànunla öldürtmüş olduğu vatan evlâdının sayısı bilinemeyecek kadar çoktur. Bediüzzaman Hazretleri, bazı mektuplarında, mutlak istibdat rejiminin en şiddetli devresinin ilk on iki sene olduğundan söz ediyor.

Katliâmcıbaşının kan dökme iştahı

3 Mart 1924'te Hilâfet lağvedilip Medreseler kapatılırken, dinî eğitim boşluğunu güya okullardaki eğitim yoluyla doldurmak maksadıyla Tevhid–i Tedrisat Kànunu çıkartıldı.
Kâğıt üstünde, fen ilimleriyle birlikte okullarda din ilimlerinin de ders olarak okutulacağı ifade ediliyordu.

Ancak, aradan zaman geçip sıra uygulama safhasına gelince, söz konusu kànun metninin tamamen bir aldatmadan ibaret olduğu ortaya çıktı.
Demek ki, asıl maksat başkaymış. Kànun metnindeki "dinî tedrisat" ibaresi, sadece bir göz boyamadan ibaretmiş.


Ne yazık ki, Cumhuriyetin ilk yıllarında çıkartılan kànunların çoğu bu kabilden hep yanıltmaca, kandırmaca tabiatlıdır.

Dolayısıyla, ikinci sene çıkartılan Takrir–i Sükûn Kànunu da, aynı maksat ve mantık tornasından çıkmış bir hukuk ayıbıdır.

1925 yılı başlarında patlak veren Şeyh Said Hadisesi bahane edilerek çıkartılan bu kànun, aynı zamanda bir baskının, bir dayatmanın ürünüdür.

Baskı ve dayatmanın ağırlığı altında ezilen Fethi Okyar kabinesi istifa etmek zorunda kalırken, Meclis'teki şahinlerin başı durumundaki İsmet Paşaya da gün doğmuştu.

4 Mart 1925'te yeni kabineyi kuran İsmet Paşa, isyan bölgesinde huzur ve sükûneti sağlamanın yegâne yolunu bağıra çağıra ilân ediyordu: Kan dökülecek, kelleler gidecek ve devletin kahredici eliyle önce itaat, sonra da sükûnet sağlanacak.

İşte, seksen beş yıldır hükmeden ve zaman zaman ortalığı kana bulayan bu anlayış, Şark bölgesinde maalesef ne itaati sağlayabildi, ne de huzur ve sükûneti.

Zaman gösterdi ki, dahilde sırf kuvvet kullanılarak huzur ve âsayiş sağlanamıyor.
Devletin güvenlik birimleri, eline silâh alanın, isyana kalkışanın, şiddete başvuranın elbette karşısına dikilecek ve bu işi yapanları caydırma cihetine gidecek ve gitmeli de...

Ne var ki, hemen silâhı doğrultmak yerine, öncelikle isyan ve kalkışmanın sebeplerini ortadan kaldırmaya çalışmak gerekiyor.

İşte, o tarihte bu yapılmadı. Hatta, tam aksi yönde gayretkeşlikler sergilendi.
Meselâ, Şeyh Said'in itirazları dikkate alınmadı. Bilâkis, daha da kışkırtılmaya, tepki vermeye zorlandı.


Şeyh Said, dine aykırı gelişmelere itiraz ediyordu. Gazetelerde, Hz. Peygamber (asm) hakkında hakarete varan yazılardan şiddetle muztarip idi. Aynı şekilde, hazırlık çalışması hızlandırılan şapka ve kıyafet mecburiyetinin getirilmesine muhalefet ediyordu.

İşte, bu gibi hassas konularda, temkinli davranmak yerine, Şeyh Said ve taraftarları daha da ajite edildi. Adeta silâhlı kalkışmaya doğru tahrik edildi. Onunla insanî çerçevede hiçbir görüşme, konuşma yapılmadı.

Ona, adeta "Sen silâha sarıl, biz de gösterelim sana gününü" denilmek istendi.
Ankara'daki zeki ekâbirler, belli ki Şeyh Said ve taraftarları için tuzak hazırlamışlardı. Onları oyuna getirip tuzağa düşürmekti bütün maksatları.


Esefler olsun ki, oyun başarıyla oynandı. Saf ve masum insanlar tuzağa düşürüldü.
Bu arada, binlerce insan birbirinin canına kıydı. Tam anlamıyla, iç savaş çıkartıldı ve kardeş kanı akıtıldı.

Şeyh Said'in hatası, onun niyet, fikir ve itikadında değil, maksadına ulaşmak için başvurduğu yöntemde idi.

Zira, bir kanlı boğuşmada, masum ve mazlumların zarar göreceği âşikârdı. Kardeşin kardeşi vuracağı apaçık ortadaydı.

Bu derece açık ve aleni bir durumda kan ve şiddet yolunu ihtiyar etmenin, doğru ve haklı bir tarafı yoktur ve olamaz. Zarar üstüne zarardır.

Öyle ki, doksan yıldır uğraşıldığı halde, yekûn zarar hâlâ telâfi edilebilmiş değil.

Bir günde bin yılın rövanşı alındı

Cumhuriyetin ilk yılları

Millî Mücadelenin ardından kurulan II. Meclis'in ilk büyük icraatı Hilâfeti kaldırmak oldu. (3 Mart 1924)

Bu dinî müessese, beş asırdır Osmanlı devletinin idaresinde bulunuyordu.
Osmanlı'dan sonra (1 Kasım 1922) Millet Meclisi'nin uhdesine ve manevî şahsiyetine tevdi edilen Hilâfet makamı, aynı Meclisin karakter değişikliğine uğramasıyla, yaklaşık bir buçuk yıl sonra ortadan kaldırılmış oldu.

O dehşetli 3 Mart gününde, sadece Hilâfet makamı kaldırılmadı. Aynı zamanda, bin küsûr yıllık mâzisi olan müesseseler de bir kalemde silinip atıldı hayatımızdan.

Öyle karanlık bir devir ki, en karanlık geceden daha koyu, daha zifiri görünüyor. Her ne ise...

İşte, 3 Mart 1924'de Meclis'te kabul edilen bir dizi kànun maddesine bakıldığında, şu mühim ve müthiş icraatların yapıldığını görmekteyiz:

1) Bin üç yüz yıllık Hilâfet–i İslâmiye, lağvedilerek müessese bazında kapatılmış oldu.

2) Osmanlı Hanedanı mensuplarının bütün fertleri hudut haricine çıkartıldı. Türkiye'de yaşamaları yasaklandı.

3) Medreseler kapatıldı. Böylelikle, dinî dersler veren 1300 yıllık müessese de tarihe karışmış oldu.

4) Çıkartılan Tevhid–i Tedrisat Kânunu ile din ve fen ilminde "eğitim birliği"ne karar verildi. Bu kararın fen ve felsefe kısmına uygulanma serbestliği getirilirken, din dersleri ise, okullarda ancak 1949'dan sonra verilmeye başlandı.

5) Şer'iye, Evkaf ve Erkân–ı Harp müesseseleri kapatıldı. Bunların yerine Diyanet Başkanlığı, Vakıflar İdaresi ve Genelkurmay Başkanlığı kuruldu.
Faturanın büyüğü Osmanlıya

Bütün bu icraatların arasında insanlık dışı öyle bir muameleye imza atıldı ki, bunun mahiyetini düşündükçe, insanın vicdanı sızlamakla kalmıyor, insan insanlığından utanır bir hale geliyor.

O da şudur: Saltanat kaldırılırken, Osmanlı Hanedanına mensup kimselere pek dokunulmamıştı. Hilâfetin kaldırılması esnasında ise, bu müstesna hanedanın bütün efradına karşı yüz kızartacak cinsten dehşetli bir cinayet irtikâp edildi.
Kundaktaki bebeklerine varıncaya kadar, Osmanlı neslinden gelen 600 civarındaki nüfusun sınır dışı edilmesi, yine aynı tarihte alınan Meclis kararları içinde yer aldı. (1924 yılına ait Zabıt Ceridesi, 7. Cilt, s. 69)

Ne yazık ki, bu karar derhal tatbik sahasına konuldu. Altı asır müddetle bu vatana ve millete hâlisane hizmet etmiş olan bir hanedan, en çirkin, en vahşî bir sûrette yerinden yurdundan edilerek, perişaniyet içinde sefâlete, hatta zillet içinde ölüme doğru sevk ediliyordu.

Bu nasıl bir nankörlüktür, anlamak mümkün değil.

Bu bed muamele, Hilâfetin kaldırılması kararıyla bağlantılı olarak düşünüldüğünde, o mânâ ve makama hizmet eden Osmanlı'dan âdeta merhametsizce bir intikam alınmak istendiği kanaatini doğuruyor.

Son olarak şunu söylemek mümkün: Cumhuriyet'in mutlak istibdat şeklinde tatbik edildiği 3 Mart 1924 Türkiye'sinde, ancak 300 yılda yapılabilecek bir siyasî icraat, bir tek günde tatbik ve tahakkuk ettirildi.
...............................
(Haşiye: Bu noktada, "O dehşetli şahsın bir günü bir senedir" meâlindeki rivâyetle bağlantı kurmak mümkün.)

Muasır şahıslar

Rusya ve Türkiye'de çağdaş "üç büyükler"

Rusya'daki Bolşevik İhtilâlin (Ekim 1917) öncülerinden olan Viladimir Lenin, 21 Ocak 1924'te 53 yaşında iken öldü.

Onun yerine komünist arkadaşı J. Stalin geçti.
Stalin, kendine rakip olarak gördüğü aynı komünist komitesi üyesi Leon Troçki'yi Rusya'dan uzaklaştırarak, iktidarını sağlama almaya çalıştı.
Sürgün hayatının bir kısmını İstanbul Büyükada'da geçiren Troçki, daha sonra sığındığı Meksika'da öldü.

Yaklaşık otuz yıl müddetle Sovyet Rusya'sını demir yumrukla yöneten Stalin'in ölüm tarihi ise, 5 Mart 1953.

1923–24 yılları

Komünist Rusya'nın üç büyük lider tarafından yönetildiği 1923–24'lü yıllarda, Kemalist Türkiye'nin başında da üç kişilik güçlü bir lider kadrosu (M. Kemal, İsmet ve Fevzi Paşalar) vardı.

Birbiriyle büyük benzerlik arz eden bu tablo, tarihin ender rastlantılarından birini teşkil ediyordu.

Gariptir ki, her iki ülkenin liderleri de, bulundukları coğrafyada aynı dünya görüşünü paylaşmak ve aynı cereyana hizmet etmekle birlikte, kendi aralarında gizli bir rekabet vaziyetini takınmışlardır.

Rekabet hali su yüzüne çıkınca da, çatışma kaçınılmaz olmuştur.

Lenin, ölmeden önce Stalin'e dikkat çekmiş ve onun frenlenmesini istemişti. Stalin ise, Troçki'yi son derece tehlikeli bularak, onu hudut haricine çıkmaya mecbur etti.

Türkiye'deki durumun da bununla ciddî benzerlikleri var.
M. Kemal, ömrünün son yıllarında İsmet Paşayı dışlamış, yerine Celal Bayar'ı getirtmişti.

İsmet Paşa ise, ellerine dizginleri tam olarak geçirdikten hemen sonra, önce Bayar'ı, ardından da Fevzi Paşayı harcamıştır.

Rusya'daki komünist liderler, ülkenin geneline hâkim durumdaki Hıristiyanlık diniyle mücadele edip, sosyal hayatı dinî değerlerden tecrit etmeye çalışmışlardır.

Kemalist Türkiye'sinin liderleri ise, doğrudan İslâm dinini hayatın her alanından soyutlamaya gayret etmişlerdir.


Hiç yorum yok: