30 Eylül 2012 Pazar

'Tek Adam' tarihi olur mu? -Kurtuluş Savaşı'nın gerçek tarihi yazılırsa.. -Atatürk, Şeyh Ahmet Senusi'yi 'Halife' seçtirebilir miydi?-Atatürk ve Masonlar.. -Atatürk'ün son bir yılı..- Abdullah Muradoğlu


'Tek Adam' tarihi olur mu?

Cumhuriyet tarihi kitapları yazılırken hep gündeme gelir.. Milli Mücadele'yi, 'Tek Adam'a dayandırmalı mıyız?
Lafı bile edilemez.. Milli Mücadele kolektif bir liderlikle yürütüldü..
Mustafa Kemal Paşa, bu organizasyonun tepesindeki bir şahsiyet..
Atatürk'le birlikte Samsun'a çıkanlardan Hüsrev Gerede, Amasya'dan Erzurum'a, oradan Sivas'a gittikleri yol üzerinde, dağdaki çobandan ameleye kadar, herkesin Hamidiye Kahramanı Rauf Orbay'ın namını duyduğunu, bu yüzden kendisine büyük sevgi gösterisinde bulunulduğunu belirtir..
Mustafa Kemal Paşa ise, popüler değilmiş.. Ama Orbay, hep Atatürk'ü ileri sürmüş. Gerede, Orbay'ın bu asil tavrından şükranla bahseder..
***
Tek Adam'a dayandırılan Milli Mücadele tarihine, başta Kazım Karabekir Paşa olmak üzere pek çok şahsiyet tepki göstermiş..
Oysa Prof. Halil İnalcık'a göre, Atatürk'ün tam bir biyografisi bile yazılamamış..
Atatürk biyografileri ya idealize ediliyor yahut noksan yazılıyormuş.. İsmet Paşa da rahatsızlık duyarmış bundan.. Gerçi Atatürk öldükten sonra hazret, kendini hemencecik Milli Şef ilan ettirmişti, o da başka..
Prof. İnalcık'a göre, 1927'de Atatürk'ün okuduğu Nutuk, tek başına iktidarı elinde toplamasının dönüm noktası.. Yani, Nutuk, belli bir siyaseti müdafaa eden bir kitap..
Asıl soruya geliyoruz..
Peki Nutuk, tek kaynak olarak görülebilir mi? Bakın Prof. İnalcık ne diyor:
'Şimdi cumhuriyet tarihi yazan arkadaşlar, çok kez Nutuk'u tek kaynak olarak alıyorlar.. 1919'dan sonra İstanbul ve Ankara'da çıkan Yenigün, Hakimiyet-i Milliye gazetelerindeki makaleleri okumadan cumhuriyet tarihi yazılamaz..'
Elbette doğru.. Ama, Milli Mücadele'nin diğer liderlerinin katkıları dikkate alınmadan yazılacak olan cumhuriyet tarihi, yine eksik kalır..
Yer yer cumhuriyet tarihi yazılırken, Milli Mücadele kadrosundan hayatta kalanların bilgilerine, anılarına başvurulmuş. Hüsrev Gerede, böyle bir sırada anılarını kaleme almış.. Kişisel husumetler yüzünden pek çok insanın haksız olarak 'hain' diye nitelendiğini de anlatıyor..
Kazım Karabekir, Rauf Orbay, Ali Fuat Cebesoy'un, Ali Fethi Okyar'ın hatıralarını artık rahatça okuyabiliyoruz.. Resmi tarihle karşılaştırıp eksiğini gediğini görebiliyor, çok boyutlu olarak yaklaşabiliyoruz.. Doğrusu da bu..
Tek parti döneminde resmi tarihe aykırı görüşlerin değil yayımlanması, konuşulması bile ağır bedel gerektiriyordu. Karabekir Paşa'nın hatıraları yakılarak imha edilmemiş miydi?
Bu anıların yayınlanması için aradan uzun yıllar geçti. Ürdün'de yaşayan Çerkes Ethem'in hatıraları, paralı ajanlar kullanılmak suretiyle ele geçirilip yayımlanması engellenmişti.. Hem de iki kez..
Sonra anlatırız..
***
Türkiye çok partili demokrasiye geçtikten sonra pek çok hatırat gün ışığına çıktı.. Türk Tarih Kurumu'na teslim edilmiş, ancak yayımlanmasında mahzur görülen kaç hatırat var acaba? Geçenlerde Taha Akyol'un programında konuşan Prof. Cemil Koçak, Cemal Paşa'nın hatıralarının TTK'da olduğunu söylemişti.. Cemal Paşa Vahdettin döneminde Harbiye Nazırı idi. Atatürk ve arkadaşlarıyla iletişim içindeydi. Bu hatıratın yayımlanması mahzurluymuş. Niye?..
Cemal Kutay, bir zamanlar hatırat adresiydi. Kafasına göre parçalayarak yayımlardı.. Yayınlamadıkları daha fazlaymış derler. Bu heba edilmiş hatıratlar orijinal olarak yayınlanmalı.. Mareşal Fevzi Çakmak'ın cumhuriyet dönemine ilişkin günlükleri ise hâlâ sır.
Birgün Mareşal'in günlüklerini okuyabilecek miyiz? Kuşkuluyum.. Kanla irfanla cumhuriyeti kuranların ortak katkısı sağlanmadan cumhuriyet tarihi yazılamaz. Yazılsa da, lüzumsuz olur.

Kurtuluş Savaşı'nın gerçek tarihi yazılırsa..

19 Mayıs kutlamalarıyla ilgili tartışmalar Milli Mücadele'nin gölgede kalmış şahsiyetlerini de hatırlattı. 'Tek adam' ve 'İkinci adam' üzerine bina edilmiş resmi tarih, Milli mücadeleye önemli katkılar vermiş pek çok şahsiyeti gözardı etmişti. Balıkesir kuvay-ı milliye teşkilatının başkanı Hacim Çarıklı da, Nutuk'ta teşkilatının ve kendisinin gölgede bırakılmış olmasından ötürü ömrünün sonuna kadar burukluk duymuş.
'Kurtuluş savaşının gerçek tarihi yazıldığında bizim de bu tarihte yerimiz olacaktır. Hakkımız olan yeri alacağız'.
Sevgili okurlar gördüğünüz gibi bu söz içinde bir parça burukluk taşıyor.
Bu sözlerin sahibi 1920'den 1950'ye kadar milletvekilliği yapan Hacim Mıuhittin Çarıklı idi.
Milli Mücadele'de 'Balıkesir' ve 'Alaşehir' kongrelerinin düzenlenmesinde Hacim Bey'in büyük payı vardı.
'İstiklal Madalyası'na hak kazanan Hacim Çarıklı, Milli Mücadele'nin sadece Erzurum ve Sivas Kongrelerince yürütülmediğini, eş zamanlı olarak Ege havalisinde de halkın örgütlenerek vatanın kurtuluşu için çaba gösterdiklerini dile getirmiştir.
Turgut Çarıklı'nın 'Babam Hacim Muhittin Çarıklı: Bir Kuvay-ı milliyecinin yaşam öyküsü' kitabında yer alan bilgilere göre Hacim Bey, resmi tarihte kendisine ayrılan rolün küçültüldüğü görüşündeydi.
BALIKESİRLİLER ÖNE ÇIKTILAR
Gerçekten de Yunanlıların İzmir'i işgal etmelerinin hemen ardından 'Redd-i ilhak' adı altında çeşitli cemiyetler kurulmıuştu.
Bu cemiyetlerden birisi de 'Balıkesir Kuvay-ı Milliye teşkilatı' idi.
Turgut Çarıklı'nın verdiği bilgilere göre bu teşkilat önce Balıkesir Redd-i İlhak Heyeti adıyla kurulmuş, daha sonra da 'Harekat-ı Milliye Redd-i İlhak Heyeti' adını almıştı.
Teşkilat, İzmir'in işgalinin hemen ertesinde Balıkesir'in yurtsever ve idealist eşraf ve aydınları tarafından kurulmuştu.
Heyet haziran 1919'da Hacim Bey'i başkanlığa getirmişti.
Mutasarrıflıktan azledilen Hacim Beyin başkanlığında kurulan teşkilat faaliyetlerini Balıkesir ilinin sınırları dışına taşırmıştı.
İlk önce Balıkesir'de, daha sonra Alaşehir'de, daha sonra tekrar Balıkesir'de yapılan kongrelerde Yunanlılarla askeri ve politik alanda yapılacak savaşın esasları ortaya konmuş, savaş cepheleri ve cephe gerilerinin düzenlenmesine büyük bir özen gösterilmişti.
Yunan işgaline karşı direniş gösteren teşkilat, Yunan ilerleyişini durduramazsa da yavaşlatmıştı. Böylece Büyük Millet Meclisi açılıp düzenli ordu kuruluncaya kadar zaman kazanılmıştı.
Yunan birlikleriyle bir yılı aşan bir süre ciddi olarak savaşılmış, hatta bu savaş BMM'nin açılmasını izleyen döneme bile taşmıştı.
Teşkilat mensupları Sivas ve Balıkesir arasında bir anlaşmazlık çıkarmaktan özenle kaçınmışlardı.
Bu anlayış içinde teşkilat 'Alaşehir Kongresi'nden sonra hazırlık çalışmalarına başladıkları 'Büyük Anadolu Kongresi'nin toplanmasından dahi vazgeçmişti.
Sivas Heyet-i temsiliyesinden Balıkesir Heyeti Merkeziyesi arasında samimi telgraflar gelip gitmişti.
HACİM BEY NUTUK'A ÇOK ÜZÜLMÜŞ
Turgut Beyin ifade ettiği gibi Erzurum ve Sivas kongreleriyle Balıkesir ve Alaşehir kongreleri birbirilerinden bağımsız fakat haberli olarak toplanmışlardı.
Her iki teşekkül de birbirilerinin faaliyetlerini o günün ulaşım imkanları içinde yakından izlemişlerdi. Hatta Alaşehir Kongresi adına İbrahim Süreyya Bey Sivas Kongresi'ne delege olarak gönderilmişti.
Balıkesir teşkilatı Sivas'ın önemini anlamış, fakat Yunan cephesine yakınlığı nedeniyle ondan bağımsız hareket etmek gereğini de savunmuştu.
Balıkesir Harekat-ı Milliyesi sadece bu ilin çevresiyle sınırlı kalmayıp bütün Batı Anadolu'yu, hatta İç Anadolu'nun bir kısmını da kapsamı içine almıştı.
Yani, teşkilat bölgesel amaçlı bir teşkilat olmayıp amacı bütün yurdun düşman istilasından kurtarılmasıydı.
Bu yüzden Balıkesir Kongresi kararlarının dördünce maddesinde ' Kongrenin maksad ve gayesi vatanın kurtulmasıdır' ibaresi yer almıştı.
Teşkilat, bütün diğer teşkilatlar gibi yeri geldiğinde Büyük Millet Meclisi'nin etrafında bütünleşmişti.
Hacim Bey, 15 Ekim 1927 tarihinde günlüğüne şöyle yazmıştı:
'Bugün saat onda Halk Fırkası'nın Umumi Kongresi açıldı. Ve Gazi Paşa uzun zamandan beri mevzuu bahis edilen nutkunu irada başladı. Gazi, bütün kendi bulunduğu vaziyetlere dair izahat veriyor ve diğer cepheleri birer cümle ile geçiyor. Bundan maksadının yalnız kendi bulunduğu hususatın bahsinden ibaret olup, diğer Kuvay-ı milliye ve Harekat-ı milliye cepheleri tarihinin oralarda bulunan arkadaşlar tarafından yazılması icap edeceğini Necati(Maarif Vekili Mustafa Necati Bey) hikaye ediyordu. Gazi bilhassa muhtelif eşhas üzerinde çok tevakkuf ediyor ve tafsilat veriyordu. Efkar-ı umumiyede bunları düşürmek istediği anlaşılıyor. Yine Nutukta Ali(Afyon), Kılıçali(Gaziantep), Ali Saip(Kozan), Celal(İzmir) Beylerin Harekat-ı milliyedeki fedakarlıklarını yadetti. Benden hiç bahis yoktu. Halbuki o arada pek ufak da olsa benim de biraz hizmetim olduğumu zikretmeli idi.Fakat ben bu mütalaada haksızım. Çünkü nutku söyleyen Gazidir ve bahsedip etmeme hakkı da müşarunileyhe aittir'
GÖLGEDE KALANLAR
Turgut Çarıklı, babası Hacim Bey'in Mustafa Necati Beyin dediklerine pek inanmadığını, günlüklerinde ifade etmese bile kendisine Nutukta yer verilmemesinin burukluğunu ömrünün sonuna kadar duyduğunu belirtiyordu.
Oysa Hacim Bey Balıkesir teşkilatının yürüttüğü mücadelenin İstiklal Harbi tarihi içinde çok önemli bir mevkiyi işgal ettiğini düşünüyor ve şöyle diyordu:
'Bu teşkilatın emrindeki güçler Yunanlılara karşı on sekiz ay çakmak çakmışlardır(çarpışmışlardır). Kurtuluş savaşımızın gerçek tarihi yazıldığında bizim de orada yerimiz olacaktır.'
Turgut Çarıklı ise şöyle yazacaktır:
'Hacim Beyin anıları 1967'de yayımlanıncaya kadar, Kurtuluş Savaşımızın TBMM'nin açılışından önceki dönemi, bu dönemde Balıkesir Kuvay-ı milliye teşkilatının yeri ve babamın kişiliği gölgede kalmıştır. Tarihçilerimiz, Balıkesir Harekat-ı Milliye Heyeti ve bu Heyetin faaliyeti, tertiplediği kongreler, Milli mücadele fikrini ve ruhunu bölgeye ve ülkeye anlatmak için harcadığı çabalar üzerinde pek durmak gereği duymamışlardır.'
Turgut Çarıklı'ya göre Hacim bey ve onun gibi, Kurtuluş savaşında büyük bir cesaret ve özveriyle ortaya atılanların anılarını yayımlamakta ihmalkar davranmaları, bu alanda bazı eksik ve hatta yanlış görüş ve anlayışların oluşup yayılmasına neden olmuştu. Özellikle Kurtuluş Savaşının tek başına Gazi Mustafa Kemal Paşa'nın eseri olduğu, etrafındakilerin, arkadaşlarının onun görüş ve amaçlarını kavrayamadıkları görüşü geniş bir çerçevede kabul edilmişti.
BALIKESİR ERZURUMDAN DAHA SERTTİ
Bazı tarihçiler de Balıkesir teşkilatının önemini küçültürlerken bazıları da adil davranarak gerçeğe işaret etmişlerdi.
Mesela Sabahattin Selek bir yazısında şunları şöylemişti:
'Birinci Balıkesir Kongresi , İtilaf devletlerine karşı Erzurum Kongresine kıyasla daha sert ve daha kesin bir tavır takınmıştır.'
Selek'e göre Erzurum Kongresi Büyük Devletlere daha ihtiyatlı, temkinli ve daha politik bir ifade ile seslenirken Balıkesir Kongresi bu Devletlere karşı adeta meydan okurcasına seslenmiştir.
'Kurtuluş Savaşı' adlı kitabının 'Batı Anadolu'da kongreler' bölümünde Selek şunları da söylüyordu:
'Milli Mücadele çok yönlü ve çok cepheli bir büyük kurtuluş hareketi olması sebebiyle gölgede kalmış nice hizmetler, gözden kaçmış, hatta unutulmuş nice kahramanlar bulunduğu ancak son yıllarda farkedilmeye başlanmıştır.'
Madem 19 Mayıs kutlamalarıyla ilgili tartışmalar yaşanırken Milli Mücadele'ye omuz vermiş, lakin şu veya bu nedenle gölgede kalmış veya unutturulmuş nice kahramanları hayırla yad etmek gerekiyor.
Milli Mücadelede en büyük payın Milletin isimsiz evlatlarına ait olduğunu da hatırdan çıkarmamalıyız.
Nutuk ve resmi tarih..
Milli Mücadeleyi 'Tek adam'a indirgeyen yaklaşımlar bütün bir tarihi de bu 'tekçi konsept' çerçevesinde ele alıyor. Kurtuluş savaşının kadrosu içinde yer alan önder şahsiyetler de 'Tek adam'la ilişkilerine göre bu öyküde kıymetlendiriliyor.
Kazım Karabekir, Ali Fuat Cebesoy, Cafer Tayyar, Refet Bele paşalar ve Rauf Orbay gibi şahsiyetler, Halk Fırkası'ndan ayrılıp Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası'nı kurduklarından ötürü , sonradan yazılan Milli Mücadele tarihinde rolleri gerçekte olduğundan çok daha az gösterilmişti.
'Tek adam' yaklaşımı, 'Tek parti' rejimiyle sonuçlandığından Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası kısa ömürlü olmuştur. Adı geçen parti Şeyh Said İsyanı'yla ilişkilendirilip kapatılmış, adı geçen şahsiyetler de 1926'daki 'Atatürk'e Suikast Davası'na katıştırılmak suretiyle siyasetten el etek çekmeleri sağlanmıştı.
Milli Mücadele tarihi ise Atatürk'ün 1927'deki Cumhuriyet Halk Fırkası Kongresi'nde otuz altı buçuk saatte okuduğu 'Nutuk' çerçevesinde yazılıp okutulmaya başlanmıştı.
Mustafa Kemal Paşa'nın olayları ve kişileri kendi nazarından anlattığı 'Nutuk' milli mücadelenin uzun yıllar tek ve hakiki kaynağı olarak algılanmıştır.
Ders kitapları da keza 'Nutuk' esas alınarak yazıldığı için Milli Mücadelede rol oynayan pek çok şahsiyet bu öyküde gölgede bırakılmış olmalarından ötürü rahatsızlık duymuşlardır. Kazım Karabekir Paşa, 1930'ların başlarında 'Milliyet' gazetesinde 'Millici' imzasıyla yayımlanan yazılarda İstiklal Savaşı'nın 'Tek adam(Atatürk)' ve 'İkinci Adam( İsmet İnönü)' eksenli anlatılmasına itiraz etmişti.
Bu yazılarda Karabekir Paşa'nın İstiklal Savaşı'ndaki rolü de küçültülmüştü
Milliyet gazetesine 7 mektup göndermişti Karabekir Paşa. Bu mektuplardan sonuncusu devletin beynelmilel menfaatlerine aykırı olduğu gerekçesiyle yayınlanmamıştı.
Bunun üzerine Karabekir Paşa, 'İstiklal Harbimizin Esasları' başlıklı bir kitap yazmıştı.
Sözkonusu kitaba daha matbaada iken el konulmuş ve yakılarak imha edilmişti.
İsmet İnönü Cumhurreisi seçildikten sonra Atatürk'le küs olan silah arkadaşlarını birer ikişer Meclis'e sokarak itibarlarının iadesini sağlamıştı.
Kazım Karabekir Paşa da Meclis'e girmiş ve bilahere TBMM Başkanlığına bile getirilmişti.
1945'de Milli Eğitim Bakanlığı'nda Bakan Hasan Ali Yücel, Kazım Karabekir ve tarihçi Prof. Enver Ziya Karal arasında bir tartışma yaşanmıştı.
27 Mart'ta Hasan Ali Yücel'in odasında başlayan tartışma Nisan ayının ortalarına kadar devam etmişti.
Tartışılan konular tutanağa geçirilmişti.
Bu tartışmalarda Kazım Karabekir Paşa, Enver Ziya Karal'ın yazdığı kitabın ana kaynağının 'Nutuk' olmasını eleştirmişti.
Karabekir Paşa, Prof. Karal'a bakın ne demiş:
'Nutuk çok yanlış ve tarafgiranedir. Nutuk'ta daha ziyade teferruat üzerinde durulmuş ve esaslar kamilen ihmal edilmiştir. Benim yakılan kırk kitabım içinde biri de Nutuk'un hata ve sevap cetveli adını taşımaktaydı. Bunda Nutuk'un yanlışları bir bir gösterilmiştir.'
Karabekir Paşa cumhuriyet tarihinde olayların Atatürk ve İnönü etrafında toplandığına ve inkilap tarihinin seyrinde onlardan başka pekçok kimsenin emekleri olduğu halde bu cihetin işaret edilmediğini de vurgulamıştı.
Prof. Karal ise bu eleştiriye şu cevabı vermiş:
'Yazılan tarih devlet tarihidir. Tarih olaylarının devlet bakanları etrafında toplanması bütün devlet tarihlerinden göze çarpan gerçektir. Klasik bir ders kitabında bir olayın bütün kahramanlarını saymak imkanı yoktur. '
1950'de 'Tek adam-Tek Parti' rejimi sona erdiğinde Cumhuriyet tarihine ilişkin anlatılar da zenginleşmişti.
O zamana dek susanlar artık konuşmaya ve anılarını yayımlamaya başlamışlardı.
Buna rağmen Milli Mücadele tarihine ilişkin 'Tek adam' yaklaşımı resmi kitaplar üzerindeki tekelini hep sürdürdü.
Bugün kimse siyasi ve kişisel ihtilafların gölgesinde kalan Milli Mücadele tarihini tek elden okumuyor artık.
İşin doğrusu da budur.
Rusya'da Stalin, Çin'de Mao..
'Tek adam' yaklaşımı sadece bizim ülkemize özgü değil.
Sovyetler Birliği'nde ve Çin'de de resmi tarih 'Tek adam' yaklaşımı üzerne bina edilmişti.
Sovyetler Birliği'nin tek adamı Stalin, Çin'in tek adamı ise Mao idi.
Mao da, Stalin de yola birlikte çıktıkları arkadaşlarından çoğunu tasfiye etmişti.
Mesela 1917'deki Ekim Devrimi'nin önderlerinden Troçki, Rusya'dan ayrılmak zorunda bırakılmış ve daha sonra da Meksika'da öldürülmüştü.
'Ekim Devrimi'nin lideri Lenin öldükten sonra papucu dama atılmıştı.
1936-1938 yılları arasında yapılan duruşmalarda Komünist liderler düzmece iddialarla yargılanarak mahkum edilmişlerdi.
Pek çok önder kurşuna dizilerek idam edilmiş ve böylece Stalin tek başına ipleri ele geçirmişti.
Stalin'in Sovyetler Birliği Komünüst Partisinin tarihine ilişkin olarak yazdığı kitap tek kaynak olarak kabul edilmişti.
İsaac Deutscher'in dediği gibi resmi yayımlarda Stalin gökten inmiş gibi gösterilmişti.
Stalin kültü, Stalin'i insan olmaktan çıkarmıştı.
Öyle ki Lenin'in Stalin'e dikkat edilmesi gerektiğini belirten vasiyetnamesi bile uzun yıllar herkesten gizlenmişti.
Gerçekte Stalin ufak tefek bir adamdı, lakin posterlerde dev gibi bir adam olarak gösterimişti.
Tarihçi Eric hobsbawm, Stalin'inmumyalanmış cesedini , 1957'de başka yere kaldırılmadan önce 'Kızıl Meydan'daki mozelesinde görmüştü.
Hobsbawm muazzam bir güce sahip olan Stalin'in ufak tefek bir adam olduğunu görünce büyük bir şaşkınlığa kapılmıştı.
Stalin 1.64 boyundaydı, ama bütün film ve fotoğraflarda bu gerçek gizlenerek iri kıyım bir adam olarak gösterilmişti.
Hobsbawvm, Stalin'in Sovyetler Birliğinin tarihine ilişkin kitabının içerdiği yalanlara ve entelektüel zayıflığına rağmen pedagojik açıdan ustaca yazılmış bir metin olarak değerlendirimişti.
İlginçtir, Stalin bu kitabını da başta Troçki olmak üzere devrimin pek çok liderini tasfiye ettikten sonra kaleme almıştı.
Ölüler ise kendilerini savunamazlardı.
1960'ların ortalarında Mao'nun başlatığı 'Kültür devrimi' operasyonu ise dönemin pek çok komünist önderini ortadan kaldırmıştı.
Başkan Mao da kült hale getirilmiş ve adeta yarı-tanrı olarak sergilenmişti.
Mao'nun yazdığı küçük 'Kızıl kitap' Çin halkının komünist incili gibiydi ve en ücra köşelerde bile elden ele gezdiriyordu.
Mao'nun da kendisinin putlaştırılmasında gerçeklik payı olduğunu, ancak bunun bir siyasi gereklilikten kaynaklandığını itiraf ettiği söylenir.
Çin İmparatoru'na duyulan üç bin yıllık yarı-kutsal hayranlık Başkan Mao'nun şahsında devam ettirilmişti.
Her iki ülkede de uzun yıllar devrim tarihleri Stalin ve Mao üzerinden kitlelere aktarılmıştı.
Stalin ve Mao öldükten sonra durum değişti tabii.

Atatürk, Şeyh Ahmet Senusi'yi 'Halife' seçtirebilir miydi?

ABD Dışişleri Bakanlığı belgelerine göre, Atatürk, Halife Abdülmecit azledilmeden bir süre önce Şeyh Senusi'ye halife olmasını destekleyeceğini söyledi. Ancak Senusi halifetin Osmanlı ailesinin uhdesinde kalması gerektiğini söyleyerek teklifi reddetti.
Doç. Hakan Özoğlu'nun ABD Dışişleri Bakanlığı'na ait belgeler arasından bulup çıkardığı evraka göre Atatürk, son Osmanlı halifesi Abdülmecit Efendi'yi azlederek, yerine Libyalı Şeyh Ahmet el Senusi'yi getirmek istemiş.
İddianın yer aldığı evrak, 17 Haziran 1924'te Amerikan Yüksek Komiseri Amiral L. Bristol tarafından ABD Dışişleri Bakanlığına gönderilmiş.
Amiral Bristol iddiayı, Şeyh Senusi'nin sekreteri Osman Fahreddin Efendi ile yaptığı özel görüşmede aldığı bilgilere dayandırıyor.
Belgeye göre Halife Abdülmecit azledilmeden bir süre önce Atatürk Şeyh Senusi'ye eğer Türkiye dışında yaşamayı kabul ederse halife olmasını destekleyeceğini söylemiş.
Şeyh Senusi ise Halifelik makamının Osmanlı ailesinden Halife Abdülmecit'in uhdesinde kalması ve İstanbul'da ikamet etmesi gerektiğini belirterek bu teklifi reddetmiş.
ABD Dışişlerine ait bir başka belgede de, Atatürk'ün Şeyh Senusi'nin 1926'da Kahire'de yapılacağı ilan edilen Hilafet Kongresi'nde halife seçilmesine destek vereceğini, seçilmesi halinde de İstanbul'da ikamet etmesine rıza göstereceğini söylediği ifade ediliyor.
Belgeye göre Atatürk, Şeyh Senusi'den Türkiye'deki dindar çevrelerle yeni rejim arasında yatıştırıcı ve uslaştırıcı bir rol oynaması halinde Kahire'deki kongreye bir heyet göndermek suretiyle halife seçilmesine yardım edeceklerini söylemiş.
23 Ocak 1925 tarihli bir başka belgede de Atatürk'ün Hilafet Kongresi'nde Şeyh Senusi'ye destek vermesi karşılığında Şeyhin bütün konuşmalarında Türkiye hakkında iyi konuşmasını ve Türkiye'nin İslam dünyasındaki eski yerine yükselmesi için yardım etmesini istemiş.
Atatürk'ün teklifini kabul etmeyen Şeyh Ahmet el-Senusi, Halife Abdülmecit'in azledilmesi ve hilafet makamının Türkiye Büyük Millet Meclisi'nin manevi şahsiyetine ithal edilmesinin ardından bir süre Mersin'de ikamet ettikten sonra Türkiye'den ayrıldı.
Osmanlı saltanat ailesinin Türkiye dışına çıkarılmasıyla birlikte Artık Türkiye'de yapabileceği bir şey kalmamıştı.
HİLAFET KONGRESİ FİYASKO OLDU
1926'da Kahire'de toplanan Hilafet Kongresi'nde Suudi Kralı'nı veya Mısır Kralı Fuad'ı Müslümanların halifesi olarak seçtirme girişimleri fiyaskoyla sonuçlandı.
Kongre Hilafet konusunda bir karar alamadan dağıldı.
Kongre'ye yolunu ayrı bir rotaya çeviren Türkiye'den de katılan olmamıştı.
Bütün Arapların Kralı ve halifesi olmak isterken Filistin, Irak, Suriye ve Lübnan'ın İngiliz ve Fransızlar'ın eline geçmesini sağlayan, Osmanlı'nın tasfiyesinde rol oynayan Mekke Şerifi Hüseyin'in bu kongrede esamesi bile okunmuyordu.
Reşit Rıza gibi meşhur alimler bile daha önce hararetle destekledikleri Şerif Hüseyin'den uzaklaşmışlar, hatta ondan “Hicaz tağutu” olarak söz etmişlerdi.
Uzun lafın kısası, Arap-İslam dünyası Şerif Hüseyin'e beklediği itibarı vermedi.
ŞEYH AHMET SENUSİ KİMDİ?
Peki Şeyh Senusi kimdi ve halife seçilecek nitelikte bir şahsiyet miydi?
Dr. Özoğlu'nun verdiği bilgileri “Star” gazetesinde okuduğumda Şeyh Ahmet Senusi'nin hayat hikayesini kısaca anlatmak gereği duydum.
Seyyid Ahmet eş-Şerif es-Senusi, Libyalı'ydı ve Mustafa Kemal Paşa'yla Trablusgarp'tan tanışıyorlardı.
İtalyanlar 1911'de Trablusgarp'ı işgal ettiklerinde, Enver Paşa, Mustafa Kemal ve arkadaşları ile birlikte İtalyanlara karşı omuz omuza savaşmıştı.
Karizmatik bir şahsiyet olan Şeyh Ahmet Senusi, gücü ve etkisi Kuzey Afrika'dan Arap yarımadasına kadar yayılmış bulunan “Senusi Tarikati”nin başındaydı.
Senusiler Birinci Cihan Harbi'nde Osmanlı'nın safında yer alarak Kuzey Afrika'da İngilizler, Fransızlar ve İtalyanlara karşı açılan cephelerde önemli rol oynadılar.
Sultan Reşad vefat edip yerine Sultan Vahideddin geçtiğinde, bir Alman denizaltısı ile Libya'dan Avrupa'ya, oradan da İstanbul'a geçti.
İlk defa yurdundan ayrılan Şeyh Senusi, İstanbul'da büyük bir törenle karşılandıktan sonra Sultan Vahideddin'e kılıç kuşandırdı.
Bu da Şeyh Senusi'nin Osmanlı nezdindeki itibarın ziyadesiyle yüksek olduğunu gösteriyor.
ATATÜRK, ŞEYH SENUSİ'Yİ ANLATIYOR
Şeyh Ahmet es-Senusi başından sonuna kadar Milli Mücadele'yi destekledi.
Anadolu'da Milli Mücadele'ye destek verilmesi için seyahatler gerçekleştirdi, vaazlar verdi, sohbetler yaptı.
1920'de Ankara'ya geldiğinde de coşkuyla karşılanan Şeyh Ahmet Senusi'yi Mustafa Kemal Paşa şu sözlerle anlatıyordu:
“Benim ve arkadaşlarımın kendi gözlerimizle gördüğümüz gibi, Afrika'da insaniyet ve uygarlık ve hayatta önder olmuşlardır. Bu nedenle bütün Afrika Müslümanlarının kalplerinde ve vicdanlarında kendilerine karşı büyük bir saygı vardır. Dolayısıyla huzurlarıyla şeref duyduğumuz yüce kişi, gerçekte Afrika'nın en tabii reisi ve en yetkili hükümdarıdır”
Mustafa Kemal Paşa, Şeyh Senusi'ye şükranlarını şöyle sunmuştu.
Hepimizce bilinir ki, arkadaşlar! İslam dünyasını oluşturan değişik topluluklar zaman zaman gafil bir halde kalmışlardır. Bu nedenle yapılan bir çok hizmetler, fedakarlıklar gaflet içinde bulunanlara yeterince etkisini yapamamıştır. Fakat bugün İslam dünyasında, kuşkusuz düşmanların tutumları sonucu beliren sonuç ve kötü kaderimizdir ki, bakışlarımızı dünyanın üzerinde dolaştıracak olursak görürüz ki, uyanık durumda ve belki de intikam durumunda bir çok İslam toplulukları vardır. Fakat bütün bu dikkat ve uyanma halinde bulunan insanlar başlarında bulunacak ulviyet ve faziletleriyle tanınmış kimselerin uyarmalarına muhtaçtır. İşte Ahmet Şerif o yüksek simaların birincilerindendir. Dolayısıyla bundan sonra kendilerinin İslam dünyasına yapacakları hizmet şimdiye kadar ki hizmetlerini taçlandıracaktır. Ve bu sayede bütün İslam dünyasının merkez dayanağı olan Türkiye Devletinin de güçlenmesine yardım etmiş olacaklardır. Seyyid Ahmet el Şerif Hazretlerinin gelecek hizmetlerine şimdiden gerek şahsım adına ve gerek Türkiye Büyük Millet Meclisi namıma teşekkürlerimi sunarım.”
Şeyh Senusi ise yaptığı konuşmada şunları söylemişti:
“İslamiyetin yok olmasının muhakkak görüleceği bir halin belirmesi üzerine Müslümanların umutlarının kesildiği bir sırada Mustafa Kemal Paşa ve arkadaşları birlikte savaşa kalktılar. Birlikte çalıştığımız , cihat ettiğimiz bu hizmet, bütün İslam aleminin kurtuluşuna ait bir kutsal hizmettir. Ben bunu bütün içtenliğimle takdir eder ve bu kutsal hizmetin gerçek mutluluk ile sonuçlanmasını umut ve dua ederim. (..)Reis Paşa hazretleri hakkımızda saygı gösterdiler. Teşekkür ederim. Kötülükle iyiliği değerlendirebildiğim günden beri düşüncelerimi ve dualarımı daima İslamiyetin yücelmesine ayırdım. Sizin bu meşru topluluğunuz içinde bulunmakla da aynı amaca yürüdüğüme eminim. Sizinle beraber mücahid ve duacıyım ve İslamın birleşmesi olan amacımız için her yolda hizmete hazırım”
ANADOLU'DA BİRLİĞİ SAĞLAMAK İÇİN ÇALIŞTI
Şeyh Senusi'nin Anadolu'da ve Suriye tarafında yaptığı faaliyetler İngilizler ve İtalyanlar tarafından günü gününe takip edilir.
Onun çabalarının Anadolu ve Hicaz Arapları nezdinde Milli Mücadele'ye karşı heyecan yaratacağından endişe etmektedirler.
Gerçekten de Şeyh Senusi gittiği her yerde, Sivas'ta, Elazığ'da, Urfa'da, Diyarbakır'da, Adana'da, Milli Mücadele'nin desteklenmesi çağrılarında bulunuyor ve İslam dünyasını çeşitli bölgelerinden gelen kişilerle toplantılar düzenliyordu.
Şerif Hüseyin ihanetin, Şeyh Ahmet Senusi ise sadakatin timsalidir.
Hiçbir karşılık beklemeden, safiyane ve halisane duygularla Osmanlı'ya bağlı kalarak, sömürgexi güçlerin altınlarına ve aldatmalarına kanmayarak kendini riske atan, Milli Mücadele'yi büyük bir şevkle destekleyen Şeyh Ahmet Senusi'yi hep şükranla anacağız.
1933'te Medine'de vefat eden bu büyük mücahidi ve kahramanı unutmayacağız.
Enver Paşa'nın da Şeyh Senusi projesi vardı!
Atatürk'ün Şeyh Ahmet eş-Şerif es-Senusi'ye halifelik teklif etmesi aslında yeni bir durum değildi.
Enver Paşa'nın yakın adamlarından Hüsamettin Ertük, “İki Devrim Perde Arkası” başlıklı anılarında Şeyh Senusi hakkında önemli bilgiler verir.
Şeyh Senusi'nin Libya'dan getirtilerek Suriye Araplarını İngiliz cephesinden ayırması için faaliyet göstermesini istiyordu Enver Paşa.
Ertürk'ün aktardığına göre Enver Paşa şöyle demişti:
“Eğer Şeyh Senusi Şerif Hüseyin'i yola getiremezse o zaman Hicaz Krallığı'nı da, ilerde Trablusgarp'ta kurulacak devletin riyasetini de kendisine vermeye ve onu bu yerlerin meşru hükümdarı tanımaya hazırız.”
Hatta Ertürk'e göre, Enver Paşa, Şeyh Senusi'ye bir İslam Konfederasyonu'ndan bahsetmiş, hatta Şeyh'in halife seçilebileceğini de söylemiştir.
Orhan Koloğlu'nun “Mustafa Kemal'in yanında iki Libyalı lider” başlıklı kitabında dile getirdiği gibi, Enver Paşa elden çıkan ve bir daha geri alınamayacağı anlaşılan İslam ülkelerini Osmanlı hilafetine, başında Arapların seçecekleri fakat Osmanlı devletine bağlı ve saygılı bir lider bulunan bir konfederasyon çerçevesinde bağlayarak, birliği devam ettirmeyi tasarlamış olabilir.
Dolayısıyla Atatürk'ün 1925'teki (daha sonra 1926'ya tehir edilen) Hilafet Kongresi'nde Şeyh Senusi'yi seçtirmek için heyet gönderebileceği pek de akla uzak gelmiyor.
Sadece Trablusgarp'ta değil, bütün Kuzey Afrika'da sömürgeci güçlere karşı direnişin sembolü haline gelen Şeyh Ahmet Senusi, 1920'lerin ortalarında önce Şam'a geçmiş, burada kalmasına Fransızlar izin vermediği için, Şerif Hüseyin'in Suudiler tarafından tasfiye edilmesinden sonra Hicaz'a giderek inzivaya çekilmiştir.
Şeyh Ahmet es-Senusi'nin amcazadesi İdris es-Senusi 1951'de Libya Kralı olarak tahta geçti.
Kral İdris, 1969'da Albay Muammer Kaddafi tarafından düzenlenen bir askeri darbeyle devrildi.
Kazım Karabekir Paşa, Atatürk'ün halife olacağından kuşkulanmıştı!
Şeyh Ahmet es-Senusi'ye halife olması için teklifte bulunan Atatürk'ün kendisinin de Cumhuriyet ilan edilmeden önce halife ünvanını almak istediği iddia edilmiştir.
Bu iddiayı dile getiren Atatürk'ün silah arkadaşı ve Milli Mücadele'nin en önemli komutanlarından Kazım Karabekir Paşa'dır.
Uğur Mumcu'nun “Kazım Karabekir Anlatıyor” başlıklı kitabında bu iddia detaylı olarak dile getirilir.
Milli Mücadele'nin önderleri arasında saltanat ve hilafet konusunda bir takım tartışmalar yaşanmıştı.
Karabekir Paşa'ya göre halife olmak isteyen Mustafa Kemal bu niyetini Meclis bahçesinde çektirdiği bir fotoğrafla açığa vurmuştu.
1921'de çekilen bu fotoğrafta Mustafa Kemal Paşa, İtalyanlara karşı Libya'da savaşırken kendisine hediye edilen mahalli kıyafeti giymiş olarak yer almıştı.
Mustafa Kemal Paşa'nın “mefkure hatırası” adını verdiği fotoğrafta, yanında sarık ve cübbeleriyle çok sayıda hocaefendi de vardı.
Karabekir Paşa'nın beklentisi saltanatın kaldırılması, ama hilafetin Al-i Osman'dan bir şahsiyetin üzerinde kalmasıydı.
Bakın ne diyor Karabekir Paşa:
«Mefkure Hatırası el yazısıyla imzasını taşıyan sarıklılar arasındaki sarıklı resmi Mustafa Kemal Paşa'nın hilâfet ve saltanatı kendisine almak mefkuresinde olduğu neticesinde karar kılıyordu. 12 Mayıs 1922 tarihli el yazılarını ve imzalarını taşıyan bir fotoğraf ilişiktir. Cumhuriyet fikrinden kendi uhdesine hilâfet ve saltanata dönüş bütün cihana karşı çok garip bir şey olacaktı. Ben, bizim için hilâfeti ayırmak ve saltanatı lâğv etmek, bu suretle Cumhuriyet'e gitmeyi iç ve dış siyasetimize daha uygun buluyordum. Fakat bunu da, en son zaferden sonra ortaya atabilirdik. Hükümet merkezinin de artık İstanbul'da iç ve dış baskısı altında tutulmaması fikrinde idim. 9 Ekim 1922'de Erkân-ı Harbiye Umumiye Riyasetinin (Genelkurmay Başkanlığının) İstanbul ve Boğazların muahede-i vaziyeti hakkındaki mütalâamı sormalarına karşı verdiğim cevapta (İstanbul'a makam-ı hilâfet) denilmesini teklif etmiş ve hükümet merkezinin de Ankara - Kayseri - Yozgat sahasında münasip bir yer olarak tesbitinin muvaffak olacağını ayrıca bildirmiştim. Hilâfet ve saltanatın bekası taraftarı değilken bu sefer bunu bir kumandana vermeye hiç taraftar olamazdım! M. Kemal Paşa'nın 'Türkiye'nin başında hilâfet-i İslâm olacak bir hükümdar bulunacaktır' ifadesinin delâlet ettiği mânâ bu 'Mefkure hatıralı' fotoğraftan daha iyi anlaşılıyordu.”
Karabekir Paşa, Sakarya zaferinde “Müşir” ve “Gazilik” gibi ünvanları kazanan Mustafa Kemal Paşa'nın son zaferde mefkuresine ulaşmak için muhafazakarları Millet Meclisine dolduracağından kuşkulanmıştı.
Böyle bir durumda, özlenen ve muhtaç olunan yenilenmeye imkan kalmayacaktı.
Tabii ki Karabekir Paşa'nın korktuğu başına gelmedi ama istemediği şeyler de oldu.
Hilafet ve Saltanat biribirinden ayrıldı. Sonra Saltanat kaldırıldı, hilafet Abdülmecit Efendi'ye tevcih edildi. Bilahare de Hilafet makamının Abdülmecit Efendi'den alınarak Meclis'in manevi şahsiyetine aktarılması suretiyle kaldırıldı.

Atatürk ve Masonlar..

Bazı okurlar, 1935'de Mason localarının neden kapatıldığını soruyorlar.
Hikayeyi tam olarak bilmiyoruz.
Bildiğimiz şu, Atatürk'ün talimatıyla Mason locaları bir kalemde faaliyetten men edildi.
Alın size bir gerekçe, bir postta iki sultan olmaz.
Hükümet ve parti içinde masonlar vardı ve ayrı bir organizma olarak görünüyordular.
1935'te Meclis'te bulunan CHP Van Milletvekili İbrahim Arvas'ın aktardığına göre Atatürk eski Adalet Bakanı Esat Mahmut Bozkurt'tan CHP Grubu'nda Masonlar aleyhinde bir konuşma yapmasını istedi.
O konuşma Mason localarının kapatılacağının bir işaretiydi.
Masonların Cumhurreisi Atatürk nezdindeki girişimleri de sonuçsuz kalmıştı.
Arvas, Atatürk'ün localara izin vermesini isteyen grubu hakaret ederek makamından kovduğunu belirtir.
Tartışmanın detayını merak edenler İbrahim Arvas'ın 'Tarihi Hakikatler' isimli kitabına bakabilirler.
* * *
Gelin bu hikayeyi bir de Mason üstad-ı azamı Kemalettin Apak'tan dinleyelim.
Türkiye'de Masonluğun tarihi üzerine bir kitap yazan Apak, Mason localarının 1935 Ekim ayında birdenbire faaliyetini durdurmak gibi bir emr-i vakiyle karşı karşıya geldiğini belirtir.
'Bu elemli hadise için verilecek kati hükmü tarihe ve gelecek mason nesillerine bırakmak belki daha doğru olacaktır' der..
Apak, Mason localarının kapatılmasında diktatoryal ve totaliter zihniyetli bazı yabancı memleketlerdeki komünist ve faşist rejimlerinin o zamanlar takip ettikleri Masonluk aleyhtarı politikalarının serpintilerinden alınan ilhamların da etkili olduğunu ifade eder.
Dr. İsmail Hurşit, Emlak Bankası Direktörü Muhittin Osman Omay, Dr. Fuat Süreyya Paşa, Muhip Kuran, Devlet Şûrâsı Reisi Mustafa Reşat Mimaroğlu, Ankara Valisi Nevzat Tandoğan ve milletvekili Dr. Rasim Ferit'ten teşkil edilen bir Mason heyeti Ankara'da Dahiliye Vekili Şükrü Kaya ile görüşür.
Şükrü Kaya da bir Masondur.
Şükrü Kaya, Masonlar tarafından sürdürülen sosyal ve kültürel faaliyetlerin bir süreden beri 'Halk Evleri' tarafından yapılmakta olduğunu belirterek, Masonluk faaliyetlerinin tatil edilmesine partice karar verildiğini bildirir.
Elden gelen bir şey yoktur, hükümet bu kararı uygulamak zorundadır.
Masonlara ait binalar da Halk Evleri'ne devredilecektir.
Masonlara başkaca hiçbir yol bırakılmadığından o görüşme esnasında hazır tutulan bir beyanname heyete imzalatılır.
* * *
Mason Localarına son veren beyanname 10 ekim 1935'te 'Anadolu Ajansı' tarafından radyolara servis edilir.
Beyannamede Türk Mason Cemiyeti'nin gönüllü olarak faaliyetlerine son verdiği ve dernek mallarının de Halk Evleri'ne bağışlandığı belirtiliyordu.
'Cumhuriyet' gazetesinde locaların kapatılması talimatının, CHP'nin son fırka programında yer alan 'Kökü dışarıda bulunan teşekküller memleketimizde yer bulamayacak' şeklindeki bir maddesine dayandırıldığı da yazıldı.
Dahiliye Vekili Şükrü Kaya da gazetelere verdiği demeçte, 'Türk Masonları kendi ideallerinin hükümetin esas programında dahil olduğunu görerek kendi teşkilatlarını kendileri feshetmişlerdir. Hükümetin bu iş üzerinde hiçbir teşebbüsü ve alakası yoktur' diyecekti.
Gerçeğin böyle olmadığını Mason üstadı Kemalettin Apak 'Türkiye Mason Derneği' tarafından basılan ve sadece üyelere dağıtılan kitabında anlatıyor.
Apak'ın anlattığına göre İstanbul, Ankara ve İzmirdeki güzel lokal binaları elden gitti, sütunlar yıkıldı ve avadanlıklar darmadağın oldu.
Velhasıl, Masonlara göre locaların kapatılması politik bir tavizin sonucudur..
Yani Masonlar, aleyhlerindeki tezvirat nedeniyle harcanmıştır.
Masonlara müjdeyi veren İngiliz Kralı'ydı..
Mason locaları İsmet Paşa devrinde, 1948'de yeniden açıldı.
Peki mason locaları 1935'den 1948'e kadar uykuya yatmış mıydı?
Kemalettin Apak'ın anlattığına bakarsak, kısa bir süre için uykuya yattığı söylenebilir.
Ama Masonlar evlerde, lokantalarda ve gazinolarda toplanmaya devam ettiler.
Localar kapanmıştı lakin 'Mason Yüksek Şûrâsı' faaliyetteydi.
Mesela 16 mason, 1935 ve 1947 yılı arasında '33. Derece'ye terfi ederek Mason Yüksek Şûrâsı'na alınmıştı.
Masonlar bir yandan da locaların yeniden açılması için hazırlık yapıyorlardı.
Başta İtalya ve Almanya olmak üzere bazı ülkelerde de Masonlar zor durumdaydılar.
Bu konuda Amerika'daki ve İngiltere'deki Masonlardan da müjdeli haberler gelmekteydi.
Mesela 1943'te İngiliz Kralı VI. George 'İngiltere Birleşik Büyük Locası Üstad-ı Azamlığı'na getirilmesiyle ilgili törende bir nutuk çekmişti.
Kral George, Mason localarının kapatıldığı ülkelerde locaların yeniden kurulması gerektiğini bildiriyordu.
Haber Anadolu Ajansı tarafından da duyurulmuştu.
Yabancı ülkelerdeki Masonların rehberliğe ve yardıma ihtiyaç duyduklarını belirten Kral George bakın neler söylemiş:
'Farmasonluğun dağıtıldığı veyahut faaliyetlerine nihayet verildiği memleketler de vardır. Bu hal, bu teşekküllerin tarihinde kederli bir safhadır. Şundan şüphem yoktur ki, şartlar elverdiği zaman dünya büyük locası farmasonluğun yeniden kurulması için yardımını yapacak ve farmasonluğun geçirmiş olduğu nekbet devresinden daha ziyade kuvvetlenmiş olarak çıkacaktır..'
Türkiye'de o gün 5 Şubat 1948'de geldi.
Masonlar, 'Türkiye Mason Derneği' unvanıyla yeniden ve resmen faaliyete geçiyordu.
Rapor CHP'lilerin, ama parti sahip çıkamamış!
Başbakan Erdoğan, CHP'nin resmi sitesinde 'Tunceli Raporu'nun yer aldığını ve Deniz Baykal'ın bu raporu inkar ettiğini söylemişti.
CHP bir açıklama yaparak sözkonusu raporun CHP'nin internet sitesinde yer aldığını ancak bu raporun Kurultay'da, PM'de ve MYK'de görüşülerek kabul edilen resmi bir belge olmadığını bildirdi.
Açıklamaya göre Tunceli raporu, 'CHP raporu' hüviyetini kazanmamıştı.
Peki, madem resmi rapor değilse o sitede ne arıyor?
CHP'lilerin buna cevabı da hazır: 'Arşiv bilgisi.'
CHP'lilerin yeri geldiğinde 'Bakın partimiz Tunceli'de olan bitene ilgisiz kalmamış' dediklerinden adım gibi eminim..
Sanki raporu hazırlayan CHP'li milletvekilleri değillermiş gibi bir hava oluşturuluyor.
Oysa raporda imzası bulunan Ercan Karakaş, 'Vatan' gazetesine verdiği demeçte, 'O dönem terörle mücadele edilirken sivil halktan mağdur olanlar vardı. Şikayetlerini partiye bildiriyorlardı ve bunun üzerine o bölgelere heyetler gönderildi. Bu illerden biri de Tunceli'ydi' diyor.
Tuncelide inceleme yaptıklarını ve raporu partiye ilettiklerini belirten Karakaş, 'Ancak rapor hiçbir zaman parti belgesi olmamıştır' şeklinde konuşuyor.
CHP bu raporu resmen üstlenecek cesareti gösterememiş ama sitede tutmaya da devam etmiş.
Raporu yalanlarken ortaya çıkan durum budur.

Atatürk'ün son bir yılı..

10 Kasım'ı bir yıl öncesinden izlediğimizde nasıl bir tabloyla karşılaşıyoruz, biraz onu merak ettim. Bir kez daha Atatürk'ün özel kalem memurlarından Haldun Derin'in “Çankaya Özel Kalemini Anımsarken” kitabını okudum.
İsmet Paşa'yı bir kalemde Başbakanlıktan azletmiş, yerine Celal Bayar'ı getirmişti Atatürk.
O İsmet Paşa artık yalnızdı.
Meclis'in çoğu üyesi İsmet Paşa'yla yan yana bile görünmek istemiyordu.
Atatürk ve İsmet Paşa'nın son görüşmesi 13 Nisan 1938'dir.
“Mutad Zevat (Devamlı Sofra arkadaşları)” İsmet Paşa'yı Atatürk'e yaklaştırmadılar. İsmet Paşa, hastalığının son aylarında Atatürk'ü ziyaret etmek istiyordu.
Arkadaşları “İstanbul'a gidersen canına kastedecekler” diyerek uyardılar Paşa'yı.
Yani bir daha hiiiç görüşmedi iki eski arkadaş.
Atatürk”ün “gelsin de helalleşelim” dediği Kazım Karabekir Paşa'yı bile görüştürmediler.
Ve daha nicelerini.
***
Atatürk'ün hastalığıyla ilgili gelişmeler halktan gizlendi hep.
Hatta şen ve şatır olduğuna dair resmen yalanlar bile uydurulmuş sevgili okurlar.
Mesela, “Cumhuriyet” gazetesinin 24 Ocak 1938 tarihli sayısında birinci sayfadan verilen haberde “Yalova Radyosu”nun bir bildirisi yer alıyordu.
Bildiri, “Cumhurreisimiz gayet sıhhatli ve pek neşeli idiler ve Yalova'da başladıkları istirahat günlerinden pek ziyade mennundurlar” ibaresiyle veriliyordu.
Oysa “Yalova Radyosu” diye bir radyo yoktu, resmen uydurmuşlardı arkadaşlar.
Atatürk Yalova'da Prof. Nihat Reşat Belger'e muayene olmuş, karaciğerinin üç parmak büyüdüğü belirlenmişti.
Haziran başlarında Fransa'da getirilen Prof. N. Fiessinger de Atatürk'ün en fazla iki yıl yaşayabileceği teşhisi koymuştu.
Hemen de ölebilirdi.
İçişleri Bakanı Şükrü Kaya'ya “Siz Cumhuriyetin selameti için icap eden tedbirleri şimdiden alınız” demişti Fiessinger.
Mesela Cumhurbaşkanlığına bir vekil atanarak devlet işleri yürütülebilirdi.
Böyle bir önleme gerek duymadılar.
Ama Mutad Zevat'ın İsmet Paşa muarızı olanları İsmet Paşa'yı devre dışı bırakacak girişimler başlattılar.
Başaramadılar.
***
Haziran başlarından itibaren Atatürk'ün halkla teması tümüyle kesilmişti.
Ahmet Emin Yalman 7 Ağustos'ta “Tan” gazetesinde Atatürk'ün istirahatinin uzamasından endişe ettiğini yazdı.
Hükümetin Atatürk'ün sağlığı hakkında bilgi vermemesinden yakındı.
Ne oldu biliyor musunuz sevgili okurlar?
Bakanlar Kurulu kararıyla Tan gazetesinin üç ay kapatılmasına karar verildi.
Atatürk'ün hastalığı 17 Ekimde yayımlanan bir bildiri ile resmen açıklandı.
Atatürk 10 Kasım sabahı vefat ettiğinde Mutad Zevat'ın da sonu geldi.
11 Kasım'da İsmet Paşa Cumhurreisi seçildi, CHP'nin “Değişmez Genel Başkanı” ünvanını aldı.
Ayrıca “Milli Şef”diye anılacaktı..
Tabii basın da bu değişime çok çabuk ayak uyduracaktı.
Mesela Cumhuriyet gazetesinin birinci sayfasında şair Yusuf Ziya Ortaç'ın “İsmet İnönü” başlıklı bir kasidesi yer alıyordu.
Gazetenin sahibi Yunus Nadi ise “İsmet İnönü'ye ikinci Atatürk demekte tereddüt etmeyiz” diye yazıyordu.
Atatürk'ün özel kalem memurları “Kral Öldü, Yaşasın Kral” havasında cereyan eden gelişmeleri sessizce izliyorlardı.
Sonrası, Atatürk'ün unutturulmasıdır.
Etnografya Müzesi'nde terkedilen naaşının Anıtkabir'e taşınması için Kemalistlerin “karşı-devrim” diye niteledikleri Demokrat Parti'nin iktidara gelmesi gerekecekti.
Dünya böyledir işte.
“Mustafa”yı linç eden kafalar…
Her zaman söylüyorduk. Bir takım yazarlar, gördükleri ve bildikleriyle değil, duyduklarıyla kalem oynatıyorlardı. Mesela “yüz dolar karşılığında başörtüsü takan kız öğrenciler” yalanı bu türdendi. Daha böyle kaç yalan var diye sıralamaya kalksak sayfalar yetmez. Mevcut sorunların tartışılıp çözüme bağlanmasını engelleyen bir kafa bu. Çünkü bu kafaya göre “başörtüsü sorunu” diye bir sorun yok. Kürt sorunu da yok, şu da yok, bu da yok.
Geçen okuduğum Claudio Magris'in “Tuna Boyunca” kitabında Komünist döneminde Bulgaristan'da araştırma yaparken Magris'e eşlik eden Bulgar rehberde de aynı kafaya rastlayınca nedense hiç yadırgamadım. Bulgarların milli yazarlarından Radickov bir hikayesinde çocukluk yıllarındaki mahalle arkadaşları Türkleri anlatmaktadır. Magris bu Türklere ne olduğunu sorar rehbere. Bulgar rehber şairin burada edebi serbestlikten yararlandığını, Bulgaristan'da hiç Türk olmadığını belirtir. Oysa o günlerde Batı basınında Türklerin isimlerinin Bulgar isimleriyle değiştirildiğine ilişkin haberler yer almaktadır.
Bulgar rehbere göre ise Bulgaristan'da Türkler yaşamadığı için azalan veya baskı altında tutulan bir azınlıktan söz edilemez. Magris bir başka hikayeyi de anlatır bize. Bu hikaye “Bay Omerik'in hikayesi”dir. Yugoslav monarşisi zamanında adı “Omerik” olan bir adam, İkinci Dünya Savaşı'nda Bulgar işgali sırasında “Omerov” adını almış, sonra Federal Yugoslayva'ya dahil olan Makedonya Cumhuriyeti'yle adı “Omerski” olmuş. Ama asıl adı Ömer'miş ve Türk'müş. Bizim rehber ise Bulgaristan'da sadece Bulgarların yaşadığında ısrarcıdır.
Bu kafayı geçelim de şu kafaya gelelim.. Görmediği halde görmüş, bilmediği halde bilmiş gibi anlatan yazarlara inanan kafalar da var arkadaşlar. Mesela “Hürriyet” yazarı Bekir Coşkun, Can Dündar'ın “Mustafa” belgeselini seyretmemiş, ama sanki birkaç defa seyretmiş de öyle yazmış. Can Dündar “abi filmi görmediğin halde nasıl bu kadar ağır yorum yapabiliyorsun” diye sorunca “Çok sevdiğim, güvendiğim insanlar filmi izledi, beni aradılar” diye cevap vermiş. Acaba daha kaç konuda duyduklarıyla yazılar yazmış Allah bilir. Hafife almayın arkadaşlar, Türkiye'de bilgiye dayanmadan yazılanları hakikatmiş gibi bağrına basan yüzbinlerce insan var. Ayşe Arman gibi bir gazeteci bile Bekir Coşkun'un “Mustafa” yorumundan o kadar etkilenmiş ki böyle bir film çektiği için Can Dündar'ı ayıplamış. Sonra gazeteci olduğunu hatırlayarak “Yahu ben manyak mıyım niye başkalarından etkileniyorum” diyerek gidip seyretmiş. Hiç de anlatıldığı gibi değilmiş. Bekir Coşkun ve Yılmaz Özdil'in “Mustafa” yorumları için “Bunlar bizimle dalga mı geçiyorlar” diye serzenişte bile bulunmuş Ayşe Arman. Hangi sorunun üstesinden gelemiyorsak işte bu kafaların yüzünden gelemiyoruz.. Atatürk'ün 'muasır medeniyet' diye işaret ettiği düzeye ülkeyi ulaştıracak kafalar bu kafalarsa eğer, daha çookk bekleriz.





Hiç yorum yok: