22 Ağustos 2012 Çarşamba

Millet soyut bir kavram- ‘Kürtler, Aleviler azınlık’ diyene boşuna mı kızıyoruz-İbrahim KİRAS


Millet dediğimizde soyut bir kavramdan bahsediyoruz aslında. Onun için itibarî. Yani adlandırmaya, tanımlamaya bağlı olarak anlamı değişebiliyor. Türk Milleti dediğimizde bugün yaşadığımız topraklar üzerinde Selçuklu ve Osmanlı asırlarından bu yana, yani bin yıllık tarih içinde oluşmuş bulunan bir “millet”in varlığından söz ediyoruz. Etnik bir antiteden söz etmiyoruz. Böyle bir şey zaten mümkün değil. Çünkü bu bin yıllık süre içinde bu topraklar üzerinde yaşamış toplulukların toplamının etnik anlamda homojen bir yapı oluşturduğunu düşünmek akla aykırı.
Neden adı Türk olmuş peki bu milletin? Çünkü yaklaşık 11. yüzyıldan beri komşularımız bize Türk diyorlar. Bu topraklarda yaşayan insanların etnik kökenlerini veya anadillerini ayırmaksızın hepimize Türk diyorlar. Zaten milletlerin adlarını diğer milletler verir. Rus adını Rusların kendileri seçmemiştir mesela. Rumeli’de Müslüman olanlar için “Türk oldu” denilmesinde hiçbir etnik referans yoktur. Nasıl ki “Angle” kökenli olmayan İngilizler, “Frank” kökenli olmayan Fransızlar varsa ismin kökenine bakıp Türklerin tamamının da Orta Asya kökenli olması beklenemez. Çünkü bu adlandırmalar etnik kimliğin değil, millet kimliğinin yani ortak üst kimliğin ifadesi...
Ama bizim sorunumuz adlandırmayla ilgili bir sorun değil. Daha karmaşık: Cumhuriyetin kuruluşunda Osmanlı’nın dağılmasından sonra elde kalan son topraklar üzerinde “ulus devlet” esasında bir siyasal yapılanmaya gidilirken bazı yanlışlar yapıldı. “Ulus” yanlış tanımlandı en başta. Çünkü “uluslaşma” siyasetinin paralelinde bir de “laikleşme”siyaseti yürürlükteydi.
Onun için Kemalistler çıkıp da sözgelimi “Bu millet Kürtlerin, Çerkeslerin, Gürcülerin, Boşnakların, Arnavutların, Pomakların, Yörüklerin, Tatarların vs. bin yıllık tarih içinde ortak bir kültür etrafında kaynaşarak beraberce oluşturdukları bir yapıdır” diyemezlerdi. Deseler “bu unsurları bir araya getiren ortak kültür nedir” sorusuna cevap veremezlerdi.
Bu yüzden Türk kimliği etnik temelde tanımlanmaya girişildi. Mamafih bu milleti oluşturan unsurların kültürel ve siyasal anlamda birbirinden farkı da olmadığına göre etnik farkları da söz konusu olmamalıydı. Böylece bugünün tabiriyle“inkâr” politikası yürürlüğe girdi. Farklı etnik kimliklerin varlığı inkâr edilir oldu.
Bu işin kültürel ve ideolojik boyutu. Ayrıca Cumhuriyetin kurucuları hususen Kürt kimliğinin siyasal anlamda bölücü bir harekete meşruiyet kazandıracağı korkusunu da taşıyorlardı. Çünkü özellikle İngilizlerin Lozan üzerindeki hesaplarına bağlı olarak Osmanlının son döneminden itibaren ayrılıkçı Kürt hareketleri zaman zaman bölgede sahne almışlardı. Son olarak 1925’de Şeyh Sait isyanı yaşanmıştı. Bunun da inkâr politikasının bir başka ayağını oluşturduğunu kabul etmek lazım.
Gerekçeleri ne olursa olsun etnik kimlikleri inkâr yaklaşımının hem yanlış hem de yararsız bir politika olduğunu bugün itibarıyla çok daha iyi görebiliyoruz. Bugünkü Kürt sorununun temelinde de büyük ölçüde Kemalizm’in etnik kimlikleri inkâr politikasının payı var.
(Bir noktada Kemalistlere de haksızlık etmemek lazım. İnkâr politikası yanlış bir politikadır, ama ayrımcılık değildir. Irkçılık da değildir. Sözgelimi Kürtleri veya Çerkesleri ikinci sınıf vatandaş gören, onları dışlayan bir yaklaşım söz konusu değil. Bilakis onları da millet bütünlüğüne ait sayan ve eşit gören bir tutum bu. Siyasal modernizme, cumhuriyetçiliğe dayalı bir tutum. İnkâr politikasının yanlışlığı özünde tarihle çelişmesi ve insan haklarına aykırı olması...)
Aşağı yukarı II. Dünya Savaşı sonrasında etnik kimliklerin inkârından vazgeçildi aslında, ama bu politikanın tortuları epeyce süre resmî ideolojinin söyleminde varlığını sürdürdü. Zaman zaman da hortladığına şahit olduk. 1980 cuntasının Kürtleri“yürürken kart kurt sesi çıkaran Türk kabilesi”ne bağlayan açıklaması böylesi örneklerdendir.
Ama çok geçmeden 1991’de Demirel ve İnönü Diyarbakır Meydanında “Kürt realitesini tanıyoruz” açıklamasını yaptılar. Bunun PKK terörünü sona erdirmede bir işe yarayacağını umuyorlardı. İşe yaramadı. Bugün de ne anadilde eğitim ne Öcalan’a ev hapsi gibi tavizlerle bölücü Kürt hareketini durdurmanın imkânı yok. Çünkü Kürtlerin çok ciddi bir kısmında “ayrı bir millet olma” hevesi baş göstermiş durumda.
Ayrı bir millet olmanın şartları belli: ayrı dil, ayrı toprak ve ayrı yönetim. Ama hepsinden önce kendinizi ayrı bir antite olarak hissetmeniz lazım. Ne yazık ki biz bunu Kürtlere hissettiriyoruz.
Mesela “Türkler ve Kürtler” diye ayırıcı ifadelerle konuşuyorsanız, “Kürtler neden millet bütünlüğünden ayrılma peşinde” diye sormanız anlamsız olur.
İşin ilginç tarafı günlük dilde Kürtler dışındaki etnik unsurları millet bütünlüğünden ayrı sayma eğilimi yok. Sözgelimi Çerkesleri, Gürcüleri, Arnavutları, Boşnakları vs. Türk milletinin birer parçası sayıyorsak Kürtleri neden bunun dışında bırakıyoruz?
İş işten geçmeden, en azından Kürtler arasında kendilerini bu milletin bir parçası olarak görenlerin oranı kendilerini “ayrı bir millet” sayanlardan hâlâ daha fazlayken millet kavramının yeni baştan tarifini yapmamız gerekiyor.

‘Kürtler, Aleviler azınlık’ diyene boşuna mı kızıyoruz    3 Ekim 2009 Cumartesi


Şimdi de Hammarberg çıktı başımıza. Hani şu, “Kürtler, Aleviler azınlık sayılsın” diyen ve çocuklarımıza “Türküm, doğruyum” dedirtmemize itiraz eden adam.
Avrupa Konseyi İnsan Hakları Komiseri unvanıyla Türkiye’de insan hakları denetimi yapıyor. Görevi bu.
Geçtiğimiz günlerde buradaki “azınlık hakları” ile ilgili denetlemelerinin sonucunu bir rapor olarak yayınladı. İşte bu raporda okullarda öğrencilerin söylediği “Türküm Doğruyum” ve  “Ne Mutlu Türk’üm diyene” sözleriyle “etnik ayrımcılık” yapıldığını öne sürdü.
Bu Hammarberg tipik bir Avrupalı. Etnik derken de, azınlık derken de, millet derken de Avrupa standartlarına göre konuşuyor.
“Millet” kavramının buradaki anlamını merak bile etmiyor.
Kürtlerin de, Alevilerin de, Kafkasyalıların da “azınlık” sayılması gerektiğini düşünüyor. Çünkü etnik köken farklılıkları söz konusu olduğuna göre birilerinin çoğunluk, diğerlerinin azınlık olması gerekiyor onun anlayışına göre.
Dolayısıyla İsveçli diplomat bizim millet ve azınlık tanımlarımızı Lozan’a dayandırmamıza da anlam veremiyor. “Türkler Lozan’ı dar anlamıyla yorumluyorlar” diyor. Oysa bilmiyor ki Kürtlerin, Alevilerin azınlık sayılması talebi Lozan’da da masaya gelmiş, Türk tarafının sert direnci üzerine geri çekilmişti.
Demek ki Türkiye’nin de Avrupa’nın da “millet” ve “azınlık” kavramlarına yaklaşımı o günden bu yana pek fazla değişmemiş!
***
Thomas Hammarberg’in raporuna Türk hükümeti her zamanki gibi bir cevap verdi. “Türk kelimesi bir etnik, dil veya dini kökene dayanmıyor, Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlığını ifade ediyor” denildi.
Evet, bu doğru. Türk kelimesi etnik bir kökene dayanmıyor. Ama buna rağmen “Türk kavramının hiçbir etnik vurgu taşımadığını” iddia etmek pek kolay değil ne yazık ki.
Çünkü yakın geçmişteki uygulamalar bugün elimizi kolumuzu bağlıyor. Lozan’da “Aleviler, Kürtler azınlık değil” diyen, nüfus mübadelesinde Türkmen asıllı Karamanlıları Yunanistan’a gönderip Grek asıllı Giritlileri ülkeye kabul eden Türk devleti, Lozan’dan kısa bir süre sonra buradaki millet anlayışının çok uzaklarına savruldu.
“Ulus-devlet” inşası adı altında “etnik homojenleştirme” politikaları yürürlüğe sokuldu.
Türk kavramına “etnik vurgu” yüklendi.
Adeta “fiili” azınlıklar oluşturuldu.
Bugün “Kürt sorunu” o yüzden
var zaten.
***
Gerçi devlet artık eski hatalarından dönmüş durumda. Sözgelimi “Türk kelimesi etnik bir kökene dayanmıyor” derken bunun gereğini de yapıyor. Ama yılların biriktirdiği “etnik küf” millet anlayışımızın yüzeyinde leke gibi duruyor hâlâ.
İnsanların kafası karışık. Onun için sözgelimi “Ben Türk’üm, eşim Kürt” diye konuşan insanlara “Hayır! Türk kavramı etnik bir kavram değildir; kurmuş olduğunuz cümlede Türk yerine Türkmen, Tatar, Karapapak gibi kavramları kullanmalısınız” diyerek meselenin özünü izah etmek gitgide zorlaşıyor.
Kendilerine “Türk” denilen insanları “Türk kavramının etnik bir içerik taşımadığına”ikna etmek için uzunca bir zamana ihtiyacımız var görünüyor.
***
Hammarberg denen adamın sözlerine hep beraber celallenip “sana ne be adam!” diye yüksek sesle tepki gösterdik.
Haksız da değildik.
Ama adam da büsbütün haksız
değil be kardeşim!

Hiç yorum yok: