25 Şubat 2012 Cumartesi

Bir Silah Olarak Gıda-Kemal Özer


Küresel kapitalizmin yapmak istediği şey; insanlığın ihtiyaç duyduğu temel ihtiyaçları tekelinde tutarak, ulusları egemenliği altına almak. Bu hedefi hayata geçirmek yalnızca tohumların kısırlaştırılmasından ibaret bir durum da değil!
Gıda, yaşamın vazgeçilemez unsurlarından biri. Obaman’ın beyin takımından olan özelliklede eski ABD Dışişleri Bakanı Henry Kissenger’in “Petrolü kontrol edersen ulusları, yiyeceği kontrol edersen insanları kontrol edersin. Yiyecek bir silahtır ve bizim müzakere çantamızdaki araçlardan biridir!” cümlesiyle özetlediği 1974 tarihli raporu ABD için yeni yol haritası niteliğinde.
Dünya üzerinde tam egemenliğin enerji ve gıdadan geçtiğini ilk gören ülke, ABD olmuştur. Tüm stratejilerini bunun üzerine kurgulayan ABD, gücünü ve hâkimiyetini de buna borçlu.
George Kenan 1948’de bu durumu “Biz dünya nüfusunun yüzde 6,3’ünü oluşturuyoruz fakat zenginliğin yarısına sahibiz. Gelecek dönemdeki asil görevimiz, ulusal güvenliğimize bir zarar getirmeden bu farklılık durumunu sürdürebileceğimiz bir ilişki kalıbı tasarlamaktır. Bunu yapmak için de tüm duygusallık ve hayallerden uzak durup dünyanın her yerindeki ulusal hedeflerimize odaklanmalıyız. Kendimizi çıkarlarımızdan fedakârlık ederek dünyanın iyiliği için lüksümüzden vazgeçeceğimiz konusunda kandırmamıza hiç gerek yok” cümlesiyle özetler.
ABD’nin enerji kaynaklarına hâkimiyeti konusunda yaptığı çalışmalar ve savaşlardan herkes haberdar. Bu konuda sayısız eser yayınlandı. Ancak gıda alanında aynı bilgi ve bilincin olduğundan söz etmek zor. Hâlbuki gıda, ABD için enerjiden daha stratejik. Özellikle petrolle ilgili yapılacaklar kısmen ve ya tamamen ele geçirmek, gerektiği kadar pahalı satmak ve sınırlamaktan ibaret. Vazgeçilemez gibi gözükse de tüm insanlık petrolden vazgeçebilir, yokluğuna alışmak zor gelse de tahammül edebilir hatta alternatifler geliştirebilir. Ancak gıda için aynı durum geçerli değil. Başta insan olmak üzere tüm canlıların vazgeçemeyeceği hava, su ve gıda yaşamsal öneme sahiptir.
Bu nedenle artık savaşları egemenlik ve enerji savaşları olarak görmemek, gerçeği görmemek olur. 20. yüzyılda başlayan ve 21. yüzyılda şiddetlenen gıda savaşlarını anlamaya çalışmak gerekiyor. Çünkü uluslara egemen olmanın yolu petrolden geçse de, artık uluslara egemen olmak da yetmiyor. Çünkü her biri bir ulusa bedel olabilecek hatta çok daha fazlası güçte insanlar ve şirketler var.
Ateşli silahlarla yapılan savaşların etkileri de bir noktada bitmekte hatta savaş milletleri kamçılayıp güçlendirebilmekte. Buna karşın gıda savaşlarının etkisi, silahlı savaşlardan çok daha etkin hale geldi. Özellikle gıda savaşlarının en önemli adımı; tohumların kısırlaştırılarak insanların elinden alınmasıdır ki; bunun için modern köleleştirme demekte hiçbir sakınca olmasa gerek.
Özellikle Rockefeller’in 1900’lerin başına kadar uzanan gıda üzerinden yürüttüğü savaş; 1950’lerde “yeşil devrim” adlı bağımlılık modeliyle yeni bir boyut kazanır. ABD’nin Vietnam savaşıyla sarsılan hegemonyasının yeniden sağlamasında gıda en büyük araç olur. Bunun içinde devrede yine Rockefeller vardır. Rockefeller’in hamiliğiyle Zbigniew Brzezinski, Samuel Huntington ve Henry Kissenger’in geliştirdiği model, ABD’nin küresel imparatorluğunu güçlendirmekte.
William Enghal’ın “mahşerin dört atlısı” olarak adlandırdığı, Monsanto, DuPont (Pionerr), Dow AgroSciences ve Syngenta şirketleri; tohum, zirai ilaç, gübre, hormon, yem, hayvansal ilaç, gıda katkı maddeleri, temel gıda üretimi, insani ilaç, finans, petrol, tarım makineleri, tıp endüstrisi gibi birçok alanda faaliyet göstermekteler. Dünya tarımı büyük oranda bu firmaların kontrol altına girmiş durumda. Bu durumsa bütünüyle dünya çapında bir bağımlılığın habercisi!
ABD’yi dolayısıyla dünyayı yönetip, yönlendiren bu firmalar; ilk insandan bugüne, hayatımızın devamlılığını sağlayan temel unsurun gıda olduğunu çok iyi bilmekte ve bütün stratejilerini bunun üzerine bina etmekteler.
Küresel kapitalizmin yapmak istediği şey; insanlığın ihtiyaç duyduğu temel ihtiyaçları tekelinde tutarak, ulusları egemenliği altına almak. Bu hedefi hayata geçirmek yalnızca tohumların kısırlaştırılmasından ibaret bir durum da değil. En az yüzyıllık bir mazisi olan bu projenin çok boyutlu bir yapılanma olduğunu görmek gerekiyor. ABD’nin sembol giyecek, içecek ve yiyecekleri, toplumlara basın yayın araçları ile empoze edilerek model oluşturulmakta. Bu durum toplumları dönüştürmüş ve hiçbir şeyi sorgulamadan tüketen hazzın esiri, moda mankenleri haline getirmiştir.
Kimileri bütün bunları diğer insanlara uyguluyorlar peki, ‘neden ABD vatandaşlarına da uyguluyorlar’ diyerek tepki gösteriyor. Bu tepkiyi ABD’nin derin yapılanmasını yeterince tanımadığımıza bağlamakta yarar var. Kendi ülkelerine kabul ettiremedikleri bir modeli başka ülkelere kabul ettirmeleri mümkün olabilir mi? Kuşkusuz en büyük potansiyel, kendi ülkelerinde yaşayanlar ve özellikle de Afro Amerikalılardır. Zaten proje uygulamaya bunlar üzerinde başlatılır.
Genetiği Değiştirilmiş Organizmalar (GDO)’ın neden bu denli yayınlaştırıldığını ve bunun nasıl başarıldığının anlamanın yolu, Dünya Ticaret Örgütü’nün yapısı, faaliyetleri ve yönetimini tanımaktan geçmekte.
Bu güç odakları, ABD ve Kanada gibi ülkelerde başlattıkları değişim ve yozlaşma modelini diğer ülkelerin iknası için bir model olarak sunmaktalar. Bunun içinde seçtikleri yöntemin boyutları ürkütücü olmanın yanı sıra kısa vadeli bir proje de değil.
Rol modelin başarısı için öncelikle yapılanmanın içeride olması ve ABD kurumlarının da ele geçirilerek, buradaki uygulamaların bilimsel çalışmalarda temel veri olarak alınmasını sağlamak gerekmektedir. Bunun içinde ABD’nin Gıda ve İlaç Dairesi (FDA)’nın kontrol altında tutulması ve referans kurum haline getirilmesi gerekmiştir.
Birleşmiş Milletleri ve ona bağlık kuruluşların yönetimi de, ABD kurum ve kuruluşlarından farklı değil. BM ve örgütlerinin yanı sıra, başta FDA olmak üzere bakanlıkları dâhil, ABD’nin ilgili kuruluşlarının da bu firmalarca yönetilip yönlendirildiğini ortaya çıkması üzerine Monsanto tarafından Dünya Ticaret Örgütü (WTO-DTÖ) gibi yeni bir silah geliştirilir.
1 Ocak 1995’de DTÖ kurulur. Bu derin yapılanma, Tarifeler ve Ticaret Genel Anlaşması (GATT)’ın devamı gibi gösterilmek istense de aralarında önemli farklılar vardır. 1948’de kurulan GATT, sadece mal ticaretini kapsarken, WTO mal, hizmetler ve fikri mülkiyet hakları olarak da bilinen ‘fikir ticareti’ni de kapsar. Bütünüyle Evangalist, Şeytan ve Siyonizm ortaklığı olan örgütün ana amacı da budur.
Rusya ve bağımlısı ülkeler, 133 üyeli DTÖ’ya girmeyi halen de reddetmekteler. Çünkü DTÖ, dört ülkenin kontrolündedir ve kararları üye ülke hükümetlerce tartışılmaksızın kabulü zorunlu bir dayatmayı içeriyor.
Ülkeleri ABD’nin ticari köleleri haline getirmeye çalışan sözde örgütün tarımdan tekstile, hizmetlerden fikri mülkiyet haklarına kadar, çok farklı alanda 29 ayrı bağlayıcı metninin yanı sıra üyelere büyük sorumluluklar ve taahhütler yükleyen 25 karar, deklarasyon ve anlaşması bulunuyor.
DTÖ’nün hassas olduğu sektörlerin başında hiç kuşkusuz tarım ve dolayısıyla GDO gelmekte. Zaten kurulmasının ana gayesi de DTÖ’nün bağlayıcı kararları üzerinde üye ülkelerde GDO’nun serbest bırakılması ve desteklenmesi. Bütün bunları yaparken, tarım ve ihracatın teşviki, gıda güvenliği, bitki ve hayvan sağlığı gibi herkese şirin gelen, süslü kavramları da kendisine kalkan yapmakta.
Fikri mülkiyet haklarının ticaretle ilgili yönünü ‘TRIPS anlaşması’ ile düzenler. Bu anlaşma, telif ve patent hakları gibi yeni fikri mülkiyet haklarını dile getirmekle kalmayıp; coğrafi işaretler, endüstriyel tasarım, ticaret markaları ve ticaret sırları ve geliştirme süreç bilgi haklarını gibi verilerin korumasını sağlayarak; varlık nedeni olan firmaların mülkiyet ve haklarını koruyarak yerel gelişimlerin ve küçük öçlükle çabaların önünü de kesiyor.
Özetle merkezi Cenevre’de olan DTÖ’nün; karar, anlaşma ve taahhütleri; tüm üye devlet için ulusal yasalarının üzerinde bir bağlayıcılığa sahip. Diğer bir sorun ise “teknik yardım” adı altında ülkelerin sistemlerini değiştirdiği ve bağımlılık modelleri oluşturmak için çalışıyor olması.
Genetiği Değiştirilmiş Organizmalar (GDO)’ın neden bu denli yayınlaştırıldığını ve bunun nasıl başarıldığının anlamanın yolu, Dünya Ticaret Örgütü’nün yapısı, faaliyetleri ve yönetimini tanımaktan geçmekte. Çünkü DTÖ, kelimenin tam anlamıyla mahşerin dört atlısının dünyayı yönetmek için geliştirdiği uluslararası bir kılıf ve kurucularının hedefleri doğrultusunda ilerlemesini sürdürüyor.
Birçok ülkede çıkarılan ve ülkemizde de Bakanlar Kurulu’nun masasında bekleyen “Ulusal Biyogüvenlik Yasa Tasarısı” gibi yasa çalışmaları, tartışmasız bir şekilde Monsanto ve Rockefeller gibi yapılanmaların, DTÖ başta olmak üzere Dünya Bankası ve İMF üzerinden dayattıkları yasa çalışmalarıdır. Adındaki “güvenlik” kelimesi de tıpkı bu tür örgütlerin sık sık kullandıkları “insan, bitki ve hayvan güvenlik ve sağlığı” gibi karanlığın kılıfı kavramlardan biri olarak durmakta.

Hiç yorum yok: