WHITNEY Houston geçen cumartesi günü Los Angeles'taki bir otel odasında tek başına can verdi...
Ne diyeyim; dinince dinlensin, toprağı bol olsun ama akıbetinden diğer uyuşturucu müptelâları da kendilerine ders çıkartsınlar!
Whitney'in Amerikalı, Avrupalı ve dünyanın dört bir yanındaki her milletten hayranı günlerden buyana hüngür de hüngür... Hele hele Ertuğrul Özkök öylesine yıkılmış ki, Houston'un göçüp gitmesinden dolayı nasıl perişan olduğunu ifade edebilmek için ertesi günün gazetesini bile bekleyeme-miş, hissiyatını Hürriyet'in internet sayfasında yıldırım baskı yaparcasına ifade etmiş!
Başka bir kültürün tepesine çöktüğü yerel kültürleri ve sanatları unutturması, yani "kültür emperyalizmi" denen şey işte budur: Kendi memleketinin kültürü ile hiçbir şekilde ilgilenmemek, hattâ haberdar bile olmamak ama ithal edilmiş kültürleri sonuna kadar benimsemek, onlara aşırı şekilde bağlanmak ve hayranlık krizlerine girmek!
HATIRLAYAN VAR MI?
Böylesine hayranlık krizlerine dalıp çıkanlar benzer bir hüznü İngiliz şarkıcı Amy Winehouse'ın geçen sene henüz 27 yaşında iken yine uyuşturucu yüzünden rahmet-i rahmana kavuşmasından sonra da yaşamış, mahv ü perişan olmuşlardı...
Bize ait olanların bilinmediği, merak bile edilmediği, bilmemek bir yana, burun kıvrıldığı tuhaf mı tuhaf bir devirdeyiz. Entelektüellik kendi kültüründen bîhaber kalmış, Batı'yı bildiğini zanneden ama birkaç şablon ezberlemek dışında o kültürün derûnuna hiçbir şekilde inememiş olanların tekelinde... Kültürün seviyesi artık yerlerde süründüğü için pop ikonları "evrensel değer" diye algılanıyor, yerli sanatlar bir çevrenin uhrevî ve mistik çerçevesine hapsedilmiş, Batı'nın klasik müziğine meraklı olanlar ise bu müziği siyasallaştırıp ideolojik kavram haline getirmişler ve ortada sahiplenecek pek birşey kalmadığı için yazarlarımız, çizerlerimiz ve kerametleri kendilerinden menkul aydınlarımız Whitney Houston'a ağıt yakmadalar!
1998'de koskoca Safiye Ayla göçüp gittiği zaman bile böyle feryâd edilmemiş, gazetelerimiz vefat haberini "Atatürk'e şarkı söyleyen Safiye Ayla öldü", "Mirasını filân vakfa bıraktı" yahut "Cenazesinde falanca da vardı" gibisinden ucuz başlıklarla vermişlerdi. Safiye Hanım, onlar için eskimiş, sıradan ve hattâ "gülünç" addedilen bir "şarkıcı" idi.
Hatırlatayım: İcra ettiği müziği seversiniz yahut sevmezsiniz, ama bir devrin sembolü olmuş koskoca Müzeyyen, Ege taraflarında bir yerde, senelerden buyana ecelle boğuşuyor!
JACK BİN ABDURRAHMAN
Şimdi, bazılarının "Safiye Ayla yahut Müzeyyen Senar ile Whitney Houston nasıl mukayese edilir?" diye mırıldandıklarını duyar gibi olduğum ve böyle eleştirileri daha önceleri de defalarca işittiğim için söyleyeyim:
Whitney'i, Amy'yi, Ricky'yi vesaireyi tabii ki sevebilir, hayran olabilirsiniz. Ama Safiye'yi yahut Müzeyyen'i bilmeden ve öğrenmeden elinizin tersiyle itip reddettiğiniz ve sadece ötekileri baştâcı ettiğiniz takdirde mukayese de, hatırlatma da şarttır! Zira "kendinizden" olanı zevk almasanız bile bilmek zorundasınızdır; diğerine ise ancak size ait olanı öğrendikten sonra bağlanabilirsiniz.
Suudi Arabistan'da bundan senelerce önce sık sık rastladığım bir garabet vardı: "Abdurrahman bin Abdürrezzak" yahut "Saad bin Tamimî el-Muhtasarîn" gibisinden tumturaklı isimler taşıyan gençler kendilerini "Jack", "George" yahut "Michael" gibisinden isimlerle tanıtırlar, "Merhabaya Abdurrahman!" dediğinizde suratları asılır, "My name is Jack" derlerdi.
Aynı haltı Filipinli işçilerin ettikleri de olur, İspanyolca isimler yerine İngilizce adlar kullanır; "Marcos"u "Mike"a, "Jose"yi de "Jimmy"ye çevirmeye bayılırlardı.
O merhaleye varmamıza galiba çok az kaldı!
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder