19 Ağustos 2013 Pazartesi

Çakmak’ın ölümü, Çağlar’ın tükenişi-Millet Partisinin kuruluş mâcerası-M.Latif Salihoğlu


Çakmak’ın ölümü, Çağlar’ın tükenişi

Aynı kuşağın meşhurları
 
Aynı dönemin meşhurlarından olan Kâzım Karabekir, Ali Fuat Cebesoy ile Fahreddin Paşadan—vefatlar sebebiyle—yakın zamanda kısaca söz etmiştik.

Bu konuya girmişken, yine aynı kuşağın şöhretli isimlerinden Behçet Kemal Çağlar (1949’da siyaseten öldü) ile Mareşal Fevzi Çakmak’ı (1950’de sahiden öldü) da biraz daha yakından tanımaya çalışalım.

Fevzi Paşanın 1948’de kurulan Millet Partisindeki siyasî rolüne bilâhare temas etmek üzere, şimdilik daha çok askerî yönünü nazara vermek arzusundayız.


Hem mareşal, hem emireri

1876 İstanbul doğumlu olan Fevzi Çakmak, 10 Nisan 1950'de İstanbul'da öldü.

Asker çocuğu olan M. Fevzi, askerî eğitimini tamamladıktan sonra mesleğe atıldı ve bu mesleğini bilhassa haricî saldırılara karşı (Balkan, Birinci Dünya ve İstiklâl Harplerinde) başarıyla icra etti.

(Askerî ve siyasî kabiliyetini dahilde kullanması ise, tam tersine olmak üzere, türlü fâcialara sebebiyet verdi.)

Fevzi Paşa, 24 Aralık 1918'den 14 Mayıs 1919'a kadar Ferik rütbesiyle Osmanlı Devletinin Erkân-ı Harbiye Reisliği (bugünkü Genelkurmay Başkanlığı) makamında bulundu.

İstanbul’un 16 Mart 1920’deki kanlı işgali üzerine Anadolu’ya geçti ve hiç tereddüt etmeden, kendisinden yaşça ve rütbece daha küçük olan M. Kemal Paşanın emri altına girdi. Ölünceye kadar da onun emrinden hiç çıkmadı.


İnisiyatif kullanmadı

Askerî sahadaki bilgi ve kabiliyeti sayesinde, ordu kademesinin en üst basamağına kadar çıkan Fevzi Paşa, Serasker oluncaya kadar—dahası, ömrünün sonuna kadar—siyasiler tarafından ne söylendiyse, ne emredildiyse onu yapmaya çalıştı. 

Kendisi hemen hiç inisiyatif kullanmadı. Esasında, onun karakteri böyleydi. 

Onun üstündeki makamı sorgulama cihetine hemen hiç gitmezdi. Üst makamda oturan kişinin dinli mi, dinsiz mi, dürüst mü sahte mi olduğu, Fevzi Paşayı pek ilgilendirmezdi... Onun tek bildiği ve hakkını verdiği şey, emri altında olduğu kişinin hemen her dediğini yapmak, her arzusunu yerine getirmekti. 

İşte, onun özellikle bu karakteri sebebiyle, bir yandan mareşalliğe kadar yükselecek bir kabiliyet sahibi iken, bir yandan da her emre amade olan bir emirber nefer gibi siyasî otoriteye karşı itaatkâr davranmıştır. 

Nitekim, işgalci İngilizlerle arası bozulup Anadolu’ya geçmek mecburiyetinde kaldığında da, onu Ankara hükümetinin emri altında hizmet eden hem bir mareşal, hem de bir emireri rolünde görmek mümkün. 

Evet, Osmanlı hükümetinin ardından, Ankara hükümetinin de emrinde ve yine Genelkurmay Başkanı olarak vazife yapan Fevzi Paşa, toplam 24 yıllık görev süresi boyunca, siyasî otoritenin bir dediğini iki etmeyecek kadar itaatkâr çalıştı. 

Ancak, asıl hayret edilen yönü şuydu: Kendisi Nakşi tarikatının bir koluna mensup (Şeyh Hüseyin Küçük’ün müridi) olduğu ve emsâllerine nazaran dine bağlı bir komutan olarak bilindiği halde, vazife müddeti içinde din uğrunda ve dindarlar lehinde hemen hiç çalışmadı, zerrece olsun bir gayret, bir hamiyet göstermedi. 

Hatta, dinin temelleri yıkılmaya ve dindarlara gâvur eziyeti çektirilmeye çalışıldığı zamanlarda bile, sesini hiç yükseltmedi, en ufak bir itirazda dahi bulunmadı. (Hilâfetin kaldırılması, medreselerin kapatılması, şapkanın dayatılması, Kur’ân’ın yasaklanması, ezanın susturulması..., esnasında kılını dahi kıpırdatmadı.)

Tam aksine, dindarlara kan kusturanların emrine uydu ve aynı emir doğrultusunda emir-komutası altındaki ordunun kuvvetini kullandı. 

Fevzi Paşa, 1922’den 1944’e kadar fiilen ve kesintisiz olarak Genelkurmay Başkanlığı yaptı... Bu dönemde, tek parti hükümetlerinin vatandaşa kan kusturan bütün icraatlarına hem şahit oldu, hem de aynı zulümlere bilfiil iştirak etti. İsteseydi, bazı uygulamalara rahatlıkla karşı gelebilirdi, ancak hiç karşı gelmedi, bilâkis emireri gibi itaatkâr davrandı. 

Onun bu tuhaf davranışı sebebiyle, dindar kesimlerin de hem kafası karıştı, hem de ümitsizliğin, şevksizliğin ve yılgınlığın dalga dalga yayılması sağlanmış oldu. 

Buna göre Fevzi Paşa, kelimenin tam anlamıyla kullanılmış olduğu söylenebilir.
Tam da Cumhurbaşkanı olmayı beklerken, 1944’te emekliye sevk edildi. 1946 seçimlerinde, DP listesinden bağımsız milletvekili olarak Meclis’e girdi. Aynı sene yapılan Cumhurbaşkanlığı seçiminde muhalefet cephesinin adayı oldu. 

1948’de, muhalefetteki DP’yi ortadan ikiye bölerek Millet Partisini kurdu. Bu partinin fahrî başkanı olarak Nisan 1950’de Trakya Bölgesinde çıktığı seçim gezisi esnasında hastalandı ve 10 Nisan’da İstanbul’da öldü.

Siyaseten onu destekleyen Eşref Edib, çıkardığı haftalık Sebilürreşad dergisinde yazdığı yazıda, onun mahşerî kalabalıklı cenaze merasimini Hz. Peygamber’in (asm) cenaze merasimindeki hüzün ve heyecan haliyle kıyaslayarak anlattı.


Atatürk'e tapan Çağlar'ın tükenişi

Yazdığı ve bizzat oynadığı Ergenekon Piyesi ile 1930'lu yılların başlarında M. Kemal'in takdirini kazanan Şair Behçet Kemal Çağlar (1908–1969), Atatürk'e taparcasına bağlanmış bir kişidir. 

Öyle ki, M. Kemal'in ölümüyle birlikte derin bir elem ve teessüre gark olmuş, inancının neredeyse yarısını yitirmişcesine deni bir karamsarlık içine girmişti. 

Şair Çağlar, inancının geri kalan diğer yarısını ise, 24 Ocak 1949'da din derslerinin okullarda serbestçe okutulması sebebiyle kaybetti. Ona göre, din dersine yönelmek, Atatürk devrimlerinden uzaklaşmak anlamına geliyordu. 

O tarihte Başbakan Günaltay'ın Millî Eğitim Bakanı olarak atadığı Tahsin Banguoğlu müsbet bir insandı. DP'lilerin teklifine sıcak baktı ve din derslerinin 

okullarda okutulmasını serbest hale getirdi. 

İşte, özellikle bu gelişme üzerine bunalıma giren Behçet Kemal, hem bağlı bulunduğu CHP'den, hem de Meclis üyeliğinden istifa etti. 

İstifasını verirken de, partisine yönelik tarihe geçecek şu acı itirafta bulundu: "...En iyimseriniz, en taşkın savunucunuz olan ben, artık inancımı kaybetmiş bulunuyorum."


"Ata'ya Mevlit"

1933'te "10. Yıl Marşı"na imza atan Şair Çağlar, M. Kemal'e o derece bağlıydı ki, onun için Hz. Muhammed'e (asm) ithafen yazılan Mevlid'e nazire olacak bir mevlidi (Ata'ya Mevlit) yazacak kadar ileri gitti. 

İşte, M. Kemal'i—hâşâ sümme hâşâ–peygamber derecesinde göstermeye çalışan bazı mısraları: 

Ger dilersiz bulasız oddan necât 
Mustafâ–yı bâ Kemâl'e essalât. 
Ol Zübeyde, Mustafâ'nın ânesi 
Ol sedeften doğdu ol dürdânesi! 
Gün gelip oldu Rızâ'dan hâmile 
Vakt erişti hafta ve eyyâm ile. 
Geçti böyle, nice ay nice sene 
Vakt erişti bin sekiz yüz seksene. 
Merhaba ey baş halâskâr merhaba 
Merhaba ey ulu serdâr merhaba! 

M. Kemal'i peygamber gibi göstermekle de yetinmeyen Behçet Kemal Çağlar, daha da ileri giderek onu ilâhlaştırmaya yeltendi. İşte, bu meyanda yazdığı şiirden bir dörtlük: 

Tanrı gibi görünüyor her yerde 
Topraklarda, denizlerde, göklerde 
Gönül tapar, kendisinden geçer de 
Hangi yana göz bakarsa: Atatürk.


Millet Partisinin kuruluş mâcerası

Milliyetçi ve muhafazakâr olarak bilinen bir grup milletvekili, 1946'da seçilmiş oldukları Demokrat Partiden ayrılarak, 19 Temmuz 1948’de Millet Partisini kurdu. 

Bu yeni siyasî hareketin başını Mareşal Fevzi Çakmak (1876-1950), Emekli General Sadık Aldoğan (1888-1965), emekli asker Cevat Rıfat Atilhan (1892-967) ile Osman Bölükbaşı (1913-2002) çekiyordu. 

1948 yılı Temmuz ayı ortalarında Ankara'da dindarlığıyla bilinen DP milletvekili Osman Nuri (Köni) Efendinin evinde toplanan Milletçiler, mübarek sayı olsun diye 33 kişiyle yeni partiyi bir an önce kurmaya karar verdi. 

Millet Partisinin Fahrî Genel Başkanlığına Mareşal Fevzi Çakmak, resmî Genel Başkanlığına Prof. Hikmet Bayur (1891-980), Meclis Grup Başkanlığına ise Osman Nuri Bey (ölümü 1953) getirildi. 

Böylelikle, Meclis'te grubu bulunan yeni bir parti daha teşkil edilmiş oldu. 

Millet Partisini oluşturan milletvekillerinin hemen tamamı, Demokrat Partiden ayrılan kimselerdi. 

Toplam milletvekili sayısı 60 kadar olan Demokrat Parti, bu yeni hareketle daha ikinci senesinde iken neredeyse tam ortadan ikiye bölünmüş oldu. 

Millet Partisini kuran yeni kadro, Demokrat Partiyi tenkit etmekle ve bilhassa pasif davranıyor suçlamasıyla işe başladı. 

Onlara göre, iktidardaki Halk Partisine ve özellikle İsmet Paşaya karşı daha sert, daha haşin bir politika izlenmeliydi. 

Nitekim, partinin resmî kuruluşuyla birlikte bir beyannâme neşreden Fahrî Başkan Fevzi Paşanın sözleri de aynı doğrultudaydı. 

Fevzi Paşa, 22 yıl müddetle emrinden hiç çıkmadığı Halk Partisine karşı asıl muhalefeti ancak kendilerinin yapabileceğini, Demokratların çok pasif kaldığını ve uzlaşmacı bir tavır sergilediğini söyleyip duruyordu. 

Oysa, Millet Partisinin bu çıkışı en çok da Halkçıları ve bilhassa İsmet Paşayı sevindiriyordu. Zira, bu hareketle, iktidara gelmeye hazırlanan Demokratların zaafa uğratıldığını gayet iyi biliyorlardı.

Rauf Orbay'ın tutumu

Güçlü bir medya (hemen bütün dindar gazete ve dergilerin) desteğini arkasına alan Millet Partisi, siyaset sahnesinde de çok güçlü bir kadroyla arz–ı endâm etti. 

Bu kadro, Demokrat Partinin içinde ne kadar dindar, milliyetçi, muhafazakâr diye bilinen kişiler varsa, hemen tamamını yanlarına çekti. 

Yetmedi, DP lideri C. Bayar'a nisbeten daha dindar ve daha karizmatik bir şahsiyet olarak tanınan Fevzi Paşayı fahrî başkan seçerken, efsane general Sadık Aldoğan'ı da kurmay kadronun içinde gösterdiler. 

Milletçiler, bu arada bir adım daha ileri gittiler ve bir başka efsane şahsiyetin peşine düştüler. Bizzat Fevzi Paşa ve Osman Bölükbaşı'nın tavassutu ile "Hamidiye Kahramanı" diye bilinen eski başbakanlardan Rauf Orbay'a ciddi ciddi çengel attılar. Onu partilerine katılmaya ve ülkeye birlikte hizmet etmeye açıkça dâvet ettiler. 

Mareşal Çakmak'ın "selâmı" ile Amiral Rauf Orbay'a giden ve onu birlikte siyaset yapmaya dâvet eden Bölükbaşı'ya Orbay şu cevabı verir: "Mareşalin emrinde bir nefer olmak, benim için bir şereftir. Ancak, ben bir kere siyasete (TCF) girdim, nâmusumu ve canımı zor kurtardım. Teveccühünüze teşekkür ederim. Ama, politika mı? Allah korusun, bir daha girmem.'' (Yeni Şafak, 23 Mayıs 2005) 

Orbay, 1924'te kurulan Terakkiperver Cumhuriyet Fırkasının kurucu üyesi olduğu için başına gelmeyen kalmamış, ayrıca "İzmir Sûikastı" kumpası sebebiyle de İstiklâl Mahkemesinde yargılanmış ve idam edilmekten zar–zor kurtulmuştu.

Fevzi Paşa, İsmet Paşa ile mücadele 
için DP’yi bitirmek istiyordu

Milletçi hareketin başını çekenlerden en “ağır top” olarak lanse edilen Fevzi Paşa, Cumhurbaşkanı olma emelini beslerken, İsmet Paşanın dayatmaları neticesi, 12 Ocak 1944'de "yaş haddinden" emekliye sevk edildi. 

Ancak, o bu muameleyi hazmedemedi ve iki sene sonra siyasete atıldı. 

Zira, ne de olsa 22 sene aralıksız şekilde Genelkurmay Başkanlığı yapmış, üstelik M. Kemal'den sonra İsmet Paşanın da bir dediğini iki etmemiş bir kişilikti. 

Nitekim, 1946 seçimlerinde DP listesinden bağımsız seçildi ve Meclis'te de İnönü'ye karşı DP'nin desteğiyle Cumhurbaşkanı adayı oldu. 

Ne var ki, aynı Fevzi Paşa, iki sene sonra (1948'de) Milletçilerin gönüllü reisliğine geçerek Demokratları adeta sırtından hançerledi. 

1948'den 1950 seçimleri öncesine kadar da gittiği hemen her yerde Demokratların aleyhinde bulundu. Seçimlerden bir ay kadar evvel öldü. Partisi de seçimi kaybederek hezimete uğradı.

 Üstelik, büyük medya desteğine ve "Müstakil Demokratlar Grubu" ile "Öz Demokratlar Partisi"ni Millet Partisi saflarına katmış olmalarına rağmen...

Dine hizmet edemeyen dindar (!)

Milletçilerin 1950 seçimleri öncesinde halka yönelik yaptıkları propagandanın mahiyeti özet olarak şöyleydi: 

"Bizim başkanımız Fevzi Paşa, Demokratların başkanı olan Celal Bayar'dan daha dindardır. Üstelik, İsmet Paşaya karşı daha cesur ve daha dişli bir liderdir. Ayrıca, partimizin kurmay kadrosu da Demokratların kadrosundan daha milliyetçi, daha muhafazakâr bir heyetten müteşekkildir. Dolayısıyla, Demokratları değil, bizi destekleyin, bizi iktidara getirin..." 

İşte, bu mânâda seçim propagandası yapan Milletçiler, Üstad Bediüzzaman ve Nur Talebelerine de tesir etmeye ve desteklerini almaya çalıştılar. Ancak, hiçbir şekilde yüz bulamadılar ve iltifat göremediler. (Son Şahitler–4, s. 43) 

Zira, dindar görünümlü Fevzi Paşa, şayet dine ve dindarlara bir faydası olsaydı, şimdiye kadar bunun bir emaresi görülürdü. 

Halbuki, onun 22 yıllık Seraskerliği zamanında din lehinde hiçbir hizmeti görülmediği gibi, aynı dönem içinde (1922–1944) yapılan hadsiz zulüm ve baskılarla dindarlara da kan kusturuldu. 

Hâsılı, vazife başında ve elinde de birçok imkân/selâhiyet var iken, din lehinde hiçbir hizmette bulunmamış bir kimse hakkında iyimser olmaya hiç hacet yoktu. 

Buna mukabil, Halkçıların karşısında eski Ahrarların devamı olan Demokratların desteklenmesi, onlara istinad noktası olması fikri benimsendi ve on yıl müddetle de tereddütsüz aynı minvâl üzere hareket edildi. 

Ayrıca, Eşref Edib gibi Üstad Bediüzzaman'la samimi dost olan Osman Nuri Efendinin de, "siyaset noktasında" farklı bir yol takip ettiğini görmekteyiz. Yani, din kardeşliği devam etmekle beraber, siyasî düşünce paralelliği bir türlü sağlanamamıştır.

Hiç yorum yok: