7 Ağustos 2013 Çarşamba

Başarı ve fırsat-Doğu Ergil

Bunların çoğu kişisel olurdu. Ama bir de başarının sosyalolarak tanımlanmış ölçütleri var. İşte davranış ve beklenti benzerliğini bu sosyal değerler belirliyor. İyi bir eğitim, zenginlik, güç, fark yaratmak ve başkalarını yönlendirme yetisi... Bunlar her toplumda aşağı yukarı ortak değerler. Ancak bir toplum "amaç" (hedef) olarak tanımladığı değerlere ulaşacak "araçları" toplumun çoğunluğuna sunamıyorsa, amaçlar ve araçlar arasındaki uçurum, "kuralsızlığı" doğuruyor. Kuralsızlık, şiddet, yolsuzluk, ahlaksızlık, suç çeşitleri, güvensizlik, dayanışmanın azalması vb. yollarla ortaya çıkıyor. Bu tahlil tanıdık geliyor değil mi?
Tanıdığım bir emekli subay var. Sivil bir liseden mezun olduktan sonra üniversite giriş sınavında ODTÜ'de muteber bir bölüme girme hakkı kazanıyor. Ama o Kara Harp Okulu'nu tercih ediyor. Neden diye sorduğumda, çok dürüstçe, "Subay çıkacaktım ve olası bir darbe ile sivil iktidarı devirip bu ülkeyi yönetecektim. Geleceğin devlet başkanı olacaktım" diye yanıtlıyor. Onun başarı ölçüsü.

Benim babam da bir kurmay subaydı ve bana Doğu adını vermesi Turancı olmasındandı. Yani adımın kaynağı, eldeki yoksul Türkiye'nin doğusu değil. 1930'lar ve 1940'ların ilk yarısındaki Türkçülük akımının etkisinde kalan subayların Asya'daki tüm Türkler'i birleştirip büyük Türk imparatorluğunu (Turan'ı) kurma hevesiydi. Onlar için Türkiye'nin gelişmesi, bir sanayi ve teknoloji devi olması, kendilerini Batılı hissetmelerine rağmen Batı standartlarında bir sosyal, siyasi ve hukuki düzen kurmak önemli değildi. Orta Asya steplerinde Türk'ün bayrağını dalgalandırmaktı.
Bu arzunun daha mütevazı bir biçimi, benim kuşağımın milliyetçilerince "esir Türkler'i kurtarmak" ülküsüyle ifade edildi. Sovyetler sonrasında "esir Türkler" bağımsızlaştılar. Onları Türkiye güdümüne çekmek için ne mali ne de siyasi bir nazım plan olmadığı anlaşıldı... Ondan sonra da bu "kurtarma" edebiyatı söndü gitti. "Kurtarıcı" adayları, Sovyet esaretinden çıkan Türkçe'nin varyantlarını konuşan toplumların kendi yöneticilerinin esiri olmasını sessizce seyrettiler. Ne babamların kuşağı ne de onların bir kuşak sonrası milliyetçilerinin demokrasi diye bir önceliği yoktu. Onlar, güç ve egemenlik istiyorlardı.
Sorun, uluslararası düzlemde değil (Türkiye yeterince güçlü değildi) ulusal planda çıktı. İki seçenek vardı: Ulus, devletin tanımladığı bir siyasi varlık mı olacaktı? Yoksa sosyolojik, kültürel bir olgu olan toplumdan türetilecek hukuki bir gerçeklik mi olacaktı? Sonuncusu olsaydı, toplumun içindeki tüm sahici tarihi varlıkların (grupların) hukuksal eşitliği, eşitlerin birliği ve yönetime katılması sağlanabilecekti.
Birinci seçenek benimsendi ülke isyan, sürgün ve sert güvenlik tedbirleriyle uğraşmaktan ne tam olarak demokratikleşebildi ne de tam olarak gelişebildi. Ama en büyük tahribat, "milli" adı verilerek toplumun dünyaya yabancılaştırılmasını ve birbirine güvenmemeyi öğreten eğitim sistemi sayesinde yapıldı. Herkesi egemen unsura tabi olmaya, egemen unsuru devlete tapmaya (bu sayede diğer yurttaş kümelerine karşı da korunacaktı) devleti de yaratılan "sıkı yönetim"in korumacılığına indirgeyen bir sistem yaratıldı.
Bu sistem zayıfladıkça, yeni darbelerle daha da sıkılaştırılan anayasalarla millet zapturapt altına alındı. Biz bu seçimlere hangi parti kazanacak diye değil, bu düzeni nasıl bir anayasa ile değiştirebiliriz diye bir fırsat olarak bakmalıyız. İşte yeni başarı ölçüsü...

Hiç yorum yok: