15 Temmuz 2013 Pazartesi

Suriye ile aramızdaki soğukluk, 1915’te yayınlanan bu isyan bildirisiyle başladı- Sokak çocuğu-55 Yıl öncesinden bir Suriye Yazısı-Murat Bardakçı

    Suriye ile aramızdaki soğukluk, 1915’te yayınlanan bu isyan bildirisiyle başladı

    Suriye ile aylardan buyana zaten gergin olan ilişkilerimiz, nihayet bir savaş uçağımızın düşürülmesi noktasına geldi! Bu yazıyı hazırladığım sırada hadisenin ayrıntıları henüz tam olarak aydınlanmamıştı, pilotların aranmasına devam ediliyordu ve Suriye “Düşürülen uçak hava sahamıza girmişti, uçağın Türkiye’ye ait olduğunu düşürdükten sonra farkettik...” gibisinden açıklamalar yapıyordu... İşin nereye kadar gideceğini, ateşle ciddî şekilde oynamaya başlayan Beşşar Esed yönetiminin Şam’ın meşhur rakkaselerini bile kıskandıracak şekilde başka ne gibi açıklamalar yapacağını ve bu işin hesabını Suriye’den nasıl soracağımızı yakında hep beraber göreceğiz... Ama, Suriye ne derse desin, nasıl kıvıracaksa kıvırsın, söyleyecekleri bir grup Suriyeli tarafından 1915’te Şam’da hakkımızda yayınlanmış olan isyan ve hakaret bildirisinin yanında eminim zemzemle yıkanmış, nezih ifadeler gibi kalacak!
KAHİRE’DEN ŞAM’A NAKİL
Sözünü ettiğim bildiri, Arap dünyasında bir grup Suriyeli tarafından hakkımızda kaleme alınıp yayınlanmış olan ilk yazılı belgedir. “Suriye Arap Cemiyeti” adına neşredilmiştir, bize karşı baştan aşağı hakaret ile doludur ve Şam ile aramızda neredeyse bir asırdan buyana devam eden soğukluğun da başlangıcıdır. İşte bu bildirinin ve Suriye ile bir asır öncesine dayanan anlaşmazlıkların kısa öyküsü... 20. yüzyılın ilk yılları, Arap dünyasında bağımsızlık hareketlerinin ortaya çıktığı dönemlerdi ve bu maksatla çok sayıda siyasi örgüt kurulmuştu. Örgütlerin en önemlisi, Suriye’de bağımsız Arap devletleri kurulabilmesi maksadıyla sürgündeki Suriyeliler’in 1912’de Kahire’de oluşturdukları “El lâMerkeziyye” yani “Ademimerkeziyet” cemiyeti idi. El lâ-Merkeziyye’nin, daha sonra Suriye’de “Cemiyet’üs-Suriyetü’t Arabiyye” yani “Suriye Arap Cemiyeti” adı ile bir şubesi kuruldu ve El lâMerkeziyye’nin iç çekişmeler neticesinde zamanla gücünü kaybetmesi üzerine “Suriye Arap Cemiyeti” ön plana çıktı. Cemiyetin kurucuları ve üyeleri, o devrin önde gelen Arap aydınları idiler...


BAŞKALDIRI ÇAĞRISI 
İttihad ve Terakki Partisi’nin liderlerinden olan ve Birinci Dünya Savaşı yıllarında Dördüncü Ordu Kumandanı olarak Suriye’de bulunan Cemal Paşa, bölgeyi bağımsız bir hükümdar gibi idare ediyordu. Arap ayrılıkçılığını önceleri görmezden gelen Paşa, savaşın ilânından sonra İngiltere ile Fransa’nın Beyrut’ta boşalttığı konsolosluk binalarında arama yaptırdı ve binalardan Arap cemiyetlerine ait çok sayıda belge çıktı. Belgeler, bağımsızlık için faaliyet gösteren örgütlerin başında “Cemiyet’üs-Suriyetü’t-Arabiyye”nin bulunduğunu gösteriyordu ve cemiyet tarafından Suriye halkına hitaben 1915’te yazılmış bir de bildiri ele geçirilmişti. Türk yönetiminin Araplar’a sadece kan ve acı getirdiğinin yazıldığı bildiride Suriyeliler vergi vermemeye ve silâh satın alarak Türk askerlerine karşı mücadeleye davet edilmekteydi. Bildirinin tam metnini, bu sayfada okuyabilirsiniz...


ÂLİYE VEYA ALEY
Cemal Paşa, ele geçen belgelerden bağımsızlık için çalıştıkları, Avrupalı devletlerle temasta bulundukları, görüşmeler yaptıkları ve Fransa’dan bağımsızlık için açıkça destek istedikleri ortaya çıkan 33 Arap aydınından yakalatabildiklerini şimdi Lübnan’ın sınırları içerisinde bulunan Âliye kasabasında kurduğu bir askerî mahkemeye sevketti. Yargılananlar arasında Arap dünyasının önde gelen entellektüellerinin yanısıra gazeteciler, Osmanlı Parlamentosu’nun bazı Arap üyeleri ve bir de rahip vardı. Çoğu idama mahkûm oldu ve 1916’nın 6 Mayıs’ında da Şam’ın “Merce” ve Beyrut’un “Burc” Meydanları’nda asıldılar. Yakalanamayanlar da gıyaplarında idama mahkûm edildiler ve mahkûmların aileleri başta olmak üzere binlerce Arap, Anadolu’nun değişik yerlerine sürgüne gönderildi. İdamlar, Suriye’de seçkin aydınların kalmaması, “el-Nahda” denen Arap aydınlanması hareketinin de Suriye’den Mısır’a kayması demekti. 6 Mayıs günü, o tarihten buyana Suriye’de “Şehitler Günü” olarak kutlanır ve idamların yapıldığı Merce ile Burc Meydanları’na sonraki senelerde dikilen anıtların altında törenler yapılır...

‘Türkler kanlarımızı akıttılar bütün kültürümüzü kazıdılar ve iliğimizi kemiğimizi kuruttular!’

CEMAL Paşa bizim “Âliye”, Araplar’ın da “Aley” dedikleri kasabada kurduğu askerî mahkemenin idam ve hapis cezaları verip çalışmalarını tamamlamasından sonra mahkemenin suç delili kabul ettiği bütün belgeleri ve gerekçeli kararı “Âliye Dîvân-ı Harb-i Örfîsi’nde Rü’yet Olunan Mes’ele-i Siyasiyye Hakkında İzahat” isimli bir kitap şeklinde yayınlatmıştı. 1916’da, idamlardan hemen sonra yayınlanan kitapta Arap bağımsızlık örgütlerinin kendi aralarında yaptıkları yazışmalar, Suriyeliler’in Fransa’dan talep etttikleri himaye ile ilgili belgeler ve Suriye halkına hitaben yayınlanmış isyan ve silâhlanma bildirileri de vardı. Cemal Paşa’nın bu yayını, 2008’de Cahit Kayra tarafından günümüz Türkçesi’ne nakledildi ve “Arap İhtilâli ve Şam Mahkemesi” adıyla yayınlandı. Kararların ve belgelerin ayrıntılarını merak edenler, Kayra’nın yayınına müracaat edebilirler.

BUGÜNÜN TÜRKÇESİYLE
Aşağıda, “Suriye Arap Cemiyeti”nin 1915’te yayınladığı ve Türkiye ile Suriye arasında sık sık yaşanan çekişmelerin ilk yazılı belgesi gibi görünen ama yer yer kırık bir üslûp taşıyan bu meşhur bildirinin, günümüz Türkçesi’ne aktardığım tam metni yeralıyor: “Ey Arap milleti, ey Arap milletinin mebusları, ey Arap milletinin gençleri, ey doğunun şânın ve şerefinin vârisleri, ey zulme boyun eğerek sabahın gelmesini kabul etmeyenler! Bu nidâ, mezarlarında yatan ecdâdımızın nidâsıdır. Bu nidâ, mezarında yatan medeniyetimizin enînidir. Bu nida, mezara giren tarihinizin haykırmasıdır. Haktır, haktan sonra ise ancak dalâlet gelir. Tarihinizin safhalarına bir nazar atfediniz, memleketinizde Türk musibetinden, en hakir ve en zelîl milletlerin görmediği o harap edici sülâlenin zulmünden ve yoldan çıkmasından kurtulabilmiş bir ay, hatta bir gün bile geçmemiş olduğunu görürsünüz. Tarihimizde bunların zulümlerini kaydetmeyen bir sahife bile bulamayacaksınız. Hangi Arap Endülüs’ü zikreder ve Endülüs emîrinin Frenkler’in akınına karşı Türk padişahından yardım istediğini, Türk padişahının ise hilâfet elden gider korkusuyla imdad vermediğini, Endülüs’ün bu yüzden gittiğini ve Arap medeniyetinin Endülüs’ün etrafında gömüldüğünü duyarsa dizleri tutulmaz? Hangi Arap, Türkler’in Bağdad’daki Arap medeniyetini yıkıp ve kütüphanelerdeki ilim ve edebiyat kitaplarını Dicle ve Fırat nehirlerine atıp köprü yaptıklarını, balıklara yem bıraktıklarını tasavvur eder? Hangi Arap, Türkler’in yüzbinlerce Arap’ı öldürdükten sonra Fransızlar’a teslim ettiği Tunus ve Cezayir’deki Arap kardeşini hatırlar, müteessir olmaz ve sabahleyin bir Türk’ün elini sıktığı güne lânet etmez? Hangi Arap, Trablus ve Berke’nin nasıl satıldığını anlar, çöllerindeki kurbanlarının haberlerini okur ve bunların simsarlarının Selanik’te Genç Türkler olduğunu öğrenir de yüreği parçalanmaz? Damarlarında şeref kanı akan ve ‘Arap’ ismi uğruna kanı oynayan hangi Arap, Araplar’ın kanına bulanmış memleketlerinin kaybını, milletin tarihinin bu sahifelerini okuyup bütün bu felâket ve musibetlerin yegâne sebebinin Türkler olduğunu öğrenir ve kendi kavminden nefret etmez, kılıcını bu yıkıcı bagilerin boyunlarına doğru çekmez? Yemen’e ve Irak’a Arap askerleri göndererek Arap çocuklarını birbirine kırdıran ve kendilerine kendi elleriyle yuvalarını söndürtenin Talât ve arkadaşı olduğunu işitmediniz mi? Memleketlerinizden toplanan eğitim yardımlarıyla Türk, Ermeni ve Yahudilerin tahsil için Avrupa’ya gönderilerek çocuklarınızın, yürek parçalarınızın bundan mahrum bırakıldığını bilmiyor musunuz? Yoksa Türkler’in sizi baskılar altına aldıkları andan itibaren alışkanlıklarınızı katlettiklerini ve şimdi de Arap eserlerinin mahvına uğraştıklarını öğrenemediniz mi?


FAHİŞEYE GİDEN PARA 
Ey kavim, Paris’teki kongrenizi nasıl başarısızlıkla neticelendirdiklerini, size verdikleri vaadleri yerine getirmeyerek âleme karşı sizlerle alay ettiklerini ve Avrupa’da onlardan bir kırtıpilin sizi bölünmeye düşürerek âleme maskara ettirmeye muktedir bulunduğunu anlattığını da gördünüz. Türkler ile ne alâkanız vardır? Osmanlılıktan istifadeniz nedir? Ey harap edici Türkler’in Müslüman oldukları vehmine düşüyorsanız ve onların kardeşliğine saygıyı kendinize bir vecibe biliyorsanız, size sorarız: İslam’ın şânını ve şerefini yıkan, Arap beldelerini satan, Kur’an’ın yüceliğini katleyleyen ve Türk fahişelerine harcamak için Hicaz vilâyetini rehin bırakanlar Müslüman kabul edilirler mi? Bunun üzerine yapacağınız şey vergi vermeyi bırakıp o para ile silâh satın almaktır. Tâ ki bu harap edicileri memleketlerinizden süresiniz! Tarih bize altınla yazılmış bir ibret öğretti, o ibret de hiçbir milletin kan dökmeden hürriyetini alamadığı hakikatidir”. Şam’da 1908’de trenle seyahat eden yolcular. Cemal Paşa’nın yayınlattığı kitap.


Sokak çocuğu


KURULDUĞU günlerden, tâââ 1930'lardan buyana hiçbir işini bir türlü mâkul şekilde götürememiş bir memleket düşünün...
Tarihî sınırları olmayan, ilk zamanlarda krallarının bile başka memleketler tarafından tahta oturtulduğu, cumhuriyet olmasından sonra darbelerin birbirini takip ettiği, halkının ceberrut idarecilerden başka birşey görmediği, insan hayatının sudan ucuz olduğu, her dâim karmaşanın hüküm sürdüğü, İsrail ile girdiği mücadelelerden iyi bir kötek yiyerek ve toprak kaybederek çıkmış, hattâ adı bile binlerce sene önce hüküm sürmüş ama şimdi izi kalmamış bir uygarlıktan esinlenerek konmuş bir memleket...
Bugün büyük derdimiz olan Suriye, önceleri "Sancak Vilâyeti" yani Hatay da dâhil olmak üzere kurulması düşünülen beş ayrı devletin ilk dünya savaşının galipleri tarafından kâğıt üzerinde birleştirilerek biraraya getirildiği böyle bir yerdir.
O topraklara "Suriye" isminin verilmesinden sonra sadece isyanların, huzursuzlukların ve didişmelerin yaşandığını görürsünüz. Suriye'nin son 60 senelik tarihindeki başkanlar ve başbakanlar listesi, altı asırlık imparatorlukların hükümdarlar listesinden daha uzundur, zira 1940'larda ve 50'lerde sabah en erken kalkan general darbe yapıp işbaşına geçmiş ama birkaç hafta yahut birkaç ay sonra mutlaka bir başka general tarafından devrilmiş ve bu iş devridâim şeklinde sürüp gitmiştir.
Bugün başımızın derdi olan Suriye, işte böyle bir yerdir...

ZİRVE RÜŞVETLERİ
80'li ve 90'lı senelerde yapılan Arap zirvelerinin değişmez bir senaryosu vardı: Zirvenin toplanmasına bir-iki saat kalır ama Suriye'nin o zamanki lideri Hafız Esed ortalarda görünmez, gelip gelmeyeceğine dair haber de alınmazdı. Etrafta "Kızmış, gelmiyormuş, zirveyi protesto etmiş, Suudiler devreye girmişler, iknaya çalışıyorlarmış" gibisinden söylentiler dolaşır ve Hafız Esed zirvenin açılışına genellikle yarım saat kala teşrif buyururdu.
Esed'in zirveye katılmasını Suudiler bir yolunu bulup her zaman sağlarlardı ve bu yol zamanın Suudi Arabistan Kralı Fahd'ın kesesinden geçerdi: Suriye'ye, kralın hesabından toplantının önemine göre iki buçuk ile yirmi milyon dolar arasında değişen bir meblâğ transfer edilir ve Hafız Esed zirveyi ancak bundan sonra şereflendirirdi.
Esed böyle yapmaya bir yerde mecburdu, zira başına darbeyle geçtiği devletin doğru dürüst bir geliri yoktu. İhtiyacı olan paranın büyük kısmını ya uslu durmak karşılığında zengin Arap memleketlerinin "yardım" adı altında verdiği rüşvetlerden veya işgal edip iliğini-kemiğini sömürdüğü Lübnan'dan elde ederdi.

SÜT, EKMEK ve ÇORAP
Beyrut'un hemen her köşesinde kum torbalarından yapılmış kontrol noktaları ve torbaların üzerinde de Hafız Esed'in somurtuk fotoğrafı ile karşılaşırdınız; önünde elinde sopa gibi tuttuğu bir tüfekle nöbet bekleyen Suriyeli askerler sizden ekmek, peynir, süt, çorap ve hattâ tişörte varıncaya kadar ne kopartabilirse bahşiş niyetine alır ve geçmenize öyle izin verirdi. Lübnan'da tam bir sömürge valisi gibi hüküm süren General Gazi Kenan'ın kabul ettiği hediyeler de zaten dillere destandı...
Türkiye'nin 90'ların başında bir sebeple Suriye'ye veryansın ettiği ve Hafız Esed'in alttan almak zorunda kaldığı günü hatırlarım: Beyrut halkı bayram etmişti. Herkesin hayalinde Şam'a en fazla 24 saat içerisinde girmemiz ihtimali vardı ve seneler boyunca herşeyleri soyulmuş, kişilikleri de ayaklar altına alınmış olan Lübnanlılar hem Türkiye'ye hem de bizim vasıtamızla NATO'ya bel bağlamışlardı.
Şu anda karşımızda öyle mâkul davranan, mantıklı konuşan ve aklı başında kararlar alan bir ülke değil; her işini tehditle, gücü yettiğine saldırmakla, gücü yetmediği zamanlarda da çareyi "Ağabey, bu adam beni dövmeye kalktı" diye büyüklerinin arkasına saklanmakta bulan hırçın bir sokak çocuğu vardır ve işimiz de bu yüzden çok zordur!


55 Yıl öncesinden bir Suriye Yazısı
"...BİN üç yüz sene evvel Muaviye'nin saltanatını destekleyerek peygamber evlâdına karşı yaptığı zulmün cezasını çeken Suriye'nin bugün acınacak bir halde olduğunu tekrara hacet yoktur.
Osmanlı İmparatorluğu'nda en mesut devrini yaşayan Suriye, imparatorluğun çöküşünden sonra devlet olarak teşekkül edemedi. Bir müddet Fransız sömürgesi hâlinde bulundu, kendi kendini idare imkânına sahip olunca da müsbet bir varlık kuramadı. Arap devletleri arasında ikinci, üçüncü, belki de sonuncu plana düştü; tahakkümlerin, ihtirasların çarpışmaları arasında yuvarlandıktan sonra nihayet Rusya'nın kucağına düştü.
İşte, Suriye'ye bundan dolayı 'zavallı' diyorum. Zira bu öyle bir kucaktır ki, onun kucağından sıyrılıp çıkmanın çaresi yoktur.
Tarihte şehre izafeten 'Şam' diye anılan bu güzel ülkenin ahalisi, yine tarihin şahadeti ile sabittir ki iyiyi-kötüyü ayırdetmekten âcizdir.
Emevî saltanatını kuran Muaviye, Peygamber'in damadı ve Müslümanlar'ın halifesi Hazreti Ali'ye karşı isyan eylediği zaman 'Senin üzerine öyle bir askerle geliyorum ki, onlar dişi deveyi erkek deveden farkedemezler' demişti.

DEVEYİ TANIMAMAK
Farkedebilselerdi, Sıffîn'de Amr ibni Âs'ın hilesine âlet olmazlardı. Farkedebilselerdi, Yezîd-i lâin'in emri ile Muhammed evlâdını beşikteki çocuklara kadar kılıçtan geçirmezler, İmam Hüseyin'in mübarek nâaşını atlarının nalları altında çiğnemezlerdi.
Bugün de medeniyet dünyasına kasdetmeyi düşünen bir devletin uşaklığını kabul eylediklerine bakılırsa, tarihin bir tekerrürden ibaret olduğuna hükmetmek icap eder.
...Suriye dört asır Osmanlı idaresinde kaldı ve çok mesud yaşadı. İmparatorluk, Suriye'yi bir vilâyet değil bir eyalet kabul etti, ona hususi bir idare bahşetti, âdetlerine, lisanına asla müdahale etmedi.
...Yakın Şark (Ortadoğu) konusunda Suriye'nin ne istediğini bilmiyorum...
Anlaşılıyor ki, 1300 sene evvel olduğu gibi onlar hâlâ dişi deveyi erkek deveden farketmemekte inat eyliyorlar".
Buraya kadar okuduklarınız bana ait değil; tam 55 sene önce, 1957'nin 28 Ağustos'unda o zamanın en önemli ve en etkili köşe yazarlarından olan Ref'i Cevad Ulunay tarafından yazılmış. Ben sadece bazı kelimeleri günümüzün Türkçesi'ne naklettim...
Yazmasının sebebi, Suriye ile o günlerde de bugün olduğu gibi aramızda neredeyse savaşa kadar gidecek meselelerin çıkmış olması... Sınırda kaçakçılara müdahale etmeye çalışan devriyelerimize hem kaçakçılar, hem de Suriye birlikleri ateş açmış; birkaç gün sonra sınırın öbür tarafından yeniden ateş açılması üzerine bir askerimiz şehid düşmüş, tacizler devam etmiş ve Şam, bu arada Rusya ile bir askerî işbirliği anlaşması imzalamış...

İSTANBUL ZİRVESİ
Mısır'da iktidarı elinde bulunduran Cemal Abdülnasrr'ın etrafındaki hemen herkesi tehdit etmeye kalkması ve Suriye'nin de Sovyet peyki hâlini alması üzerine zamanın cumhurbaşkanı Celâl Bayar harekete geçmiş; İstanbul'da Irak, Ürdün ve Afgan kralları ile Amerikan ve İngiliz Dışişleri Bakanları'nın katıldığı bir zirve toplamış. Şale Köşkü'nde iki gün boyunca Suriye'ye karşı neler yapılacağı konuşulmuş, Amerikalılar ile İngilizler "Türkiye savaş ilân etsin, biz her türlü desteği verelim" demişler.
Ulunay, yukarıda bir kısmını naklettiğim yazıyı işte o günlerde kaleme almış...
Bütün bu olup bitenlerin neticesi mi? Sovyetler'i ardına alan Suriye azıttıkça azıttı, derken kanlı Baas darbesi oldu, bir zaman sonra da Hafız Esed'in ceberrut iktidarı kuruldu, söylenen herşey lâfta kaldı ve bugünlere gelindi!


Bugün sadece bizim değil, neredeyse dünyanın derdi hâline gelmiş olan Suriye’nin lideri Beşşar Esed’ın makamının, yani Suriye Cumhurbaşkanlığı koltuğunun geçmişini, o koltukta kimlerin oturduğunu bilir misiniz? Beşşar’dan çok önceki senelerde, Suriye Cumhurbaşkanlığı makamına Yıldız Sarayı’nda yetişmiş iki kişi geçmişti! Suriye’nin Fransız mandası altında bulunduğu senelerde cumhurbaşkanı olanlardan biri Sultan Abdülhamid’in damadı idi, ülkenin bağımsızlığını kazanmasından sonraki ilk cumhurbaşkanı da, yine Abdülhamid’in yakın çevresinde yetişmiş bir isimdi... İşte, Beşşar Esed’den çok zaman önce, Şam’da cumhurbaşkanlığı koltuğuna oturan bu iki kişinin öyküsü... 





GALATASARAY’DAN PARİS’E GİTTİ 
Fransızlar, Birinci Dünya Savaşı sonrasında Suriye’yi işgal ettiler ve ülkede Fransız mandası tesis edildi. Fransa, Osmanlı İmparatorluğu’na karşı Arap İsyanı’nı başlatan Şerif Hüseyin’in oğlu Faysal’ın 1920’de sadece dört ay devam eden krallığının ardından, iktidarı tamamen eline aldı, Suriye askerî valiler tarafından idare edildi ve çıkan ayaklanmalar kanlı bir şekilde bastırıldı. Fransa, 1922’den itibaren Şam’da göstermelik bir devlet başkanlığı makamı oluşturdu. İlk cumhurbaşkanı Suphi Bereket’in ardından bu makama François Pierre-Alype adında sömürgeler dairesinin bir yöneticisi getirildi, Pierre-Alype’yi 1926’da Ahmed Nami Bey takip etti ve iki sene boyunca Suriye’de cumhurbaşkanlığı yaptı. Gençliği İstanbul’da geçen ve Sultan Abdülhamid’in damadı olan Ahmed Nami Bey’in öyküsünü, bu sayfadaki kutuda okuyabilirsiniz... Suriye Cumhurbaşkanlığı makamına, 1932 Temmuz’unda yine İstanbul’da yetişmiş bir başka kişi getirildi: Mehmed Ali Bey veya Şam’daki ismi ile Muhammed Ali el-Âbid... Mehmed Ali Bey, İkinci Abdülhamid’in iktidar yıllarında padişahın sırdaşı ve devletin hükümdardan sonra gelen en güçlü ismi olan İzzet Holo Paşa’nın oğlu idi... Tarihlere “Arap İzzet” diye geçen İzzet Holo Paşa, Şam’da 1852’de doğmuştu ve kanında Araplıktan Kürtlüğe, Çerkeslikten Türklüğe kadar imparatorluğun hemen her unsurunun genleri vardı. Çok iyi bir tahsil görmüş, 1890’larda Abdülhamid tarafından saraya alınmış ve zamanla hükümdarın en güvendiği adamı olmuştu. Padişahın dış dünya ile temasının sağlanması, memlekette olup bitenler hakkında haberdar edilmesi ve devlet birimleri arasında koordinasyon gibi işlerin yanısıra hükümdarın gizli yahut pek de etik sayılmayan temaslarını, senelerce Arap İzzet Paşa yürütmüştü.


WASHINGTON ELÇİSİ OLDU 
Derken, 1908’de meşrutiyet ilân edildi, bir sene sonra 31 Mart olayı yaşandı ve Abdülhamid tahtından indirilip sürgüne gönderildi. Sabık hükümdarın yakınlarının hayatları tehlike altındaydı ve İzzet Paşa da Abdülhamid’in birçok yakınının yaptığını yapıp Türkiye’yi terketti. Önce Avrupa’ya gitti, oradan Mısır’a geçti, büyük bir servete sahip olduğu için hiç sıkıntı çekmedi, hep refah içerisinde yaşadı ve hayattan 1924’te, Kahire’de ayrıldı. İzzet Paşa’nın değişik hanımlardan tam 17 çocuğu olmuş ama bunların dördü hayatta kalabilmişti. Çocukları, imparatorluğun yıkılması üzerine bulundukları ülkelerin vatandaşlıklarını aldılar. Paşa’nın büyük oğlu Mehmed Ali Bey 1967’de Şam’da doğmuş, babasının İstanbul’a gelip Abdülhamid’in hizmetine girmesinden sonra Galatasaray Lisesi’ni bitirmiş, Paris’te hukuk fakültesinden mezun olmuş ve bir ara Osmanlı İmparatorluğu’nun Washington Büyükelçiliği’ni yapmıştı... 

LÜBNAN’IN KURULMASINI KABUL ETTİ 
Ailesinin Türkiye’den ayrılmasından sonra Suriye’ye dönüp oranın teb’asına geçti. Önce maliye bakanı oldu, 11 Haziran 1932’de de cumhurbaşkanı seçildi. Ortadoğu, o günlerde karmakarışıktı. Asırlar önceki haçlı seferlerinden sonra kendi toprağı gibi gördüğü Suriye’yi işgal altında tutan Fransa’nın, hâkimiyetini devam ettirebilmek için sınırlarda bazı değişiklikler yapması gerekiyordu ve değişiklik, o zamana kadar devlet olarak varolmayan Lübnan’ın müstakil hâle getirilmesiydi. Fransızlar, Suriyeliler’in kendi toprakları olarak gördükleri Lübnan’ı ayrı bir devlet yapmak için 1926’nın 23 Mayıs’ında bir anayasa hazırladılar. Lübnan, bu anayasaya göre Fransız idaresinden sonra artık bağımsız bir devlet olacaktı ama karar Suriye’yi karıştırdı. Eski Suriye Krallığı’nın ve Emevi İmparatorluğu’nun vârisi olduklarına inanan Arap entellektüeller yeni devlete karşı çıkıyorlardı. Fransa’nın hayâlini hayata geçiren, Arap İzzet Paşa’nın oğlu Mehmed Ali Bey oldu, 1934’te Fransızlar ile Suriye’nin bağımsızlığı meselesini görüşmeye başladı ve bağımsızlık karşılığında Lübnan’ın Suriye’den ayrılmasını kabul etti. Ortadoğu’da asırlar boyunca “Lübnan” diye bir ülke, “Lübnanlı” diye bir millet yoktu ve bölge, Suriye’nin uzantısı kabul edilirdi. Ama tarih İstanbul’dan Washington’a, oradan da Şam’a uzanan ardarda cilveler yaptı ve Lübnan, işte bu cilvelerin neticesinde doğdu. 

KIZDILAR, TÖRENLE DEFNETTİLER 
Şam, bu karar üzerine daha da karıştı ve anlaşmaya karşı çıkanlar “Ulusal Cephe” adını verdikleri bir muhalefet grubu kurdular. Cephe’nin halkı sokaklara döküp genel grev ilân etmesi üzerine Suriye’deki manda idaresi hayli sıkıntıya girdi. Mehmed Ali Bey 1936’nın 21 Aralık’ında cumhurbaşkanlığından ayrıldı, yerini Ulusal Cephe’nin lideri Haşim el-Attasi aldı ve el-Attasi de Lübnan’ın bağımsız olması karşılığında Suriye’ye kademeli bir bağımsızlık veren anlaşmayı imzalamak zorunda kaldı. Arap İzzet Paşa’nın oğlu olan sâbık cumhurbaşkanı Mehmed Ali Bey de, Suriye’den ayrılıp Güney Fransa’nın Nice şehrine yerleşti, orada refah içerisinde yaşadı, 1939’da Nice’de öldü ve Suriyeliler, daha önce “Lübnan’ı satmakla” suçladıkları eski başkanlarının cenazesini Şam’a götürüp büyük bir devlet töreniyle defnettiler. Fransa ise, 1936’da bağımsızlık verdiği Suriye’yi 13 sene sonra, ancak 1946’da boşalttı. Mehmed Ali Bey, Lübnan’ın kuruluşuna karşı çıkmadığı için birçok Suriyeli tarafından bugün bile hoş olmayan bir şekilde yâdediliyor... Arap İzzet Paşa’nın oğlu, Fransızlar’ın baskısıyla kabul etmek zorunda kaldığı Paris Anlaşması ile bize aslında büyük bir iyilikte bulunmuş, Hatay’ın topraklarımıza katılmasını Paris Anlaşması’nın bazı maddelerini lehimize hukukî dayanak yaparak sağlamıştık.

Sultan Vahideddin’in cenazesini kaldırmak, Abdülhamid’in Suriye’ye başkan olan damadı Ahmed Nami Bey’e düştü

SURİYE’nin önde gelen ailelerinden birinin çocuğu olan Ahmed Nami Bey 1873’te Beyrut’ta doğdu, Galatasaray Lisesi’ni bitirdi ve 9 Ağustos 1911’de, Bebek’te Sultan Abdülhamid’in kızlarından Ayşe Sultan ile evlendi.


Bu evlilikten Ömer ve Osman isminde iki oğlu olan Ahmed Nami Bey 1919’da Ayşe Sultan’dan ayrıldı, 1921’de yine İstanbul’da bir başka hanımla evlendi, sonra Türkiye’den ayrıldı, Şam’a yerleşti ve 1926’nın 28 Nisan’ı ile 1928’in 15 Şubat’ı arasında Suriye’nin cumhurbaşkanlığını yaptı. Osmanlı İmparatorluğu’nun son padişahı olan Sultan Vahideddin, sürgünde yaşadığı İtalya’nın San Remo kasabasında 16 Mayıs 1926 gününün akşamı vefat etmiş ve cenazesi ortada kalmıştı. 




O tarihte en kalabalık Müslüman teb’aya sahip olan İngiltere’nin yanısıra Türkiye’nin de Sultan Vahideddin’in cenazesini kabul etmemeleri üzerine sâbık hükümdarın cenazesinin defnedileceği bir Müslüman memleket arayışı başlamıştı. Cenazeyi sadece Suriye Cumhurbaşkanı Ahmed Nami Bey kabul etti, Sultan Vahideddin’in tabutu bir gemi ile önce Beyrut’a, oradan da trenle Şam’a götürüldü ve istasyonda Ahmed Nami Bey tarafından askerî törenle karşılandı. Suriye’yi işgal altında bulunduran Fransızlar törende hiçbir Fransız askerinin ve sivil yetkilisinin bulunmasına izin vermedikleri için tabutu trenden Suriye askerleri indirdiler ve cenaze Haziran ayının son günlerinde, Şam’daki Selimiye Camii’nin avlusuna defnedildi. Fransız Dışişleri Bakanlığı ile Suriye’deki Fransız Yüksek Komiseri Reffye’nin getirdiği bütün sınırlamalara rağmen, sâbık kayınpederi Abdülhamid’in kardeşi Sultan Vahideddin’in cenazesini merasimle kaldırmak, hanedanın 1962’de Beyrut’ta vefat eden damadı Ahmed Nami Bey’e düşmüştü..

Hiç yorum yok: