8 Temmuz 2013 Pazartesi

İçki savaşları!İlk Meclis’in koyduğu içki yasağı-Yavuz Bahadıroğlu

İçki satışını belirli kurallara bağlayan kanun yüzünden, belirli çevreler, bir intikam dürtüsüyle Osmanlı ceddimizi ve padişahları hemen işin içine çektiler: “Dördüncü Murad yasakları” dediler, “Osmanlı’da bile meyhaneler serbestti” dediler.
Ağzı olan konuşuyor. Bu arada katıldığım televizyon programlarında da aynı iddialar masaya sürüldü. Konuk kalabalığından ve zaman darlığından söylemem gerekenlerin çoğunu maalesef söyleyemedim. Ben de şimdi söylerim…
Öncelikle şunu bilmek lâzım ki, Osmanlı Devleti’nde, Müslümanların içki içmesi, üretmesi ve ticaretini yapması yasaktır.
Ancak Osmanlı toplumu, Müslümanlardan ibaret bir toplum değildir. İçinde Rum, Ermeni, Musevi gibi Müslüman olmayan unsurlar da vardır. Tabiatıyla bunlar içkiyi “haram” saymıyor.
Kaldı ki, gayrimüslimler “özel hukuk”a tabidir. Bu sebeple Osmanlı Devleti, kendi inançları ve arzuları istikametinde kanun çıkaramıyor. Hele de “içki yasağı” söz konusu olduğunda yabancı (en çok İngiliz) elçilikler ayaklanıyor, dünyanın en ciddi meselesi bu imiş gibi (şimdi de bizim ekâbir ayaklandı), Saray’a ültimatomlar veriliyordu (Günümüzde bu görevi çoktan beri bizim “laik kesim” yapıyor: İçki düzenlemesi karşısında kopardıkları kızılca kıyamet ortada).
Sonuçta, Osmanlı yönetimi, Avrupa’nın iç işlerine karıştığı son zamanlarında içki üretimine, taşınmasına ve belirlenen yerlerde satılmasına, belli şartlar çerçevesinde gayrimüslimlere (Müslüman olmayanlara) izin veriyor.
Buna rağmen zaman zaman tümüyle yasaklandığı da oluyor. Meselâ, Sultan III. Selim, 1800 yılı başlarında yayınladığı bir Hatt-ı Hümayun’da meyhanelerin kapatılmasını ve “Ehl-i İslâmın içkiden külliyen men edilmesi”ni istiyor. Hatta, “Eğer Müslüman’dan bir kimsene sarhoş görülürse, içkiyi kangı kâfirden aldı ise katlolunsun” diyecek kadar sertleşiyor.
Ancak bu emri uygulamaya koymak hiç kolay değildir. Bu konuda üst üste yapılan toplantılarda her kafadan bir ses çıkıyor, ekonomik gerekliliklerden tutun, dini hassasiyetlere kadar bir sürü “gerekçe” çarpışıyor…
Tartışmaların gereğinden fazla uzaması, en sonunda Padişah’ı çileden çıkarıyor: “Kıyl-ü kal (gereksiz ayrıntı) ve söze ba’is olmak küşküllüğü kendinize ‘ad etmişsiniz. İslambol’da iki-üç meyhane kapatup bir iki avretin (fahişeleri kastediyor) hakkından gelmesi için yirmi gün kadar meşveret edip bir nizam veremiyorsun sübhanellah” diye Sadrazam’ı azarlıyor.
Sekbanbaşı, Sultan III. Selim’e şöyle bir öneri getiriyor: “Meyhanelerin hepsi kapatılsın, fakat reayanın (gayrimüslim teb’a) bekârları için şehrin kenar yerlerinde iki üç tane meyhane açık bırakılsın. Müslümanların girmemesi için de kapılarına nöbetçi konulsun.”
Sekbanbaşı’nın önerisi Şeyhülislam’ın şiddetli itirazıyla karşılaştığı için kabul görmüyor. Böylece Müslüman ve gayr-ı Müslimlerin alenen içki içmeleri, satmaları ve meyhane açmaları yasaklanıyor.
Bu karardan tabiatıyla yabancı elçilikler de etkilenmiştir: Elçilik temsilcileri birkaç kez Sadarete (başbakanlık) müracaat ederek, içki yasağının kendilerini kapsamamasını talep ediyorlar, ama ısrarlı talepleri dikkate alınmıyor.
Baskılar artıyor. İngiltere ile neredeyse savaşın eşiğine geliniyor. Bunun üzerine Sultan III. Selim, yasağı yumuşatmak zorunda kalıyor. Elçilik mensuplarının “kifayet miktarı” (yeteri kadar) içki satın almalarına izin veriliyor.
Aslında Sultan III. Ahmed döneminde (1703-1730), ve ilk Meclis’te de benzer tartışmalar yaşanıyor.
O tarihlerde ikisi sur dışında, biri Galata’da olmak üzere İstanbul’da yaşayan azınlıklar için sadece üç meyhane vardır. Sayı 18. Yüzyılda artıyor. Bunun bir de yakın tarih yönü var: İlk Meclis’te de içki savaşları çıktı. Yarın yazalım.
İlk Meclis’in koyduğu içki yasağı

İngiltere’nin Başkent İstanbul’u işgal etmesiyle dağıtılan “Meclis-i Meb’usan” (Millet Meclisi) 23 Nisan 1920’de Ankara’da ilk toplantısını yapmış, İstiklâl Savaşı’nı başlatmıştır.
Alınan her kararda “din vurgusu” yapılmakta, halkın dini duygularına seslenilmek suretiyle, savaşa katılması sağlanmaya çalışılmaktadır…
“İkinci Grup”un (muhalefet kanadı) önder isimlerinden Trabzon milletvekili Ali Şükrü Bey’in alkollü içkilerin ithalinin, imalinin ve satışının yasaklanması teklifi böyle bir havada Meclis’e geliyor…
Takvimler 28 Nisan’ı göstermektedir. Yani Meclis’in Ankara’da tekrar toplanmasından sadece beş gün sonrasını…
Ali Şükrü Bey, Büyük Millet Meclisi’ne sunduğu tasarıda, özetle şöyle diyor:
“Dini mübinimizce, tahrim (haram) edilmiş olan işretin (alkollü içkilerin) halkımız arasında taammümü (umumileşmesi) istimailinden tevellüd eden (doğan) fenalıklar, felaketler, tadad edilemeyecek (sayılamayacak) derecede çok mühlik (helak edici) ve muhribtir (helak edici). Salik (mensup) bulundukları din menetmediği halde milletini bu beliye i uzmadan (büyük belâdan) bir kanunu mahsus kurtarmış olan Cemahiri Müttehidei Amerika (Amerika Birleşik Devletleri) Hükûmeti, cidden takdire ve nümunei imtisal olmağa lâyiktır. Cehalet-i amikası (derin cahilliği) hasebile içki hususunda had ve hudud bilmeyen, binaenaleyh, her dem hanümansuz felâketlere duçar olan memleketimiz halkını bu müdhiş belâdan kurtarmak için âtideki (gelecek) mevaddın (maddelerin) kanun şeklinde kabulünü teklif eylerim…”
17 Mayıs 1920’de teklifin görüşülmesine başlanıyor.
Ve Meclis’te küçük çaplı bir kıyamet kopuyor! Hükümet, özellikle de Maliye Bakanı teklife şiddetle karşı çıkıyor. Onunla birlikte hareket edenler, içki içilmesini doğrudan savunamadıkları için, “Gelirlerinin azalacağı, savaşı finanse etmenin zorlaşacağı” şeklinde gerekçelere sığınıp, sonuç itibariyle her türlü sarhoş edici içkinin serbest olmasını savunuyorlar…
İçki yasağından yana olanlar ise bu gibi itirazlara şu türden cevaplar veriyorlar:
“Kuvvei İcraiye (hükümet) memleketin sıhhati bahasına, hayatı bahasına, aileleri saadeti bahasına bir varidat (gelir) elde edemez.”
Sanırsınız ki, Ak Parti ile CHP sözcüleri tartışıyor…
Tabii bu arada, tıpkı şimdi yapıldığı gibi, Sultan Dördüncü Murad dönemi yasaklarına atıfta bulunuluyor…
“Gerici”, “kâfir” ithamları havada uçuşuyor (Sonradan hatıralarını kaleme alan meşhur Dr. Rıza Nur, bu yasağın hararetli savunucuları arasında Mehmed Âkif’i de zikrediyor ve yasak yanlılarının bir “din partisi” peşinde koştuklarını söylüyor).
Nihayet teklif oylamaya sunuluyor ve “Men-i Müskirat Kanunu” çıkıyor. Fakat sattığı, içtiği tespit olunanlar için hükümet sürekli af çıkarmak suretiyle kanunun etkili biçimde işlemesini engelliyor.
Bu uygulamada içkiyi sevdiğini bildiğimiz Atatürk’ün ne kadar payı var bilmiyoruz, ama Atatürk’ü neredeyse adım adım takip eden gazetecilerden Rüşen Eşref Ünaydın şöyle bir olay anlatıyor:
“…Bir akşam, İzmir’de Naim Palas’ın alt kat taşlığında kalabalık sofrada, Atatürk, ‘Açın! Kapıları ardına kadar açın! Ne var, millet görsün ve bilsin ki biz, işte böyle yemek yiyoruz, böyle içki içiyoruz!..” (Aktaran Oğuz Akay, Atatürk’ün Sofrası, s. 64).
Not: Bu yazıyı Doç. Dr. Onur Karahanoğulları’nın çalışmasından yararlanarak oluşturdum.



Hiç yorum yok: