12 Mayıs 2013 Pazar

Umur Talu: 28 Şubatçı medya keşke utanabilseydi!/ MURAT TOKAY


16 Nisan 2012 / MURAT TOKAY
28 Şubat sürecinde rol  almış gazetecilerin pişkin tavırlarının rahatsızlık verici olduğunu söyleyen Umur Talu, “Keşke medyanın, o yazarların utanmazlığı, yerini utanca terk etseydi. Ya da onların itibarları biraz zedelenmiş olsaydı.” diyor.

Umur Talu, hep vicdanla birlikte anılan bir yazar. Her zaman muhalif bir duruşu, sivri bir dili var. 28 Şubat’ta askerlerin sakıncalı gördüğü gazetecilerden. Balyoz’da ele geçen belgelere göre, ‘tutuklanacak gazeteciler’ listesinde… Bugün de iktidarı eleştiren yazılar yazıyor. Büyük dedesi Recaizade Mahmut Ekrem, dedesi Ercüment Ekrem Talu… Gazetecilerin içinde büyümüş Umur Talu. Boğaziçi Üniversitesi’nde ekonomi okumuş. Mesleğe 20’li yaşlarda atılmış. 35 yaşında Milliyet’in yayın yönetmenliği koltuğuna oturmuş. Şimdilerde Habertürk’te yazıyor. Uzun yıllardır medya yazıları da kaleme alıyor. O yazılar, Bedelli Gazetecilik adıyla geçen günlerde yayımlandı. Daha önce de medya yazıları Dipsiz Medya ismiyle kitaplaşmıştı. Talu ile ‘Bedelli Gazetecilik’ten hareketle 28 Şubat’ı, medyayı, Ergenekon’u, askerleri ve OYAK’ı konuştuk.


-Kitabınız çıktıktan sonra birkaç kez sizi ekranda gördük. Televizyonlara pek çıkmıyorsunuz. Oysa son yıllarda televizyonların en çok itibar ettiği kişiler gazeteci yazarlar. Sizi niye pek göremiyoruz?
Hiç çıkmıyor değilim. Medyanın konuşulduğu programlara katıldığım oluyor. Fakat gazetecinin kanal kanal dolaşıp fetva vermesine, bu ülkedeki tek düşünce adamı, kamusal alandaki tek temsilci gibi davranmasına karşı olduğum için her programa katılmayı kategorik olarak reddediyorum. Ben yazı yazıyorum. Konuşma yeteneğim de kötü değildir. Ama mesele o değil. Gazetecinin aktörleşmesini doğru bulmuyorum. Çok görünürde olmasına, kendisinin haber hâline gelmesine, siyasetin, akademinin önüne geçip sürekli dünyanın bütün bilgilerine vâkıf insanmış gibi konuşmasına karşıyım.
-Bazıları Mısır konusunda da şike konusunda da uzmanmış gibi konuşuyor…
Mutlaka hepsini çok iyi biliyorlardır (!) ama değil beyninin kıvrımları, insanın ses teli bile dayanmaz. Bir de doğru bir şey mi? Gazeteci, anlayıp anlatmakla yükümlü. Bazı arkadaşların hayatı, anlamaya bile vakti olmadan devamlı anlatmakla geçiyor. Zor bir hayat gerçekten.
-Ekranda gözükmenin cazibesi ayrı mı?
Ayna seviyormuş insanlar. Televizyonda kendini görmekten hoşlanıyor, görünmekten hoşlanıyor. Oysa gazetecilik görmek üstüne bir meslek. Görmek ve göstermek... Ama kendinizi değil; olayları, bilgileri, eleştirileri, tartışmaları, farklı açıları… Farklı açı diye kendiniz, eleştiri diye kendiniz, bilgi diye kendiniz, haber diye kendiniz, aktör diye kendiniz… Çok fazla.
-Bazı tartışma programları var. Kimin nasıl tepki vereceğini biliyorsunuz. El kol hareketleri, ses yükseltmeler…
Gerçek aktörler bile filmden filme farklı tarzları oynuyorlar. Bunlar bir de kötü aktör. İyi bir oyuncu bazen polisi, bazen katili, bazen mağduru oynayabilir. Burada sürekli aynı rolü oynayan, çok ahkâm kesen, ceberut davranan, işin artistiğine kapılan insanlar var. Eskiden şöyle denirdi: “Restoran yazan gazeteci, yüzünü göstermemeli, gittiğinde kendini belli etmemeli, yediği şeylerin parasını ödemeli. Parasını ödediği bir şeyi de yeri geldiğinde eleştirmeli.” Şimdi öyle değil. Bir yere bütün kimliğinle, görüntünle gidiyorsun. Bu, gazetecilik değil.
-Gazetecilik, muhabirlik irtifa mı kaybediyor?
Başbakan, uçağına genel yayın yönetmenlerini ve başyazarları alıyor. Daha öncekiler de öyleydi. Genelkurmay başkanı da sıradan savunma muhabirleriyle görüşmüyor. Sıradan buluyor muhabirleri. Asgari düzey patron, genel yayın yönetmeni, başyazar, bir de yazarlar, Ankara temsilcileri…
-Siz bindiniz mi hiç başbakanın uçağına?
Genel yayın yönetmeniyken ben hiç binmedim. Bizim muhabirlerimiz görüşmeli başbakanla. Sonra birkaç kez gittim. Daha sonra kendime göre bir yazı tarzı seçtim, ‘kimsenin yanından yazı yazmayacağım’ dedim. Şimdi katılmıyorum.
-Avrupa’da bunun standardı nedir?
Avrupa’da da var aktör gazeteciler ama sistem tamamen böyle değil. Birtakım isimlerin muhabir olarak kaldığı, hâlâ muhabir olarak değer gördüğü bir sistem var. Bizdeki olay biraz farklı. Eskiden Türkiye’de gazeteciliğin büyük bir haber iştahı vardı. Her şeye haber diye saldırırdı. Bugünkü kadar bazı konuların konuşulmadığı dönemde bile... O gün konuşulan konular bugün konuşulmuyor. Halkın geçimi üzerine çok fazla haber yok gazetelerde. Sıradan insanın gündelik ihtiyaçları, bunalımları, sevinçleri üzerine pek fazla haber yapılmıyor. Sıradan insan yavaş yavaş yok olunca, gazetelerin ve televizyonların temel aktörü sıradan sayılmayan birtakım şöhretli insanlar oldu. Bu insanların bir kısmı da gazeteciler. Şimdi başbakan bir söz söylüyor, aynen manşet yapılıyor. Söylediği şeyi test edersin, bir olaydan bahsediyorsa o olayı analiz edersin. Maalesef seyirci bir gazetecilik var. Bugün atlatma haber sevinci, ne atladık tasası, ‘şunu yanlış yapmayalım’ sıkıntısı kadar büyük değildir. Bir yanlış yapıp birilerini ürkütme korkusu daha çok. Birilerini ürkütme derken bu iktidar olabilir, reklam veren olabilir, patron olabilir.
-Genç yaşta yöneticilik yaptınız. Yöneticilik defterini kapattınız mı?
Kapattım diyebilirim. Ama öyle bir defter birlikte açılır. Sen açsan ne olur kendi başına. Beni yönetici yapacak bir bakış açısı olmalı. Yazdığım yazının on katı gazete yaparım. Benim işim bu.
-Şimdi daha mı zor yayın yönetmenliği yapmak?
Ben gençtim ama iyi bir dönemde yaptım. O gazete bana emanet edildi. Aydın Doğan patrondu ama yazı işlerine inmedi, bana hiç müdahale etmedi. Bugün ‘nasıl aynı patronla bütün bunlar oldu’yu anlatmak çok zor. O zaman Aydın Doğan’ın elinde tek Milliyet vardı. Manyak bir gazeteydi Milliyet. O dönem başbakanın ABD’deki servetini ortaya çıkardı. Genelkurmay’daki yolsuzlukları da yazdı. ANAP’ın geçmiş defterlerini karıştırdı. Haberlere ‘Temiz Toplum’ diye bir damga vurmuştuk.
-Köşenizde habere de yer veriyorsunuz, takip ediyorsunuz. Astsubay ve uzman çavuşların şikâyetçi olduğu OYAK meselesini sürekli gündemde tutuyorsunuz…
Banka çalışanlarını da, tersane işçilerini de taşıyorum köşeme. Askerlere gelince… O alana kimse girmemiş. 600 bin kişilik bir ordu; bu ordunun içinde de 200-250 bin kişilik profesyoneller var. Bunların birbiriyle ilişkisi konusunda hiçbir haber çıkmıyor. Kırk yılda bir iki şey yazılmış. Ama benim meselesini ettiğim konu sadece askerin maaşı, özlük hakları filan değil. Bir insanlık durumundan söz ediyorum. İnsanın insanı ezmesi, aşağılaması, hor görmesi ve üstüne üstlük bunu palavradan bir cumhuriyetçilik adına yapması… Dünyada hiçbir gazeteciye nasip olmayacak bir şey nasip oldu bana.
-Nedir o?
Elimde büyük bir ordunun içinden binlerce tanıklık var. 7 senedir, binlerce birikmiş mektup var. Yurdun her köşesinden, her rütbeden gelmiş mektuplar var.  İnanılmaz.
-Neler var o mektuplarda?
Askerlerin maruz kaldıkları, yaşadıkları şeyler var. Bazıları kişisel, bazıları genel. Binlerce insan hâlâ görevdeyken bana güvenip durumunu açıyor. Benim adım lanetlenirken, yazdığım gazeteler bazen garnizonda yasaklanırken, yazıyı kesip inadına duvarlara yapıştırmışlar.
-Bu mektuplardan bir kitap yapmayı düşünüyor musunuz?
Belki. Yaparsam da kimsenin ismini açık etmem…
-Balyoz belgelerinde tutuklanacak gazeteciler arasında geçiyordu isminiz. TSK sizi hep sakıncalı mı gördü?
Benim durumum garip. 28 Şubat’ta da atılmam için uğraşıldı. Hiçbir zaman akredite olmadım. Tek İlker Başbuğ zamanında davet edildim. Onda da gitmedim. Çünkü başka yasaklılar vardı hâlâ. Askerlerin çoğunun görüşü, siyasi bakışı benimkiyle aynı değil. Bunu da biliyorlar. Ama buna rağmen mektup gönderdiler. Bu adamın bakış açısı birtakım mağduriyetlere duyarlıdır. Bunu anladılar. Başı derde giren subaylardan da bana çok mektup geldi.
-Şu an daha az asker yazıyorsunuz.
Şimdi yazılarımın ana teması iktidar eleştirisi. Ben bir gazeteciyim. Kim gücünü aşırı biçimde kullanıp toplumun belli kesimlerini mağdur ediyorsa, ben ona karşı bir şey söylemek durumundayım.
-Bu yıl 28 Şubat tartışması medya üzerinden çokça yapıldı. Sizce 28 Şubat neydi?
28 Şubat’ın çok farklı okumaları yapılabilir. 28 Şubat, var olan bir iktidarı yerinden kazıma operasyonu; ama aynı zamanda Türkiye’yi Ortadoğu politikasında bir yerde konsolide etme. Erbakan’ın da imzaladığı İsrail anlaşmalarını düşünelim. Aynı zamanda Susurluk’un gideceği yeri engelleme operasyonu. Orada müthiş başarılı bir operasyonla Susurluk saptırıldı ve Erbakan’ın üstüne yıkıldı. Erbakan’ın da hatalarıyla… Aynı zamanda 28 Şubat büyük sermayenin konsolidasyonuydu, onun düzeninin sarsılmaması gerekiyordu. Büyük sermayeden kopmuş bir DYP ile zaten ona ait olmayan bir RP’nin arasında onları korumaktı. Bir de o sermaye içinde OYAK’ın pozisyonunu tahkim etmek vardı işin içinde. 28 Şubat yüzyıllık bir kibrin bin yıllık iddiasıydı. O iddia kaybedildi. 12 Eylül’ün de 28 Şubat’ın da hesabı sorulmalıdır.
-Medyanın bütün bunlarda rolü yok mu?
Medyanın rolü çok fazla vardı. Keşke o yazarların, gazetecilerin utanmazlığı, yerini utanca terk etseydi. Onların pişkinlikleri keşke öz eleştirilerle giderilebilseydi. Ya da onların itibarları biraz zedelenmiş olsaydı.
-28 Şubat yargıya taşındı. Medyada bazı isimlerden söz ediliyor. Kimi gazetecilerin isimleri geçiyor...
Ben intikamcı değilim, şunlar şunlar yargılanacak, şunlardan hesap sorulacak. Öyle şeyleri hem sevmem hem diyemem. Diyen de bana pek sempatik gelmez. Dolayısıyla televizyona çıktığımda bile -Can Ataklı’nın açıklamalarıyla ilgili- harcayamadım insanları. Benim karakterim böyle. Onlarla yazı üzerinden en sert kavgaları yaparım ama birer böceklermiş gibi üstlerine de basamam.
-Ertuğrul Özkök o dönem yazdıklarını savunuyor. Mesela “Ben gazeteci olarak 28 Şubat’ı destekledim. Hâlâ da destekliyorum.” diyor.
Savunuyorsa o onun bileceği iş. Bugün yapılan bir gazetecilik türü de yarın eleştirilecek… İktidarın yanında bir gazetecilik türü var. Bu da iyi değil.
-Kitaptaki yazılarda Ertuğrul Özkök sıkça karşımıza çıkıyor. Özkök neye karşılık geliyor sizde?
Özkök’ü ben geçmişte daha çok yazdım. Türkiye’nin en büyük medya grubunun başkan yardımcısı, en büyük gazetesinin de genel yayın yönetmeniydi. Her gün de yazı yazıyordu. Dolayısıyla onun yazdığı yazılar o gazetenin, o grubun politikasını belirliyor, gölgeliyor yahut tanımlıyordu. O benim için önemliydi. Bin tane Tansu Çiller yazısı yazdım, şimdi yazdığımı görüyor musunuz hiç? Ne zaman yazdım? Çiller güçlüyken…
-Artık Özkök yazmayı bıraktınız mı?
Pek yazmıyorum. Ertuğrul Özkök şu anda bir yazar. Onun gibi saçmalayan bir sürü yazar var. Hangi birine laf yetiştireyim? O günlerle ilgili bir tartışma olduğunda yine yazarım. Ama bugün o da böyle düşünüyor derim. Artık o bir şey belirlemiyor, tam tersine patronu tarafından neredeyse satıldı canlı yayında. Ben güçlü olanla kavga ederim. Güçsüz olanı dövmeye çalışmam. Güçsüz olana tekme atılmaz.
-Tansu Çiller’in danışmanlarından Hüseyin Kocabey, Çiller’e çıplak fotoğraflarıyla şantaj yapıldığını iddia etti…
Fotoğrafları kullanıp kullanmadıklarını bilmiyorum. Bu durumda Tansu Hanım’ın kalkıp da kendisinin dava açması lazım.
-28 Şubat’la ilgili utanılacak bir gazetecilik yapıldı diyebilir miyiz?
Dememe gerek yok, arşivlerde duruyor. 28 Şubat bir davadan öte benim için öncelikli olarak bir utanç meselesidir. Çünkü utanma duygunuz yoksa gazeteci olarak şantaj yaparsınız, manşet atarsınız. İş adamı olarak soygunculuk, siyasetçiyseniz yolsuzluk, arsızlık yaparsınız! Bunların bazısı hakikaten hükümeti devirme suçuna girebilir, bazısı insanları hedef alma suçuna girebilir, bazısı tehdit suçuna girebilir. Bu ayrı. Ben gazetecileri gazetecilik üzerinden yargılarım.
-‘Tuncay Özkan ve Mustafa Balbay gerçekleşmemiş bir darbeden içeride’ deyip o dönemde atılan manşetler gündeme getiriliyor…
İnsanların başına bir felaket gelmişse, niye şunlara gelmedi demem. Bunu savcı diyebilir ama ben demem.  Ben gazetecinin yanaşmalığını, gazetecilik üzerinden tartışmak isterim. Gazetecinin bu tür zaaflarının, mesleğe ihanetlerinin, insana ihanetlerinin yazı çizi ortamında tartışılmasını tercih ederim. Keşke o arkadaşları önce gazetecilikleri üzerinden tartışabilsek, yazılar yazabilsek. Şunu söylemesem rahat etmem. Şimdi içeride arkadaşlar var. Üç sene geçmiş. Yaptıklarına, yazdıklarına sempati duymasam da bu garip tutukluluktan rahatsız oluyorum.
-Uzun tutukluluk sürelerinin sadece gazeteciler üzerinden hatırlanması da sorunlu değil mi?
Evet. Şimdi rahatsız olanların bir bölümü de ikiyüzlü. Çünkü uzun tutululuk 5 sene 10 sene olarak da bir sürü insanın başına geldi. Cezaevleri yakılırken bugün mağdur olan arkadaşlar heyecanla o operasyonları destekliyordu. Veli Küçük’ü kimse tartışmıyor mesela. Ama Ahmet ile Nedim’i işin içine kattığın zaman insanlar bir afallıyor. Biz yargı değiliz, nihai kararları da veremeyiz ama yargılama süreleri çok uzun. Çok uzun tutukluluk süresi, mağdur yaratıyor. Bu mağduriyetlerin önemli bir kısmı reel mağduriyetler. Uzun tutukluluk, cezaevinde tedavi olamama, hayatını kaybetme, tecrit koşulları, delillerin çelişkili olması.
-Ergenekon’u bir kısım medya başından beri görmezden gelmeye, sulandırmaya çalıştı…
Ben Ergenekon davası başladığında, ismimin içinde olduğu Balyoz listeleri çıktığında çok net yazılar yazdım. O yazıların da arkasında duruyorum. Ama diğer gazetecilerin yaptığı gibi savcılığa başvurmadım. Gazeteci hedef olabilir ama hedef almaz. Gazeteci sürekli şikâyetçi olmaz. Yazı yazar, mücadele eder. Benim bütün yazılarım ortada. Ama bilgilendirmede yanlışlıklar yapılmasını, tutuklulukların neredeyse beş yılı bulmasını da savunacak değilim. Uzun tutukluluk benim için sorunlu bir şey. Ergenekon yokken başka örgütlü davalarda gençler 5 yıl, 10 yıl kalırken de uzun tutukluluğu eleştiren yazılar yazdım. Benim için bu büyük bir prensip meselesi.
-Medya bu davalarda nasıl bir sınav verdi?
Medya kimsenin avukatlığını yapmayacak ama savcılığını da yapmayacak. Geçmişte Genelkurmay kaynaklı propaganda, insanı itibarsızlaştırma propagandası olurdu. Neden şikâyet ediyorsak o hâle dönüşmek bu kadar kolay olmamalı. Bir başkasında yakındığın, yanlış bulduğun şeyin bir benzerini yapmak bu kadar kolay olmamalıydı. Benim sorunum bu. Evet, son yıllarda medya çeşitlendi, güçler eşitlendi, iyi oldu; ama haber çeşitliliği düştü. Bunu muhabirden anlarsın. Muhabir ne kadar azalmış, ne kadar güçsüzleşmişse, muhabir dört-beş yere haber yollayan bir havuzun adamı hâline gelmişse haber o kadar düşmüş demektir.

Merkez medya, 1990’larda halktan koptu

Ben bir gazeteci kooperatifinde büyüdüm. Etrafta Orhan Kemal de vardı, Yaşar Kemal de, Çetin Altan da... O insanların hepsi mütevazı koşullarda yaşıyordu. Lüks arabalar, lüks evler yoktu. Muhabirle genel yayın yönetmeni aynı apartmanda otururdu. Orası çok şey öğretti bana. Ben oradaki hayatın gazetesini de gördüm. Gazeteci olduğumda amca dediğim insanlarla aynı serviste çalıştım. O farklı bir gazetecilik hayatıydı. Çok hızlı değişti. Şartlar iyileşti fakat kötü şartlara dair hiçbir şey hatırlanmamaya başladı. Gazete yapanlar çocuklarını özel okulda okuttu, özel hastanelere gitti, özel korumalı sitelerde oturdu. Özel şoförlü arabalarla işe gidip geldi. Ben de bunların içine girip çıktım. Bütün bunların olduğu bir çarkın içine girdiğin zaman halkın ulaşım, sağlık, eğitim ve sosyal güvenlik sorunlarından koparsın. Bütün bunlardan kopup bir de bunlar yokmuş gibi davranırsan olmaz. İşte Türkiye merkez medyasının 1990’larda kaybettiği buydu. Bunu sadece merkez medya değil, merkez siyaset de kaybetti, merkez sanatçılar da kaybetti. Unuttuğumuz sıradan insanların hayatlarıdır.

Dünyanın en önemli mesleklerinden biri gazetecilik  

Gazetecilikle ilgili hep olumsuz şeyleri konuştuk; ama olumsuz şeyleri 30 yılın sonunda bu mesleği çok seven biri olarak söylüyorum. Benim için gazetecilik dünyanın en önemli mesleklerinden biridir. Müthiş keyifli, heyecanlı tarafları olan, insanı çok değiştiren, hayata müdahale imkânları veren, bin tane işe değişmeyeceğim bir iş. Ben çok şanslıyım. Bu mesleği seçenler de... Gazetecilik öldü zannedilirken herkes gazeteci olabiliyor. Şu anda herkesin aynı zamanda yapabildiği tek meslek bu. O yüzden kimse kimseyi gazetecilikten kovamaz. Bugün bir cep telefonu olan herkes gazeteci. Ürünü nihai gazetecilik ürünü müdür, dolgun bir haber midir o tartışılır.
 

Hiç yorum yok: