25 Mayıs 2013 Cumartesi

Bir şehir felsefesi - 1: Medeniyet VE sivilizasyon-Zihin haritandaki "sen", "sen"i mi gösteriyor?'Doğu-Batı' Ayrımının Ötekileştirici ve Öznesizleştirici Varoluşsal Şiddeti-Yusuf Kaplan


Bir şehir felsefesi - 1: Medeniyet VE sivilizasyon
İslâm düşüncesinin, tarihi boyunca, temel açmazının tenzihî düşünceyi öncelemesi, teşbîhî düşünceyi geri plana itmesi olduğunu daha önce söylemiştim.
Geliştireceğimiz muhkem bir medeniyet fikri, teşbîhî düşüncenin imkânları ve zaafları konusunda ufuk ve çığır açıcı bir yolculuğa çıkarabilir bizi. Yalnızca bizim için değil, bütün insanlık için hayırhah olabilecek, dişe dokunur, gözle görülebilir, emin bir şekilde girilebilir ve yürünebilir koridorlar açabilecek bir medeniyet fikrinin üçüncü alan diye tarif ettiğim, yalnızca sanatçı-düşünür figürünün, ilim, irfan ve hikmet menzillerinde çıkacağı mükâşefe yolculuğuyla gerçekleştirilebilecek, -en geniş anlamıyla- "sanat" alanında ortaya konacak teorik ve pratik performans neticesinde hayata ve harekete geçirilebileceğini düşünüyorum.
Dolayısıyla, teşbîhî düşünce'nin, özgün bir İslâm düşüncesinin oluşturulması sürecinde temellerinin atılabileceği "yer", medeniyet fikrinin dayandırılması gereken şehir tasavvurudur.
Şehir üzerinde burada kısaca özetlediğim çerçevede birkaç yazıda derinlikli bir yolculuğa çıkmak niyetindeyim... Ama önce "medeniyet" kavramı ile "sivilizasyon" kavramı arasındaki farklılıkları kısaca gözden geçirmemiz gerekiyor.
* * *
Türkçeye yanlış bir şekilde "medeniyet" ya da "uygarlık" olarak çevirdiğimiz "sivilizasyon" (civilization) ile "medeniyet" kavramı arasındaki farklılıkları fark edemediğimiz, tefrik edemediğimiz sürece İslâm'ın da, Batı'nın da anlaşılması sürecinde hayırhah bir mesafe katedemeyiz; ama bu yakıcı gerçeği henüz idrak edebilmiş bile değiliz.
"Medeniyet" de, "sivilizasyon" da düz ve sığ bir şekilde, tek kelimeyle, "şehirleşme" veya "kentleşme" olarak anlaşılıyor ve algılanıyor. İlk bakışta, doğruymuş gibi gözüküyor; ama gerçekte, yanlış, yanıltıcı, yanılsatıcı ve çarpık bir algılama bu. Gerçekten de, meseleye biraz derinden baktığımızda, İslâm algımızı da, Batı algımızı da dümdüz, tarumar ve yerle bir eden, İslâm'ı da, Batı'yı da tanınamaz hâle getiren semantik bir cinayetle (evet, cinayet'le) karşı karşıya olduğumuzu göreceğiz ve küçük dilimizi yutacağız o zaman.
Medeniyet kavramı ile sivilizasyon kavramı, yalnızca yapısal / strüktürel olarak birbirine benzeyen; ama varoluşsal olarak, semantik bakımdan ve tarihî gelişim süreçleri açısından bambaşka anlam haritalarını, dünya tasavvurlarını, hakîkat idraklerini, insan ve Tanrı fikirlerini hem ifade eden, hem de bunların ifadesi, ifade edicisi olan, handiyse birbiriyle hiçbir benzerliği olmayan farklı kavramlardır.
O yüzden, "medeniyet" kavramını da, "sivilizasyon" kavramını da; ya da "İslâm medeniyeti" nitelemesini de, "Batı sivilizasyonu / uygarlığı" nitelemesini de kullanırken, aynı şeylerden sözediyormuşuz gibi kullanamayız. Eğer "medeniyet" kavramını da, "sivilizasyon" kavramını da aynı şeylermiş ya da aynı şeyleri ifade eden ve aynı şeylere işaret eden kavramlarmış gibi kullanmaya kalkışırsak, İslâm medeniyetini de, Batı sivilizasyonunu da, hem neyse o olarak bihakkın tanıyamayız; hem de çarpıtmadan, biçim ve anlam bozumuna uğratmadan tanıma, anlama, anlamlandırma çabası ortaya koyamayız.
Daha da vahimi şu: Bütün insanlık tarihinde ortaya konan tecrübeleri, "sivilizasyon" kavramıyla ifade etmeye, tanımlamaya kalkışmamız, insanlık tarihindeki tecrübeleri, yalnızca Batılı kavramlarla, perspektiflerle, gözlüklerle tanımaya, anlamaya çalışmak gibi bu insanlık tecrübelerini tarumar eden, tanınamaz hâle getiren, bizim bu insanlık tecrübelerinden istifade etmemizi mümkün kılabilecek bütün kapıları sonuna kadar kapatan çıkmaz bir sokağın eşiğine fırlatır bizi. (Burada hasbelkader yeni bir şey söylüyorum; o yüzden biraz dikkat istirham ediyorum).
Medeniyet ile sivilizasyon kavramları konusunda kısaca değindiğim bu önemli farklılığa haklı olarak şöyle bir eleştiri getirilebilir: "Sivilizasyon" kavramı, Aydınlanma düşünürleri tarafından 18. yüzyılda, "medeniyet" kavramı ise, Osmanlı entelijansiyası tarafından hemen bir yüzyıl sonra, sivilizasyon kavramının tercümesi olarak icat edilen bir kavram değil mi?
Bu soru, önemli; ama ne kadar doğru ve açıklayıcı bir soru acaba? Çünkü bu soru, bu kavramların hangi kültürel vasat'ın, sosyal, ekonomik ve siyasî bağlam/lar/ın, zihnî habitus'un veya aura'nın ürünü olarak geliştirildiğini gözardı eden bir sorudur.
Peki, bu durumda, burada asıl sorulması gereken sual ve izi sürülmesi gereken mesele ne öyleyse? Bu sorunun cevabını, medeniyet / medine ve sivilizasyon / city kavramlarının etimolojilerini, semantik dünyalarını ve tarihî -gelişim- bağlamlarını inceleyerek Cuma günkü yazıda vermeye çalışalım...
Zihin haritandaki "sen", "sen"i mi gösteriyor?
"Karyede deryâ ile olsan yine şehirdesin. Şehirde sahrâ ile olsan yine karyedesin." (İsmail Hakkı Bursevî)

* * *
Şehri konuşmak, ancak şehirle konuşabilmekle ve şehrin ben'i, biz'i, sen'i konuşabilmesiyle mümkündür. Bu da, öncelikli olarak büyük âlemi (kâinâtı), küçük âlemi (insanı) ve bunların Yaratıcısını, yani "halk"ı (yaratılmışı, mevcudu) ve Hâlik'ı (Yaratıcı'yı, Vacibü'l-Vücûd'u, Varlık'ı) konuşmak demektir.

* * *
Bir şehir felsefesi geliştirmek için yola çıktığım bu tartışmada, izini sürdüğüm soru/n şu aslında: Zihin haritalarınız nasıl kuruldu ve nasıl işliyor acaba? Kendim/iz/e özgü, özgün bir zihin haritam/ız var mı gerçekten? Zihin haritandaki "sen", ne/re/yi gösteriyor? "Sen"i mi?

* * *
Kendimize özgü, özgün bir zihin haritamız olmadığını, zihin haritamızın tastamam tarumar edildiğini, hayatımızı etrafında sürdürdüğümüz, ben, birey, akıl, din, kültür, devlet, ulus, "millet", kültür, medeniyet, uygarlık gibi kavramları nasıl algıladığımıza, tanımladığımıza biraz yakından baktığımız zaman bütün çıplaklığıyla görmekte ve hayatımızı başkalarının zihin haritalarıyla, zihin kalıplarıyla sürdürdüğümüzü, ödünç bir hayatın içinde yalnızca oraya buraya sürüklendiğimizi idrak etmekte zorlanmayacaksınız.

İşte zihin haritalarımızı ve anlamlandırma pratiklerimizi oluşturan, bizi ödünç bir hayatın, başkalarının sırtından geçinen asalakça, sahte bir hayatın eşiğine sürükleyen kilit kavramlardan biri de yanlış bir şekilde "medeniyet" diye algıladığımız sivilizasyon kavramıdır.

Oysa sivilizasyon kavramı, 18. yüzyılda Aydınlanma çağı düşünürlerinin modernliği açıklamak ve meşrûlaştırmak için geliştirdikleri kavramlardan biridir. Yani Batılıların sivilizasyon'la / uygarlık'la kastettikleri fenomen, modernliğin bizatihî kendisidir. O yüzden, "medeniyet"le "sivilizasyon"u aynı şeylermiş gibi gören zihin, hastalıklı bir zihindir.

Bu nedenledir ki, Batılı aydınlanmacı düşünürler bile Batı'dan sözederlerken "uygar"; Batı-dışından sözederlerken "barbar" nitelendirmesi yaparak zoraki bir karşıtlık kurmakta, "the west and the rest" (Batı ve diğerleri) karşıtlığı geliştirmekte, "Batı'"yı "uygar", "efendi", "iyi" olan her şeyle, diğerlerini ise "barbar", "köle" ve "kötü" olan her şeyle özdeşleştirmekte sakınca görmemişlerdi/r.

Bu kolonileştirici dünya algısı, günümüzde, Batı'da yalnızca akademide aşılabilmiştir; ama sokakta, insanların zihninde, özellikle de medyanın dilinde, dünyasında kesinlikle aşılamamıştır. 11 Eylül "tezgâh"ından sonra ise daha da şiddetlenmiş, "barbarlık" sadece İslâm'la, Müslümanlarla özdeş kılınmıştır.

Batı'da geliştirilen ve bütün dünyada da hâlâ hiç tartışılmadan kullanılan dünya algılarından biri "Doğu-Batı" şeklinde yapılan son derece ilkel ve zihin haritalarımızı tarumar eden çarpık algılama biçimidir. Bu hastalıklı dünya algısını yıkamadığımız sürece, bizim dünyaya esaslı şeyler sunamayacağımızı göremiyor oluşumuz, ne kadar ürpertici, tedirgin edici, zihnimizi abluka altına alıcı, körleştirici, köleleştirici bir açmazla karşı karşıya olduğumuzu bütün çıplaklığıyla gözler önüne seriyor; ama biz bizim yaratıcı ruhumuzu ve kurucu irademizi yerle bir eden, bizi yalnızca Batı'da üretilenleri tüketmeye mahkûm ederek asalaklaştıran, zihin haritalarımızı formatlayarak karartan, başkalarının ürettiklerini tepe tepe tüketerek yaşadığımız bu turist hayatını normalmiş gibi hiç sorgulamaksızın sürdürmemize neden olan bu zihin tutulmasının, zihin tıkanmasının, zihin körleşmesinin farkına bile varabilmiş değiliz henüz, ne yazık ki...

Bugün sadece Batılılar değil, Türkiye de dâhil handiyse bütün Batı-dışındaki toplumlar bile kendilerini tanımlarken Batı-Doğu karşıtlığı üzerinden tanımlamıyorlar mı? Ve bunu da sanki normal bir şeymiş gibi kabul etmiyorlar mı, hatta bu "zoka"yı yutmuyorlar mı?

Dünyayı Doğu-Batı karşıtlığı üzerinden tanımlayan ve yapılandıran bu çarpık zihin haritası, bizi çok yönlü bir varoluşsal şiddete, saldırıya maruz bırakıyor.

Sonraki yazıda bu çok yönlü varoluşsal şiddetin zihnimizi nasıl körleştirdiğini, zihin haritalarımızı nasıl yerle bir ettiğini göstererek, şehir arkeolojisi ve felsefesi yolculuğumuzu kaldığımız yerden sürdüreceğim...

HAMİT CAN'IN VEFATI: Hamit Can'ın vefatıyla ilgili yazmadım, yazamadım; yüreğim kaldırmıyor çünkü... Allah'tan mekânını cennet kılmasını niyaz ediyor; kederli ailesine, masum, tertemiz çocuklarına sabır, metanet ve başsağlığı diliyorum...
'Doğu-Batı' Ayrımının Ötekileştirici ve Öznesizleştirici Varoluşsal Şiddeti

Önceki yazıda, dünyayı, "Doğu-Batı" şeklinde karşıtlaştırıcı, indirgemeci algılama biçimin, felsefî açıdan ne kadar sorunlu, öznesizleştirici, ötekileştirici, varoluşsal şiddet üretici, çarpık bir algılama biçimi olduğunu tartışacağımı söylemiştim.

Batı sivilizasyonu dışındaki hiçbir medeniyet tecrübesi kendisini "Batı", "Doğu" gibi niceliksel coğrafya terimleriyle tanımlamıyor. Bu tür bir niceliksel tanımlama biçimi yalnızca Batı uygarlığına özgüdür ve yalnızca Batı uygarlığı için geçerli olabilir. O yüzden, sözgelişi, Çin Medeniyeti, kendisini, tarihi boyunca, "Doğu" medeniyeti şeklinde, niceliksel bir coğrafya terimi ile tanımlamamıştır hiçbir zaman. Aynı şey, Batı sivilizasyonu / uygarlığı dışındaki bütün diğer medeniyetler için de geçerlidir.

Batı uygarlığının dünyayı, Batı-Doğu diye ikiye ayırıp, kendisini merkeze yerleştirerek tanımlaması bizi iki temel felsefî açmazla karşı karşıya bırakıyor.

Burada karşımıza çıkan birinci felsefî açmaz, "Batı-Doğu" tanımlaması ve tasniflemesi, hatta karşıtlaştırması, "Batı"nın doğrudan ne'liğini ve kim'liğini ifade ettiği için Batı'yı açıkça özneleştirirken, "Doğu" terimi ile kim ve ne kastedildiği hiçbir zaman açık ve net olmadığı için, "Doğu" olarak tanımlanan bütün bir Batı-dışındaki dünyayı öznesizleştiriyor, nesneleştiriyor.

Burada karşımıza çıkan ikinci ve daha önemli felsefî açmaz ise şu: Batı uygarlığının kendisini "Batı" gibi bir yön veya coğrafya kavramı gibi doğrudan niceliğe işaret eden bir kavramla tanımlamasının nedeni, ontolojik güvensizlik duygusu ile malul olan Batı uygarlığının epistemoloji üzerinden kurulan, varolan, hükümran olan, hükümranlığını koruyan bir uygarlık olmasıdır. Epistemoloji üzerine kurulan bir uygarlık, amaçlar veya normları değil, araçlar veya formları önceleyecek, hatta kutsayacaktır kaçınılmaz olarak.

Buradaki yakıcı sorun, bunun kaçınılmaz sonucu olarak Batı uygarlığının amaçları devre dışı bırakması, araçları kontrol ve kolonize etmeyi amaç hâline getirmesidir. Yani araçlara veya formlara bizatihî bu araçlarda ve formlarda -mahiyetleri gereği- aslâ bulunmayan birer "zât" (cevher, öz) fonksiyonu veya anlamı yüklemiş olmasıdır. Ki, bu, bugün insanlığın eşiğinden geçmekte olduğu, adına Batı uygarlığının çağdaş çocukları, düşünürleri tarafından "araçsal akıl" denilen semantik cinayetin ya da metafizik felâketin başlıca nedenlerinden biri, belki de birincisidir.

Heidegger gibi düşünürlerin, Batı uygarlığının temel sorununun, "düşünmeyi unutmuş olması" olduğunu söylerken dikkat çektiği varoluşsal felâketin kaynağı da yine araçların veya formların amaç ya da norm hâline getirilmesi, yani araçlara ya da formlara kendilerinde aslâ bulunmayan niteliksel anlamlar yüklenmesidir.

İşte artık yalnızca Batılıları ilgilendirmeyen, Batı uygarlığı bütün dünyada küreselleştirildiği, hükümfermâ kılındığı için bütün insanlığı da ilgilendiren bu felsefî sorunların kökeninde, Batı uygarlığının epistemoloji (eşyanın, araçların, formların mahiyeti, daha çok da fonksiyonelliğine ilişkin bilginin edinilmesi, bu bilginin meşrûiyeti ve daha çok da nasıl edinilebileceği, geliştirilebileceği, çoğaltılabileceği, doğa, eşya, insan ve diğer varlıklar üzerinde bu bilgiyle nasıl hâkimiyet kurulabileceği problematiği) üzerinden kurulmuş olması, hâlen de epistemoloji üzerinden işliyor ve işlevsel kılınıyor olması gerçeği (ya da açmazı) yatıyor.

Burada yuttuğumuz ikinci "zoka" ise şu: Batı sivilizasyonu dışındaki bütün medeniyet tecrübelerini, yalnızca özelde modernliği, genelde ise pagan Batı tecrübelerini açıklamak için kullanılabilecek "sivilizasyon" kavramıyla tanımlamaya, ifade etmeye çalışıyor olmamızdır.

Oysa ister modern, ister klasik olsun Batı dışındaki dünyanın bütününün gerçekleştirdiği hiçbir medeniyet tecrübesini, "sivilizasyon" kavramı ifade edemez; buna nefesi yetmez "sivilizasyon" kavramının.

"Sivilizasyon" kavramı ile "medeniyet" kavramı arasındaki varoluşsal farklılığı anlayabilmenin en iyi yollarından biri, medeniyet kavramının dayandığı "medine" kavramı ile sivilizasyon kavramının dayandığı "city", "urb/anity" gibi temel kavramları hem etimolojik, hem semantik, hem de tarihî olarak arkeolojik bir okumaya tabi tutmaktan geçiyor.

Yazıyı noktalarken, medine / şehir ve city / kent kavramları arasındaki bu varoluşsal farklılığın Batılı düşünürler (örneğin Deleuze) tarafından da, müslüman düşünürler (örneğin Bursevî) tarafından da fark edilmiş olduğunu hatırlatmakla yetineyim burada.



Hiç yorum yok: