“Osmanlılarda ne nikâhın, ne de boşanmanın kaydı tutulurdu. Her şey erkeğin iki dudağı arasında idi. Kadınlar mağdur oluyordu...” gibi sözler çok işitiliyor. Hakikat acaba böyle midir? Koskoca bir imparatorlukta evliliklerin, boşanmaların kaydedilmediğine inanmak mümkün mü?
Nikâh akdi, tarafların iki şahit huzurunda birbirine uygun icap ve kabulüyle kurulur. Ancak nikâh aynı zamanda bir ibâdet sayıldığı için olsa gerek, Hazret-i Peygamber zamanından beri nikâhları hep üçüncü bir şahıs kıymıştır. Nikâh akdi bir kudsî seremoni şeklinde icrâ olunmuştur.
25 AKÇE LÂZIM
Osmanlılarda nikâhı ya bizzat kâdılar kıyar veya nikâhın kıyılması için kâdıdan izin alınırdı. İzin için de 25 akçe resm-i nikâh (nikâh harcı) ödenirdi. Bu harcın 20 akçesi kâdıya, geri kalanı da mahkeme kâtiplerine aitti. Evlenenler ayrıca, tımarlı sipâhiye resm-i arus (gerdek harcı) öderdi. Bu vergi, evlenen kadının bâkire veya dul, zengin, fakir veya orta halli, Müslüman veya gayrimüslim olmasına göre değişirdi. Her vilâyette de aynı değildi.
Nikâh için kâdıdan izin almak yetmezdi. Şeyhülislâm Ebussuud Efendi, zamanın bozulması ve kız kaçırmaların artması gerekçesiyle, nikâhta mutlaka kızın velîsinin iznini arayan İmam Muhammed’in görüşüyle fetvâ verdi. “Zeyd, Hind-i bâliğayı, babası Amr’dan izinsiz nikâh eylese, Amr râzı olmasa, nikâhı feshe kâdir olur mu? El-Cevâb: Olur”. Bu fetvâ zamanın padişahı Kanunî Sultan Süleyman tarafından kanun hâline getirildi. Böylece 1544 tarihinden itibaren kâdılar, velînin izni bulunmayan nikâhları kabul etmekten men olundu. Mecelle’de geçtiği üzere, “Müctehidler arasında ihtilaflı meselelerde imamü’l-müslimîn hazretleri herhangi kaville amel olunmak üzere emrederse gereğiyle amel olunmak vâcibdir.” Nikâhın nesep, nafaka, mehir, iddet, verâset gibi çok sayıda hukukî neticesi olduğu için, resmî makamlarca kıyılması ve tescili istenmiştir. Böylece hem aleniyeti temin etmek; hem de kötü niyetlerin önüne geçmek düşünülmüştür. Nitekim hükümdar, umumun menfaati için birtakım emir ve yasaklar getirebilir.
BEN DAHİ AKD-İ NİKÂH EYLEDİM
Nikâhları ya bizzat kâdı kıyardı, yahud tarafların evlenmesine bir mâni olup olmadığı hususunda kâdıdan izinnâme alındıktan sonra, mahalle veya köy imamı kıyardı. Gayrimüslimlerin nikâhını da kâdıdan izin alındıktan sonra patrik veya haham kıyardı. Ama bunlar zaman zaman daha ucuz olduğu için nikâhlarını patrik veya hahama değil, kâdı veya imamlara kıydırırdı. Hatta ruhânîler buna hükûmet nezdinde itiraz ederdi. Osmanlı kâdıları, talep edilmedikçe zimmîlerin nikâhlarına karışmamakla emrolunmuştur.
İzin alınacak kâdı, taraflardan birinin ikâmetgâhı kâdısıdır. Kâdı efendi bir Münâkehât İzinnâmesi tanzim eder. Bu vesikada, imam efendiye veya ruhânî reise hitâben, tarafların isimleri bildirildikten sonra, “tenkîhe mâni’-i şer’îsi yoğise, velîsi izni ve tarafeyn rızâları ve tesmiye-i mehrle lede’ş-şuhûd akd-i nikâh eyleyesiz” diye yazardı. Kâdıların verdiği her türlü vesika sicile kaydolunurdu.
İzinnâme imam efendiye verilirdi. Tarafların nikâh esnâsında bulunmaları âdet değildi. Her iki tarafı da velî veya vekilleri temsil ederdi. Düğün günü imam efendi, iki şahit huzurunda, bir hutbe irâd edip, okunması bereket sayılan âyet ve hadîsleri okuduktan sonra, önce kız tarafına “Tâlibi bulunan felanca oğlu felancayı şu mikdar mehr ile kocalığa kabul ettin mi?” diye sorardı. “Kabul ettim” cevabını aldıktan sonra erkek tarafına “Tâlibi bulunduğunuz felanca oğlu felanca kızı felancayı şu kadar mehr ile zevceliğe aldın mı?” diye sorardı. “Aldım” cevabını müteakip bu sualleri her iki tarafa da iki defa tekrarladıktan sonra “Ben dahi akd-i nikâh eyledim” der ve sünnette bildirilen duayı ederdi. Böylece nikâh kıyılmış olurdu.
“İMAM NİKAHI” MI?
İslâm tarihinde Müslümanlar ehemmiyetinden ötürü nikâhın, dinî ve hukukî hükümleri iyi bilen ve cemiyette itibarlı birisi tarafından akdedilmesini arzu etmiştir. Bu sebeple nikâhları umumiyetle imamlar kıyagelmiştir. Ülkemizde dinî nikâha imam nikâhı denilmesi de bu geleneğe dayanır. Halbuki nikâhı illâ imamın kıyması şart değildir. Hatta hiç kimsenin nikâh kıymasına gerek yoktur. Erkek ve kadın iki şahit huzurunda “aldım-vardım” dese, nikâh kurulmuş olur.
Halk arasında hâlâ devam eden bir âdet vardır. Nikâhın taraflarının, vekil ve velîlerin, ayrıca şahitlerin isimleri ve imzâlarının bulunduğu bir kâğıda, kıza ödenen ve ödenecek mehir miktarı ile gerekirse baba evinden kıza verilen eşyâ da yazılarak kız tarafına teslim edilirdi. İleride bir nizâ çıkarsa, mehir kâğıdı adı verilen bu vesika delil olurdu. Kız mehrini ve çeyizini geri alabilirdi.
BİLDİRMEYENE CEZÂ
Tanzimat’tan sonra nikâhı kıyan imama veya ruhânî reislere bir Münâkehât İlmühaberi tanzim edip, birkaç gün içinde nüfus idaresine bildirme mecburiyeti getirildi. 1914’ten sonra bu vazife kocaya yüklendi. İmam veya ruhânî reisten aldığı ilmühaberi nüfus dairesine bildirmeyenlere para ve hapis cezâsı getirildi. İzinnâmesiz nikâh kıyanlara zaten öteden beri cezâ vardı. Bu cezâ önceleri 2 çeyrek mecidiye idi. O devirde bir mecidiye, 7.2 gramlık Osmanlı altınının beşte birine tekâbül eden ve içinde 20 gram hâlis gümüş bulunan 24 gramlık para idi. 1913 tarihinde izinnâmesiz nikâh kıyanlara üç aydan iki seneye kadar hapis cezâsı getirildi.
Görülüyor ki zannedildiği gibi Osmanlılarda nikâh ve talâklar kayıt altına alınmamış değildir. Devlet bu işi çok sıkı takip etmiştir. 1926 yılında İsviçre Medenî Kanunu‘nun iktibasıyla evlilik için belediye kaydı esas alındı. Şer’î hukuk da, dînî nikâhın resmî hüviyeti de tarihe karıştı. Resmî kayıttan önce dînî nikâh kıyan ve kıydıranlara cezâ getirildi.
Kambersiz düğün...
Hazret-i Peygamber, eshâbının nikâhını hutbe okuyup kıyardı. Bu hutbe Allah’a hamd, Peygamberine salât ve duadan ibarettir. Nikâhtan sonra da eşler hakkında dua ederdi. Şu kadar ki hutbe ve dua okumak nikâhın şartı değildir. Halîfe Hazret-i Ali’nin, işlerinin çokluğu sebebiyle azatlı kölesi ve hâcibi (kalem-i mahsus müdürü) Kamber’i nikâh kıyma işiyle vazifelendirdi. Hatta “Kambersiz düğün olmaz!” sözü buradan kalmıştır. Dört halîfe devrinden beri İslâm devletlerinde doğumlar, ölümler ve nikâhlar tescil olunurdu. Bu siciller hazine harcamalarına esas tutulurdu. Selçuklulardan itibaren nikâhları ya kâdılar kıyar; yahud nikâh için kâdıdan izin alınırdı. Mısır’daki Memlûkler zamanında kâdıların nezâreti altında akkâd denilen nikâh kıyma memurları vardı. Zamanla halk arasında kâdı veya resmî memur huzurunda nikâh kıyma âdeti yayıldı.
25 AKÇE LÂZIM
Osmanlılarda nikâhı ya bizzat kâdılar kıyar veya nikâhın kıyılması için kâdıdan izin alınırdı. İzin için de 25 akçe resm-i nikâh (nikâh harcı) ödenirdi. Bu harcın 20 akçesi kâdıya, geri kalanı da mahkeme kâtiplerine aitti. Evlenenler ayrıca, tımarlı sipâhiye resm-i arus (gerdek harcı) öderdi. Bu vergi, evlenen kadının bâkire veya dul, zengin, fakir veya orta halli, Müslüman veya gayrimüslim olmasına göre değişirdi. Her vilâyette de aynı değildi.
Nikâh için kâdıdan izin almak yetmezdi. Şeyhülislâm Ebussuud Efendi, zamanın bozulması ve kız kaçırmaların artması gerekçesiyle, nikâhta mutlaka kızın velîsinin iznini arayan İmam Muhammed’in görüşüyle fetvâ verdi. “Zeyd, Hind-i bâliğayı, babası Amr’dan izinsiz nikâh eylese, Amr râzı olmasa, nikâhı feshe kâdir olur mu? El-Cevâb: Olur”. Bu fetvâ zamanın padişahı Kanunî Sultan Süleyman tarafından kanun hâline getirildi. Böylece 1544 tarihinden itibaren kâdılar, velînin izni bulunmayan nikâhları kabul etmekten men olundu. Mecelle’de geçtiği üzere, “Müctehidler arasında ihtilaflı meselelerde imamü’l-müslimîn hazretleri herhangi kaville amel olunmak üzere emrederse gereğiyle amel olunmak vâcibdir.” Nikâhın nesep, nafaka, mehir, iddet, verâset gibi çok sayıda hukukî neticesi olduğu için, resmî makamlarca kıyılması ve tescili istenmiştir. Böylece hem aleniyeti temin etmek; hem de kötü niyetlerin önüne geçmek düşünülmüştür. Nitekim hükümdar, umumun menfaati için birtakım emir ve yasaklar getirebilir.
BEN DAHİ AKD-İ NİKÂH EYLEDİM
Nikâhları ya bizzat kâdı kıyardı, yahud tarafların evlenmesine bir mâni olup olmadığı hususunda kâdıdan izinnâme alındıktan sonra, mahalle veya köy imamı kıyardı. Gayrimüslimlerin nikâhını da kâdıdan izin alındıktan sonra patrik veya haham kıyardı. Ama bunlar zaman zaman daha ucuz olduğu için nikâhlarını patrik veya hahama değil, kâdı veya imamlara kıydırırdı. Hatta ruhânîler buna hükûmet nezdinde itiraz ederdi. Osmanlı kâdıları, talep edilmedikçe zimmîlerin nikâhlarına karışmamakla emrolunmuştur.
İzin alınacak kâdı, taraflardan birinin ikâmetgâhı kâdısıdır. Kâdı efendi bir Münâkehât İzinnâmesi tanzim eder. Bu vesikada, imam efendiye veya ruhânî reise hitâben, tarafların isimleri bildirildikten sonra, “tenkîhe mâni’-i şer’îsi yoğise, velîsi izni ve tarafeyn rızâları ve tesmiye-i mehrle lede’ş-şuhûd akd-i nikâh eyleyesiz” diye yazardı. Kâdıların verdiği her türlü vesika sicile kaydolunurdu.
İzinnâme imam efendiye verilirdi. Tarafların nikâh esnâsında bulunmaları âdet değildi. Her iki tarafı da velî veya vekilleri temsil ederdi. Düğün günü imam efendi, iki şahit huzurunda, bir hutbe irâd edip, okunması bereket sayılan âyet ve hadîsleri okuduktan sonra, önce kız tarafına “Tâlibi bulunan felanca oğlu felancayı şu mikdar mehr ile kocalığa kabul ettin mi?” diye sorardı. “Kabul ettim” cevabını aldıktan sonra erkek tarafına “Tâlibi bulunduğunuz felanca oğlu felanca kızı felancayı şu kadar mehr ile zevceliğe aldın mı?” diye sorardı. “Aldım” cevabını müteakip bu sualleri her iki tarafa da iki defa tekrarladıktan sonra “Ben dahi akd-i nikâh eyledim” der ve sünnette bildirilen duayı ederdi. Böylece nikâh kıyılmış olurdu.
“İMAM NİKAHI” MI?
İslâm tarihinde Müslümanlar ehemmiyetinden ötürü nikâhın, dinî ve hukukî hükümleri iyi bilen ve cemiyette itibarlı birisi tarafından akdedilmesini arzu etmiştir. Bu sebeple nikâhları umumiyetle imamlar kıyagelmiştir. Ülkemizde dinî nikâha imam nikâhı denilmesi de bu geleneğe dayanır. Halbuki nikâhı illâ imamın kıyması şart değildir. Hatta hiç kimsenin nikâh kıymasına gerek yoktur. Erkek ve kadın iki şahit huzurunda “aldım-vardım” dese, nikâh kurulmuş olur.
Halk arasında hâlâ devam eden bir âdet vardır. Nikâhın taraflarının, vekil ve velîlerin, ayrıca şahitlerin isimleri ve imzâlarının bulunduğu bir kâğıda, kıza ödenen ve ödenecek mehir miktarı ile gerekirse baba evinden kıza verilen eşyâ da yazılarak kız tarafına teslim edilirdi. İleride bir nizâ çıkarsa, mehir kâğıdı adı verilen bu vesika delil olurdu. Kız mehrini ve çeyizini geri alabilirdi.
BİLDİRMEYENE CEZÂ
Tanzimat’tan sonra nikâhı kıyan imama veya ruhânî reislere bir Münâkehât İlmühaberi tanzim edip, birkaç gün içinde nüfus idaresine bildirme mecburiyeti getirildi. 1914’ten sonra bu vazife kocaya yüklendi. İmam veya ruhânî reisten aldığı ilmühaberi nüfus dairesine bildirmeyenlere para ve hapis cezâsı getirildi. İzinnâmesiz nikâh kıyanlara zaten öteden beri cezâ vardı. Bu cezâ önceleri 2 çeyrek mecidiye idi. O devirde bir mecidiye, 7.2 gramlık Osmanlı altınının beşte birine tekâbül eden ve içinde 20 gram hâlis gümüş bulunan 24 gramlık para idi. 1913 tarihinde izinnâmesiz nikâh kıyanlara üç aydan iki seneye kadar hapis cezâsı getirildi.
Görülüyor ki zannedildiği gibi Osmanlılarda nikâh ve talâklar kayıt altına alınmamış değildir. Devlet bu işi çok sıkı takip etmiştir. 1926 yılında İsviçre Medenî Kanunu‘nun iktibasıyla evlilik için belediye kaydı esas alındı. Şer’î hukuk da, dînî nikâhın resmî hüviyeti de tarihe karıştı. Resmî kayıttan önce dînî nikâh kıyan ve kıydıranlara cezâ getirildi.
Kambersiz düğün...
Hazret-i Peygamber, eshâbının nikâhını hutbe okuyup kıyardı. Bu hutbe Allah’a hamd, Peygamberine salât ve duadan ibarettir. Nikâhtan sonra da eşler hakkında dua ederdi. Şu kadar ki hutbe ve dua okumak nikâhın şartı değildir. Halîfe Hazret-i Ali’nin, işlerinin çokluğu sebebiyle azatlı kölesi ve hâcibi (kalem-i mahsus müdürü) Kamber’i nikâh kıyma işiyle vazifelendirdi. Hatta “Kambersiz düğün olmaz!” sözü buradan kalmıştır. Dört halîfe devrinden beri İslâm devletlerinde doğumlar, ölümler ve nikâhlar tescil olunurdu. Bu siciller hazine harcamalarına esas tutulurdu. Selçuklulardan itibaren nikâhları ya kâdılar kıyar; yahud nikâh için kâdıdan izin alınırdı. Mısır’daki Memlûkler zamanında kâdıların nezâreti altında akkâd denilen nikâh kıyma memurları vardı. Zamanla halk arasında kâdı veya resmî memur huzurunda nikâh kıyma âdeti yayıldı.
SİZ DE ŞAHİT OLUN!
Kâdı izni olmaksızın kıyılan nikâh sahihtir. Ancak böyle bir nikâha dair nizâ vukuunda kâdılar buna bakamazdı. Emr-i padişâhîye aykırı hareket etmek suçtur, cezâyı gerektirir...
Adamın biri nişanlısı ile beraber nikâh kıymak üzere mahkemeye gider. Ancak elinde nikâh harcının yarısı kadar parası vardır. Bu paranın nikâh harcına yetmeyeceğini öğrenince tenzilat yapılmasını ister. Kâdı efendi kabul etmeyince, nişanlısına dönerek “Ben seni aldım. Sen bana vardın mı?” der. “Vardım” cevabını alınca bu sefer kâdı ve kâtibe dönerek “Sizler de şahit olun a efendiler!” diyerek çıkıp gider.
Nikâh İlmühaberi
Nikâhı kıyan imam tarafından doldurulan bu ilmühaberler, bâkire, seyyibe (dul) ve tecdid-i nikâh (nikâh yenileme) için olmak üzere üç nevi idi. Birincisinden 5, ikincisinden 3 ve üçüncüsünden de 1 kuruş harç alınırdı. Bu harçların yarısı imam veya ruhânî reise; diğer yarısı da nüfus idaresine aitti. İlmühaberde mehir miktarı da kaydedilirdi. Nikâhı kıyan imam, tanzim ettiği ilmühaberi, taraflara yahut velî veya vekillerine, ayrıca şahitlere imzâlattıktan sonra tasdik ederek 8 gün içinde beldenin nüfus memurluğu kalemine göndermek; nüfus memûru da vesîkadaki bilgileri nüfus sicil defterine ve alâkadarların nüfus tezkeresine (kâğıdına) kaydettikten sonra evrakları imam efendi vâsıtasıyla taraflara tevdi etmeye mecbur idi. Böylece nikâh işi tescil edilmiş olurdu.
Askerde nişanlısı yok ise
1907 tarihli bu izinnâme, “askerde nişanlısı yok ise” şartıyla verilmiştir. Demek ki bir devre imamlar, askerde nişanlısı bulunan kızların nikâhını kıymaktan men edilmişlerdi. Mamafih nişanlanmak hukukî bir netice doğurmaz. Ancak harblerin hüküm sürdüğü devirlerde, askere gidenlerin hukukunu korumak maksadıyla böyle bir hüküm getirilmiştir.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder