28 Mart 2013 Perşembe

Arap Baharı’nın geçmişi, geleceği-Kemal Özer


Tunus’ta başlayıp Mısır, Yemen, Libya, Suriye şeklinde devam eden Arap ayaklanması İslam dünyasını iki kutba ayırmış gibi gözüküyor. 

Kutuplardan ilki bu halk ayaklanmalarını geçmiş ve kaçınılmaz bir süreç olarak görürken, diğer grup bunu batılı güçlerin tezgâhı olduğunda ısrarcı.

Tunus, Mısır, Yemen ve Libya’da başka gerekçeler ileri sürenler, Suriye direnişinde bambaşka argümanlar ileri sürdüler. Bu itham da tartışmayı kısmen de olsa ‘batılı bir oyun’ olma iddiasının ötesine taşıyıp, Müslümanlar arasında mezhepsel bir ayrışmaya yol açtı.

Mısır deneyiminden rahatsız olduğu iddia edilen İran’ın; Suriye’deki sürece insanî, ahlakî ve dinî bir hassasiyetten ziyade, siyasi ve mezhepsel bir çıkar ekseninde yaklaştığı ileri sürülüyor.

Kimileri ise bir cehalet eseri olarak Suriye’deki Baas rejimini, Esad ailesinden ibaret görüyor. Hâlbuki Suriye rejiminin tarihi, Esad ailesinin iktidarından çok önce başlamıştı ve Suriye derin devleti olmaksızın Esad ailesinin de bir anlamı olamaz. Öyle olsaydı, Esad ailesi ülkeyi aylar önce terk etmiş olacaktı.

İran ve Hizbullah’ın, katil Suriye rejiminden yana tavır alması, özellikle 1979’da İran devrimi gerçekleştiğinde ve 2006’da İsrail-Hizbullah savaşında, Hizbullah’ın zaferi için gözyaşı döken kitlelerde hayal kırıklığı yaşattı.

Suriye rejiminin mazlum ve masum kanı içme konusundaki şöhretinden haberdar olmayan kimsenin kalmadığı bir dünyada, İran’ın bu rejimi nasıl sahiplendiğine geniş kitleler haklı olarak akıl erdiremiyorlar. 

Bazen ülkelerde rejimler değişse de; tarihten, inanış biçiminden ve coğrafyadan gelen, toplumsal ve devletsel aklın ya da akılsızlığın derinlerinde duran kin, ihtiras ve inanışın değişmediği görülür. 

Kaldı ki İran’ı diğer İslam ülkelerinden ayıran bazı temel özellikler vardır. Bunlar; Şii olması, diğer ülkelerle tarihsel sorunlarının bulunması, siyasi amaçlarının mezhepsel boyutlu olması ve devrimi diğer İslam ülkelerinden daha erken dönemde yaşaması.

Moritanya’dan Endonezya’ya uzanan İslam coğrafyası, İngilizler olarak tanıdığımız İskoç localarına hâkim unsurlarca dizayn edilmiş ve sınırları çizilmişti. Üstelik bu ülkelerin büyük bir bölümü zoraki devletleştirilmişti. Bu sunî devletlerin önemli bir kısmı hem petrol zengini, hem de despotik rejimlerdi.

Petrol zengini bu ülkelerin çoğunda, bir kişinin karnını doyurması, aracının deposunu doldurmasından kat be kat daha pahalı. Petrol verilip, yiyecek içecek ithal edilen bu ülkelerin çoğunda sefalet diz boyu…

Her birinde yüzlerce Guantanamo’nun olduğu, hükümetlerin halkın taleplerine karşı geliştirdikleri tavırla her geçen gün daha da sertleştiği, gidenin bir daha geri gelmediği, onlarca yıl ölümü/diri mi olduğu konusunda bile hiçbir haberin alınamadığı ülkelerdi buralar.

Batı ise burada yaşanan hakların taleplerini anlamak bir yana ‘İslamî kökten dinci’ yaftası takarak bu rejimlere destek vermekteydi. Bu sayede de ülkelerin petrol ve diğer kaynaklarını ucuz yollarla sömürmekteydi. 

Osmanlı sonrasında çizilen yeni haritalarda, her ülke arasında mutlaka ihtilaflı alanlar bırakılır. İkinci dünya savaşı sonrası iktidara taşınan milliyetçi ve despotik rejimlerin kontrol altında tutulması için, bir yandan iç direnişler kışkırtılır, diğer yandan da oluşturulan ihtilaflı alanlarla ilgili sürekli ülkeler arasında kriz çıkarılması sağlanır. 

Böylece rejimlerin hem komşu ile mücadelesi, hem de iç dinamiklerin baskı altında tutulması için ülke gelirlerinin bazen yarısına yakını silahlanmaya harcatılır. 

Bu bağlamda kimi yorumcular, bölgede ilk olarak fakir Yahudilerin toplanmasından oluşan suni bir devlet yani İsrail oluşturulduğunu, sonrasında ise Şii-Sünni çekişmesi veya çatışması için İran devrimine açıktan olmasa da, gizliden destek verildiğini ileri sürmekteler. Hatta İsrail ve İran arasında varlık yokluk mücadelesine dönüştürülen rekabetle, İslam dünyasında güçlü bir Şii kampının inşası sağlandığını bile ileri sürenler var. İddialar böyle! 

Yine iddia sahipleri, bir yandan Müslümanların kendi aralarında diğer yandan da Müslüman-Musevi çatışmasının amaçlandığı görüşündeler.

İsrail’e bilabedel veya sembolik bedellerle silah sağlanır. Güçlenen İsrail’e karşı, hem Şii hem de Sünni dünyanın daha fazla silahlanması kaçınılmaz bir sonuçtur.

Batı -daha doğrusu batıyı güden sözde Yahudi ancak Yahudileri siyasi ve ticari amaçlarına maske yapan Siyonistler- bu sayede bir taşla birçok kuş vuracaktır. 18. asırda Mendel’in uyarıları batı için çok şey ifade etse de, hiçbir şey masada planlandığı gibi ilelebet gidecek değildir.

İslam Dünyası’ndaki israfçı, baskıcı, tembel, kukla rejimlere yönelik mücadeleye girişen halk kitleleri, hep şiddet yanlısı radikaller olarak yaftalanıp bastırılmaya çalışıla geldi. Bu yaftalama hem rejimleri mutlu ediyordu, hem de batı kendi halklarına İslam’ı kötü gösterebilme imkânını elde ediyordu.

Ancak 1980’lere gelindiğinde büyük ümitlerle kurulan Komünist devletler bir bir iflas etmiş ve sonunda SSCB’de paramparça olmuştu. Batının 1990’larda Afganistan, Bosna Hersek, Güney Afrika gibi ülkelerdeki hezimeti, ezilen bu coğrafya için yeni bir ilham kaynağı oluşturuyordu.

Batı, Müslüman dünyada İslamcı hareketlerin neden ve nasıl ortaya çıktığını yeterince anlayamamış veya anlamamazlıktan gelirken, ortaya çıkan iletişim teknolojileri toplumsal iletişimi güçlendirir. 

İslam coğrafyasındaki rejimler, sivil görevlerden çok askeri harcamalara yönelmiş, iç güvenliği sağlama uğruna halklarına akıl almaz zulümler yapmaya devam etmişlerdi. Bir yanda yüz milyarlarca dolarlık petrol gelirive bundan nasiplenen küçük azınlık, diğer taraftan da artan işsizlik, sefalet ve daha da önemlisi artan iletişim imkânları…

Her ne kadar Türkiye medyasına yansımasa da, bütün bu ülkelerde 1990’lardan bu yana rejimlere yönelik protestolar, gösteriler ve ayaklanmalar yaşanmaktaydı. Mesela, Abbas Medeni liderliğindeki Cezayir İslami Kurtuluş Cephesi (FİS)’in, Cezayir’deki seçimleri kazanması üzerine demokrasinin askıya alınarak iç savaşa yol açılması, Türkiye’de iktidara gelen Refah Partisi’nin asker ve sivillerin ortak darbesiyle iktidardan uzaklaştırılması, İslam coğrafyasında kitleleri umutsuzluğa değil, özgürlük arayışlarına sevk etmişti.

Bu gelişmeler bir yandan yeni zulüm, kan ve gözyaşına yol açmıştı açmasına, ama zaman mazlumlar lehine ilerliyor ve özgürlük aşkını kamçılıyordu. Oysabatılıların aşk ve kaçamaklarını manşet yapmakla meşgul olan medyamız, komşu ve Müslüman ülkelerde yaşananlardan bihaberdi. Aynı acıklı durum, birçok İslamcı çevre içinde geçerliydi. Artan refahları ve yeni villaları, kardeşlerinin düştüğü girdaptan onları habersiz bırakıyordu. Birden bire ortaya çıktığı sanılan ‘Arap Baharı’, hepsini birden şaşkına çeviriyordu. Aynı şaşkınlık batılı güçler ve kamuoyları içinde geçerliydi. Aslında göremedikleri şey; mazlumların büyüyen kini, nefreti ve rejimlerine yönelik azalan inançlarıydı. 

Batının bugüne kadar yaptığı şey; kısa vadeli kazancı için uzun vadeli çıkarlarını yok saymaktı. Onun aklı, halkların özgürlüğü veya mutluluğunda değil, petroldeydi. Amerika’daki güçler arasındaki mücadeleyi pasif gücün kazanması; hegemonik yapının zaaflarının ortaya çıkmasına ve dünyadaki bazı denklemlerin değişmesine yol açıyordu. 

İslam Dünyası’nın, 30 yıla yakındır dünyada devam ede gelen gelişmelerden uzak kalması elbette beklenemezdi. Her olayın sebep ve sonuçları olduğu gibi, Tunuslu Muhammed Buazizi’nin kendini yakması da beklenen patlamayı tetiklemişti.

Netice de karısının zorlamasıyla Bin Ali ülkesinden kaçtı. Ancak rejim sapa sağlam ayaktaydı. Halk artık korku duvarını aşmış ve onu hiçbir güç durduramazdı. Nihayetinde Tunus ordusu da teslim oldu. Her ne kadar Hz Ömer’den Osmanlı’nın yıkılışına kadar Firavunlar iktidarda değilse de, 4 bin yıllık Firavunî gelenek Mısır’da yarım asrı aşkın bir süredir işbaşındaydı ve sonunda Mısır firavunu da ‘Tahrir’e teslim olmuştu.

Libya, Yemen derken, tam 8 ay cami önlerinde sadece rejimin demokratikleşmesini isteyen Suriye halkına, Baas rejimi ateşle karşılık verdi. Aylarca ellerine silah almama konusunda direnen Suriye halkı, kendi halkına silah doğrultmak istemeyen vicdanlı Suriye askerlerinin halk safına katılmasıyla silahlı direnişe başladı.

Ulusalcılarla aynı çizgide durduğunun farkında olmayan bazı İslamcılar, ister İran medyasının uydurma haberleri, isterse de başka saiklerle olsun, Suriye halkının özgürlük mücadelesini karalamayla kalmadılar, akıl almaz iftiralar attılar ve buna devam da ediyorlar.

Daha önceki özel ilgimin yanı sıra, halk ayaklanmalarının başladığı günden bu yana bölgeyi dikkatle izleyen bir gazeteci olarak biliyorum ki, bu coğrafyadaki otokratik rejimler, insanların yatak odalarına kadar nüfuz etmiş, halkı canlarından bezdirmişlerdi. Askeri yönetimler her yerde derinlemesine kök salmış, batının köhne kültürünü toplumuna adapte etmenin mücadelesini vermekteydi.

Oysa ‘İslamcı hareketler’, ‘Siyasal İslamcılar’, merhum Aliya İzzetbegoviç’in ifadesiyle de ‘itizalciler’, (bu kavramdan hoşnut olmayanlar istediği kavramla değiştirebilir) dayatılan batı kültürüne karşı yerli kültürü veya İslamî düşünceyi diri tutmaya çalıştı. Bu coğrafyayı anlamak istemeyen yahut anlaşılmasını istemeyen modernistler ise Müslüman ülkelerin geri kalmasını, ülkedeki her türlü ahlakî değerden yoksun otokratik rejimlere değil, Müslümanların batı kültürüne adapte olma konusundaki yetersizliklerine ve İslami geleneklerini korumuş olmalarına bağlıyordu.

Oysa sebep açık seçik ortadaydı. Batı, İslamî ve İslam geleneğini yeterince tanımıyordu. Tanıyanları yani Oryantalistleri ise akıl tutulması yaşıyordu. İslam’ı kendi dinamikleri ve dolayısıyla Müslümanları da tarihi birikimleri ile ele almak şarttı. Aslında bu, sadece Müslümanlar için değil, tüm kültürler ve coğrafyalar için geçerli bir ilke... Genellemeci yaklaşımlar yapmak da, toplumları tarihi kökenlerinden bağımsız olarak algılayıp yalnızca o anı değerlendirmek de, Mısır ve Mursi örneğinde olduğu gibi büyük bir hataydı.

İslam dünyasına yönelik akıl tutulması yaşayan batı, -kısa vadeli çıkarları açısından doğru gibi dursa da- bu süreçte dört temel hata yapmıştı. Bunlardan ilki, batılı olmayan değer ve inançlara değer vermemesi, ikincisi köhnemiş, despotik rejimleri desteklemesi, üçüncüsü, mezhep çatışmasını körükleyerek Müslümanlar içinde çatışmaya yol açmak, dördüncüsü ise Müslümanlarla-Musevileri çatıştırıp aradan sıyrılmaya kalkışmak. Artık Müslümanlar ilk ikisinin farkında... Üçüncüsünü fark edemeyen bazı çevrelerin ister mezhepsel, ister maddi, ister siyasi, isterse de başka nedenlerle olsun, sorunu tam olarak kavrayabildikleri söylenemez. Dördüncü nedeni ise Müslümanlar önemli ölçüde kavramış, ancak Musevilerin önemli bir bölümü hâlâ farkında değil. Bu nedenle de, yakın geleceğin taraflar açısından zor olacağında kuşku yok.

Sonuç itibariyle kritik bir kavşakta olan Suriye ve dolayısıyla Baas rejiminin de İran, Rusya, İsrail, İskoç locası, İsviçre bankerleri, Almanya hatta Amerika’ya rağmen bu yılsonunu görmesi muhtemel gözükmüyor. Bu vesileyle Mısır ve özellikle Mursi’nin ilk sınavlarından başarıyla çıkması, Müslümanlar arasında ümitleri daha fazla yeşerttiği buna karşın birçok tarafı tedirgin ettiğini not etmek gerek.

Yaşanan gelişmeler kan ve gözyaşı içermekle beraber, aslında gizliden yaşanan daha büyük acıların sona ermesine vesile olabilir. Tarihe göz attığımızda, dünyanın her yeni asrın başında önemli değişimler geçirdiği müşahede edilir. Bu gelişmeler ve değişimler yeni bir Müslüman asrının habercisi olabilir. İnşaallah öyle olur ve tanıklık ettikleri bu yeniçağda, Müslümanlarda aralarından yeni Ebubekirler, Ömerler, Osmanlar, Aliler ve Selahddinler çıkarırlar. İnşaallah!

Hiç yorum yok: