8 Şubat 2013 Cuma

Seçme ve seçil(eme)me hakkı-Hükümet masonların emrinde-Hükümet masonların emrinde-Soyadı fâciası-Ayasofya’nın başına gelenler-M.Latif Salihoğlu

Seçme ve seçil(eme)me hakkı

Anayasa'da 5 Aralık 1934 tarihinde yapılan bir kànun değişikliğiyle, gûyâ Türk kadınlarına milletvekili seçme ve seçilme hakkı tanındı. 

Millet Meclisi tarafından 3 Nisan 1930'da kabul edilen bir kànunla, kadınların belediye seçimlerine katılma hakkı tanınmıştı.
26 Ekim 1932'de ise, kadınlara muhtar, köy ihtiyar heyeti âzalığına seçilme ve seçme hakkı tanınmış oldu. 
Bu yöndeki bir diğer kànun değişikliği de, 8 Ekim günkü Meclis oturumunda kabul edildi. Yeni kànun, 5 Aralık'ta yürürlüğe girdi. 
8 Şubat 1935'te ise, milletvekili genel seçimleri yapıldı. (1 Mart'ta toplanan Meclis'te tam 18 kadın milletvekilinin yer aldığı tesbit edildi.) 
On iki yıldır olduğu gibi, 1935’te yapılan seçimlere de, yine tek parti, yani bir tek CHP katıldı. Zaten başka parti yoktu. Çünkü, Türkiye'de demokrasi denen o kıymetli nimet yoktu. 
Buna rağmen, kadınlara seçme ve seçilme hakkının verilmiş olması, adeta demokrasiden de üstün bir gelişme imiş gibi lanse edildi.
Bazı kimseler, günümüzde de ortaya çıkıp, aynı konuyu temcit pilavı gibi ısıtıp ısıtıp servis etmeye çalışıyor.
Oysa, meselenin mahiyeti, hakikati, görünen yüzünden çok farklıdır. O zamanki çoğu hakların sadece kâğıt üstünde bir kıymeti vardır.
Dolayısıyla, 1935’te tıpkı erkekler gibi kadınların seçme ve seçilme hakkı da kâğıt üzerinde tanınmış oldu. 
Zira, o tarihlerde (1923–1946) ne kadınların, ne de erkeklerin istedikleri bir partiyi seçme hakları bulunuyordu. 
Evet, bu traji–komik duruma göre, yaşı müsait olan her vatandaşın seçme ve seçilme hakkı vardı güyâ; ancak, hiçbir vatandaşın farklı bir partiyi tercih etme gibi bir hakkı söz konusu dahi değildi. 
Bu garabet, tâ 1946 seçimlerine kadar devam edip gitti. 
Avrupa ülkelerinin zorlamasıyla çok partili hayata geçildiği bu dönemde ise, daha başka garabetlere, tuhaflıklara şahit olundu. 
Meselâ, 1946 seçimlerine birden çok parti iştirak etti. 
Ne var ki, seçim sistemi "Açık oy, gizli tasnif" şeklinde işliyordu. 
Yani, vatandaş oyunu hangi partiye vereceğini açıktan açığa beyan etmek durumundaydı. Ardından, oyların sayım ve döküm işlemine geçildiğinde ise, bu iş tamamen gizli-kapalı bir yöntemle yapılıyordu. 
Dolayısıyla, 1950'ye kadar da dürüst ve nâmuslu bir seçim yapılamadı. 1946’da, diğer partiler üzerinde, özellikle DP'ye yönelik çok şiddetli bir baskı uygulanıyordu. 
14 Mayıs 1950'de ilk defa yapılan bir “nâmuslu seçim” neticesinde ise, DP büyük bir zafer kazandı. Bu zafer "Beyaz İhtilâl" şeklinde isimlendirildi.

 
Ahirzamanda Ebter Paşa
 
Yazının başlığına koyduğumuz “ebter” tâbiri, Kur’ân’ın en kısa sûresi üç âyetli “Kevser Sûresi”indeki son âyetin son kelimesi olup, pek mühim bir “son”a mûcizevâri sûrette işaret ediyor.
Muteber lûgatlara bakarak yaptığımız araştırmalar neticesinde, Hz. Muhammed’e (asm) buğzedip iftira atanları bildirmek, tanıttırmak maksadıyla nâzil olan âyet-i kerimede yer alan “Ebter” tâbiri, şu mânâları ihtiva ediyor: Nesli kesik. Evlâtsız. Zürriyetsiz. Soyu-sopu kesik. Çocuğu olmayan. Hz. Muhammed’e buğzeden aşağılık adam. Ölümünden sonra adı hatırlanıp anılacak bir hayrı ve ihsânı kalmayan kişi. İşleri ve emirleri hayırsız, faydasız kimse.
İşte, bizim böylesi bir “Ebter”e ayrıca “Paşa” tâbirini ekleyerek ona “Ebter Paşa” dememizin sebebi ise şudur: Üstad Bediüzzaman Hazretlerinin bir kısmı lâhikalarda neşredilen, bir kısmı ise mahrem tutulan “Sırr-ı İnnâ A’teyna” isimli risâlesinde “Ebter” tâbiriyle ilgili yapmış olduğu yorum ve tahlillerde, dehşetli bir paşa hakkında fevkalâde isabetli tesbitlerde bulunuyor.
O tesbitlerin bir kısmını aşağıdaki şekilde hülâsa etmek mümkün.
Meselâ, diyor ki: Hamiyetli bazı zâtlar yanıma gediler. Israrlı bir sûrette şunları sordular: “Madem ki sen bu zamana ‘Dehşetli âhirzamandır’ diyorsun. O halde, bize âhirzamanda ortaya çıkacak dehşetli şahısları da bildir. Onların isimlerini, iktidar ve icraat devreleriyle birlikte bilmek, tanımak istiyoruz. Buna hakkımız var. Zira, onları bilmeyen, tanımayanların imânı bile tehlikeye girebilir. Sen dellâl-ı Kur’ân’sın. Yaş kuru ne varsa, şüphesiz ki Kur’ân’da var. Sen de bilmediklerini Kur’ân’a sor, bize öyle cevap ver.”
Israrla soru soran bu hamiyetli zâtlardan yakasını kurtaramayan Bediüzzaman Hazretleri, bu meseleyi Kur’ân’a sorduğunu ifade ettikten sonra, özetle şunları kaydediyor: Ben de Kur’ân’a sordum. Kur’ân, bu dehşetli mesele için bir mûcizesini daha göstererek, beni en kısa sûreye havale etti. Kevser Sûresine baktım, o da beni en son âyete, âyet de beni en son tâbire havale etti. Baktım, “Şânieke hüve’l-ebter” cümlesi, o zındıka komitasının üç reislerini gösteriyor. Birincisinin ismi, ebced hesabıyla 1017 olup “Süfyânî Deccâl”a tevâfuk ediyor ki, onun da sonu kesiktir, yani “ebter”dir. 
Üstad Bediüzzaman, ayrıca o şahıs ve avanesine verilen isim ve ünvânların hiçbirinin mânâ itibariyle onlara isabet etmediğini, hak etmediklerini, dolayısıyla geçerli de olmadığını hatırlatarak, şu önemli noktayı bilhassa nazara veriyor (meâlen): Ben bu heriflerin ismini zikretmek istemezdim. Fakat, Kur’ân’ın bir i’câzını göstermek için buna mecbur kaldım. Zira, ebcedî hesapla, isimlerindeki harflerin yekûnu, derece-i hata günâhlarını gösteriyor. (Meselâ: “Ebter”e tevâfuk eden Gayn: 1000, Ze: 7, Ya: 10; Yekûnnu=1017 etmesi gibi.)
Çoğunu bilmânâ aktardığımız bu tevil ve tesbitlerden aldığımız derse binâen, isimlerini doğrudan telâffuz edemediğimiz dehşetli şahıslar hakkında konuşurken, hiç hak etmedikleri çakma isim ve ünvanlarını zikretmek yerine, Kur’ân’da onlar hakkında işaret edilen tâbirleri kullanmayı tercih ettik ve ediyoruz.
Bu noktada şayet sizlerin başka türlü düşünce ve teklifleriniz varsa, onları da öğrenmekten memnuniyet duyarız.

Hükümet masonların emrinde
Türkiye Mason Birliği, 9 Kasım 1935'te bir bildiri yayınlayarak faaliyetlerine son verdiğini ve mal varlığını Halkevlerine bağışladığını duyurdu. 
İçişleri Bakanı Şükrü Kaya da aynı gün hükümet adına yaptığı bir açıklamada şunları söyledi: “Türk Masonları, kendi ideallerinin hükûmetin esas programına dahil olduğunu görerek, bir baskı olmadan, teşkilâtlarını kendileri fesh etmişlerdir." (10 Kasım 1935 tarihli gazeteler.) 
Bazı kimseler, o tarihte mason teşkilâtlarının kapatılmasını hükûmetin baskısına dayandırıyor ve bunu tek parti zihniyetinin bir marifeti olarak yansıtıyor. Bir bakıma şunu demeye getiriyorlar: "Bakın ey millet! Halk Partisinin yönetim kadrosu masonluğa karşıdır. İşte görüyorsunuz, bu teşkilâtı kapatma cihetine gitmiştir." 
Oysa, gerçek bu tarz söylemlerin tam tersi yönündedir. Zira, devrin hükümeti bütünüyle masonların emri ve etkisi altına girmiş, ideallerine hizmete amade olmuştur. 
Kaldı ki, Şükrü Kaya'nın da dahil olduğu tek parti hükümetinin çoğu bakanı ve hatta milletvekilleri ya masondular, ya da masonlarla içli–dışlı vaziyette idiler. 
Maalesef, yalanlar üzerine bina edilmiş resmî tandanslı yakın tarihimizin bir yalanı da, masonlar ve masonlukla ilgili konularda karşımıza çıkıyor.

Menemen'de Kubilay Anıtı
Menemen'de (İzmir'in ilçesi) dört yıl evvel katledilen öğretmen asteğmen Kubilay adına inşa edilen anıtın açılışı 26 Aralık 1934’te yapıldı. 
Açılış konuşması, CHP'nin önde gelen isimlerinden Recep Peker tarafından yapıldı. 
Kubilay, 23 Aralık 1930'da, kendilerine dindarlık sürü veren bir grup esrarkeş tarafından başı kesilerek katledilmişti. O gün, Giritli Derviş Mehmet diye bilinen bir şahıs, etrafına topladığı bir grup çapulcuyla birlikte, Menemen'de gösteri yaparak ve "Biz şeriat erleriyiz. Arkamızda 70 bin kişilik hilâfet ordusu var. Şapka giyen kâfirdir" diye naralar atarak halkı ayaklandırmaya çalıştı. 
Bu densizliğe mani olmaya tedbirsizce giden Kubilay ise, bu kendini bilmezler tarafından katledildi. 
Ardından, hadise mahalline giden bekçilerden Hasan ve Şevki Efendiler de yine aynı gafiller tarafından vurularak öldürüldü. 
Bunun üzerine bölgede aylarca sıkıyönetim ilân edildi ve grup grup insanlar tutuklanarak idam sehpasına gönderildi. 
Bu feci hadisenin mahiyeti hâlâ meçhûl ve karanlıkta olmasına rağmen, işlenen bütün cinayetler kimi şahıs ve odaklar tarafından mâsum dindarların üzerine yıkılmak isteniyor.

Mahiyetini bilmek çok çok mühim
Şuâlar’daki Ebter Paşa
Bir önceki yazıda bir parça tarifini yaptığımız Ebter Paşa’nın mahiyeti hakkında sizlerden gelen meraklı ve iştiyaklı talepler doğrultusunda, aynı noktaya parmak basan hikmetli sırların perdesini aralamaya devam ediyoruz.
Âhirzamanın en dehşetli şahsı olan “Ebter Paşa” hakkında tatminkâr derecedeki bilgi, tarif ve izahları “Beşinci Şuâ” isimli eserde bulmak mümkün.
Aslı 1908-9’larda telif edilen ve daha sonraki yıllardan ikmâl edilip tamamlanan Beşinci Şuâ Risâlesi, bilhassa âhirzaman şahısları hakkındaki müteşâbih rivâyetleri tevil edip yorumluyor.
İşte, o hakikatli tevil ve tariflerden biri de Ebter Paşa ve iki büyük yardımcısına dairdir. Özetle, şu izâhat veriliyor: “İslâm devletinin başına geçecek olan Süfyanî Deccal, gayet muktedir, zeki, dâhî ve faal bir sadrazam (Başbakan) bulur. Ayrıca, gayet cesur, metin ve cevval bir serasker (Genelkurmay Başkanı) bulur. Onları teshir eder, yani emrinde çalıştırır.”
* * *
Beşinci Şuâ’nın telifinden tam yirmi sene sonra ise, “Üçüncü Kerâmet-i Aleviye” nâmını taşıyan Sekizinci Şuâ Risâlesi telif edildi.
Kastamonu’da 1939’da telif edilen bu risâlenin bir “Haşiye”sinde ise, hem Beşinci Şuâ, hem de Kevser Risâlesindeki perdeli hakikatlerle irtibatlı olarak şu cümleler yer alıyor: “Hem de İnnâ A’teyna’nın sırrı kısmen tahakkuk etmiş. Çünkü, Süfyaniyetin dört rüknünden en kuvvetlisi ve dehşetlisi bütün bütün çekildi. Kabir altında azap çekiyor.” 
(NOT: Dördüncü şahıs, muhtemelen yine 5. Şuâ’da işaret edilen masonlar komitasının adamı olup, kısa bir süreliğine de olsa Ebter Paşanın Sadrâzamlığını yapmış; dolayısıyla, aynı komitaya dahil olmuştur.)
* * *
Âhirzamanın Hadisçe haber verilen dehşetli şahsıları o derece zararlı, fitnekâr ve tahribatçıdır ki, bütün bir ümmet onların şerrinden Allah’a sığınmış.
Ümmet-i Muhammed (asm), on dört asırdır duâsında ve hasseten namaz tesbihatında şu yakarışta bulunuyor: “Allâhümme ecirna minfitnet-i âhiri'z-zamân. Allâhümme ecirna minfitneti'l mesihi'd-Deccâl-i ve's-Süfyân.”
İşte bu fitnenin dehşetine binaendir ki, o şahısları tanımanın ve mahiyetlerini bilmenin ehemmiyetini ortaya çıkarıyor.
Bir Hadis-i Şerifte buyruluyor ki: “Hz. Âdem’ten kıyamete kadar Deccal fitnesi gibi bir fitne yoktur.”
Bunun da dahil olduğu 33 Hadis-i Şerifi “Tefekkürnâme” isimli eserinin âhirine derc eden Bediüzzaman Hazreteri, 1940’lı yıllarda telif edilen 13. Şuâ’daki bir mektubunda o dehşetli şahsın mahiyetini bilmenin ehemmiyeti hakkında talebelerine hitaben fevkalâde dikkat çekici şu hitabede bulunuyor:
“Aziz, sıddîk kardeşlerim,
“Bütün mekteplerde ve dairelerde ve halkta, o ölmüş dehşetli adamın muhabbeti telkin  ediliyor. Bu hâl ise, âlem-i İslâma ve istikbâle pek elîm ve acı bir tesiri olacaktı. Şimdi ihtiyarımızın haricinde, onun mahiyeti ne olduğunu, en başta ve en ziyade alâkadar ve en son ondan vazgeçecek adamların ellerine katî hüccetler gösteren ve ispat eden Risâle-i Nur geçmesi, kemâl-i merak ve dikkatle okunması öyle bir hadisedir ki, bizler gibi binler adam hapse girse, hattâ idam olsalar, din-i İslâm cihetiyle yine ucuzdur.” (Şuâlar, s. 298)
Dikkat, ey ehl-i ilim ve irfân! Üstad Bediüzzaman, faturası pek ağır bu tarz ifadeleri çok nâdir olarak kullanmaktadır.

Kırmızı çizgi
Risâle-i Nur’da en isabetli tarifini bulduğumuz “Ebter Paşa” konusu, bizim “kırmızı çizgi”mizdir. Üzerimize gelindiğinde, bu kırmızılık daha da parıldayıp keskinleşir.
Onun mahiyetini bilmeyen, ya da bu noktaya yeterince ehemmiyet vermeyen ihvân-ı dinden bazı kimseler, üzerlerine biraz gidildiğinde, esefle görüyoruz ki, o kırmızı çizgi hemen morarmaya başlıyor. Üzerlerine gitmeye devam edildiğinde ise, bu kez-tıpkı trafik ışıkları gibi-önce sararmaya ve nihayet yeşile dönmeye başlıyor.
İşte bu durum, yukarıdaki ifadelerde de endişe ile temas edildiği gibi, Müslüman nesillere pek elîm ve acı bir tesiri olmaktadır.
İyisi mi, biz yine ümmetin 1434 senedir okuyarak istiaze ettiği o meşhûr duâyı okuyarak bitirelim: “Allâhümme ecirna minfitnet-i âhiri'z-zamân. Allâhümme ecirna minfitneti'l mesihi'd-Deccâl-i ve's-Süfyân.”


Hükümet masonların emrinde




Aynı dünya görüşünü paylaştıkları halde, Mustafa Kemal ile İsmet Paşa arasındaki ipler 25 Ekim 1937’den itibaren tamamen kopmaya başladı.
Yaklaşık 12 yıldır aralıksız şekilde başbakanlık yapan İnönü, M. Kemal ile aralarının açılması sonucu, 20 Eylül'de (1937) 45 günlük süreyle izne ayrılmak durumunda kaldı.
Onun yerine Celal Bayar vekâlet ediyordu. Ancak, 45 günlük sürenin bitmesine de tahammül edemeyen İsmet Paşa, 25 Ekim 1937'de Başbakanlık makamından istifa ettiğini açıkladı. Bayar ise, aynı gün Başbakanlığa asâleten atandı.
Bu safhadan sonra birbirinden giderek uzaklaşan M. Kemal ile İnönü, ölünceye kadar bir daha yanyana gelmediler. Neticede, bu dünyadan küs gittiler.
Çoğu kimsenin sırrını çözmekte zorlandığı, dolayısıyla aklının alamadığı mühim bir nokta şudur: M. Kemal, Dolmabahçe’de ölümcül hastalığı sebebiyle haftalarda, aylarca yattığı halde, İsmet Paşa bir kez olsun ziyaretine gelip de onunla görüşmedi. Görüştüklerine dair herhangi bir kayda rastlamış değiliz.
Oysa, eski arkadaşlarının hemen tamamı bilhassa vasiyetnâmenin yazıldığı Eylül ayı başlarından itibaren birer birer ya da gruplar halinde Dolmabahçe’ye M. Kemal’i ziyaret ettiler. Bir tek İsmet Paşa istisna.
Bunun sırrı, bize göre vasiyetnâmenin 5. maddesinde yazılı. M. Kemal, İsmet Paşanın bir şekilde ortadan kaldırıldığını biliyor. 
(Ara notu: Netice itibariyle, M. Kemal İsmet Paşa ile küs gitti. Aynı şekilde, Mareşal Çakmak da İsmet ile küs gitti. İsmet ise Ecevit’e küs gitti. Ecevit Baykal ile küs gitti. Baykal ise Kılıçdaroğlu’na halen küs vaziyette duruyor. Her ne ise...)

Oyların tamamı "kabul" ise...

Tek parti döneminin (1925-45) en ilginç yönlerinden biri de, yeni kurulan Hükûmetler için Meclis'te yapılan güvenoylamasında sergilenen komik tablolardır.
Diyelim ki, yeni kurulan kabine için Meclis'te güvenoylaması yapılacak. İnanılması cidden zor; ama, o gün Meclis toplantısına katılan bütün milletvekillerinin yeni kabineyi onaylayarak "kabul" oyu verdikleri bir gerçek.
Dahası, Hükûmete red oyu vermek niyetinde olanların o gün için Meclis'e uğramadığı anlaşılıyor. İşte, bu tuhaflıklar zincirinin birkaç halkası...

VI. İnönü Hükûmeti (4 Mayıs 1931-1 Mart 1935): 317 üyeli Meclis'te yapılan güvenoylamasında 287 oy kullanıldı. Oyların tamamı kabul çıktı.
VII. İnönü Hükûmeti (1 Mart 1935-1 Kasım 1937): 399 üyeli Meclis'te yapılan güvenoylamasında kullanılan 343 oyun tamamı kabul çıktı.
I. Bayar Hükûmeti (1 Kasım 1937-11 Kasım 1938): Meclis'te yapılan güvenoylamasına katılan 364 milletvekilinin tamamı kabul yönünde oy kullandı.
II. Bayar Hükûmeti (11 Kasım 1938-25 Ocak 1939): Meclis'te yapılan güvenoylamasında kullanılan 342 oyun tamamı kabul yönünde çıktı.
I. Saydam Hükûmeti (25 Ocak 1939-3 Nisan 1939): Güvenoylamasında kullanılan 341 oyun tamamı kabul çıktı. Oylamaya 57 milletvekili katılmadı.
II. Saydam Hükûmeti (3 Nisan 1939-9 Temmuz 1942): 424 üyeli TBMM'de yapılan güvenoylamasında 389 oy kullanıldı. Kullanılan oyların tamamı kabul çıktı. 35 milletvekili oylamaya katılmadı.
I. Saraçoğlu Hükûmeti (9 Temmuz 1942-9 Mart 1943): Meclis'te kullanılan 381 oyun tamamı kabul çıktı. 45 milletvekili oylamaya katılmadı.
II. Saraçoğlu Hükûmeti (9 Mart 1943-7 Ağustos 1946): 455 üyeli Meclis'te yapılan güvenoylamasında kullanılan 425 oyun tamamı kabul çıktı. 30 milletvekili oylamaya katılmadı.
EBTER’in harfleri
İlk dörtlüden son dörtlüye
Dünkü “Ebter Paşa” bahsinde 8. Şuâ’dan iktibas ettiğimiz “Haşiye”nin metninde “Süfyaniyetin dört rüknü” tâbiri geçiyordu.
“13 tevâfukları” bahsinde ise, bu dört rüknün (baş harfleri GMKAMİİMFÇMCB olan) isimlerindeki kelimelerin yekûnu ile “Bediüzzaman Said Nursî” ismindeki Arabî harflerin yekûnu 13 olduğunu nazara vermiştik.
Bunun cifrî mânâsı da şudur ki: Üstad Bediüzzaman, Risâle-i Nur’un elmas kılıncıyla, bu dört rükne karşı tek başına mukabele edecek ve biiznillah galip gelecektir.
Bu dehşetli üç-dört şahsın elbirliğiyle yapmış oldukları müthiş tahribatın ayrıca üç-dört devresi var. Bu hususla ilgili olarak 5. Şuâ’da şu tahlil yer alıyor: “Rivâyette var ki: Deccalın birinci günü bir senedir, ikinci günü bir ay, üçüncü günü bir hafta, dördüncü günü bir gündür. ‘…Dördüncü günü ve devresi âdileşir, bir şey yapmaz, yalnız vaziyeti muhafazaya çalışır’ diye, gayet yüksek bir belâgatla (Resûl-i Ekrem asm) ümmetine haber vermiş.” (Şuâlar, s. 506)
Ne garip ve aciptir ki, “Süfyanî Deccal” olduğu İnnâ A’teyna’nın sırrı ile işaret edilen zürriyetsiz “Ebter”in Arabî hurûf adedi dahi dörttür. Şöyle ki: Elif’in E’si, Be’nın B’si, Te’nin T’si Ra’nın R’si. Yani, EBTR harfleri. 
Acaba, bu dört harf, “Süfyaniyetin vaziyetini muhafazaya çalışan” son devrenin “son dörtlü”sü olan şahıslara ait isimlerin baş harfleri midir? Yoksa, içinde daha başka mânâları mı barındırıyor?
Bu hususta kat’i bir şey söyleyememekle beraber, şu noktayı bilhassa dikkat nazarlarına takdim ederek bitirelim: Dördüncü Remiz olan “İnnâ A’teyna’nın sırrı” da dahil olmak üzere telif edilen “Sekiz Remiz”li eserin bir ismi “Rumûzât-ı Semâniye” iken, bir diğer ismi de “Hurûf-u Kur’âniye Risâlesi”dir.
Dolayısıyla, Kur’ân’dan iktibas edilen kelimeler gibi, harflerin de mânâ cihetine dikkatle bakıp mütalaa etmek gerekiyor.

Soyadı fâciası
Türkiye’de 1934’te başlayan “soyadı” uygulaması, zamanla tam bir fecâate dönüştü. Bir çok kimseyi üzen, şaşırtan, güldüren, kızdıran, hatta kahrettiren tuhaf mı tuhaf soyadları var.
Bu yazımızda, kısaca bu konuya değinmeye çalışalım.
Osmanlı dönemi sonlarına kadar soyadı yerinde kullanılan şân, şöhret, nişan, lâkap ve ünvanlar, kişilerin yahut ailelerin belirgin özelliklerini yansıtıyordu.
Bunlar, genelde atadan-dededen gelen meslek, meşrep, soy-sop, memleket, cesaret, sehavet, feragat, kahramanlık türünden tanınmaya vesile olup iftihara medar bir nevi nişâneler idi.
1934’ten sonra ise, o eski fıtrî sâfiyet ve ciddiyet örselendiği için, zedelendi, büyük hasar gördü. Hatta yer yer ortadan kayboldu, denilebilir.
Ve, Cumhuriyet Türkiyesi'nin belki de en büyük “yenilik fâciaları”ndan biri haline geldi, şu "soyisim”ler meselesi...
Kişilerin hiçbir özelliğini yansıtmayan, uzaktan yakından ilgisi bulunmayan soyisimler yanında, ayrıca kişiyi aşağılatan, utandıran, her söylendiğinde yüzünü kızartan alaycı, komik, mânâsız, değersiz, anlaşılmaz dizi dizi soyisimler, güzel insanlarımıza yakıştırıldı, yapıştırıldı.
Bu büyük fâcianın önüne nasıl geçilir bilinmez; ama, hukuk sisteminin tıkanıp artık SOS vermeye başladığı ülkemizde, soyadını değiştirmek veya düzeltmek için sayısız vatandaşımızın mahkeme kapısını çaldığı da ayrı bir vakıa.
* * *
Bir ara elime geçen İstanbul’a ait eski Telefon Rehberi'nin sadece "A" maddesinde yer alan soyisimler listesine şöyle bir göz gezdirmiştim ki, ne göreyim. Hayretimden âdeta donakaldım.
Baktım, normalinden ziyade anormal ve hiç hoşa gitmeyecek çeşit çeşit hayvan isimleri, ot, ağaç, bitki, baharat isimleri, tahıl isimleri, argo tâbirler, tahkir ve tezyif edici kelimeler telefon fihristini adeta istilâ etmiş durumda.
O tür soyisimleri taşıyanları rencide etmemek için, burada örnekleme cihetine gitmek dahi istemiyorum.
Yalnız, son zamanlarda mahkemelik olan soyisimlerden bazısını burada zikretmek, yanlış ve rencide edici olmasa gerektir.
2002 senesinde şahit olduğumuz bir ajans haberinde, soyadı dâvâsından Güneydoğu Anadolu Bölgemizin sadece bir ilçesinde yüzlerce kişinin mahkemeye başvurduğu belirtiliyordu.
"Mahkemelik soyisimler" başlıklı haberde, özetle şöyle deniyordu:
 "Şanlıurfa'nın Siverek ilçesinde her yıl yaklaşık 400 kişi, nüfustaki yazım hatasından, anlamsızlığından veya kötü anlama geldiğinden dolayı soyadlarını değiştirmek zorunda kalıyor. Çoğu komik ve alaycı türden olan bu soyadlarına bakınca da, açılan dâvâların boşuna olmadığı hemen anlaşılıyor.
"Soyadlarının kendilerini küçük düşürdüğü gerekçesiyle, Asliye Hukuk Mahkemesinde dâvâ açan vatandaşlar, bir an önce alaycı ve komik olan soyadlarını değiştirmek için adâlet kapısında bekliyor."
Haberin örnekleme bölümünde ise, şu soyisimler zikredilmiş: "Eşekçalan, Delidolu, Öküzbakan, Yanbakan, Aç, Yavru, Sinek, Çakal, Şeşbeş, Süsenbük, Abtal, Negünekaldık, Bağırsakçı, Ot, Kazma, Fincan, Şeytan ve Yanmış."
* * *
Ek bilgi: Soyadı Kànunu çıktıktan sonra, ilk soyadı M. Kemal’e verildi ve Atatürk soy isminin başkaca hiç kimseye verilemeyeceğine dair ikinci bir kànun çıkartıldı.
Yeni soyadları uygulamasına gitmenin gerekçesi olarak, 1934’teki gazetelerde şu ifadeler yer alıyordu: Hiç kimseye imtiyazlı soyadı verilemeyecek. Bütün vatandaşlar, eşit muameleye tâbi tutulacak.
 
Ayasofya’nın başına gelenler

İstanbul fethinin sembolü olan Ayasofya Camii, 24 Kasım 1934'te alınan bir Bakanlar Kurulu Kararıyla müzeye çevrildi.
Bu mâbedin müzeye çevrilme işi bir anda değil, bir hazırlık safhasından sonra ve alıştırıla alıştırıla yapıldı.
Şöyle ki: Ayasofya Camii, 1930 senesinde önce ibadete kapatıldı. Kapatma gerekçesi, “restorasyon çalışması” şeklinde ilân edildi.
Oysa, o tarihlerde hiçbir camide restorasyon çalışmasının yapıldığı görülmüş, duyulmuş değildi. Hatta, ibadetsiz ve cemaatsiz bırakılan camilerin birçoğu satışa çıkarılmış durumdaydı.
Demek ki, Ayasofya için asıl niyet başkaydı. Bu da zamanla daha iyi anlaşılacaktı.
Meğerse, dört–beş yıllık restorasyon çalışması müddetince, Sultan Fatih'in emriyle iç duvarlara yapılan sıvalar pür dikkat ve itina ile sökülmüş ve eski kilise hali ortaya çıkarılıvermiş.
Nihayet, 480 yıl cami olarak hizmet veren Ayasofya’da kapalı devre yapılan bir hazırlık çalışmasının ardından, bu kudsî mâbed 1 Şubat 1935'te fiilen müze olarak kullanıma açılmış oldu. 
Radikal olduğu kadar mü'minleri rencide edici olan bu değişikliğin, kànuna değil de, bir “Bakanlar Kurulu Kararı”na dayandırılması, son derece düşündürücü. 
Zira, Ayasofya'nın kànun nezdindeki statüsü 1453'ten bu yana hiç değişmedi. Burası, fetih tarihinden beri camidir; tapusunda hâlâ cami diye yazar. 
Üstelik, bu mânâdaki kayıt, Sultan Fatih'in neşrettiği meşhûr vakfiyesinde de aynen ifade edilmektedir. 
İstanbul'un Fatihi, istikbâlde vuku bulacak muhtemel müdahalelere karşı da tedbir almaya çalışmış ve Ayasofya Vakfiyesi metnine şu bedduayı derc etmiştir: "Camiye çevirmiş olduğum bu mâbedi her kim ki bir başka şekle tebdil ederse, Allah'ın, meleklerin ve insanların lâneti onun üzerine olsun! Yüzlerine bakan ve onlara şefaat eden hiçbir kimse bulunmasın!" 
Kànuna, tapu kaydına ve Sultan Fatih'in vasiyetine rağmen, yine de tutup Ayasofya'yı müze haline çevirmenin ardında yatan niyet ve maksat nedir? 
Besbelli ki, burada gizli bir kasıt ile çok "derin" bir hesap var. İşin içinde, mukaddes fethin sembolüne ihanet kastı ve İslâm düşmanlarına yaranma hesabı olsa gerektir. 
Bunu başka türlü anlamanın, yahut tevil etmenin imkân ve ihtimali var mı?
Tekraren nazara vermekte fayda var: Bu mâbedin resmî ismi gibi hukukî statüsü de, gerek vakfiyesinde ve gerekse tapu kayıtlarında hâlâ "Ayasofya Camii" şeklindedir. Dahası, kadrolu imamı vardır ve -muvakkat arızalar dışında- hep var olagelmiştir.
Ancak, bu alenî gerçeğe rağmen, Ayasofya Camii, cebrî ve keyfî olduğu kadar, gayet sinsice bir muameleye tâbi tutulmuştur.
Acaba, kimi sevindirmek ve kimleri memnun etmek için yapıldı bu sinsice muamele?
Müslüman Türk milletinin ve İslâm âleminin bu durumdan memnun olmadığı, hatta ziyadesiyle mahzun olduğunu bilmeyen mi var?
Demek ki, başkasının keyfine göre hareket edilmiş. Bu keyfiliğin er ya da geç, ama günün birinde mutlaka sona erdirilmesi lâzım.
Hiç şüphemiz yok ki, Ayasofya'yı mâbed olmaktan çıkartarak bugünkü mahzûn hale getiren zihniyet, vaktiyle medreseleri kapatan (1924), Kur'ân'ı (1929) ve Muhammedî Ezanı (1932) yasaklatan zihniyetten başkası değildir. 
Ama, yine de şükürler olsun ki, Kur'ân ile Ezan, 1950 yılı Haziran'ında serbest bırakılarak hürriyetlerine kavuşturuldu. Medreselerin boşluğu ise, Nur Mekteb-i irfânı ile doldurulmaya çalışıldı.
Ne var ki, o büyük fethin sembolü olan Ayasofya, henüz hakiki hürriyetine vâsıl olmuş değil... Bu yüce mâbed, yaklaşık seksen senedir mânevî bir kuşatma altında. Hatta, mahiyeti hâlâ anlaşılmayan Bakanlar Kurulu Kararıyla bir nevî işgal altında denilebilir. 
Bir başka ifade ile, Ayasofya Camii, Sultan Fatih'in kayıtlara geçen vakfiyenâmesindeki hüviyete kavuşmadığı müddetçe, bir müddet (1918-22) ecnebi işgaline uğrayan İstanbul'un hakiki ve mânevî kurtuluşu da gerçekleşmiş sayılamaz.
Demek, Ayasofya da -bir dönem hapsedilen ve bilâhare serbestçe okunan- Ezan ve Kur'ân gibi hürriyetine kavuşacağı günü bekliyor. 
Ne var ki, bu gibi hürriyetleri temin etmek hiç de kolay değil. Böyle bir şerefe nail olmak da herkese nasip olmaz. Öncelikle cesaret, samimiyet ve liyâkat gerekiyor.
Başbakan Erdoğan’ın (henüz RP’li olduğu) 1991 yılı seçimlerindeki Sultanahmet mitinginde Ayasofya’ya bakarak, Arif Nihat Asya’nın şiirindeki şu mısraları okuduğunu şu an gibi hatırlıyorum:


Seni ey mâbedim! Utansınlar:
Kapayanlar da, açmayanlar da!

Ek Bilgiler

1) Ayasofya’nın 1930’dan sonraki restorasyon ve sıvalardan temizlenmesi işinde başı çeken kuruluşlardan biri ABD’deki Bizans Enstitüsü (The Byzantine Institute of America) isimli enstitüdür.
2) İstanbul’da bulunan M. Kemal, 1 Şubat’ta müzeye çevrilen Ayasofya’yı 6 Şubat 1935’te ziyaret ediyor.
3) Ayasofya’nın “anıt-müze” olması hakkındaki 24 Kasım 1934 tarihli Bakanlar Kurulu Kararının altında “Atatürk” imzası görünüyor. Gariptir ki, Meclis’in kànun hükmündeki kararıyla Reisicumhur Mustafa Kemal’e “Atatürk” soyisminin verildiği tarih de aynı gün olup, bilinen imza şekli henüz tesbid edilmiş değildi.

Hiç yorum yok: