13 Şubat 2013 Çarşamba

Namık Çınar: Türkiye darbeleri siyaseten çözmeli/ CEMAL KALYONCU


8 Ekim 2012 / CEMAL KALYONCU
Yüzbaşı rütbesinde iken ordudan istifa etmiş Namık Çınar. Onun için söyledikleri, yazdıkları içeriden bilgiler. Balyoz davası için de yargıç ve savcıların askerî meselelerde danışmanlık almamasından yakınıyor.
‘Bu düşüncelerle orduda teğmenlikten öteye gidilemezdi’ diyor Namık Çınar. Kendisinin de orduda ancak yargı kararı ile yüzbaşılığa kadar kalabildiğini söylüyor. Çınar, ‘general olabilseydim zaten böyle düşünmüyor olacaktım. Zira bu tarz düşünüyor olmak oralara gidemeyecek olmaktır. General olmuş isem biliniz ki başka bir düşünsel atmosferin insanıyımdır; bu kesin,’ diye özetliyor durumunu. Hayatı boyunca hep donkişotluk yapmış, bir şeylerin doğru gitmesi için mücadele vermiş. Nevi şahsına münhasır biri olduğunu Taraf’taki yazılarını takip edenler biliyor. Taraf’ta yazmaya başladığından beri tepkiler de başlamış, pek çok asker arkadaşı da yanından uzaklaşmış. Çünkü içeriden biri olarak askeriyeye dair net fotoğraflar çekiyor.
Çınar, yola çıkarken solcu biri. Şimdilerde ise liberal değerleri öne taşıyor. Komünizm propagandası yaptığı suçlamasıyla 12 Mart döneminde ordudan atılmış. Komünizm propagandasını bahane görüyor, asıl sebebi 12 Martçılarla birlik olan Muhsin Batur taraftarlarının orduda temizlik yapma isteği olarak açıklıyor.

-Bir yazınızda yargı yerlerine ve iddianamelere bu denli takılıp kalmayın dediniz. Size bunu söyleten neydi?
Buraya varılacağını düşündüğüm için bunları söyledim. En son yazılarımdan birinde bunları boşuna söylemediğimi ifade ettim. Çünkü bana itiraz ediyorlardı. Yani bu hukuk eldeki verilere göre çalışıyor. Herkesin ağzında sakız gibi bir laf var. Mahkemeler maddi gerçeği aramaya çalışırlar falan diyorlar. Bence doğru değil. Mahkemeler masanın üstüne konmuş veriler kadarını çözmeye çalışır. Ya masanın üstündekiler doğru değilse? Nitekim masanın üstünde çok hata var. Bilmiyorlar.
-Kim bilmiyor?
Yani yargıç heyeti, savcılar. Askerler biliyorlar bunu. ‘Madem anlamadılar, devam edelim buradan o halde’ diyorlar. Ben de aslında hepsinin cezalandırılmasından yana değilim. Orgenerallerle yetinilsin. Çünkü orduyu ideolojik çerçevede temizlemeye kalkarsanız, düşünsel anlamda elinizde çavuş, onbaşılar kalır. Yani ideolojik bir temizliğe kalkışmayacaksınız. Türk ordusunun yılanbaşlarını ezeceksiniz. Sonrakileri sürece bırakacaksınız. Yani kontrol altında tutarak yenileyeceksiniz
-Hukuk bunun hesabını yapmalı mı peki?
Hukuk bunun hesabını yapmamalı. Bunun hesabını siyaset yapmalıydı. Siyaset bunun hesabını yapsaydı, hukuk sadece hukuk olarak kalacaktı. O zaman beraat etse de çok önemli değildi. Yani bir adamı yargılıyorsun, ispat edemezsen suçlayamazsın. Tamam. Ama siyaseten bu adamların darbe yaptıkları, buna giriştikleri Türk halkının ruhuna işlenseydi, reformlar yapılsaydı, ona göre de bunlar tasfiye edilselerdi o zaman bu adamların çoğu yargılanmasalar da olurdu. Yargılananlar da ispat edilmeyip ceza almasa da olabilirdi. Biz de şunu derdik. ‘Bu adamlar bir halt yediler, biz bunları kanıtlayamadık, kurtardı keratalar ama iyi oldu temizledik bunları.’ Böyle olmadı ki, yargı yerlerinin tasarruflarına bırakıldı her şey. Böyle olunca da, şimdi ona endekslendik. Türk ordusunun gereken reformlarını ceza davalarının sonuçlarına bağlı kıldık.
Başbakan ‘yargıçlar hele bir karar versin, şimdi konuşmayalım’ diyor. E peki beraat ederlerse ne olacak? Biz haksız mı sayılacağız? O zaman darbe yapılmamış, yani bu memleket darbeci gelenekten gelmemiş mi olacak?
-Oradan o anlaşılıyor…
Bu olmaz. İdeolojik olarak bunun kirlenmesi 50 yıllık bir süreç. Bir şahısla kaim olmaktan çıkmış. Bunun bedelini bir kişiye ödetemezsiniz. Ödenecek gibi görünmüyor. Yani dert halledileceğine deride açılmış bir yara var, onunla uğraşıldı.
-Onun için mi diyorsunuz yargı yerlerine ve iddianamelere bu denli takılıp kalmayın diye…
Evet. Buna bel bağlamayın, buraya endekslemeyin bunu. Yani mahkemelere bu kadar bırakmayın. Siyasal zeminin yüz yıllık askersel sorunları mahkemeler eliyle çözülsün isteniyor. Hakkınız yok buna.
-Ne yapmak lazımdı size göre?
İşte siyaseten, parlamentoda, halkın gözü önünde siyaset yaparak, halka gerçekleri tüm açıklığıyla göstererek, her konuda olduğu gibi, orada yasalar çıkarılmalı, bütün bu reformlar yapılmalı, ordu yeniden yapılandırılacaksa yapılandırılmalı, emekli edilecekler de çekinmeden edilmeliydi. Bütün bunların ceza davaları ile hiçbir ilgisi yoktu. Bu davalarda ancak gerçek suçlular mahkûm olurdu ve hiç kimse şimdiki gibi bir burukluk duymazdı. O vakit bunların çoğu belki de mahkûm olmayacaktı. Hukukla ‘yerindelik’ elde edilmez. O darbeci zihniyetin bir hasletiydi. O yüzden, yaptıkları hiçbir haksızlık unutulmadı, üstü asla örtülemedi.
-Zira sizin de belirttiğiniz gibi son 50 yıllık süreçte dünyanın en çok darbe yapan ordusuydu bu…
Aynen öyle. Yani sosyo-politik değerlendirme yeterlidir, siyaseten tabii. Türkiye bu işi siyaseten çözmelidir. Hukuken başka bir şey. Ceza hukuku gene bambaşka bir şey. Ceza hukuku çok ihtiyatlı bir hukuktur. Suçlamalar usulüne göre yapılmazsa davalar sanığın lehine olarak tecelli eder, ceza hukukunda. Adamın suçlu olduğunu bilirsiniz, fakat yanlış izlerden gittiğiniz için bile bile adamı bırakmak zorunda kalırsınız.
Ama yargılayanlar da bilmiyor ayrıca. Yani yargıçların önüne eksik ve bazen de yanlış bilgileri koymuşlar. Demişler ki ‘işte bir Balyoz Harekât emri var.’ Yalnızca onu işleyip duruyorlar. Kimse de şunu sormuyor. Mesela demiş ki Çetin Doğan. Ne zaman Balyoz semineri? 5-7 Mart 2003’te. Tutmuş daha 15 Kasım 2002’de yazı yazmış kendi ast birliklerine. ‘İşte 4,5 ay sonra falanca semineri işleyecek ve oynayacağız, hazırlıklarınızı yapın.’ Ne demek bu? Gönderdiğim en tehlikeli senaryoya göre ne yapacak iseniz hazırlıklarınızı, kendi planlarınızı yapın, oynayın. Test ettikten sonra da benim yapacağım planın bir parçası olmak üzere, yukarıya bana gönderin. Bakın, aksaklıklarınızı görüp giderin, bir esasa bağlayın. Biz de sizlerden gelen planları birleştirip Ordu Planı haline getirelim, sonra da hep beraber burada test edelim. Orduda planlar böyle yapılır. İlkin yukarısı verileri belirler ve ast birlikleri bilgilendirir. Ast birlikler kendi bölgelerindeki ihtiyaçlarına göre kendi planlarını yapa yapa yukarıya doğru çıkılır ve planların test edile edile onaylanmaları sağlanır ve ardından da yürürlüğe girerler. Peki, siz Balyoz davasını yargılarken niye dönüp mesela kolordu komutanlarına, varsa tümen ve tugay komutanlarına sormuyorsunuz ‘sizin kendi planlarınız nerede?’ diye. Niye bunları araştırmıyorsunuz? Sonra, gidip de, ‘ıslak imza var mıydı, ıslak mıydı, kuru muydu?’ bununla uğraşacağınıza, o tarihlerde askerlik yapmış olan, oralarda yazıcılık yapmış olan erlere bile ulaşsanız, onları bile konuşturmayı becerseniz hepsi ortaya çıkar. Bunları onlar yazıyorlar zaten. O bilgisayarlara kimler geçti bilgileri, generaller mi?  
Mesela seferberlikte orduya teslim edilecek dışarıdaki sivil araçların listesini kim bilir? Bunları en önce kim hazırlar? O kentin Trafik şube müdürlüğü ne güne duruyor? CD’lerdeki birtakım çelişkili bilgileri çözmek için Trafik şubeleriyle temasa geçildi mi acaba? Çünkü bu bilgileri ordu da oralardan alıyor. Bunların o çerçevede araştırmaları yapıldı mı? Devlet memurları arasındaki yazışma tekniklerini düşünün. En sonunda bir polis memuruna geliyor. Biri okuyor öbürü bilgisayara işliyor, yanlış, hatalı yazmalar oluyor. Bu listeler sonra bildiriliyor bunu isteyen birime. O da alıp onu onun eki yapıyor.
-Bunları hazırlayanlara niye sormadınız diyorsunuz?
Evet, bunu hazırlayan birileri var. Yani bunların hepsi yanlışlıklarla dolu zaten.
-Sonuçta akılda sadece ‘ıslak imza’ olayı kalıyor…
Evet, gereksiz bir tartışma. Mesela orada da askerlikte imza arıyorlar. İmza ticarette aranır. Askerlikte imzadan ziyade iletişim ve haberleşme ağına ve o kanalın güvenliğine bakılır. Kanal doğru ise gelen emir de doğrudur. Yani bir bölük komutanı kendi amiri olan tabur komutanından gelen bir emrin eklerindeki sayfalardan ya da imzalardan kuşku mu duyacak? Olur mu öyle şey? Hem sonra hangi imza kime aittir, nereden bilecek? Üst birliklerdeki sıralı amirlerin imza beyannameleri ya da banka işlemlerindeki gibi imza sirküleri mi var herkeslerde? Ordunun çalışma tarzı bu değildir. Bu değilse, mahkemeler de o zaman yanlış izin üstünden gitmemelidir.
-Dursun Çiçek savunmasını aslında iyi bir yerden kurmadı mı diyorsunuz?
Hiçbiri kurmadı. Bir de birbirlerini koruma güdüsünün biraz kapanmalarına yol açtığını düşünüyorum. Ceza davaları bireysel davalardır. Yani bunlar bir grup olarak yargılanıyor da olsalar, suçun ve cezanın şahsiliği prensibi gereği bu adamlar birbirlerine kenetlenmeye doğru itilmemeliydi. Yani aralarında böyle bir cemaat baskısı oluşturulmamalıydı. Zaten mesleksel olarak var. O duygulardan uzak tutulmalıydılar. Yani siyaseten o hale gelmeliydi ki, vatana hizmet anlamı taşımalıydı çıkıp orada bunları itiraf etmeleri.
Diyorlar ki ‘Sıkıyönetim Kanunu’na göre böyle yaptık…’ Ben olsam yargıcın yerine derim ki ‘Sizin sıkıyönetim planınız olamaz.’ Çünkü Sıkıyönetim Komutanlığı hiyerarşik bir emir komuta zinciri içinde olan bir konumda değildir. Nereden biliyorsunuz size sıkıyönetim emri verileceğini. ‘Efendim ya verilirse dedik.’ Ben derdim ki ‘sizin böyle mutad bir planınız olamaz. Çünkü sıkıyönetim kanunu, eğer sıkıyönetim ilan edilmişse en az korgeneral rütbesinde olan bir generalin o esnada seçilerek atanacağını, yardımcısı generallerin de yine o sırada tayin edileceklerini, karargâhının yeni kurulacağını, emrine verilecek birliklerin hangilerinin olacağının tesbitini ve direkt genelkurmay başkanına karşı sorumluluk taşıyacağını söylüyor. Yani mutlaka emir komuta zinciri hiyerarşisi içinde bir görev olmayabilir.
Bir de sivillerin bilmediği… Mesela hâkim şunu sormadı onlara. Diyorlar ki yine ‘Efendim biz geri bölge emniyet planını oynuyoruz, şu ihtimale karşı.’ ‘Efendim sizin planlarınıza göre geri bölgeniz neresi? Mesela İstanbul, Adapazarı, Bursa vs. bunun içinde mi kalıyor?
-Akıllarına gelmedi…
Gelmedi. Onlar İzmit’i, Adapazarı’nı, Balıkesir’i, yani Marmara Bölgesini, 1. Ordu Marmara Bölgesinde diye sanki 1. Ordu Marmara Bölgesinden sorumluymuş sanıyorlar. Halbuki ilkin şu muharebe sahası sorumluluk bölgelerinizi gösterir misiniz? Seferberlik ilan edildi mi siz nerelere yerleşiyorsunuz? Sizin muharebe sahası ön bölgeniz, muharebe sahası geri bölgeniz ve yan bölgeleriniz neresi? Bize tarif edin deseler, her şey ortaya çıkacak.
-Siz hâkim olsaydınız Balyoz davası ile ilgili başka hangi soruları sorardınız?
Ben ilkin iyi ve tarafsız askerî uzmanlardan yararlanırdım, yani danışmanlık, bilirkişilik hizmeti alırdım vs. Yani askerlik mesleğinin tekniklerini ölçü almadan sanki sivil anlayışlarına göre iddianameler hazırlamışlar da, adeta şimdi sıkıntı çekiyorlar.
-Helalleşilsin aşamasına da gelenler var..
Ben helalleşilsin demiyorum. Böyle helalleşilmez zaten. Ama 4. yargı paketinde bir şeyler olabilir. Başbakan bir öyle söylüyor bir böyle söylüyor. Çelişkili açıklamalar yapıyor. Bunlara da gerek yok. Bu, Çarkçı Kemal’e yakışıyor söylediğinde ama ona yakışmıyor. Ben bunu içime sindiremiyorum.
Ben Silahlı Kuvvetlerin halkın siyasal iradesini temsil eden hükümetin emrinde, onun askerî politikaları çerçevesinde hareket edecek bir dış politika enstrümanı olarak görev yapacağına inanırım. Bunun dışında bir konumu ve tasarrufları asla kabul etmem ve savunmam. Son dönemlerdeki değişimlerinin bir işareti olarak, geçenlerde başbakan bile benim gibilere eski mesleklerine ihanet ediyorlar dedi. Eğer bu tutumumu orduya ihanet olarak algılıyorsa, bu durum başbakanın nerede nereye geldiğini gösterir. Ben ordunun halkın iradesine itibar etmesini gözeten ve bundan şaşılmasına sertçe karşı çıkan biriyim. İhanet ancak halka karşı işlenebilen, sadakat de ancak halka duyulabilen bir değerdir. Halkın aleyhine davranan oluşumlara sadakat, olsa olsa çete ilişkilerine ve kırk haramilere yakışan tutumlar olabilir. Mesela ben başbakanı ilk dönemlerindeki dinamizmde görmüyorum. Tekrar eskisi gibi olması için onunla sonuna kadar mücadele etmekten yanayım. Ama onu tasfiye etmeye kalkanlara karşı da derhal onun yanındayım. Ayrıca bu adamı tuhaf bir şekilde seviyorum da. Yani başbakanı böyle kendime has bir duyguyla, Kasımpaşalılığı ile halk çocuğu olması ile seviyorum ama içime sindiremiyorum yanlışlıklarını. Onu çılgınca eleştirmek geliyor içimden. Ama bir başkası eleştirmeye kalktığında derhal ondan yana tavır takınıyorum. Acaba niye diye düşündüm.
-Niye?
Çünkü onlar yıkmak için yapıyorlar. Bense yapmak için eleştiriyorum. Aramızdaki fark bu. Sanırım bu yüzden.
-Ne oldu da değişim durdu sizce?
Başbakan sınırlarına geldi. Devlete adapte oldu, devleti sevdi. Halk adamlığı yerine devlet adamlığı ağır basmaya başladı. Mesela ben askerî açıdan bakıyorum meselelere. Onları iyi bildiğimi düşünüyorum. Ve görüyorum ki, hiç reform yapmadı. Hiç ama.
-Askerî açıdan vesayeti sağlayan bütün kanunlar yerli yerinde duruyor, 35. madde başta olmak üzere…
27 Mayıs’ı yaparken 35. madde mi vardı? 35. maddeyi kaldırsaydı gene itibar etmezdim. Ben en son onu koyarım listeye. Yani darbe meşrudur diye kanun mu olurmuş. Bu problemi bu kadar öne koymayın.
-Ama bunlara dayanarak, yaptıklarını vatanı kurtarmak olarak görmüyorlar mı? Hatta “Ben olsam çıkarım asker olarak vazifemi yaptım derim.” diyorsunuz.
Tabii, çıkıp söyleseler yeridir, yasalar darbeye elbette müsait. Mesela Sıkıyönetim Kanunu’nun 3. maddesi, neler yapılacağına dair madde. Aslında Batı Çalışma Grubu’nun ne kadar faaliyeti olmuşsa hepsini zaten o yasa öngörüyor. Ama artık bu ülkede Sıkıyönetim Kanunu olur mu hiç? Çok lazımsa askerin mutat görevlerinin dışında kullanılması diye bir yönetmelik ya da iki maddelik bir kanun çıkarabilirsin. Tasfiye et bazı kurumları. Jandarmayı kaldır. Bitti de. Al polis yap onları. Bir sürü şey var. Daha somut bir şey söyleyeyim. Türk ordusu garnizon esasına göre, halkın gerektiğinde tedip ve terbiye edileceği yüz yıl öncesinin değer yargıları ile, muharebe şekilleri ile biçimlenmiş, ona göre tertiplenmiş bir ordudur. Mesela bilinen rütbelerin bir bölümünün dahi kaldırılması gerekiyor. Tugay sayısını 30’a indir. 150 binlik bir ordu olsun. Silahları değiştir. Gerekiyorsa astsubaylığı da kaldır. Çünkü kast sistemi oluyor. Terfiler liyakata göre biçimlensin.
-Askerî meseleleri sivil akılla yorumlamamak gerektiğini söyleyen biri olarak şu anda askerde bir öfke var mı sizce?
Var tabii. Yani egemen olan eğilim darbecilerden yana olan görüş. Bu bir nesil sorunu.
-Bu bakış açısının askerî ortaokul ve lise, hatta harp okulu değil harp akademilerinde oluşmaya başlamasının sebebi nedir?
Önemli olan içinde solunan atmosferdir. Yani çoğu şeyi kitaplar yazmaz. Anlatım tekniğine dayalı değildir hayat. İklim meselesidir çoğu zaman.

Namık Çınar’ın hikâyesi


Namık Çınar, 1949’da Tekirdağ’da doğdu. Ama daha dünyaya gelmeden annesi ile babası ayrıldığı için önce bir dede sonra da diğer dede tarafından büyütüldü.

İlkokuldan sonra Selimiye Askerî Ortaokulu’na başvurduğunda 27 Mayıs olmuş, o da okula kabul edilmiş, artık darbeci subayların tarafında biriydi. Sonrasında Kuleli, Erzincan ve tekrar Kuleli Askerî Liseleri’nde eğitime devam eder.
1967’de ise harp okuluna dahil olur. 1969 senesinde ilk kışla görevini Denizli’de yapar. Orada da eleştirilerine devam eder, solcu olmakla beraber, aslında her şeyin karmaşık olduğu bu ülkede o sıralardaki yurtseverlikler konjonktür gereği komünizm kapsamında varsayılır.
9 Mart darbesini yapmak isteyenler son anda 12 Martçılarla birlik olunca, kurban seçtiklerini komünist diye ve bu arada onu da ordudan atarlar. Genelkurmay askerî mahkemesinde 15 yılla yargılanır ve aklanır.
Ardından AYİM yoluyla yeniden orduya döner. Bunun için zamanın başbakanı Bülent Ecevit ve Milli Savunma Bakanı Hasan Esat Işık’a kadar çıkar ve kafa tutar. Sonunda orduya iadesi mahkeme kararıyla kabul edilir. Ama o artık sakıncalı biridir TSK için.
Arkadaşları tarafından dahi tecrit edilir önce. Vize, Patnos ve İstanbul’da görev yapar. 12 Eylül’de sıkıyönetim bölük komutanlığı birkaç günlüğüne de olsa elinden alınır, sonra yeniden iade edilir. Keyfi yeniden kaçmış, eski defterler yeniden açılmıştır.
Belli ki 12 Eylül’den sonra yeniden ordudan atılacaklar arasındadır. Önce Samsun’a tayini çıkar. Artık ordudan istifa etme vakti gelmiştir. Onların işlem yapmasına fırsat bırakmadan, bu kez kendisi ayrılır.
İstanbul’a yerleşen Çınar ticari hayata atılır ve bata çıka bugünlere kadar gelir. Biri kız üç çocuk babası olan Namık Çınar, şimdilerde sadece Taraf yazarıdır.

Hiç yorum yok: